22. Bölüm
Bu uykusuz gecenin ertesi gününde Mr. Rochester'ı hem görmek istiyor, hem de göreceğim diye korkuyordum. Onun sesini duymak istiyordum gene, ama onunla göz göze gelmekten korkuyordum. Sabah saatlerinde, her an onun yoluna baktım. Ders odasına sık sık gelmek huyunda değilse de, arada birkaç dakika için uğradığı olurdu. Bana da bu sabah mutlaka uğrarmış gibi geliyordu.
Sabah saatleri her zamanki gibi geçti. Adela'nın derslerinin dinginliğini bozacak hiçbir şey olmadı. Yalnız, kahvaltıdan biraz sonra Mr. Rochester'ın odasından yana birtakım gelip gitmeler, Mrs. Fairfax'le Leah'nın, aşçı kadının (yani John'un karısının), John'un seslerini duydum: "Tanrı korumuş da Bey diri diri yanmamış!"; "Uyurken mumu yanar bırakmak tehlikelidir!"; "Sürahiyi akıl edebilmesi ne iyi olmuş!"; "Ama kimseyi uyandırmayışına şaşıyorum!"; "Umarım kütüphanede yatmaktan soğuk almamıştır!" gibi konuşmalar kulağıma çarpıyordu.
Bu şaşkınlık, heyecan dolu konuşmalara temizlik, çalışma gürültüleri de ekleniyordu. Öğle yemeği için aşağıya inerken odanın önünden geçtim; açık duran kapıdan içerisinin yeniden düzene kavuşmuş olduğunu gördüm. Yalnız karyolanın perdeleri, örtüleri alınmıştı. Leah pencere başında, dumandan kararmış camları ovuşturmaktaydı. Ona, ne olup bittiğine ilişkin bir şeyler sormak üzereydim ki biraz ilerleyince odada birinin daha bulunduğunu gördüm: Yatağın başucunda oturmuş, yeni perdelere halkalar diken bir kadın. Bu kadın Grace Poole'dan başkası değildi. Her zamanki gibi, kendi halinde, yüzü gülmez; kahverengi elbisesi, damalı önlüğü, boynundaki beyaz mendili, başındaki büzgülü başlığıyla, orada oturuyordu. Kendini işine vermiş, düşüncelere dalmış gibi bir hali vardı. Sert görünüşlü alnında, yüzünün gösterişsiz çizgilerinde, bir gece önce adam öldürmeye kalkışmış olan birinden umulabilecek herhangi bir çılgınlık, solgunluk ya da öfkeye benzer hiçbir şey yoktu. Hem de öldürmeye kalkıştığı kişi onu izleyerek ininde kıstırmış ve besbelli de, cinayet tasarlamakla suçlamıştı. Afallayıp kaldım onu görünce... Küçükdilimi yuttum sanki! Gözlerim hâlâ üzerindeyken o da başını kaldırdı. Ne irkildi, ne de solup sarararak ya da kızararak bir heyecan, suçluluk ya da korku belirtti. Her zamanki donuk, durgun tavrıyla,
"Günaydın, Küçükhanım," dedi; yeni bir halkayla biraz daha şerit alarak dikişine döndü. İçimden, "Onu bir sınava çeksem," dedim. "Bu derece büyük bir soğukkanlılığı insanın kafası almıyor doğrusu!"
"Günaydın, Grace," dedim. "Bir şeyler mi olmuş burada? Demin hizmetçilerin bir şeyler konuştuklarını duydum da!"
"Beyefendi dün gece yatakta kitap okuyormuş. Mumunu söndürmeden uyuyakalmış. Perdeler tutuşmuş. Şükürler olsun, ateş tahtalara geçmeden uyanmış da ibriğindeki suyla yangını söndürebilmiş."
Ben alçak sesle, "Tuhaf bir olay!" dedim. Sonra gözlerimi onun yüzüne dikerek, "Mr. Rochester kimseyi uyandırmamış mı?" diye sordum. "Kıpırtılarını hiç duyan olmamış mı?"
Grace gene başını kaldırıp bana baktı. Hem bu kez gözlerinde bir anlayış, bir bilgiçlik var gibiydi. Beni sanki sakınganlıkla süzdü bir an. Sonra, "Biliyorsunuz, hizmetçilerin yattığı bölük öyle uzakta ki pek bir şey duyamazlardı," dedi. "Mr. Rochester'a en yakın olan Mrs. Fairfax'le sizin odanız. Mrs. Fairfax, 'Bir şey duymadım,' diyor. İnsanlar yaşlanınca çoğu kere uykuları da ağırlaşıyor." Grace Poole durakladı, sonra yapmacık bir ilgisizlikle, gene de kasıtlı, anlamlı bir sesle, "Ama siz gençsiniz, Küçükhanım," dedi. "Uykunuz pek öyle derin olmasa gerek. Acaba siz hiçbir gürültü falan duymadınız mı?"
Leah hâlâ pencere camlarını siliyordu. O işitmesin diye sesimi alçaltarak, "Duydum," dedim. "Önce Kılavuz sandım ama köpek gülemez ki! Bense bir kahkaha duymuştum, eminim buna; hem de garip bir kahkaha!"
Grace Poole bir sap iplik alıp balmumuyla dikleştirdi, titremeyen bir elle ipliği iğneye geçirdi, sonra da kılı kıpırdamadan, "Beyefendinin böyle bir tehlike içindeyken kahkaha atabileceğini hiç de aklım kesmiyor, Küçükhanım," dedi. "Belki düş görmüşsünüzdür."
Biraz hırslanarak, "Düş falan görmedim!" dedim. Kadının böyle yüzsüzce soğukkanlı davranışı tepemi attırmıştı.
Grace Poole bana baktı gene. Gözlerinde de o deminki sakıngan, bilgiç, ölçüp biçen bakış vardı. "Bir kahkaha sesi duyduğunuzu beyefendiye söylediniz mi?" diye sordu.
"Bu sabah henüz onunla konuşacak fırsat olmadı."
"Dün gece kapınızı açıp dışarı bakmayı düşünmediniz mi?"
Grace Poole beni sorguya çeker, ağzımdan laf almaya çalışır gibiydi. Birden düşündüm ki kendisinin marifetlerini bildiğimi ya da ondan kuşkulandığımı anlarsa korkunç oyunlarından birini de bana oynamaya kalkışabilirdi. Dikkatli, tetik davranmayı, doğru bularak, "Bakmadım, üstelik kapımı içerden kilitledim," dedim.
"Her gece yatarken kapınızı kilitlemek huyunda değil misiniz yani?"
İçimden, "Canavar!" diyordum. "İblis! Huyumu suyumu öğrenmeye çalışıyor ki ona göre plan yapsın!" Öfkem gene sağduyumdan baskın çıktı; sertçe bir karşılık verdim:
"Şimdiye kadar sürgüyü ihmal etmiştim. Gerek görmüyordum buna. Thornfield Malikânesi'nde tehlike olabileceğini ya da rahatsız edilebileceğimi aklıma bile getirmemiştim. Ama bundan sonra (bu kelimeleri üzerlerine basarak söylemiştim) kapımı iyice kilitlemeden yatıp uyumayı göze alamayacağım."
Grace Poole, "İsabet edersiniz," dedi. "Gerçi bu dolaylar son derece güvenliklidir. Konağın da kuruldu kurulalı hırsız yüzü gördüğünü hiç duymadım. Oysa, gümüş dolabında binlerce lira değerinde gümüş eşya olduğunu herkes bilir. Sonra, büyük bir yer olmasına karşın, Beyefendi pek uzun kalmadığı için, hizmetçi uşak sayısı oldukça azdır. Beyefendi geldiği zaman bile, bekâr olduğu için, pek fazla hizmet gerektirmez. Ama ben şuna inanırım ki korkulu düş görmektense uyanık yatmak hayırlıdır. Kapıyı kilitlemek atla deve değil ya! İnsanın sürgüyü çekip herhangi bir kötülüğe karşı güvende yatması iyidir. Birçok kimse canlarını mallarını Tanrı'ya emanet ederler, ama bence insan önce önlemini almalı, sonra Tanrı'ya güvenmeli."
Grace Poole, onun için pek uzun sayılabilecek olan konuşmasını burada kesti. Son derece sakin, hanım hanımcık bir ifadeyle konuşmuştu. Ben onun bu olağanüstü soğukkanlılığının, ikiyüzlülüğünün karşısında dilim tutulmuş gibi kalakalmıştım ki aşçı kadın içeri girdi.
"Hizmetçilerin yemeği hazırlanıyor, Mrs. Poole, geliyor musunuz?" diye sordu.
"Yok. Benim şarabımla biraz da turta veriverin; tepsime alıp götürürüm."
"Et istemez misiniz?"
"Bir lokma. Bir tadımlık da peynir olsun, yeter."
"Ya nişasta peltesi?"
"Şimdilik zahmet etme. Çay saatinden önce gene geleceğim. O zaman kendim hazırlarım."
Aşçıbaşı bu kez bana dönerek Mrs. Fairfax'in beni beklediğini söyledi; ben de oradan ayrıldım.
Yemekte Grace Poole'un kişiliğiyle, Thornfield'deki yerinin bilmecesiyle kafam öylesine doluydu ki, Mrs. Fairfax'in perde yangını konusunda söyledikleri kulağıma pek girmedi bile. "Grace o sabah neden hemen polise teslim edilmedi, hiç olmazsa neden işinden kovulmadı?" diye kendi kendime sorup duruyordum. Dün gece Mr. Rochester onun suçluluğunu kabul etmiş gibiydi. Bunu açığa vurmasını önleyen hangi gizemli nedenler vardı acaba? Neden bana da, "Kimseye bir şey söyleme," demişti? Tuhaf şeydi doğrusu! Cesur, gözüpek, gururlu, haşin bir beyefendi, kapısında çalışanların en önemsizlerinden birinin elinde nedense oyuncak gibiydi. Öylesine bir oyuncak ki bu insan onu öldürmeye kalkınca bile beyefendi onu, cezalandırmak şöyle dursun, açıkça suçlayamıyordu!
Grace genç, alımlı bir kadın olsaydı Mr. Rochester'ın ona karşı zayıf davranmasında başka nedenler arayabilirdim. Ama yaşını başını almış haliyle, o sert, donuk yüzüyle insan ona böyle bir şey kondurmayı düşünmüyordu bile. "Yalnız bir zamanlar o da gençti elbet," diye düşündüm. "Efendisiyle aşağı yukarı yaşıt olsa gerek. Mrs. Fairfax bir keresinde bana onun yıllardan beri konakta bulunduğunu söylememiş miydi? Sanmam ki gençken de güzel olsun, ama belki güzelliği aratmayacak bir kişiliği, zekâsı vardı. Mr. Rochester değişik şeyleri seven bir adam. Grace'in de en azından değişik bir kişiliği olduğu ortada! Mr. Rochester gibi kendi başına buyruk, ateşli kimselerin türlü esintileri olur. Ya bir gençlik hevesi yüzünden yakasını Grace'in eline kaptırmışsa? O gün, bugündür de Grace'e karşı gelmeyi göze alamıyorsa?"
Düşüncelerimin bu noktasına gelince Grace'in o düz, tıkız yapısı, o alımsız, yavan, hatta kaba saba yüzü gözümün önünde öyle açıkça canlandı ki, "Yok, olamaz!" diye düşündüm. "Bu kuşkularımın aslı olamaz!" Ama içimizde bizimle konuşan o gizli ses bu kez de, "Sen de güzel değilsin ama Mr. Rochester'ın seni beğendiğini umuyorsun," diye fısıldadı. "Çok zaman onun seni beğendiğini sezer gibi oluyorsun. Hele dün gece... Anımsasana onun o sözlerini! O bakışını, o sesini anımsa, hadi!"
Hepsini de pek iyi anımsıyordum. O sözler, o bakış, o ses şimdi gene bütün açıklığıyla kafamda canlanmış gibiydi. Bu sırada ders odasına dönmüş bulunuyordum. Adela resim çiziyordu. Eğilip kalemine yön verdim. Çocuk irkilerek başını kaldırıp bana baktı.
"Neniz var, matmazel?" dedi. "Parmaklarınız yaprak gibi titriyor, yanaklarınız da kıpkırmızı, ama kiraz gibi kırmızı!"
"Eğilince ateş bastı besbelli," dedim.
O resim çizmeyi sürdürdü, ben de düşünmeyi. İlk işim Grace Poole konusundaki kötü varsayımı kafamdan kovmak oldu. İğrendirmişti beni. Kendimi onunla ölçüyor, birbirimizden farklı olduğumuzu görüyordum. Bessie Leaven benim tam bir hanımefendi olduğumu söylemişti; bu sözleri pek de doğruydu: Hanımefendiydim ben. Hele şimdi Bessie ile görüştüğümüz zamankinden daha da güzelleşmiştim; çünkü yaşantıma zevk, umut katılmış olduğu için yüzüme de renk gelmiş, vücudum dolmuştu. Yaşam dolu, canlı, neşeli bir kız oluvermiştim.
Pencereden dışarıya bakarak, "Akşam oluyor," diye düşündüm. "Bugün evin içinde Mr. Rochester'ı ne gördüm, ne de duydum. Ama akşam olmadan görüşürüz sanırım. Bu sabah onunla karşılaşmaktan korkuyordum, ama şimdi bunu istiyorum; çünkü bunca saattir bekleyişimin boşa çıkması sonunda sabrımı tüketti."
Hele alacakaranlık iyice basıp da Adela, Sophie'yle oynamaya gidince, isteğim, sabırsızlığım büsbütün arttı. Aşağıdaki çıngırak çalınacak diye kulağım kirişteydi. Arada Mr. Rochester'ın ayak sesini bile duyar gibi oluyor, onun içeri girivermesini bekleyerek kapıya doğru dönüyordum, ama kapı açılmıyordu bir türlü; pencereden de yalnız karanlıklar görülüyordu. Ne var ki, iş işten geçmiş sayılmazdı henüz. Efendim çoğu kez beni saat yedilerde, sekizlerde çağırtırdı; şimdi saat altı bile olmamıştı. Bu gece, ona söyleyecek bir sürü şeyim olduğu şu sırada, onu görme umutlarım boşa çıkacak değildi ya! Grace Poole'un lafını açmak istiyordum gene. Bakalım ne diyecekti! Ona açıkça sormak istiyordum. "Dün geceki korkunç olayın Grace'in başının altından çıktığına inanıyor musunuz? İnanıyorsanız onun hainliğini neden gizli tutuyorsunuz?" Bu merakım sinirine dokunacakmış... Varsın dokunsun! Onu önce sinirlendirip sonra yumuşatmanın tadını almıştım ben. En büyük zevklerimden biriydi bu, yanılmaz bir içgüdü de çoğu kez, beni aşırı ileri gitmekten korurdu. Bir sınır vardı ki bundan öteye hiçbir zaman geçmezdim, ama tam bu sınırın üzerinde ustalığımı denemek çok hoşuma giderdi. Sırada saygıda en ufak bir kusur işlememekle birlikte hiçbir korkuya, çekinmeye de kapılmaksızın, onunla fikir tartışmalarına girişir, bir eşit olarak çatışabilirdim. Bundan o da, ben de hoşnuttuk. Derken merdivenler bir ayak sesiyle gıcırdadı, Leah göründü; ne var ki, Mrs. Fairfax'in beni çaya çağırdığını bildirdi yalnızca. Ben de Mrs. Fairfax'in odasına yollandım. Aşağıya inmekle Mr. Rochester'a hiç olmazsa biraz daha yaklaşacağımı düşünerek seviniyordum.
Yanına vardığım zaman iyi yürekli, Mrs. Fairfax, "Karnın acıkmıştır, hanım kızım," dedi. "Öğle yemeğinde o kadar az yedin ki! Bugün biraz hastasın galiba. Yüzün kızarmış, ateşli gibi bir halin var."
"Yok, iyiyim. Turp gibiyim, Tanrı'ya şükür."
"Öyleyse iştahlı yiyerek kanıtla bunu. Çaydanlığı doldurur musun, zahmet olmazsa? Ben şu şişimdeki sırayı bitirip çıkarıvereyim."
Şişini çıkarınca yerinden kalkarak perdeyi indirdi. Perdeyi şimdiye değin indirmeyişi gündüz ışığından elden geldiğince yararlanmak için olsa gerekti; oysa alacakaranlık şimdi yerini koyu bir karanlığa bırakmaktaydı. Camdan dışarı bakarak, "Bu gece yıldızlar pek parlak değil, ama hava açık," dedi. "Mr. Rochester yolculuk için iyi bir gün seçmiş."
"Yolculuk mu? Bir yere mi gitti Mr. Rochester? Hiç bilmiyordum."
"Kahvaltıdan kalkar kalkmaz yola çıktı. Leas'e gitti, Mr. Eshton'un malikânesine. Millcote'tan on beş kilometre kadar ötede. Anladığıma göre orada kalabalık bir arkadaş toplantısı varmış: Lord Ingram, Sir George Lynne, Albay Dent, filan falan."
"Efendimiz bu gece döner mi?"
"Yok, ne bu gece, ne de yarın gece dönmez artık. Bence en aşağı bir hafta, belki de daha çok kalır. Bu kibar kişiler bir araya gelince şıklıklarına, neşelerine, sefalarına, eğlencelerine, lükslerine son yoktur. Onun için birbirlerinden ayrılmakta hiç acele etmezler. Böyle toplantılarda özellikle beyler daha el üstündedir. Hele Mr. Rochester topluluk içinde öyle neşeli, öyle canlıdır ki herkesin gözbebeğidir. Hele hanımlar bayılırlar ona! Tipine bakılınca, hanımların gözdesi olabileceği belki pek umulmaz, ama üstünlüğü ve zarifliği, belki de parası, soyu sopu biraz çirkince olduğunu unutturuyor olsa gerek."
"Leas'de hanımlar da var mı?"
"Birincisi, Mrs. Eshton'la üç kızı var... Hem üçü de zarif mi zarif! Sonra Ingram'ların kızları Blanche'la Mary var: Son derece güzel kızlardır doğrusu. Blanche'ı bundan altı-yedi yıl önce görmüştüm. On sekizindeydi o zaman. Buraya, Mr. Rochester'ın verdiği bir Noel balosuna gelmişti. Yemek salonunu o gece görmeliydin! Öyle şahane süslenmiş, öyle şıkır şıkır aydınlatılmıştı ki! Elli kadar çağrılı vardı sanıyorum... Hepsi de ilimizin en ileri gelen ailelerinden. Blanche Ingram da gecenin kraliçesiydi sanki."
"Onu gördüm dediniz, Mrs. Fairfax. Nasıl bir hanım?"
"Evet, gördüm onu. Yemek salonunun kapıları ardına kadar açılmıştı. Noel günü olduğu için hizmetçilerin, uşakların sofada durup, hanımlarla beylerin söylediği şarkıları dinlemelerine izin verilmişti. Mr. Rochester benim salona girmemi özellikle istedi. Ben de kuytu bir köşeye oturup onları seyrettim. Ömrümde böyle şahane bir manzara görmemiştim. Hanımların kılıkları harikaydı. Çoğu –hele genç olanlar– güzel, alımlıydılar ama Blanche Ingram gecenin kraliçesiydi... Orası su götürmez!"
"Nasıldı?"
"Uzun boylu... Nefis bir göğsü, geniş yuvarlak omuzları vardı. Uzun, kuğu gibi bir boyun, duru esmer bir ten. Soylu yüz çizgileri, biraz Mr. Rochester'ınkiler gibi, iri, kapkara gözleri vardı. Gözleri takındığı elmaslar kadar parlaktı. Sonra saçları da öyle nefisti ki... Kuzgun siyahı. Pek de güzel bir biçim vermişti: Kalın örgüler taç gibi toplanmış, sonra yanlardan aşağı lüleler sarkıtılmış... Öylesine uzun, öylesine parıl parıl lüleler ben ömrümde görmemiştim! Tepeden tırnağa beyazlar içindeydi. Omzuna kehribar rengi bir şal sarıp göğsünün altından bağlamış, püsküllü uçlarını ta dizlerine doğru salıvermişti. Başında da gene o renk bir çiçek vardı; o kapkara bukleler arasında hemen göze çarpıyordu."
"Herkes ona hayrandı besbelli, öyle değil mi?"
"Elbette! Hem de yalnız güzelliği için değil. Hünerliydi de. Şarkı söyleyen hanımlardan biri de oydu. Beylerden biri piyanoda eşlik etti ona. Sonra Mr. Rochester'la birlikte bir de düet yaptılar."
"Mr. Rochester mı? Onun sesinin güzel olduğunu bilmiyordum."
"Sahi mi? Efendimizin pek güzel bir bas sesi vardır, müzik konusunda da çok ince zevklidir."
"Ya Blanche Ingram? Onun sesi nasıldı?"
"Zengin, duru bir ses. Çok güzel şarkı söylüyordu. Onu dinlemek zevkti doğrusu. Sonradan piyano da çaldı. Ben müzikten anlamam ama Mr. Rochester anlar. Onun da Blanche Ingram'ın piyano çalışını çok beğendiğini duydum."
"Bu kadar güzel, hünerli, görgülü olan bu hanımefendi... Henüz evli değil demek?"
"Öyle görünüyor. Anladığıma göre ne onun, ne de kız kardeşinin fazla bir servetleri yokmuş; İhtiyar Lord Ingram her şeyi büyük oğluna bırakmış."
"Ama servet sahibi bir beyefendinin çıkıp da ona âşık olmayışına şaşarım. Mr. Rochester sözgelimi. Zengin değil mi?"
"Çok zengin hem de. Ama Blanche Ingram'la aralarında epey yaş farkı var. Mr. Rochester kırk yaşına merdiven dayadı, Blanche Ingram daha yirmi beşinde."
"Ne çıkar yani? Aralarında daha bile büyük yaş farkı olan çiftlere her gün rastlanıyor."
"Doğru ama Mr. Rochester'ın aklından böyle bir şey geçirdiğini hiç sanmıyorum... Ama sen hiçbir şey yemiyorsun ya... Daha boğazından tek bir lokma geçmedi."
"O kadar susamıştım ki tıkandım adeta. Bir bardak çay daha verir misiniz?"
Ben gene de Mr. Rochester'la dilber Blanche'ın evlenmeleri olasılığına değinecektim ki Adela içeriye girdi; söz başka konulara geçti. Yeniden yalnız kaldığım zaman, öğrendiğim şeyleri gözden geçirdim, gönlümün içine bakarak duygularımı, düşüncelerimi inceledim. Sonra bunların arasından, hayallerin sınırsız, yolsuz izsiz boşluklarına doğru kaçmış olanlarını disiplinin eliyle tutmaya, sağduyunun güvenilir yuvasına kapatmaya çalıştım. Kendi kurduğum mahkemede önce bellek ifade verdi; o geceden beri beslemekte olduğum umutları, dilekleri, duyguları hatta son iki haftadır içinde bulunduğum ruh durumumu açıkladı. Sonra mantık ortaya çıktı; her zamanki serinkanlılığıyla, süslenmemiş, düpedüz bir öykü anlattı: Benim gerçeklere sırt çevirip düşlere kendimi kaptırmış olduğumu da belirtti. Sonunda ben, kendi kendimin yargıcı olarak, şöyle hüküm verdim: Yeryüzünde Jane Eyre'den daha büyük bir sersem yaşamamış, kendini tatlı yalanlarla kandırıp şerbetmiş gibi ağu yutan bu derece şahane bir budala görülmemiştir!
"Sen mi?" dedim kendi kendime. "Mr. Rochester'ın gözdesi sen olacaksın ha? Sen onun hoşuna gideceksin? Senonun için önemlisin ha? Defol! Sersemliğin beni tiksindiriyor! Onun ara sıra ettiği iltifatlar, gösterdiği yakınlıklar karşısında keyiften dört köşe oldun. Oysa, bunlar yüksek aileden gelme bir salon adamının yanında çalışan birine, bir toy gence karşı gösterdiği sıradan bir alçakgönüllülükten ibaretti. Hangi cesaretle kapıldın bu umuda? Zavallı ahmak sersem! Hiç değilse kendi iyiliğin için bilemedin mi kafanı işletmesini? Bu sabah kendi kendine dün geceki sahneyi yineleyip durdun. Ört yüzünü de utan bari! O senin gözlerini öven bir şey söylemişti, değil mi? Aptal çocuk! Gözlerinin o çipil kapaklarını aç; aç da kendi yere batası sersemliğini olduğu gibi gör. Senden her bakıma çok yüksek olan, seninle evlenmeyi aklının ucundan bile geçirmesine olanak bulunmayan bir erkeğin pohpohlamaları senin ne işine yarar? Bir kadının, içinde gizli, yasak bir aşkın alevlenmesine göz yumması da çılgınlıktır; çünkü böyle bir aşk ortaya çıkmazsa, karşılık görmezse kendisini besleyen yüreği yiyip bitirir; ortaya çıkar da karşılık görürse insanı vahşi bataklıklara sürükler ki bunlardan da kurtuluş yoktur.
"Şimdi de çarpıldığın cezayı dinle, ey Jane Eyre! Yarın aynayı karşına alıp tebeşirle kendi resmini olduğu gibi çizeceksin... Hiçbir kusuru yumuşatmadan, hiçbir sert çizgiyi atlamadan, hiçbir eğriliği düzeltmeden. Altına da, 'Kimsesiz, Alımsız, Parasız Pulsuz Bir Mürebbiyenin Portresi' diye yazacaksın. Sonra da yontulmuş bir fildişi parçası alacaksın (resim kutunda hazır var bir tane); paletinde en taze, en ince, en duru renkleri karıştıracaksın, en duyarlı, devetüyü fırçalarından birini seçeceksin, hayalinde canlandırabileceğin en güzel yüzü büyük bir dikkatle çizeceksin. En yumuşak gölgelerle, en tatlı renklerle dolduracaksın bunu; Blanche Ingram'ın Mrs. Fairfax'ten duyduğun tanımına uyarak, kapkara bukleleriyle, şark tipi gözleriyle falan. Ağlamak, sızlamak, duygularına kapılmak, yüreği yanmak gibi şeyler istemem ha! Sana anlatılan şahane, uyumlu çizgileri düşün: Eski Yunan heykellerini andıran o boyun, o göğüs, o yuvarlak kollar, o biçimli eller. Elmas yüzüklerle altın bilezikleri de unutma! Giyimini de aslına uygun olarak çiz: Bürümcük gibi danteller, ışıl ışıl satenler, şık bir şal, başında da bir gül. Bu portreye de 'Blanche: İyi Yetişmiş, Soylu Bir Hanımefendi' adını ver, ileride Mr. Rochester'ın seni beğendiğini sanacak olursan bu iki resmi çıkarır, karşılaştırırsın. Kendi kendine de şöyle dersin: "Mr. Rochester istese bu soylu hanımefendinin gönlünü kazanabilir. Öyleyse böyle adı sanı belirsiz, beş parasız bir kızı ciddi olarak beğenmesi olası mı?"
Kendi kendime, "Peki, yapacağım!" diye azmettim, bu kararı verince de rahatlayarak uyuyakaldım. Sonra da sözümde durdum. Mum boyayla kendi portremi çizmeme bir-iki saat yetti. Düş ürünü Blance Ingram'ın fildişi minyatürünü de on-on beş günde bitirdim. Gerçekten nefis bir yüz oldu. Kendi resmimle bu resim arasındaki zıtlık da irademi bütün bütün pekiştirmeye yetecek kadar büyüktü. Çok yararı dokundu bu işin bana. Hem elimle kafamı oyaladı, hem de gönlüme silinmeyecek bir biçimde damgalamak istediğim duygulara daha bir güç, bir kalıcılık kazandırdı.
Duygularımı zorla baskısı altına koyduğum bu sağlam disiplin çok geçmeden meyvelerini vermeye başladı. Bu sayededir ki ondan sonraki olayları onurlu bir dinginlikle karşılayabildim. Oysa bu olaylarla kendimi hazırlamadan karşılaşmış olsaydım, değil dingin olmasını, dingin görünmesini bile beceremezdim.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro