24. Bölüm
Onu konuklarıyla ölçmeye başladım. Tam birer salon adamı olan Lynn'lerin neşesi, kibarlığı, Lord Ingram'ın ruhsuz zarifliği, hatta Albay Dent'in seçkin asker mertliği kaç para ederdi efendimin Tanrı vergisi bir kudret, canlılık, özgürlük yansıtan tavırları yanında? Salondaki öteki erkeklerin tipleri, ifadeleri, tavırları bana hiçbir şey söylemiyordu. Oysa çoğunluğun onları yakışıklı, çekici, kerli ferli kişiler olarak göreceği, Mr. Rochester'ı da haşin, yüzü gülmez bulacağı belliydi. Öteki erkeklerin gülümsediğini, kahkahalarla güldüğünü görüyordum. Bir hiçti bu benim gözümde! Bir mumun ışığında bile onların gülüşünden daha çok ruh bulunabilirdi. Bir çıngırak sesi onların kahkahalarından daha anlamlıydı. Ama efendimin güldüğünü bir görmeyeyim: Yüzünün o sert çizgileri yumuşak, gözleri hem parlak, hem derin, bakışları hem keskin, hem tatlı olup çıkıyordu. Şu anda Louisa ve Amy ile konuşmaktaydı. Benim ruhumu delip geçen o bakışları onların böyle serinkanlılıkla karşılamalarına şaştım. Ben onların bu bakışlar karşısında kızarıp bozaracaklarını, gözlerini yere indireceklerini sanırdım. Öte yandan, onların böyle hiç etkilenmeyişlerine seviniyordum da. "Benim gözümle görmüyorlar onu," diye düşünüyordum. "Onlardan biri değil o, bana benziyor, bundan eminim. Ona ruhça yakın, tanıdık buluyorum kendimi. Yüzünün, davranışının dilinden ben anlıyorum. Aile, servet durumlarımız bizi birbirimizden dünyalar kadar ayırıyorsa da, benim gönlümde, kafamda, kanımda, sinirlerimin özünde beni onunla kaynaştıran bir şeyler var. Birkaç gün önce, aramızdaki tek bağlantının ondan aldığım maaş olduğunu düşünen ben miydim? Onu ancak işverenim olarak görmekten başka bir düşünceyi kendi kendime ben mi yasakladım? Doğayı yadsımak sayılır bu! İçimde ne kadar iyi, has, güçlü duygu varsa kendiliğinden onun çevresinde toplanıyor. Biliyorum, duygularımı gizlemem zorunlu; umutlarımı kırmak, onun beni önemsemeyeceğini mimlemek zorundayım; çünkü "ona benziyorum" dediysem bu, bende de onun gibi etkileyici kudret, büyüleyici kişilik var, anlamına gelmez. Yalnız, "Onunla ortaklaşa kimi değer ölçülerimiz ve duygularımız var," demek istiyorum. Kısacası, onunla ömür boyu ayrı kalmak zorunda olduğumuzu, kendi kendime durmadan yinelemeliyim. Ama soluk aldığım, düşünüp hissettiğim sürece onu sevmemek de elimde değil.
Kahveler dağıtılıyor... Beyler salona gireli beri hanımlar tarlakuşu gibi şakraklaştılar. Konuşmalar neşeli, hızlı gidiyor. Albay Dent'le Mr. Eshton siyasetten konuşurlarken eşleri onlara kulak veriyor. Burnu havada iki soylu hanım –Lady Lynn'le Lady Ingram– baş başa hoşbeş etmekteler. Sir George (sahi onu anlatmayı unutmuşum) iriyarı, çok dinç görünen bir taşra soylusu. Elinde kahve fincanı, bu iki hanımın önünde, ayakta duruyor, arada bir laflarına karışıyor. Frederick Lynn, Mary Ingram'ın yanına oturmuş, nefis bir kitaptaki resimleri gösteriyor. Mary resimlere bakıp arada gülümsüyor, ama hemen hemen hiç konuşmuyor. Uzun boylu, durgun tavırlı Lord Ingram kollarını kavuşturarak o ufacık tefecik, cıvıl cıvıl Amy Eshton'un oturduğu koltuğun arkasına yaslanmış. Amy başını kaldırıp kaldırıp ona bakıyor, serçe gibi şakıyıp duruyor. Onun da Lord Ingram'ı Mr. Rochester'dan daha çok beğendiği belli. Henry Lynn, Louisa'nın ayakları dibindeki bir pufa çöreklenmiş. Adela da onun yanında. Henry Adela'yla Fransızca konuşmaya çabalıyor, Louisa da onun yanlışlarıyla alay ediyor. Acaba Blanche'a kim kavalyelik edecek? O bir masa başında tek başına, pek zarif bir duruşla bir resim albümünün üzerine eğilmiş. Peşinden gelinsin diye bekler gibi bir hali var, ama pek fazla da beklemeye sabrı yok. Kendi eşini kendisi seçiyor. Mr. Rochester, Eshton'ların yanından ayrıldı, şöminenin başında, tıpkı Blanche gibi tek başına durmakta. Blanche şöminenin öbür yanına yaslanarak onun karşısına geçiyor.
"Mr. Rochester, benim bildiğim siz çocuk sevmezdiniz?"
"Sevmem ya!"
"Öyleyse şu küçük kuklayı," Adela'yı gösterdi, "kanadınızın altına almak nerden aklınıza geldi? Nereden buldunuz onu, kuzum?"
"Ben bulmadım... Başıma kaldı."
"Yatılı okula gönderseydiniz bari."
"Bütçem elvermiyor. Yatılı okullar ateş pahası."
"Haydi canım... Sanki mürebbiye tutmadınız mı ona? Demin yanında öyle birisi vardı... Gitti mi? Yo, işte orada hâlâ... Perdenin arkasında. Ona maaş veriyorsunuz elbet. Bence bu daha pahalıya gelir; çünkü üstelik yemeleri, içmeleri, barınmaları da sizin üzerinizde."
Böylece benim lafım edilince efendimin bana bakacağından ürkmüştüm (yoksa bunu ummuş muydum?); elimde olmayarak gölgelere biraz daha sığındım, ama o benden yana bakmadı bile. Gözlerini tam karşısına dikmiş, umursamazlıkla, "Üzerinde hiç düşünmedim," diyordu.
"Elbette! Siz erkekler işin tutumluluk, akıl yanını ne zaman düşünürsünüz ki! Mürebbiye konusunda annem konuşsun da dinleyin. Mary ile ben küçüklüğümüzde belki on-on iki mürebbiye eskittik. Yarısı iğrenç, obur, yarısı gülünç, topu da baş belası asalaklardı. Öyle değil mi, anne?"
"Bir şey mi dedin, canımın içi?"
Lady Ingram'ın gözünün nuru demin söylediklerini yineledi.
"Biriciğim, mürebbiye adını anma bana! Lafı bile sinirime dokunuyor, inan! Onların yetersizliği, kaprisleri yüzünden ömrüm çürüdü, nerdeyse! Tanrıya şükür, onlarla bir işim kalmadı artık."
Mrs. Dent onun kulağına eğilip bir şeyler fısıldadı. Onun lanetlediği cinsten birinin salonda bulunduğunu belirtmiş olacak ki Lady Hazretleri, "Daha iyi ya!" dedi. "Ders olsun ona!" Sonra daha yavaş olarak gene de benim duyabileceğim bir sesle ekledi: "Gördüm onu: Ben insan sarrafıyımdır. Onun yüzünde de o takımın bütün kusurları okunuyor."
Efendim yüksek sesle, "Neymiş bu kusurlar, hanımefendi?" diye sordu.
Lady Ingram türbanını üç kez, kâhinler gibi gizemle sallayarak, "Bunu size sonra gizli olarak söylerim," dedi.
"O zamana kadar benim merakım geçmiş olur. Şimdi yanıt istiyor merakım."
"Blanche'a sorun. O size daha yakın."
"Aman, bu işi bana yükleme, anne! Mürebbiye takımı için söylenecek tek bir sözüm var: Hepsi Tanrı'nın cezası! Ama, sakın sanmayın ki ben onların elinden çok çektim. Daha ilk baştan beri, onlara soluk aldırtmamaya çalışmışımdır. Bizim, Theodore'la Miss Wilson'lara, Grey' lere, Madam Joubert'lere oynamadığımız oyun mu kalmıştı? Mary oldum olası çok tembel olduğu için bu oyunların tadını çıkarıp hakkını veremezdi. En eğlencelisi Madam Joubert'ti. Miss Wilson zavallı, marazlı bir şeydi; sulu gözlü ödleğin biri; yani, kısacası, onunla didişip yenmeye bile değmezdi. Mrs. Grey'se kaba ve ruhsuzdu; ne yapsa etkinlemez! Ama, zavallı Madam Joubert'in, onu çılgına çevirdiğimiz zaman nasıl kıyametleri kopardığı hâlâ gözlerimin önündedir. Çayımızı döker, tereyağlı ekmeğimizi ufalar, kitaplarımızı tavana fırlatırdık. Cetvellerimizi sıralara çarparak, maşayı şömine demirlerinin üstünde tangırdatarak çalgı çalardık. Theodore, o eğlenceli günlerimizi anımsar mısın?"
Lord Ingram ağır ağır konuşup, sözlerini çekip uzatarak, "Elbetteee anımsıyorum," dedi "Zavallı çalı süpürgesi! 'Ah sizler, kötü çocuklar,' diye haykırırdı. O zaman biz de ona, 'Sen kara cahilliğinle bizim gibi zekâ küplerine ders öğretmeye nasıl cüret edebiliyorsun,' diye konferans geçerdik."
"Hem de nasıl! Sonra, Tedo, anımsıyor musun, hani senin Mr. Vining diye irin suratlı bir özel öğretmenin vardı... Şu papaz bozuntusu dediğimiz, Miss Wilson'la o maskara, hadlerini bilmeden, âşık olmuşlardı birbirlerine. Daha doğrusu bize öyle geldiydi; çünkü göz süzüp bakışmalarını, iç çekmelerini falan aşk olarak yorumluyorduk. Bunu tüm dünyaya yaymaktan da geri kalmadık. Bu konuyu bir manivela gibi kullanarak evin içinde bize ağırlık veren o iki yükü alaşağı ediverdik. Anneciğimiz durumu sezer sezmez uygunsuz olarak nitelendirdi. Öyle değil mi, validem?"
"Elbet öyle, en güzelim! Yerden göğe kadar da haklıydım; bunu bilesin. İyi yönetilen bir evde mürebbiyelerle özel erkek öğretmenler arasında bir anlaşma olmasına dünyada olanak sağlanamaz. Bunun yüzlerce nedeni vardır. Birinci..."
"Güzel anneciğim, bize acı da sayıp dökme bu nedenleri, inanın hepimiz ezbere biliyoruz: Masum çocuklara örnek olur; akılların dağılıp görevlerin savsaklanmasına yol açar; anlaşma olarak başlayan şey karşılıklı dayanışmaya dönüşürse burunlar büyür, işverene karşı küstahlık doğar; işin ucu kazan kaldırmaya, kıyametler kopmasına kadar dayanır. Ingram Park Baronesi Ingram, doğru söyledim mi?"
"Zambağım benim, senin yanlış söylediğin görülmüş müdür zaten?"
"Öyleyse başka söze gerek yok. Yeni konulara geçelim."
Amy Eshton bu sözleri ya duymadığı ya da umursamadığı için o yumuşak, çocuksu sesiyle lafa karıştı: "Louisa'yla ben de mürebbiyemizle şakalaşırdık, ama öyle iyi bir insandı ki her şeyi hoş görürdü. Hiçbir türlü sinirlendiremezdik onu. Bize hiç kızmazdı. Öyle değil mi, Louisa?"
"Hiçbir zaman. Biz de dilediğimizi yapardık. Masasını, iş sepetini, çekmecelerini karıştırır, altüst ederdik. Öyle iyi huyluydu ki ne istesek verirdi bize."
Blance Ingram alaycı bir küstahlıkla dudak bükerek,
"Şimdi artık gelmiş geçmiş, bütün mürebbiyelerin anıları, öyküleri anlatılacak demektir," dedi. "Böyle bir felaketi önlemek için ben gene konuyu değiştirmemizi öneriyorum. Mr. Rochester, benim bu önerimi destekliyor musunuz?"
"Destekliyorum, hanımefendi; sizin her önerinizi desteklediğim gibi."
"Öyleyse, sorumluluğu üzerime alıyorum. Signior Eduardo, bu gece sesiniz kıvamında mı?"
"Donna Bianca, siz emredin kıvama gelsin."
"Öyleyse, signior size hükümdarlık emrini bildiriyorum. Ciğerlerinizi körükleyip, gırtlağınızı yağlayın, ses tellerinizi ayarlayın; çünkü sizi göreve çağıracağım!"
"Böyle ilahî bir Mary'nin karşısında Rizzio olmayı kim dilemez?"
"Rizzio'nun canı cehenneme!" Blanche Ingram o gür saçlı başını şöyle bir arkaya atarak piyanoya doğru yürüdü. "Benim kanımca kemancı David uyuşuk, miskin herifin biriymiş; kara Bothwell'i daha çok beğeniyorum ben. Bence biraz şeytanlık, iblislik erkeğin tuzu biberidir, başka türlüsü bir işe yaramaz. Tarihçiler de James Hepburn konusunda ne yargıda bulunurlarsa bulunsunlar, bana öyle geliyor ki tam benim gönlüme göre vahşi, hoyrat, ateşli bir efeymiş o! Karşıma çıksa seve seve 'evet' diyebileceğim bir erkek."
Mr. Rochester, "Beyler, işittiniz!" diye bağırdı. "İçinizden hanginiz en çok Bothwell'e benziyor, dersiniz?"
Albay Dent, "Bir benzeyenimiz varsa o da sensin," dedi.
Mr. Rochester, "Aman efendim, iltifatınız," diye karşılık verdi.
Bu arada o kar beyaz eteklerini şahane bir edayla yayarak gururlu bir zariflikle piyano başına geçmiş olan Blanche Ingram, büyük bir ustalıkla bir prelüt çalmaya başlamıştı. Bir yandan da konuşuyordu. Bütün çalımı üstünde gibiydi bu gece. Hem sözleriyle, hem de davranışlarıyla çevredekilerin hayranlığını kazanmakla kalmayıp afallatarak başlarını da döndürmek niyetinde olduğu belliydi. Zekâsı, nükteleri, cüretiyle göz kamaştırmaya karar vermişti. Bir yandan piyanosunu çalarken bir yandan da, "Ah, bugünün delikanlılarından öyle bezdim ki!" diyordu. "Zavallı pısırık şeyler! Bey babalarının bahçe kapısından dışarı bir adım atacak halleri yok; hatta hanım analarından izin almadan, anneciklerinin elinden tutmadan bahçe kapısına kadar bile gidemezler. Akılları, fikirleri yüzlerinin güzelliğini, ellerinin beyazlığını, ayaklarının zarifliğini korumakta. Sanki erkeklerin güzellikle bir ilişkisi varmış gibi! Sanki güzellik yalnız kadının özel hakkı, kadının yasal mirası, mülkü değilmiş gibi! Çirkin bir kadının doğanın yüz karası olduğunu kabul ederim, ama erkeklere gelince... Onlar lütfen yalnız güçlü, yiğit olmakla yetinsinler. Onların ideali şu olsun: Avlan, at bin, dövüş! Gerisi incir çekirdeğini doldurmaz. Ben erkek olsaydım böyle düşünürdüm." Bir duralama oldu. Kimseden ses çıkmadığını görünce, Blanche, "Ne zaman aklıma eser de evlenirsem," diye sözlerini sürdürdü, "süslenip, kırıtmakta bana rakip olacak bir koca seçmeye hiç niyetim yok. Kocam, benim zıttım olarak tamamlayacak beni. Tahtım dolaylarında rakip yaşatmam ben. Kayıtsız şartsız, ancak bana tapınılmalı. Kocam aynadaki kendi yansımasına değil de, bana hayran olmalı... Mr. Rochester, şimdi şarkı söyleyin artık. Ben de sizin için piyano çalacağım."
Efendim, "Buyruğunuzu bekliyorum," dedi.
"İşte bir korsan şarkısı. Benim korsanlara bayıldığımı bilin de ona göre canlı söyleyin."
"Miss Blanche Ingram'ın dudaklarından dökülen buyruklar bir sürahi sulu süte bile ruh katar."
"Dikkatli olun ama... Beni hoşnut bırakmazsanız böyle şeylerin nasıl söyleneceğini göstererek rezil ederim sizi!"
"İnsanı kötü şarkı söylemeye kışkırtıyorsunuz! Şimdi artık sizi hoşnut bırakmamaya çalışacağım."
" Sakın ha! Kasıtlı olarak kötü söylerseniz ona göre bir cezaya çarptırırım sizi."
"Yalvarırım yumuşak yürekli olun; çünkü siz öyle bir ceza verebilirsiniz ki buna hiçbir insanoğlu dayanamaz."
Genç hanım, "Ah-ha! O da neymiş?" diye sordu. "Açıklayın."
"Özür dilerim, hanımefendi; açıklamaya ne gerek var? Sizin bir kaş çatmanız idam cezasıyla birdir... Bunu anlayacak kadar zekisiniz."
Blanche gene, "Şarkı söyleyin!" diye buyurdu, piyanonun tuşlarına dokunarak büyük bir canlılıkla şarkıya çalgıyla eşlik etmeye başladı.
Ben, "Sıvışıp gitmenin tam sırası," diye düşündüm. Ama o sırada yükselen ezgiler benim yerimden kalkmamı engelledi. Mrs. Fairfax, efendimizin güzel sesli olduğunu söylemişti. Öyleymiş: Kadife gibi, gene de güçlü bir bas sesi vardı, buna kendi duygularını, kişilik gücünü de katıyor, kulaktan yüreğe bir yol bularak insanı tuhaf heyecanlara boğuyordu. Derin, çınlayıcı ezgilerin en sonuncusu da duyulmaz oluncaya, şarkı süresince kesilmiş olan konuşma sesleri yeniden yükselinceye kadar bekledim. Sonra kuytu köşeciğimden ayrıldım, bereket versin çok yakında olan yan kapıdan dışarı süzüldüm. Burası dar bir geçit sofaya çıkıyordu. Bu geçitteyken sandaletimin bağının çözülmüş olduğunu gördüm. Bağlamak için merdiven dibinde durdum. Tam o sırada yemek salonunun kapısı açılıp kapandı. Beylerden biri çıktı. Çarçabuk doğrularak döndüm... Onunla yüz yüze geldim. Efendimdi bu!
"Nasılsın Jane!" diye sordu.
"Çok iyiyim, efendim."
"Demin yanıma gelip neden konuşmadın benimle?" Bu soruyu ona asıl benim sormam gerektiğini düşündüm, ama ona karşı bu teklifsizliği göstermekten çekindim. "Sizi rahatsız etmek istemedim, efendim," dedim. "Çok meşguldünüz."
"Benim yokluğumda neler yaptın bakalım?"
"Hep aynı şeyler. Adela'ya ders çalıştırdım her zamanki gibi."
"Bir yandan da iyice sararıp solmuşsun. Seni görür görmez fark ettim bunu. Neyin var bakalım?"
"Hiçbir şeyim yok, efendim."
"Beni boğmana ramak kaldığı gece soğuk mu aldın yoksa?"
"Hiç de değil."
"Haydi, salona dön öyleyse. Çok erken gidiyorsun."
"Yorgunum, efendim."
Rochester bir an yüzüme baktı: "Biraz da üzgünsün. Derdin nedir? Söyle bana."
"Hiç. Hiçbir derdim yok, efendim. Üzgün falan da değilim."
"Ben de diyorum ki üzgünsün; hem öylesine ki dokunsam gözlerinden yaş gelecek... İşte, geldi bile! Kirpiklerinin arasında ışıldıyor. Bir tanesi de aşağıya doğru kaydı. Vaktim olsaydı, bir de uşaklardan biri görüp de laf edecek diye ödüm kopmasaydı, ben bu işin içyüzünü mutlaka öğrenirdim. Her neyse, bu gecelik erkenden çekilmene izin veriyorum. Yalnız şunu bil ki konuklarım kaldığı sürece her akşam salona inmeni bekliyorum. Benim isteğim bu... Göz ardı edeyim deme. Hadi, şimdi git de Sophie'yi yolla, Adela'yı alsın. İyi geceler, benim..." Dudağını ısırarak sustu, sonra birden dönerek yanımdan ayrıldı.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro