14. Bölüm
Yatak odalarının önünden geçen balkon biçimi uzun koridorun öbür ucuna varınca, meşe tahtasından yapılma o kaygan basamaklardan aşağı, taşlığa indim. Bir dakika duralayarak, duvardaki resimlere baktım. (Aklımda kaldığına göre, bunlardan biri derisi bakır rengi, sert, asık yüzlü bir adamın, öbürü de perukası pudralı, inci gerdanlıklı bir kadının resmiydi.) Tavandan tunç bir lamba sallanıyordu, bir yanda da kocaman sarkaçlı bir saat vardı. Saatin kutusu pek ince oymalı meşedendi; zamanla, ellene ellene, abanoz gibi kapkara kesilmişti. Her şey pek görkemli geldi bana. Ama ben görkem denen şeye öyle yabancıydım ki!
Yarısı camlı olan sokak kapısı açık duruyordu. Dışarı çıktım. Güzel bir güz sabahı... Yeni doğmuş güneş sararmış ağaçların, hâlâ yemyeşil olan tarlaların üzerine taze ışıklarını serpmişti. Çimliğe doğru yürüyerek döndüm, konağın cephesine baktım. Üç katlı, öyle pek saray gibi olmasa da hatırı sayılır derecede büyük bir yapıydı bu. Bir soylu saraylının malikânesi değil de, kibar bir beyefendinin taşradaki evi olduğu belliydi. Tepesindeki mazgallı kuleler eve bir masal havası veriyordu.
Bu gri cephenin arka yanında kuşluklar görünüyordu; buralara yuva yapmış olan kargalar da gaklayarak uçuşuyordu. Sonra, çimliğin, korunun üzerinden uçarak, çitle ayrılmış geniş bir çayırlığa gidip kondular. Bu çayırlıkta bir sıra yaşlı, ulu dikenli ağaçlar, akasyalar yükselmekteydi. Meşe ağaçları kadar kalın, güçlü, boğum boğum. Bu ağaçlar, Thornfield Malikânesi'nin adını nereden aldığını belli ediyordu.
Daha geride tepeler vardı. Lowood'un çevresindeki dağlar kadar yüksek, yalçın değildi bu tepeler; vadiyi dünyadan ayıran setlere benzemiyorlardı oradakiler gibi; gene de ıssız, ürpertici bir görünümleri vardı, Thornfield Malikânesi'ni Millcote gibi civcivli bir yerin bu denli yakınında, insanın ummadığı bir yalnızlığa, dinginliğe gömer gibiydiler. Evleri ağaçlar içine gömülü bir köyceğiz bu tepelerden birinin yamacına tırmanırcasına kurulmuştu. O dolayların kilisesi Thornfield'e daha yakındı. Bahçe kapısından yana bakılınca, yamaçlardan birinin ardından, eski yapılı çan kulesi görülebiliyordu.
Bu durgun manzarayla temiz, tatlı havayı içime sindirerek kargaların çığırışlarını zevkle dinliyor, konağın o geniş, gri cephesine bakarak, "Mrs. Fairfax gibi yalnız bir kadıncağız için ne de kocaman bir yer!" diye düşünüyordum ki bu yalnız kadıncağız kapıda belirdi.
"Ne! Kalkmışsınız bile!" dedi. "Erkencisiniz bakıyorum."
Ona doğru ilerledim. Beni yanağımdan öptü, elimi sıktı.
"Nasıl, Thornfield'i beğendiniz mi?" diye sordu.
Çok beğendiğimi söyledim.
"Evet, güzel yerdir, doğrusu," dedi. "Yalnız, zamanla harap düşmesinden korkuyorum. Mr. Rochester'ın aklına eser de gelip buraya temelli yerleşirse o başka... Ya da, hiç olmazsa daha sık gelip giderse. Böyle büyük mülklerin sahiplerinin başında olmaları gerekir."
"Mr. Rochester mı?" dediniz. "O da kim?"
Kadın gayet sakin, "Buranın sahibi," dedi. "Adının Rochester olduğunu bilmiyor muydunuz?"
Elbet bilmiyordum ya! Onun varlığından haberim bile yoktu. Yaşlı kadın onun varlığını herkesin içgüdüsüyle öğrendiği bir evrensel gerçek sayıyordu sanki.
"Burası sizin sanıyordum ben," dedim.
"Benim mi? Tanrı senin iyiliğini versin, çocuk! Amma fikir ha! Burası benimmiş! Kızım, ben buranın yalnızca kâhyasıyım; çekip çevireni. Hoş, Rochester'larla anne tarafından uzak akraba olurum ya! Daha doğrusu, kocam akrabasıydı onların. Kendisi şu arka yamaçtaki Hay köyünün papazıydı. Şu görünen kilise onun kilisesiydi. Mr. Rochester'ın annesi de Fairfax'lerdendi. Kocamın ikinci göbekten amca kızı olurdu; ama ben bu akrabalık yüzünden hiçbir zaman herhangi bir hak gütmemişimdir. Bunu düşünmem bile. Kendimi ancak bir kâhya olarak görürüm. Efendim çok naziktir; ben de bundan başka bir şey beklemem."
"Ya çocuk... Yani öğrencim?"
"Mr. Rochester'ın vasiliğine emanet edilmiş bir kız. Mr. Rochester da benden bir mürebbiye bulmamı istedi. Kızın burada yerleşmesini tasarlıyor besbelli. İşte geliyor kız... Yanında da Bonne dediği dadısı."
Bilmece böylece çözülmüş oluyordu. Bu iyi yürekli candan dul kadıncık yüksek bir hanımefendi değil, benim gibi, çalışan bir insanmış meğer. Onu benim gözümden düşürmedi bu; tersine, daha bile sevindim: Demek, aramızdaki eşitlik gerçekmiş... Onun alçakgönüllülüğünden doğma değil. Daha iyi ya! Durumum daha da rahatlamıştı.
Ben bunları düşünürken, yanında dadısıyla, bir küçük kız çimlerin üzerinden koşa koşa geldi. Öğrencime baktım, o beni daha görmemişti. Yaşı pek küçükmüş meğer. Yedi-sekiz yaşlarında ancak vardı. İnce yapılıydı. İnce çizgili ufacık bir yüzü, lüle lüle beline kadar inen gür saçları vardı.
Mrs. Fairfax, "Günaydın, Adela," dedi. "Gel seni mürebbiyen hanımla tanıştırayım. Kendisi senin akıllı, hünerli bir hanım olarak yetişmeni sağlayacak."
Kız dadısına döndü, beni göstererek, "C'est là ma gouvernante?" diye sordu. (Bu benim mürebbiyem mi?)
Dadısı, "Mais oui, certainement," dedi. (Evet ya, elbette)
Ben onların Fransızca konuştuklarını duyunca, "Yabancı mı bunlar?" diye sordum.
"Dadı yabancı. Adela da Avrupa'da doğmuş, altı ay öncesine gelinceye kadar da oradan hiç ayrılmamış. Buraya ilk geldiğinde hiç İngilizce bilmiyordu, şimdi çat pat derdini anlatabiliyor. Ben pek anlayamıyorum çünkü sıkışınca Fransızca karıştırıveriyor. Ama sen onun ne dediğini kolayca anlarsın sanırım."
Neyse ki ben Fransızcayı bir Fransız kadınından öğrenmiştim. Madam Pierrot ile her fırsatta Fransızca konuşmaya bakmıştım, yedi yıldır da her gün kendi kendime Fransızca çalışıyordum. Öğretmenimin telaffuzuna elimden geldiği kadar öykünüyor, konuşmamı ilerletmeye uğraşıyordum. Bu yüzden Fransızcayı işlek ve düzgün olarak konuşabiliyor, Adela'yı anlamakta güçlük çekmeyeceğimi sanıyordum.
Kız, mürebbiyesi olacağımı öğrenince gelip elimi sıktı. Birlikte kahvaltı odasına doğru yürürken ona kendi diliyle birkaç şey söyledim. Bunlara önce kısa kısa karşılıklar verdi, ama masaya oturduktan ve beni o iri ela gözleriyle belki on dakika kadar inceledikten sonra birden açılarak gevezelik etmeye başladı:
"Ne iyi! Siz benim dilimi Mr. Rochester kadar güzel konuşuyorsunuz!" diye ünledi. "Onunla konuştuğum gibi konuşabileceğim sizinle. Sophie de konuşabilecek. Çok sevinecek buna. Burada onun dilinden hiç anlayan yok. Mrs. Fairfax İngiliz. Sophie benim dadım. Benimle birlikte deniz yoluyla geldi... Kocaman bir gemiyle. Geminin tüten bir bacası vardı. Aman, ne tütüyordu! Beni deniz tuttu, Sophie'yi de, Mr. Rochester'ı da. Mr. Rochester salon dedikleri güzel bir odada, kanepe üzerinde yatıyordu. Sophie'yle benim başka bir odada ufacık yataklarımız vardı. Ben bir seferinde az daha düşüyordum yatağımdan, raf gibi bir şeydi çünkü. Şey, matmazel sizin adınız ne?"
"Eyre... Jane Eyre."
"Eğr mi? Öf! Söyleyemiyorum! Neyse, gemimiz sabahleyin, daha güneş doğmadan, büyük bir kentte demir attı... Kocaman bir kent! Kapkara evleri vardı, duman içindeydi. Benim geldiğim o güzel, temiz kente hiç benzemiyordu. Mr. Rochester beni geminin merdiveninden kucağında indirdi karaya. Sophie de peşimizden geldi. Hepimiz, bir arabaya bindiğimiz gibi, kocaman, çok güzel bir eve gittik, bundan daha güzel, daha büyük bir evdi. Otel diyorlardı. Nerdeyse bir hafta kaldık orada. Sophie ile ben her gün park denilen ağaç dolu, geniş bir yeşillik yerde gezmeye gidiyorduk. Orada benden başka daha bir dolu çocuk vardı. Sonra bir havuz da vardı. İçinde güzel güzel kuşlar yüzüyordu. Ben onlara ekmek kırıntısı atardım."
Mrs. Fairfax, "Böyle bıcır bıcır öttüğü zaman anlayabiliyor musun onu?" diye sordu.
Pek iyi anlıyordum; çünkü Madam Pierrot'nun hızlı, akıcı konuşmasına alışıktım.
Yaşlı hanımcağız, "Annesine, babasına ilişkin bir şeyler sorsana ona," dedi. "Onları hatırlıyor mu acaba?"
"Adela," diye sordum, "demin sözünü ettiğin o güzel, tertemiz kentteyken kimin yanında otururdun?"
"Çok eskiden annemle otururdum ama o Meryem Ana'nın yanına gitti. Annem bana dans edip şarkı söylemesini, şiirler okumasını öğretirdi. Bir sürü beyefendi, hanımefendi annemi görmeye gelirlerdi; ben de onların önünde dans ederdim ya da dizlerine oturup şarkı söylerdim. Çok severdim bunu. Size de bir şarkı söyleyeyim mi?"
Adela kahvaltısını bitirmişti, onun için bana hünerlerinden bir örnek göstermesine izin verdim. Yerinden kalkarak gelip dizime oturdu; sonra o minik ellerini hanım hanımcık bir edayla kucağında devşirip lüle lüle saçlarını arkaya attı, gözlerini tavana kaldırarak bir opera aryası söylemeye başladı. Terk edilmiş bir kadının şarkısıydı bu. Kadın sevgilisinin vefasızlığına yanıp yakıldıktan sonra gururunu imdada çağırır. Hizmetçisine, en parlak mücevherleriyle en şahane giysilerini getirmesini söyler. Niyeti o geceki baloda vefasız sevgilisinin karşısına çıkmak, kendisini bırakmış olmasının umurunda bile olmadığına onu, şen, şuh davranışlarıyla inandırmaktır.
Bir çocuk şarkıcı için böyle bir konu seçilmiş olmasını yadırgadım, ama gösterinin amacı besbelli ki, ateşli aşk, kıskançlık ezgilerinin böyle çocuksu bir dille söylenmesindeki çelişkiydi. Büyük bir çiğlik gibi geldi bu bana.
Adela şarkıyı, neme gerek, iyi okuyordu, ifadesinde de yaşının bütün saflığı vardı. Bitirince dizimden yere atladı.
"Şimdi, size biraz şiir okuyacağım, matmazel," dedi. Şöyle bir çalım satarak, La Ligue des Rats: Fable de La Fontaine diye okumaya başladı. Bu parçayı vurgulara, duraklamalara dikkat ederek, öyle akıcı bir sesle, öyle uygun hareketlerle söyledi ki yaşına göre gerçekten şaşırtıcıydı, büyük bir emekle, özenle yetiştirilmiş olduğunu gösteriyordu.
"Sana annen mi öğretmişti bu parçayı?" diye sordum.
"Evet," dedi. "Annem böyle söylerdi, 'Qu'avez-vous donc? Lui dit un de ces rats; parlez!' Elimi kaldırtırdı... Şöyle... Soru sorarken sesimi yükseltmeyi unutmayayım diye. Şimdi de dans edeyim mi size?"
"Yok, bu kadarı yeter artık... Peki, annen Meryem Ana'nın yanına gittikten sonra sen kimin yanında kaldın?"
"Madam Frederic'le kocasının yanında. Madam bana bakardı, ama akrabamız değildi. Belki de yoksuldu; çünkü evi annemin evi gibi şahane değildi. Çok kalmadım orada. Mr. Rochester gelip sordu, 'Benimle İngiltere'ye gelip orada oturmak ister misin?' diye. Ben de, 'Peki,' dedim; çünkü Mr. Rochester'ı daha önceden tanıyordum. Beni çok severdi. Hep güzel elbiseler, oyuncaklar falan armağan verirdi bana, ama görüyorsunuz ya, durmadı sözünde. Beni İngiltere'ye getirdi, ama kendisi çıktı gitti. Artık hiç görmüyorum onu."
Kahvaltıdan sonra Adela ile ben kitaplığa çekildik. Mr. Rochester burasının okul odası olarak kullanılmasını tembih etmiş. Kitaplardan çoğu camlı dolaplar içinde kilitliydi, ama dolaplardan biri açık bırakılmıştı; bunun içinde ilköğretim için gerekli her şey vardı. Ders kitaplarından başka birçok edebiyat, şiir, biyografi, gezi kitapları, birkaç tane de roman bırakılmıştı. Mr. Rochester bunları mürebbiyenin okuma beğenisini karşılamak için yeterli bulmuştu, anlaşılan. Ne yalan söyleyeyim, şimdilik bunlar bana yeter de artardı bile. Lowood'da zorlukla ele geçirdiğim kırıntılarla ölçülünce bu kitaplık bir eğlence, bir bilgi hazinesi sayılırdı. Bu odaya aynı zamanda oldukça yeni, güzel sesli bir küçük piyano, resim çizmek için bir sehpa, bir çift de coğrafya küresi konulmuştu.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro