23. Bölüm
Aradan bir hafta geçti; Mr. Rochester'dan hiç haber yoktu. On gün oldu, hâlâ gelmedi. Mrs. Fairfax, "Leas' den doğrudan doğruya Londra'ya, oradan da Avrupa'ya gider, bir yıl görünmezse hiç şaşmam," diyordu. Kaç kez böyle birdenbire beklenmedik bir şekilde çıkıp gittiği olmuş. Bunu duyunca içime bir garip ürperti, bir eziklik doldu. Düpedüz düş kırıklığına uğramaktan kendimi alamadım. Ama sonunda aklımı başıma devşirip, verdiğim kararları anımsayarak duygularımı hemen hizaya getirdim, bu geçici zayıflığı yendim. Mr. Rochester'ın yapıp ettikleri beni zerrece ilgilendirmezmiş gibi, merak duymaya paydos ettim. Bu arada aşağılık bir köle zihniyetiyle kendimi hor gördüğümü sanmayın. Yalnız şöyle düşündüm: "Senin Thornfield'in efendisiyle tek ilişkin yaptığın göreve karşılık maaşını almaktan, sana gösterdiği saygıyı, yakınlığı öpüp başına koymaktan ibarettir. Onun da, ikinizin arasında bundan daha başka bir ilişki düşünmediğine kalıbını basabilirsin. Bu yüzden sen sen ol da onu ince duygularının ereği yapma. Ne mutluluk, ne de acı duy onun uğruna. Sana göre değil o. Sen kendine göre kişiler ara bul. Gönlünün, canının bütün gücüyle hissettiği bir aşkı böyle bir armağanı istemeyen, değerini bilmeyecek olan birine verme... Onurlu ol."
Gündelik işlerimi sakin sakin sürdürüyordum, gene de durup aklımdan kimi şeyler geçiyordu. Thornfield'den ayrılmam için nedenler olduğunu düşünüyor, elimde olmadan ilanlar tasarlıyor, bulabileceğim yeni yerler üstüne tahminler yürütüyordum. Bu düşüncelere gem vurmak için hiçbir neden görmedim. İsterlerse filiz sürüp meyve verebilirlerdi.
Mr. Rochester'ın gidişinden iki hafta sonraydı; postacı Mrs. Fairfax'e bir mektup getirdi. Hanımcağız zarfın üstüne bakınca, "Efendimizden!" dedi. "Dönüp dönmeyeceğini şimdi öğreneceğiz."
O, zarftaki balmumunu açıp mektubu okuya dursun, ben de kahvemden bir yudum aldım (kahvaltıdaydık çünkü), kahve sıcaktı, yüzümü birden basan ateş dalgasını buna yordum. Ama elim neden titriyordu, kahvenin yarısını neden tabağa döktüm... Orasını düşünmek artık pek işime gelmedi.
Mrs. Fairfax, mektubu hâlâ gözlüğünün önünde tutarak, "Arada yaşantımızın pek durgun oluşundan yakınırım, ama işte civcivli bir yaşam sürmek fırsatına kavuşuyoruz," dedi. "Hiç olmazsa bir süre için."
Dudaklarımdan bir soru çıkmasına izin vermeden önce Adela'nın çözük duran önlüğünü bağladım, tabağına bir çörek daha koyup kupasını yeniden doldurdum, ancak ondan sonra hiç oralı değilmişim gibi, "Mr. Rochester bu yakınlarda dönmüyor ya?" dedim.
"Hem de pek yakında dönüyor. Üç güne kadar dediğine göre önümüzdeki perşembe. Hem de yalnız gelmiyor. Leas'deki kibar takımının çoğunu yanında getiriyormuş. En güzel yatak odalarının hazırlanmasını, kütüphaneyle salonların düzeltilmesini söylüyor. Millcote'taki George Hanı'ndan, daha başka bulabildiğim yerlerden mutfak için yedek yamaklar alacakmışım. Hanım konuklar kendi oda hizmetçilerini, beyler de uşaklarını getireceklerine göre, evimiz dolup taşacak demektir."
Kahvaltısını acele bitirerek, işe başlamak üzere apar topar gitti.
Bu üç gün, Mrs. Fairfax'in dediği gibi, iyice civcivli geçti. Ben Thornfield'deki bütün odaların gıcır gıcır temiz, mum gibi derli toplu olduğunu sanırdım; yanılmışım! Temizlik için üç kadın tutuldu. Böylesine yer fırçalama, duvar silme, halı dövme, ayna, lamba cilalama... Böylesine çarşaf, kuştüyü yorgan havalandırma ben ömrümde o zamana değin görmemiştim... Ondan sonra da görmedim! Bütün bu telaş arasında Adela deliye dönmüştü. Yapılan hazırlıkları, gelecek olan konukları düşünmek onu sevinçten, heyecandan sarhoşa çevirmiş gibiydi. İlle "tuvalet"lerini (elbiselerine böyle diyordu), gözden geçirsin, modası geçmiş olanları yenilesin, giyebileceklerini havalandırsın diye Sophie'nin başının etini yiyordu. Ama kendisi odalarda cirit atıp yatakların üzerinde sıçramaktan, şöminelerde gürül gürül yanan ateşlerin önünde havalansın diye serilen şiltelerin, yastıkların üzerinde yatıp yuvarlanmaktan başka bir iş yapmıyordu. Okul ödevlerinden kurtulmuştu; çünkü Mrs. Fairfax beni de askere almış durumdaydı. Bütün gün kilerde aşçı kadınla ona yardım ediyor (ya da ayak bağı oluyor); börek, çörek, pasta yapmasını, hindileri, av kuşlarını doldurup dikmesini, tatlı tabaklarının üstünü süslemesini öğreniyordum.
Kafile perşembe günü akşamüzeri, saat altıda masaya oturmak üzere bekleniyordu. Bu arada korkulu düş görmeye vakit bulamadım. Adela'dan başka herkes kadar neşeli, çalışkan olduğuma inanıyordum, ama gene de ara sıra neşemin söndüğü oluyordu; kuşku, kuruntu, ürküntü dolu havalara kapılmaktan kendimi alamıyordum. Hele üçüncü kat merdivenin önündeki kapının (bu kapı son zamanlar hep kilitli duruyordu), yavaş yavaş açıldığını, Grace Poole'un dışarı çıktığını görünce! Hanım, hanımcık başlığı, beyaz önlüğü, boynunda mendiliyle koridor boyunca sessizce ilerliyor, arı kovanı gibi işleyen, altı üstüne gelmiş yatak odalarından birine kafasını uzatarak işçi kadınlara, örneğin ocak ızgaralarını ovmak, mermer temizlemek, duvar üzerindeki lekeleri silmekle ilgili biraz öğüt veriyor, sonra gene geçip gidiyordu. Böylece, günde bir kez mutfağa inip yemeğini yiyor, ateş başında ufak bir pipo tüttürüyor, sonra eline şarap sürahisini alarak, o iç karartıcı üçüncü katta başını dinlemeye gidiyordu. Yirmi dört saatin yalnız bir saatini aşağıda arkadaşlarının arasında geçiriyordu. Ömrünün bütün geri kalan saatleri üçüncü kattaki basık tavanlı, meşe atkılı bir odada, dikişinin başında geçiyordu... Zindanda bir mahpus kadar yapayalnız! İşin en acayip yönü şuydu ki evde onun gidiş gelişlerini merak edip yadırgayan benden başka kimse yok gibiydi. Onun evdeki yerini, işini konuşan, tek başına kapanık yaşamasına acıyan kimse yoktu. Yalnız bir kez Leah ile temizlikçi kadınlardan birinin Grace üstüne konuştuklarını duydum. Leah benim anlamadığım bir şey söylemişti. Temizlikçi kadın da, "Ama dolgun maaş alıyordur, değil mi?" diye sordu.
Leah, "Evet," dedi. "Keşke benim maaşım da o kadar dolgun olsaydı! Yüksünlük getirmiyorum ha... Thornfield'de cimrilik yoktur ama benim aldığım, Grace'in aldığının beşte biri etmez. O aldığının bir bölümünü de biriktiriyor. Her dört ayda bir Millcote'taki bankaya gidiyor. Daha şimdiden, işten ayrılsa ömrünün sonuna kadar bakımını sağlayacak parası olmuştur sanıyorum. Ama işine alışmış olsa gerek. Daha yaşı da kırk bile yok. Gücü kuvveti yerinde, doğrusu. İşinden ayrılmaz daha."
Kadın, "İyi çalışıyor, sanırım," dedi.
Leah anlaşılmaz bir ifadeyle, "Ne yapması gerektiğini biliyor... Ondan daha iyisi bulunamaz doğrusu," dedi. "O paraya bile, onun yerini dolduracak insan kolay kolay bulunmaz."
"Ha şunu bileydin! Benim şaştığım şey, Beyefendi nasıl oluyor da..."
Temizlikçi kadın sözünü sürdürecekti ya, tam o sırada Leah dönüp beni gördü, hemen kadını dürttü.
Kadının, "Bunun haberi yok mu?" diye fısıldadığını duydum. Leah, "hayır" gibilerden başını salladı, laf da burada kesildi. Bütün bunlardan benim çıkarabildiğim tek sonuç şu oldu: Thornfield Malikânesi'nde bir sır vardı, benim bu sırrı öğrenmeme de bile bile engel olunuyordu.
Perşembe günü geldi çattı. Bütün işler bir akşam önceden bitmişti. Halılar serilmiş, yatak perdeleri açılmış, kar gibi beyaz çarşaflar serilip tuvalet masaları hazırlanmış, eşyalar cilalanmış, vazolara yığın yığın çiçekler konmuştu. Yatak odaları da, salonlar da insan elinden gelebileceği kadar iç açıcı ve renkli bir duruma sokulmuştu. Sofa gıcır gıcır temizlenmişti. Merdivenin tırabzanıyla basamakları, o koca saat, ayna parlaklığında cilalanmıştı. Yemek odasındaki büfe, bardakların, tabakların ışıltısıyla parıl parıldı. Salonların her köşesinde sıcak ülkelerde yetişen çiçeklerle yüklü vazolar göz alıyordu.
Öğleden sonra oldu: Mrs. Fairfax bayramlık siyah ipeklilerini, eldivenini giydi, altın saatini taktı. Konukları buyur edip hanımlara odalarını göstermek falan ona düşüyordu çünkü. Adela da ille giyinip kuşanmak sevdasındaydı. Ben onun hemen o gün konuklarla tanışmaya fırsat bulabileceğini ummuyordum, gene de gönlü hoş olsun diye Sophie'nin ona o kısa bol etekli elbiselerinden birini giydirmesine izin verdim. Bana gelince, sırtımı değiştirmeye gerek yoktu; çünkü ders odasından ayrılmama gerek olmayacaktı. Bu oda şimdi benim için gerçek bir sığınak olmuştu. Ilık, dingin bir bahar günüydü.... Mart sonunda ya da nisan başında, yazın habercisi gibi parıl parıl yükselen o az bulunur günlerden biri. Şimdi gün sona ermekteydi ama hava hâlâ ılıktı, ben de ders odasında, pencereler açık olarak çalışıyordum.
Mrs. Fairfax, etekleri hışırdayarak içeri girdi. "Geç oldu," dedi. "İyi ki yemeği Mr. Rochester'ın dediğinden bir saat sonrası için tasarlamıştım. Saat şimdi altıyı geçiyor. John'u bahçe kapısına gönderdim, bakalım yoldan bir gelen var mı? Oradan Millcote yolunun büyük bir bölümü görülebiliyor." Pencereye giderek, "Hah, işte John!" dedi. Sonra dışarı eğilerek sordu: "E, John, ne haber?"
John, "Geliyorlar, efendim," dedi. "On dakikaya kadar burada olurlar."
Adela hemen pencereye koştu. Ben de onun yanına gittim, ama yanda, perdeyi siper alarak, görünmeden görebilecek bir şekilde durmaya dikkat ettim. John'un dediği on dakika pek uzun geldi bize. Sonunda tekerlek sesleri duyuldu; araba yolunda dört atlı belirdi, onların ardından da iki açık araba. Arabalardan uçuşan tüller, dalgalanan uzun şapka tüyleri taşıyordu. Atlılardan ikisi genç, yakışıklı, parlak görünüşlü erkeklerdi. Üçüncüsü, Mesrur adındaki siyah atının üzerinde Mr. Rochester'dı. Kılavuz onun önünden koşup duruyordu. Yanında da gene at üstünde bir kadın vardı. İkisi en öndeydiler. Kadının mor binici giysisinin eteği yerleri süpürür gibiydi. Şapkasının tülü rüzgârda upuzun dalgalanıyordu; tülün kıvrımlarına karışarak aradan ışıl ışıl taşan gür, kuzguni siyah saçları vardı. Mrs. Fairfax, "Blanche Ingram!" diye mırıldandı, sonra aşağıya, onları karşılamaya koştu.
Kafile araba yolunun dönemecini dolanarak çok geçmeden köşeyi döndü, gözden yitti. Adela aşağıya inmek için yalvarmaya başlamıştı, ama ben onu dizime oturttum; ne şimdi, ne de başka bir zaman konukların yanına gitmeyi aklına getirmemesini, çağrılmadan giderse Mr. Rochester'ın çok kızacağını anlattım. Biraz ağlayıp sızlanmaktan geri kalmadı ne var ki, benim kaşlarımı iyice çattığımı görünce gözlerini silmeye razı oldu. Şimdi sofadan neşeli gidip gelme sesleri taşmaya başlamıştı. Beylerin kalın sesleriyle hanımların billur sesleri büyük bir uyumla birbirine karışıyor, Thornfield Malikânesi'nin efendisinin, kibar ve güzel konuklarına hoş geldiniz diyen o derin sesi, yüksek çıkmamakla birlikte bütün öteki seslerin arasından ayırt edilebiliyordu. Derken, hafifçecik ayak sesleri merdiveni çıktı, balkonlu koridorda çevik adımlarla yürüdü, alçak sesle neşeli gülüşmeler duyuldu. Kapılar açıldı, kapandı, sonra bir süre için, sessizlik. Kulak kesilerek bütün kımıltıları izlemiş olan Adela, "Elbise değiştiriyorlar " diye görüşünü belirtti, şöyle bir göğüs geçirdi: "Annemin yanındayken, konuk gelince onların peşinden giderdim, salona, odalarına kadar; çoğu zaman hizmetçilerin hanımları giydirmelerini seyrederdim. Öyle hoştu ki! İnsan böyle öğreniyor. "
"Karnın acıkmadı mı, Adela?"
"Acıktı, matmazel! Beş-altı saat var ki yemek yemedik. "
"Şimdi herkes odasındayken ben bir koşu aşağıya inip yiyecek bir şeyler alabilirim."
Sığınağımdan sakına sakına dışarı çıktım, dosdoğru mutfağa inen bir arka merdiven seçtim. Mutfak dünyasında her şey ateşten, telaştan oluşmaydı. Çorbayla balık hemen hemen hazır durumdaydı; tencerelerinin başında dört dönen aşçı kadın da ha patladı, ha patlayacak gibiydi! Hizmetçilerin odasındaki ocağın başında iki arabacıyla üç uşak vardı. Oda hizmetçileri yukarıda hanımların yanında olsalar gerekti. Millcote'tan tutulmuş olan yeni hizmetçiler de, çevrede dört dönüyorlardı. Bu karmaşanın arasında kendime bir yol açarak sonunda kilere vardım. Buradan bir söğüş piliç, bir francala, birkaç pasta, tabak, çatal, bıçak aldım. Bu ganimetlerle çarçabuk geri döndüm. Tam yukarıdaki balkonlu koridora varmış, arka merdivenin kapısını kapamak üzereydim ki gitgide yükselen bir mırıltı bana hanım konukların odalarından çıktıklarını bildirdi. Dersliğe ulaşabilmem için mutlaka onların kapılarının önünden geçip, elimde yiyeceklerle yakalanmam kaçınılmazdı. Bu yüzden, merdiven başında duraladım. Penceresiz olduğu için loştu burası... Hele güneş battığı, alacakaranlık basmaya başladığı için adamakıllı loştu. Şimdi odalar, içlerindeki güzel varlıkları birer birer dışarı vermeye başlamışlardı. Hepsi de alacakaranlıkta ışıl ışıl yanıp sönen elbiseleriyle uçar gibi, şen şakrak dışarı çıktılar. Bir an neşeli, tatlı, alçak seslerle konuşarak koridorun başında, hep bir arada durdular. Sonra, hemen hemen bir dağ yamacından aşağı kayan pırıltılı bir sis kadar sessiz, merdivenden indiler. Onları böyle hep bir arada görünce, ömrümde ilk kez gözümün önünde, soyluluk, zariflik dünyasına bakan bir pencere açılmış gibi oldu.
Adela'yı aralık bıraktığı derslik kapısından dışarısını gözetlerken buldum. İngilizce olarak, "Ne güzel hanımlar!" diye bağırdı. "Ah, onların yanma gidebilsem! Acaba Mr. Rochester yemekten sonra bizi çağırtır mı dersiniz?"
"Çağırtacağını hiç sanmıyorum. Mr. Rochester'ın şimdi bizi düşünecek zamanı yok. Bu gece konuk hanımları unut sen artık. Belki yarın görebilirsin. Şimdi yemeğini ye."
Karnı çok acıkmıştı. Piliçle pastalar bir süre onun dikkatini kendi üzerlerine topladılar. İyi ki mutfağa inip bu yağmayı yapmışım, yoksa Adela da, ben de, yemeğimizi paylaşan Sophie de aç kalacakmışız; çünkü aşağıdakiler o kadar meşguldüler ki bizi unutmuşlardı! Beylerle hanımların tatlılarına ancak saat dokuzdan sonra sıra geldi. Saat onda bile uşaklar hâlâ tepsilerle, kahve fincanlarıyla koşuşup duruyorlardı. Adela'nın her zamandan daha geç saate kadar oturmasına izin verdim; çünkü aşağıda kapılar açılıp kapanır, koşuşmalar, girip çıkmalar olurken gözüne uyku girmeyeceğini söylüyordu. Hem sonra, tam o soyunmuşken Mr. Rochester'dan çağrı gelmesi olasılığını da unutmuyor, "O zaman ne yazık olur!" diyordu.
Sabrı tükeninceye kadar masal anlattım ona. Sonra, bir değişiklik olsun diye, koridora çıkardım. Sofadaki avize yakılmıştı, tırabzandan aşağı sarkarak uşakların gelip geçmesini seyretmek onu pek eğlendiriyordu. Geç saatte salondan müzik sesi taşmaya başladı. (Piyanomuz salona götürülmüştü.) Şarkıları dinlemek için merdivenin en üst basamağına oturduk. Biraz sonra çalgının zengin notalarına bir şarkı sesi karıştı. Şarkıyı söyleyen bir hanımdı, sesi de pek güzeldi. Bu solodan sonra bir düet başladı; sonra da salondakiler hep bir ağızdan neşeli bir şarkı söylediler. Şarkıların arasını gülüşlü konuşmalar dolduruyordu. Uzun zaman dinledim bu şarkıları, sonra birden algıladım ki aklım, fikrim salondan taşan sesleri incelemekte, bu karmakarışık ezgilerin arasından Mr. Rochester'ın sesini seçip çıkarmaktaydı. Bunu başardığım zaman da, uzaktan uzağa, onun söylediği heceleri birbirine ekleyerek sözlerini anlamaya çalışıyordum. Saat on biri vurdu. Başını omzuma dayamış oturan Adela'ya baktım: Gözkapakları ağırlaşmıştı. Bunun üzerine, onu kucağıma aldım, götürüp yatırdım... Konuklar yatak odalarına çekildikleri zaman saat bire geliyordu.
Ertesi gün de hava güzeldi; konuklar o dolaylardaki güzel manzaralı bir yere gezmeye gittiler. Kimi atla, kimi arabayla, öğleden hemen sonra yola çıktılar. Onların hem gidişini, hem dönüşünü seyrettim. Blanche Ingram gene at binmiş tek kadındı; Mr. Rochester da atını gene onun yanında sürüyordu. Bu ikisi ötekilerden biraz ayrı gidiyorlardı. Bu durumu, benimle birlikte pencereden bakmakta olan Mrs. Fairfax'e gösterdim.
"Mr. Rochester'ın onunla evlenmeyi düşünmediğini söylemiştiniz," dedim. "Ama görüyorsunuz ya, onu öteki hanımlardan ayırdığı gün gibi ortada."
"Öyle olsa gerek. Blanche'ı çok beğendiği kuşku götürmez."
"O da onu beğeniyor besbelli," dedim. "Bakın, nasıl başını ona yaklaştırıyor, gizli gizli bir şeyler konuşur gibi. Ah, bir de yüzünü görebilseydim! Görmek nasip olmadı daha."
Mrs. Fairfax, "Bu gece görebileceksin," dedi. "Adela' nın hanımlarla tanıştırılmayı ne kadar dilediğini Mr. Rochester'a, laf arasında söylemiştim. 'Yemekten sonra salona gelsin öyleyse; Jane Eyre de onun yanında bulunsun,' dedi."
"Nezaket olsun, diye söylemiştir. Benim gitmeme gerek yok sanırım."
"Ben senin kalabalığa pek alışık olmadığını, bir sürü yabancı içine çıkmayı belki de istemeyeceğini belirttim, ama o, her zamanki kesinliğiyle, hemen, 'Saçma! İtiraz ederse benim bunu özellikle istediğimi söylersiniz. Daha da direnirse benim gelip onu zorla getireceğimi bildirin!' dedi."
"Onu bu derece zahmete sokmam," diye gülümsedim. "Başka çare yoksa giderim ama hiç canım istemiyor. Siz orada bulunacak mısınız, Mrs. Fairfax?"
"Yok, ben gelmeyeyim diye rica ettim: Beyefendi de ricamı kabul etti. Bence bu işin en tatsız yönü o kadar insanın gözü önünde içeriye girmektir; ben sana bundan nasıl kaçınabileceğini öğreteyim. Salona daha boşken, konuklar masadayken girersin. Şöyle ayakaltı olmayan, kuytu bir köşe seçersin kendine. Beyler şaraplarını bitirip hanımların yanına geldikten sonra pek kalmasan da olur... Canın istemiyorsa. Mr. Rochester senin orada olduğunu görsün, sonra usulca kaçar gidersin. Kimsecikler farkına varmaz."
"Bu insanlar burada uzun zaman kalacaklar mı dersiniz?"
"Bilemedin iki-üç hafta. Daha uzun kalmazlar. Sir George Lynn geçenlerde Millcote'ta milletvekili seçildi. Paskalya tatilinden sonra parlamentoya gidecek. Mr. Rochester da onunla gider, sanırım. Zaten bu kez böylesi uzun kalışına şaşıyorum."
Öğrencimle birlikte salona gideceğimiz saat yaklaştıkça biraz heyecana kapılmaktan kendimi alamıyordum. O akşam konuk hanımlarla tanışacağını öğrendikten sonra Adela bütün gün sevincinden uçmuştu; ancak giyinme töreni başlayınca duruldu. Bu işin önemi onu hemen ağırlaştırdı. Lüleleri yapılıp pembe saten elbisesinin kuşağı bağlandığı, parmaksız dantel eldivenleri eline geçirildiği zaman artık küçükhanımın ciddilikten yanına varılmıyordu. Ona, "Elbiseni bozma!" diye uyarıda bulunmaya gerek mi var? Hazırlanma bitince, eteği buruşmasın diye elbisesini kaldırarak sandalyesinin üzerine dikkatle tünedi, ben hazırlanıncaya değin de yerinden kımıldamayacağını bildirdi. Benim hazırlanmam da işten bile değildi! Miss Temple'ın düğünü için yapmış olduğum, sonra hiç giymediğim lame elbisemi sırtıma geçirerek tek süs eşyam olan inci iğnemi takmak çok kısa sürdü. Sonra aşağı indik.
Neyse ki salona giden tek yol yemek odasından geçmiyordu; yan kapıdan girdik. Salonu bomboş bulduk. Mermerli şöminede alevli bir ateş sessiz sessiz yanmakta, masaları süsleyen nefis çiçeklerin yanı sıra şamdanlar yapayalnız bir görkemle parlamaktaydı. Kemerin perdeleri indirilmişti. Gerçi bu incecik bir duvar oluşturuyordu, gene de masa başındakiler öyle usul seslerle konuşuyorlardı ki sözleri ayırt edilemiyor, ancak huzur verici bir mırıltı kulağa çarpıyordu. Hâlâ ciddiliğinden hiçbir şey yitirmemiş olan Adela, gösterdiğim iskemleye hiç ses çıkarmadan oturdu. Ben de masalardan birinin üzerinden bir kitap alarak pencerenin içine gidip oturdum. Kitabı okumaya çalıştım. Adela iskemlesini alıp geldi, ayağımın dibine oturdu. Çok geçmeden dizimi dürttüğünü duydum.
"Ne var, Adela?"
" Bu güzel çiçeklerden bir tane alamaz mıyım, matmazel? Sırf tuvaletimi süslemek için."
"Adela, tuvaletini pek fazla önemsiyorsun sen. Ama bu seferlik izin var. Bir çiçek alabilirsin."
Vazoların birinden kendi elimle bir gül alarak kuşağına iliştirdim. Küçük kız sonsuz bir mutlulukla içini çekti. Sanki en büyük muradına ermişti artık! Gülümsemekten kendimi alamadım, bunu ona göstermemek için de başımı çevirdim. Bu küçük Parislinin giyim kuşama karşı doğuştan gelen derin düşkünlüğünde hem gülünç, hem de iç sızlatıcı bir şey vardı.
O sırada kulağımıza birtakım yumuşak hışırtılar, patırtılar geldi. Kemerin perdeleri sıyrıldı, yemek salonu göründü. Billur avize uzun yemek masasının üzerindeki şahane tatlı takımının gümüşleriyle billurları üzerine ışığını serpmekteydi. Hanımlar kafilesi kemere doğru ilerleyip salona geçti. Perde onların arkasından kapandı. Topu topu sekiz kişiydiler ama topluca içeri girerlerken nedense sayıları daha çokmuş gibi geldi. Kimileri iyice boyluydu; çoğu beyazlar giymişti, hepsinin de sırtındakiler öyle bol, uzun, kat kattı ki onları daha boylu poslu gösteriyordu. Sisler arasından bakılınca ayın daha büyük görünmesi gibi. Ayağa kalkıp diz kırarak selamladım onları. Birkaçı başlarını eğerek karşılık verdiler, ötekiler yalnızca yüzüme baktılar.
Salonun dört bir köşesine dağılıverdiler. Hareketlerindeki uçucu hafiflikle, uyumu görünce aklıma uzun tüylü beyaz kuşlar geldi. Kimi kanepelerin, pufların üzerine yarı uzanırcasına bıraktılar kendilerini; kimi masaların üzerine eğilerek çiçekleri, kitapları gözden geçirmeye başladılar. Birkaçı şöminenin etrafında toplandı. Hepsi de duru, açık ama alçak seslerle konuşuyorlardı ki bu onların huyu gibiydi. Adlarını sonradan öğrendim; ama sizlere onların hepsini birden ilk baştan tanıştırmam daha iyi olur.
Önce Mrs. Eshton'la iki kızı... Mrs. Esthon besbelli bir zamanlar pek güzel bir kadınmış. Yaşına göre hâlâ da güzeldi. Kızlarının büyüğü Amy ufarakçaydı. Gerek yüz, gerek davranış yönünden saf, çocuksu bir hali, şipşirin bir yapısı vardı. Beyaz gece elbisesiyle mavi kuşağı doğrusu pek yakışmıştı. Kardeşi Louisa daha uzun, daha zarif yapılıydı. Fransızların minois-chiffonné (Nazik, küçük yüz.) dedikleri türden pek güzel bir yüzü vardı. Kardeşlerin ikisi de zambak gibi beyaz tenli, sarışındılar.
Lady Lynn kırk yaşlarında, irikıyım, tıknaz bir hatun kişiydi. Sopa yutmuş gibi dimdik, iyice kibirli duruyordu; yanardöner atlastan çok şatafatlı bir gece elbisesi giymişti. Değerli taşlarla, mavi tüylerle süslü bir tacın altında siyah saçları parıl parıldı. Albay Dent'in hanımı daha az gösterişliydi, ama daha kibar buldum onu. Dal gibi bir yapısı, renksiz, tatlı bir yüzü, sarı saçları vardı. Siyah atlas esvabıyla şahane dantel şalı, inci süsleri benim zevkimi Lady Hazretleri'nin gökkuşağını andırır şatafatından daha çok okşadı. Ama aralarında en çok göze çarpan üçü (belki de en uzun boylu oldukları için), Anne Lady Ingram'la kızları –Blanche ve Mary– idi. Üçü de kadın için pek uzun sayılacak oranda boyluydular. Anne kırk-elli yaş arasında gösteriyordu. Endamı hâlâ kıvrak, saçları (hiç olmazsa mum ışığında) hâlâ siyahtı. Dişlerinin de hâlâ çok düzgün olduğu görülüyordu. Yaşına göre şahane bir kadın olduğu su götürmezdi... Yani görünüş bakımından; ama tavırlarından ve yüzünden, dayanılmaz bir kibir ve küstahlık akıyordu. Eski Romalıları andıran yüz çizgileri, sütun gibi uzun, düzgün bir boynu vardı. Yalnız, bana öyle geldi ki ifadesindeki kendini beğenmişlik yüzünün çizgilerini bile bozmuş, rengini karartmış, çirkinleştirmişti. Bu aşırı kibir yüzünden çenesi de hep havada, boynu dimdikti. Gözleri keskin, sert bakıyordu: Mrs. Reed'in gözlerini anımsattı bana. Konuşurken ağzını, dudaklarını iddialı bir şekilde ezip büzüyordu. Sesi kalın, konuşması pek tumturaklı, pek ukalacaydı. Kısacası, çekilmez bir kadın! Kızıl kadife bir elbise giymiş, başına da altın sırma işlemeli bir Hint kumaşından türban sarınca, gerçek bir kraliçe debdebesine büründüğüne inanmıştı besbelli!
Blanche'la Mary aynı boydaydılar... Servi gibi uzun, kıvrak. Mary boyuna göre zayıftı, ama Blanche'ın yapısı Diana heykellerini andırıyordu. Onu özel bir ilgiyle süzdüğümü kestirebilirsiniz. Önce görünüşünün Mrs. Fairfax'in tanımına uyup uymadığını, sonra da benim yaptığım minyatüre benzeyip benzemediğini görmek istiyordum. Üçüncü olarak da –söylemeden edemeyeceğim– onun Mr. Rochester'ın gönlüne uygun bir kadın olup olmadığını çıkartmaya çalışıyordum. Dış görünüş bakımından hem benim çizdiğim resme, hem de Mrs. Fairfax'in tanımına tıpatıp uyuyordu. O şahane göğüs, o yuvarlak omuzlar, o kuğu boyun, o kara gözlerle kapkara, lüle lüle saçlar yerindeydi. Ama yüzü? Yüzü annesininkine benziyordu; onun daha genç, daha çizgisiz bir kopyası: aynı daracık alın, aynı çekme burun, aynı kibirli ifade. Yalnız, annesininki kadar azametli, donuk bir kibir değildi bu. Blanche durmadan gülüyordu. Gülüşü alaycıydı; o dolgun, kıvrımlı, küstah dudaklarının bükülüşü de öyle!
Aşırı zekâlı kimselerin kendilerini beğenmiş olduğunu söylerler. Blance Ingram aşırı zekâlı mıydı bilmem, ama kendini beğenmişti, hem de son derece, orası yüzde yüz. Yumuşak başlı Mrs. Dent'le bitkiler üzerinde tartışmaya tutuştu bir ara. Mrs. Dent bu konuyu incelememiş; ancak çiçekleri, "hele kır çiçeklerini" çok sevdiğini söylüyordu. Blanche'ın ise bitkiler konusunda geniş bilgisi varmış. Çiçeklerin, bitkilerin bilimsel adlarını fiyakalı bir tutumla sayıp dökmeye başladı. Çok geçmeden (amiyane deyimle) Mrs. Dent'i "işlettiğini", yani onun bilgisizliğini alaya aldığını ayrımsadım. Belki bu "işletme"yi pek zekice yapıyordu, ama bunun bir nezaket, iyi huy belirtisi olmadığı ortadaydı. Sonra Blanche Ingram piyano çaldı; çalışı şahaneydi. Şarkı söyledi; sesi enfesti. Annesiyle Fransızca konuştu; düzgün bir şiveyle doğru, akıcı olarak konuşuyordu. Mary'nin ifadesi ablasınınkinden daha dingin, daha açıktı. Çizgileri de daha yumuşak, teninin rengi daha beyazdı. (Blanche bir İspanyol kadar esmerdi). Ama Mary ablası kadar canlı değildi. Yüz ifadelerinde değişkenlik, gözlerinde bir parlaklık yoktu. Ağzını açıp bir şey söylemiyordu. Bir kez bir yer bulup oturdu mu rafa konmuş heykel gibi kalıyordu. Ingram kardeşlerin ikisi de lekesiz beyazlar giymişlerdi.
Ee, Blance Ingram'ın Mr. Rochester'ın seçebileceği tipte bir kız olduğuna inanç getirmiş miydim? Henüz karar veremiyordum: Efendimizin kadın güzelliği konusundaki zevkini bilmiyordum ki! Azametli, şahane tipleri seviyorsa Blanche tam ona göreydi; ayrıca iyi yetişmiş, hünerli ve yaşam doluydu da. Hemen hemen her erkeğin ona hayran olabileceğini düşünüyordum. Efendimin de ona hayran olduğuna hemen hemen emindim. En son kuşku kalıntılarını da ortadan kaldırmak için onların ikisini bir arada görmek gerekiyordu.
Sevgili okuyucularım, bu arada Adela'nın uslu uslu ayaklarımın dibinde oturup durduğunu sanmayın ha! Ne münasebet! Hanımlar içeriye girdiği zaman o da hemen kalkıp onları karşılamış, son derece resmi bir reverans yapmış, büyük bir ciddilikle, "İyi günler, hanımlar." demişti.
Blanche Ingram da ona alaycı bir edayla bakmış, "A! Kukla sanki!" demişti.
Lady Lynn, "Mr. Rochester'ın korumasındaki çocuk olsa gerek bu," demişti. "Hani bize anlattığı şu küçük Fransız kızı."
Mrs. Dent sevecenlikle çocuğun elinden tutmuş, yanağına bir öpücük kondurmuştu. Amy ile Louisa Eshton aynı anda, "Ah, ne şirin şey!" diye bağırmışlar, kızı bir kanepeye alıp ortalarına oturtmuşlardı. Adela da şimdi orada, ikisinin arasında, Fransızca ya da o yarım İngilizcesiyle cıvıldayıp duruyor, yalnızca Eshton kız kardeşleri değil, Lady Lynn'le Mrs. Eshton'u da oyalayarak tam gönlünün dilediğince şımartılıyordu.
Derken, kahveler geliyor, yemek odasında şarap içmekte olan beyler salona çağırılıyor. Ben loş bir köşede (bu gündüz gibi aydınlanmış odada loşluk diye bir şey yok ya!), perdenin kıvrımlarıyla yarı gizlenmiş olarak oturmaktayım. Kemerin perdeleri gene açılıyor: Beyler göründü. Hanımlar gibi beylerin de böyle toplu manzarası insanı bir hoş ediyor doğrusu. Hepsi de siyahlar giyinmiş. Çoğu uzun boylu, hayli genç. Henry ile Frederick Lynn gerçekten de parlak, filinta gibi delikanlılar; Albay Dent de göz dolduran asker tavırlı, mert bir erkek. Bölge Yargıcı Mr. Eshton tam bir beyefendi. Saçları bembeyaz, ama kaşları, bıyıkları hâlâ simsiyah. Bu da ona tiyatrolarda olgun soylu rollerine çıkan oyuncuların havasını veriyor. Genç Lord Ingram da kız kardeşleri gibi servi yapılı, onlar gibi yakışıklı; ne var ki Mary gibi cansız, uyuşuk, ilgisiz bir genç.
Ya efendim nerede? İşte, en arkadan geliyor. Kemerden yana bakıyor değilim, ama gene de görüyorum içeri girdiğini. Dikkatimi elimdeki tığlara, ördüğüm ağ çantaya vermek için çabalıyorum. İstiyorum ki salt elimdeki işi düşüneyim. Kucağımdaki gümüşi boncuklarla ipek ipliklerden başka bir şey görmesin gözüm. Neyleyim ki yalnız, apaçık onu görüyorum; ister istemez onunla son görüşmemiz aklıma geliyor. Ona çok değer verdiği bir hizmette bulunmuştum, o da elimi elinin içinde hapsederek gönlünün dolmuş, taşmak üzere olduğunu belli eden gözlerle yüzüme bakmıştı, yüreğini dolduran duygularda benim de payım olduğunu sezdirtmişti. O anda ona ne kadar yakındım. Bu arada durumlarımızı değiştirecek ne olmuştu ki şimdi böylesine uzak, böylesine yabancıydık birbirimize? O kadar yabancı ki şu sırada onun gelip benimle konuşmasını beklemiyordum bile! Benden yana bir kez bile bakmadan karşı köşeye oturmasını, oradaki hanımlarla konuşmaya başlamasını da hiç yadırgamadım. Dikkatini o hanımlara verdiğini, baksam da farkına varmayacağını anlar anlamaz, gözlerim, elimde olmadan, onun yüzüne gitti. Gözlerimi yönetemez oldum. Kirpiklerim ille kalkmakta, gözbebeklerim karşıdan ona saplanmakta direniyordu. Bakıyor, bakmaktan da derin bir kıvanç duyuyordum. Keskin gene de içimi buran bir duyguydu bu. Bir altın ki ucu sipsivri çelik. Öyle bir zevk ki susuzluktan ölmek üzere olan bir adamın son gücüyle ulaştığı kuyunun ağulu olduğunu bile bile gene de suyundan doyasıya, minnetle içmesi gibi bir şey.
Tevekkeli değil, "Gönül kimi severse güzel odur," dememişler! Efendimin o soluk, esmer rengi, dört köşe, çıkık alnı, gür kara kaşları, derinden bakan gözleri, kayadan yontulmuşu andırır çizgileri, o sert, gülmez dudakları –salt azim, karar, irade gücü belirten bu yüz– güzellik kurallarına göre hiç de güzel sayılmazdı, ama benim gözümde güzelden de üstündü. Beni tümüyle sarıp egemenliği altına alan bir etkisi, bir büyüsü vardı ki duygularımı irademin elinden alıyor, kendi kudretine tutsak ediyordu. Hiç istememiştim onu sevmeyi; yüreğimdeki aşk tohumlarını görür görmez söküp atmak için çok çalışmıştım... Okurum bunu biliyor. Ama şimdi, onu yeniden gördüğüm şu ilk anda gönlümdeki tohumlar canlanıvermiş, yemyeşil, dipdiri filiz sürmüştü. Efendim, yüzüme bile bakmadan kendisini sevmeye zorluyordu beni.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro