Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

12. Bölüm


Şu önemsiz yaşantımın olaylarını şimdiye kadar pek uzun uzun anlattım. Ömrümün ilk on yılına hemen hemen on bölüm ayırdım. Oysa bu yazdığım, düzenli bir yaşamöyküsü olmayacak ki. Ancak ilgi çekeceğini bildiğim anıları canlandırmak niyetindeyim. Bundan dolayı, ömrümün sekiz yıllık bir süresini hemen hemen sessiz sedasız geçiştiriyorum. Zincirin halkalarını birbirine bağlamak için birkaç satır yeter de artar bile.

Tifüs salgını, Lowood'u kasıp kavurma görevini yerine getirdikten sonra yavaş yavaş çekilip gitti. Ne var ki gitmeden önce şiddetiyle, kurbanlarının çokluğuyla, herkesin dikkatini öksüzler yurdunun üzerine çekmişti. Felaketin nedenleri soruşturuldu, çorap söküğü gibi ortaya çıkan birtakım gerçekler de herkesi iyice kızdırdı. Okulun kurulduğu yerin sağlığa zararlı oluşu, çocuklara verilen yiyeceklerin kıtlığı, kötülüğü, yemeklerin hazırlanmasında kullanılan mikroplu, pis su, öğrencilerin giyecek ve yatak durumlarının sefilliği... Bütün bunlar ortaya döküldü. Bunların ortaya çıkması da, Mr. Brocklehurst için gurur kırıcı olmakla birlikte yuva için çok hayırlı sonuçlar verdi.

O ilde oturanlardan birçok zengin, iyiliksever kişi, daha iyi bir yerde, daha elverişli bir yapı kurulması için bağışlarda bulundu. Yeni yönetmelikler hazırlandı, yiyecek, giyecek konusunda düzeltimler yapılarak okulun geliri bir yönetim kuruluna verildi. Servet bakımından, aile yönünden çok güçlü olduğu için aradan atılamayan Mr. Brocklehurst kurumun mutemediydi, ama şimdi ona yardım eden daha geniş görüşlü, daha anlayışlı kişiler vardı. Mr. Brocklehurst müfettişlik görevini de artık sertlikle sağduyuyu, hesapla insanlığı, dürüstlükle sevgiyi bir arada yürütebilen kimselerin eşliğinde yapıyordu. Böylece çekidüzene sokulunca Lowood Okulu zamanla gerçekten yararlı, insanca bir kurum olup çıktı. Bundan sonra daha sekiz yıl kaldım bu çatının altında. Altı yıl öğrenci, iki yıl da öğretmen olarak. İki bakımdan da okulun önemine, değerine tanıklık edebilirim.

Bu sekiz yıl boyunca yaşantım tekdüze geçti ama mutsuz değildim; çünkü dolu, hareketli bir yaşamdı bu. Önümde güzel bir öğrenim fırsatı vardı. Derslerimin birçoğunu seviyor, hepsinde parlamak istiyordum. Öğretmenlerimin, hele sevdiğim öğretmenlerin gözüne girmekten duyduğum büyük kıvanç da beni ileri doğru itiyordu. Önüme çıkan fırsatlardan iyice yararlanmasını bildim. Zamanla en üst sınıfın birincisi oldum, sonra da öğretmenlikle görevlendirildim. İki yıl istekle yaptım bu işi, ama sonra değişmeye başladım.

Bütün bu değişiklikler boyunca Miss Temple okulun müdürü olarak kalmıştı. Ben de kültürümün önemli bölümünü onun yol göstermesine borçluydum. Onun varlığı, dostluğu benim için her zaman bir avuntu kaynağı olmuştu. Anam, eğitimcim, daha sonra da arkadaşım olarak sevmiştim onu. Derken, evlendi. Böyle bir kadına hemen hemen layık sayılabilecek kadar üstün bir adam olan papaz kocasıyla uzak bir ile taşındı. Böylece ondan yoksun kaldım.

Miss Temple'ın gittiği günden sonra ben de eski Jane Eyre olmaktan çıktım. Bütün huzurum, Lowood'u bir dereceye kadar gözümde bir yuva yapıp çıkan her türlü tatlı bağ onunla birlikte silinip gitmişti. Onun kişiliğinden, huylarından çok şeyler kapmış, kafamı daha uyumlu, yüreğimi daha düzenli duygularla doldurmuştum. Ödev, disiplin ilkelerine adamıştım kendimi. Sessiz sedasızdım; hayatımdan hoşnut olduğuma inanıyordum. Herkesin gözünde, çoğu zaman da kendi gözümde ben kendine yeten, irade sahibi birisiydim.

Ama yazgı, Papaz Nasmyth kılığında benimle Miss Temple'm arasına girdi. Evlenme töreninden az sonra, müdiremizin sırtında yol kılığıyla posta arabasına bindiğini gördüm. Arabanın yokuşu tırmanıp tepenin öbür yanında gözden yitişini seyrettim, sonra kendi odama çekildim. Onun düğünü onuruna verilen yarım günlük tatilin büyük bölümünü orada, tek başıma geçirdim.

Dolaşıp duruyordum odamın içinde. Önce sandım ki yalnızca yitirdiğim arkadaşa yanıyorum, bu boşluğu gidermek için bir çare arıyordum. Düşüncelerimin sonunda çevreme bakıp da güneşin batmış, çoktan akşam olmuş olduğunu görünce bir şeyin daha farkına vardım. Bu saatler arasında bende bir değişim olmuştu. Karakterimde Miss Temple'dan kapma olan ne varsa eriyip gitmişti. Daha doğrusu, yanındayken içime doldurduğum dingin havayı o alıp götürmüştü. Ben şimdi gene kendi doğal durumuma dönmüş, içimde eski ateşli duyguların kıpırdanışını hissetmeye başlamıştım. Dayandığım bir destek çekilivermiş gibi değil de, bana biçim veren bir amaç ortadan kalkmış gibiydi. Yitirdiğim şey huzur duyabilme yeteneği değildi. Bana huzur veren kaynak kurumuştu.

Kaç yıldır bütün dünyam Lowood'dan ibaret olmuş, bütün yaşantım Lowood'un kurallarıyla, düzeniyle sınırlanmıştı. Şimdi ise gerçek dünyanın çok geniş olduğunu anımsıyordum gene. Bu genişliğin içine atılmak, hayatın tehlikeleri arasında yaşamanın gerçek bilgisini aramak cesaretini gösteren kimseleri, çeşitli korkular, umutlar, serüvenler, heyecanlar bekliyordu.

Gidip penceremi açtım, dışarı baktım. İşte binanın iki kanadı, işte bahçe, işte Lowood yamaçları ve tepelerle çevrili ufuk. Bakışlarım bütün engelleri aşarak bu uzak, mavi tepelere takıldı. İçimi titreten şey, bunları aşmak isteğiydi işte! Onların kayalı, fundalıklı sınırları içinde kalan ne varsa zindanmış, sürgünmüş gibi geliyordu şimdi bana. Dağlardan birinin çevresinde kıvrılan, iki dağ arasındaki uçurumlu bir vadinin içinde gözden yiten beyaz yolun çizgisini bakışlarımla izledim. Bunu daha ötelere kadar görebilmek için nasıl can atıyordum! O yoldan bir araba içinde gelişimi, o bayırlardan aşağı alacakaranlıkta inişimi anımsıyordum. Lowood'a ilk geldiğim günden bu yana koca bir çağ geçmiş gibiydi. O gün bugündür de Lowood'dan ayrılmamıştım. Bütün tatillerim okulda geçmişti. Mrs. Reed beni bir kez bile Gateshead'e çağırmamış, ne o, ne de ev halkından başka biri, beni bir kez bile görmeye gelmemişti. Dış dünyadan ne mektupla, ne de ziyaretçiyle bir haber alabilmiştim. Okul kuralları, okul görevleri, okul alışkanlıkları, okul düşünüşleri, okul sesleri, okul yüzleri, okul sözleri, okul kılıkları, okul yaşamının sevgileri, nefretleri... Dünya konusunda benim bildiğim bundan ibaretti.

Şimdi ise artık bunlarla yetinemeyeceğimi hissediyordum. Sekiz yılın alışılagelmiş düzeninden yarım günde gına gelivermişti. Özgürlük istiyordum, soluğum kesilircesine! Özgürlüğüme kavuşmak için dudaklarımdan bir dua koptu, esen hafif rüzgârla dağılıp gitti. Bu kez daha alçakgönüllü bir dilekte bulundum. Değişiklik, heyecan istedim. Bu dua da boşluğa karıştı. Yarı çılgınca, "Tanrım!" diye bağırdım, "öyleyse şimdikinden başka, yeni bir kölelik bağışla bana!"

Tam bu sırada akşam yemeği için çalan zil beni aşağıya çağırdı. Düşüncelerimin yarıda kopan zincirini örmeyi ancak yatakta sürdürebildim. Ama, burada bile yatak odamı paylaşan öğretmen arkadaş, sonu gelmeyen havadan sudan konuşmalarıyla beni, tazelemeye can attığım düşüncelerden uzak tuttu. Bir uyusa da çenesi kapansa diye dua ediyordum. Pencereden dışarı bakarken kafamı dolduran düşüncelere bir dönebilsem, bir esin gelip beni ferahlatacaktı sanki.

En sonunda Miss Gryce horlamaya başladı. İriyarı bir kadındı; şimdiye kadar onun genzinden çıkan ezgiler hep canımı sıkmıştı. Ama, bu gece horultunun ilk davudi notasını sevinçle karşıladım. Kurtulmuştum artık! Yarı unutulmak üzere olan düşüncem yeniden canlanıverdi.

"Yeni bir kölelik! Boş bir fikir değil bu!" dedim kendi kendime. (İçimden söylemiştim bunu; kendi kendime yüksek sesle konuşmak huyum yoktu çünkü.) "Boş bir fikir olmadığı belli; çünkü pek öyle sarmıyor insanı. Özgürlük, heyecan, sefa sürmek gibi sözlere benzemiyor. Bunlar gerçekten parlak sözler ama, benim için sözden ibaret kalmak zorundalar. Bundan dolayı da öylesine kof, geçici ki, kulak vermek bile boş. Ama, kölelik! İşte gerçek olan bu. Burada sekiz yıl hizmet ettim; şimdi bütün dileğim başka bir yerde hizmet etmek. Kendi irademle bu kadar bir şeyi başaramayacak mıyım? Akla yakın değil mi bu? Evet! Evet! Hiç de ulaşılmayacak bir erek değil. Bir de zekâm bu ereğe giden yolu bulacak kadar işlek olsa!"

Zekâmı işletebilmek için yatakta dikilip oturdum. Hava ayazdı. Omzuma bir şal aldım; gene var gücümle düşünmeye koyuldum:

"Ne istiyorum? Yeni bir yerde, yeni kimseler arasında, değişik koşullar altında yeni bir görev! Gözümü daha yükseklere dikmenin boşuna olduğunu bildiğim için istiyorum bunu... Ama, insan yeni bir iş nasıl bulur? Eşe, dosta başvurarak elbet. Benimse eşim, dostum yok. Ama, başlarının çaresine kendileri bakmak zorunda olan, kim bilir daha kaç eşsiz, dostsuz kimse vardır. Onlar ne yapıyorlar böyle bir durumda?"

Bilemiyordum. Karşılık bulamıyordum bu soruya. Bir çıkar yol bulsun, hem de çabuk tarafından, diye beynime buyruk verdim. Beynim fırıl fırıl işlemeye başladı. Şakaklarım, bütün kafam zonkluyordu ama, belki bir saat boşuna yoruldu beynim: Çabalarının hiçbir ürünü olmadı. Boşuna didinmek yüzünden ateşlenmişim gibi kalktım, odada dolaştım. Perdeyi açarak yıldızlara baktım; bir an sonra soğuktan titreyerek gene yatağıma sokuldum.

Bir iyilik perisi aradığım esini bu sırada yastığıma bırakıvermiş olsa gerek: Tam başımı yastığa koyarken, kendiliğinden, gayet doğal olarak geliverdi aklıma:

"İş arayanlar ilan verir. Sen de Herald gazetesine ilan ver."

"Ama nasıl? Hiçbir bilgim yok ki bu konuda."

Şimdi artık soruların yanıtları pürüzsüz, çabucak diziliyordu karşıma:

"İlanla, ilan parasını bir zarf içinde Herald gazetesinin müdürüne gönderirsin. İlk fırsatta Lowton'dan postalarsın bunu. Karşılığı Lowton Postanesi'nde J.E. adına postrestant göndermelerini söylersin. Mektubu attığından bir hafta kadar sonra da gider, karşılık geldi mi, diye sorarsın, artık ona göre davranırsın."

Kafamda bu tasarıyı iki-üç kez yineledim. Sonra kafama iyice sindirerek çok açık, işlek bir biçim verdim, rahatlamış olarak uykuya daldım.

Güneşle bir kalktım; okulu uyandıran zil çalıncaya kadar ben ilanımı hazırlayıp zarflamış, adresi de yazmış bulunuyordum. İlanda şöyle demiştim:

"Öğretmenlik deneyimi olan (öyle ya, iki yıldır öğretmen değil miydim?) genç bayan, çocukları on dört yaşından küçük ailenin yanında iş aramaktadır. (Ben ancak on sekizinde olduğuma göre kendi yaşıma yakın olan öğrencilerin eğitimini üzerime alamayacağımı düşünüyordum.) Kendisi öğrencilerine, İngiliz geleneklerine göre sağlam bir eğitim göstermekle birlikte Fransızca, resim, müzik dersleri de verebilir. (Sevgili okuyucu, şimdi pek yetersiz kaçan bu liste o çağda aranılan öğrenim konularını az çok içine alıyordu.) Lowton Postanesi'nde J.E. postrestant olarak yazınız."

Bu kâğıt bütün gün çekmecede kilitli kaldı. Çaydan sonra yeni müdürden gerek kendim, gerek öğretmen arkadaşlarım için görülecek ufak tefek işlerim olduğunu söyleyerek, Lowton'a gitmek için izin istedim. İzin hemencecik verildi, yola çıktım. Üç kilometrelik bir yoldu bu; ayrıca yağışlı bir akşamdı ama, neyse ki günler oldukça uzundu. Birkaç dükkâna girdim çıktım, mektubu postaneye verdim, hızını artırmış olan yağmurun altında okula döndüm. Üstüm başım sırılsıklam ama içim rahattı.

Ondan sonraki hafta pek uzun geldi bana, gene de bütün dünyevi şeyler gibi bu da sona erdi. Tatlı bir güz gününün sonunda kendimi, yaya olarak, gene Lowton yolunda buldum. Sırası gelmişken söyleyeyim: Pek güzel bir yoldu bu; dere kıyısından, vadinin en tatlı kıvrımlarını izliyordu. Ama o gün ben manzaranın güzelliğinden çok gitmekte olduğum küçük köyde belki de beni beklemekte olan mektupları düşünüyordum. Gerçekten var mıydı acaba bana mektup?

Bu kez köye inmek için bulduğum bahane bir çift ayakkabı ısmarlamaktı. Onun için önce bu işi yapıp bitirdim. Sonra da o sakin, tertemiz sokakçığı geçerek postaneye yürüdüm. Postaneyi, gözünde bağa çerçeveli gözlük, ellerinde siyah eldiven, yaşlı bir hatun kişi işletirdi.

"J.E. adına gelmiş mektup var mı?" diye sordum

Kadın gözlüğünün üzerinden beni süzdü, sonra bir çekmece açarak içini karıştırmaya başladı. Öylesine uzun uzun karıştırdı ki benim de umutlarım sönmeye başladı. Sonunda, bir zarf bulup çıkardı, gözlüğüyle belki beş dakika inceledikten sonra tezgâhın üzerinden bana uzattı. Bu arada benden yana gene meraklı, kuşkulu bir bakış fırlatmaktan geri kalmadı. Zarfın üzeri "J.E.ye" diye yazılıydı.

"Yalnızca bir tane mi var?" diye sordum.

Hatun kişi, "Başka yok," dedi.

Mektubu cebime atarak okulun yolunu tuttum. Hemen açıp okumamın olanağı yoktu; çünkü saat sekize kadar okula dönmüş olmam gerekiyordu, şimdiyse saat yedi buçuktu.

Okulda da bir sürü iş beni beklemekteydi: Çalışma saatinde kızların başında nöbetçiydim. Ondan sonra dua okumak, yatmalarına bakmak da bana düşüyordu. Kızları yatırdıktan sonra öğretmenlerle bir arada yemeğe oturdum. Sıra bizim yatmamıza geldiği zaman bile Miss Gryce'tan kurtulmama olanak yoktu. Şamdanımızda azıcık bir mum kalmıştı; kadın bu mum eriyip sönünceye kadar konuşacak diye ödüm kopuyordu. Neyse ki biraz önce yemiş olduğu okkalı yemek ona uyku ilacı gibi geldi de daha ben soyunmamı bitirmeden o horultuya başladı. Daha iki-üç santimlik mum vardı. Mektubumu çıkardım. Üzerine F harfi basılmış olan balmumu damgayı söküp açtım. Mektup kısaydı.

Geçen perşembe günü Herald gazetesine ilan veren J.E. söylediği deneyime gerçekten sahipse karakteriyle yeterliliği üstüne de tatmin edici referanslar gönderebilirse kendisine on yaşından küçük bir kız çocuğunun mürebbiyeliği, buna karşılık da yılda otuz sterlin verilebilir. J.E.nin referanslarını, adını, adresini, daha başka bilgileri aşağıdaki adrese göndermesi rica olunur: Mrs. Fairfax, Thornfield, ... ilinde, Millcote dolaylarında.

Mektubu uzun uzun gözden geçirdim: Yazı biraz eski stil, biraz da titrekçeydi... Yaşlı bir hanımın yazısı gibi. Bu sevindirdi beni; çünkü böyle, kimseye danışmadan bir işe atılmakla başımı derde sokabileceğimi düşünmüş, gizliden gizliye korkup durmuştum. Her şeyden önce bu, şöyle dürüst bir atılım için kötü bir başlangıç sayılmazdı. Mrs. Fairfax'ı gözümün önünde canlandırır gibi oluyordum: Başında dul bayanların giydiği bir büzgülü başlık, sırtında uzun siyah elbise; belki soğuk bir hanım ama, kaba hiç değil. İngiliz kibarlığının orta yaşlı bir örneği. Thornfield! Bu ad Mrs. Fairfax'in köşkünün adıydı besbelli! Gerçi aklımdan köşkün tam planını çizmenin yolu yoktu ama, derli toplu, pırıl pırıl bir yer olduğuna kalıbımı basabilirdim.

Millcote Kasabası'na gelince... İngiltere haritasını gözümde canlandırınca buldum. Burası Londra'ya, şimdi içinde bulunduğum ücra taşra köşesinden çok daha yakındı ki bu da hoşuma gitti. Hayat, hareket dolu bir yerlere gitmek için can atıyordum. Millcote büyükçe bir ırmağın kıyısında, dokumacılığıyla ün salmış, geniş bir kasabaydı. Civcivli bir yer olsa gerekti. Olsun, daha iyi! Hiç değilse tam bir değişiklik olurdu benim için. Uzun fabrika bacalarını, duman bulutlarını düşündükçe pek öyle kendimden geçmiyordum ama, "Thornfield, kasabadan hayli uzakta olsa gerek," diye avunuyordum.

Mumun son damlası da eridi... Fitil söndü.

Şimdi artık bundan sonraki adımları atmak gerekiyordu. Tasarılarımı artık yalnız kendime saklayamazdım; uygulayıp başarıya ulaştırabilmek için çevremdekilere açmam gerekiyordu. Öğle tatilinde müdürün karşısına çıktım; şimdi elime geçenin iki katı ücretle (Lowood'daki gelirim yılda on beş sterlindi) yeni bir iş önerisi aldığımı söyleyerek bu konuyu bir toplantı sırasında Mr. Brocklehurst'e açmasını, bana referans verip vermeyeceğini öğrenivermesini rica ettim. Müdür benim aracılığımı üzerine almak iyiliğini gösterdi. Ertesi gün durumu Mr. Brocklehurst'e açmış. O da, velim olması dolayısıyla, Mrs. Reed'e konuyu bildirmek gerektiğini söylemiş. Böylece yengeme bir mektup yazıldı. O da, "Jane Eyre dilediği gibi yapsın, ben onun işlerine karışmaktan yıllar önce vazgeçtim," diye karşılık gönderdi.

Bu mektup bütün kurul üyelerini dolaştı, bana son derece bunaltıcı gelen bir gecikmeden sonra, dilediğim işe girebilmem için resmen izin verildi. Ayrıca, Lowood'da hem öğrenci hem de öğretmen olarak her zaman iyi tanındığım için okul yöneticilerinin hem karakterimin dürüstlüğüne, hem de öğretmen olarak yeteneğime tanıklık eden bir tavsiye mektubu hazırlayacakları da bildirildi.

Tavsiye mektubunu hemen hemen bir ay sonra aldım, bir kopyasını hemen Mrs. Fairfax'e postaladım. Kadın da, buna karşılık gönderdiği mektupta, beni işe aldığını, Thornfield'deki mürebbiyelik görevime on beş gün sonra başlayabileceğimi bildirdi.

Artık hazırlıklara dalmıştım. Bu on beş gün çarçabuk geçti. Giyip çıkaracaklarım (ihtiyacımı karşılamakla birlikte) pek çok olmadığı için sandığımı (sekiz yıl önce Gateshead'den getirmiş olduğum sandık), son gün hazırladım.

Sandığım bağlanmış, adım yazılı kart başucuna çivilenmişti. Yarım saat sonra gelip Lowton'a götüreceklerdi. Ben de ertesi sabah erken bir saatte posta arabasına binmek üzere köye gidecektim. Siyah yünlü yol esvabımla, şapkamı, eldivenimi, manşonumu fırçalayıp hazırlamış, unutulan bir şey olmasın diye çekmecelerimi baştan aşağı gözden geçirmiştim. Sonra, yapacak başka iş kalmayınca oturdum, dinlenmeye çalıştım. Ama, bütün gün ayakta kalmış olduğum halde, dinlenmek olası mıydı ki! Heyecanım çok aşırıydı. Bu gece ömrümün bir sayfası kapanıyor, yarın bir yenisi açılıyordu. Bu arada uyumak da olası değildi. Bir sayfadan öbürüne geçildiğini yanan gözlerimle izlemeliydim!

Ben, daha mezarında rahat edememiş bir hayalet gibi ortalarda dolaşıp dururken bir hizmetçi yanıma yaklaşarak, "Aşağıda sizi görmek isteyen biri var, efendim," dedi.

"Hamal olsa gerek," diye düşündüm. "Kim?" diye sormaksızın, hemen aşağı koştum. Öğretmenlerin oturma odası ya da arka salon denilen odanın önünden geçiyordum ki yarı aralık duran kapıdan dışarı biri fırladı.

"A! İşte o! Gerçekten ta kendisi!" diye bağırarak yolumu kesti, ellerime sarıldı.

Baktım: İyi bir yerin hizmetçisi gibi giyinmiş, genç bir kadın. Kara kaşları, kara gözleri, pembe yanaklarıyla pek de güzeldi. Bana bir yerden tanıdık olan bir sesle, gene tanıdık bir gülümseyişle, "E, kimim ben?" diye sordu. "Yoksa beni tanımadın mı, Miss Jane?"

O zaman, boynuna atıldım, deli gibi bir sevinçle onu öpmeye başladım. Yalnızca, "Bessie! Bessie! Bessie!" diyebiliyordum.

O da, hem ağlıyor, hem gülüyordu. İkimiz birlikte salona girdik. Şöminenin başında kareli gömlekle pantolon giymiş, üç yaşlarında bir oğlan çocuk durmaktaydı. Bessie hemen, "Benim oğlan," dedi.

"Demek evlendin, Bessie?"

"Evet... Handiyse beş yıl oluyor. Arabacı Robert Leaven'la evlendim; Bobby'den başka bir de kızım var; adını Jane koydum."

"Gateshead'de değil misin artık?"

"Kapıcı evinde oturuyoruz. Eski kapıcı gitti de."

"Ee! Nasıllar bakalım? Uzun uzun anlat bana; ama, otur önce. Bobby, sen de gelip dizime oturmaz mısın?"

Bobby yan yan gelip anasına sokulmayı yeğledi.

Bessie, "Pek uzun boylu olmamışsın, iri de değilsin, Miss Jane," dedi. "Burada iyi beslenmiyorsunuz, besbelli. Eliza senden bir baş daha uzun; Georgiana'ya gelince senin iki katın eder, doğrusu!"

"Georgiana çok güzel olmuştur değil mi, Bessie?"

"Bir içim su! Geçen kış annesiyle Londra'ya gitmişti, herkes bayılmış. Genç bir lord da âşık olmuş ona ama, ailesi bizim küçükhanımla evlenmesine razı gelmemişler. Bunun üzerine, ne olsa beğenirsin? Lordla Georgiana kaçmaya karar vermezler mi? Ama, iş anlaşılınca kaçamadılar. Onları Eliza ele verdi. Kız kardeşini kıskandı besbelli. Şimdi ikisi evin içinde kedi köpek gibi, her an hır gür ediyorlar."

"Ee! Peki John Reed ne âlemde?"

"Doğrusu, o pek öyle annesinin dilediği gibi çıkmadı. Liseye gitti ama... Nasıl diyorlar ona... Hani... Belge aldı. Sonra hukuk çalışıp dava vekili olsun istediler. Gelgelelim, öyle haylaz, öyle başıboş bir genç ki bana kalırsa pek adam edemeyecekler onu."

"Görünüş bakımından nasıl?"

"İyice uzun boylu. Kimileri onu çok yakışıklı buluyorlar ama, dudakları köfte gibi."

"Ya Mrs. Reed?"

"Hanımefendi dıştan bakılınca iyi görünüyor, endamı da yerinde ama, bence, rahatı huzuru yok, John'un tutumlarına üzülüyor... Küçükbey su gibi para harcıyor."

"Seni buraya yengem mi gönderdi, Bessie?"

"Yok, canım, ne münasebet! Ne zamandır seni görmek istiyordum. Senden de haber geldi; uzak yerlere gidiyormuşsun, dediler. Ben de, bari ulaşamayacağımız yerlere gitmeden gidip bir göreyim, dedim."

Ben gülerek, "Ama, galiba seni düş kırıklığına uğrattım, Bessie," dedim; çünkü onun bakışlarında saygı vardı ama, hayranlık bulunmadığını ayrımsayabiliyordum.

"Yok, canım, hiç de değil! Pek kibarsın, neme gerek, hanımefendiler gibisin. Ben de zaten daha fazlasını ummamıştım ki... Çocukken de öyle ahım şahım güzel değildin."

Bessie'nin bu sözlerindeki açıklık karşısında gülümsemekten kendimi alamadım ama, üzülmedim dersem yalan. On sekiz yaşındayken herkes hoşa gitmek ister; hoşa gidecek bir görünüşü olmadığını düşünmek de insanı pek sevindirmez, sanırım.

Bessie avuntu niyetine, "Senin şimdi on parmağında on hüner vardır, Miss Jane," dedi. "Neler öğrendin bakalım? Piyano çalıyor musun?"

Salonda bir piyano vardı. Bessie gidip kapağını açtı, sonra benden oturup bir şeyler çalmamı istedi. Birkaç vals çaldım. Hayran kaldı. Coşarak, "Mrs. Reed'in kızları bunun yarısı kadar çalamıyorlar!" dedi. "Ben hep derdim zaten, sen onlardan daha akıllı, daha bilgili olacaksın, diye. Resim de yapıyor musun?"

"Ocağın üzerinde asılı resmi ben yaptım işte, Bessie."

Suluboya bir manzara resmiydi bu. İşe girmemde yardım ettiği için, şükranımı belirtmek üzere müdüre armağan etmiştim; o da bunu çerçeveletip asmıştı.

"Gerçekten pek güzel, Miss Jane! Bizim küçükhanımların çizdiği resimler bunun yanına bile yaklaşamaz. Onların resim hocasının yaptığı resimler kadar güzel bu. Fransızca da öğrendin mi?"

"Öğrendim ya, Bessie... Okuyup yazmasını da, konuşmasını da."

"Nakış dikiş?"

"Elbette."

"Tam bir hanımefendi olup çıkmışsın, Miss Jane! Biliyordum ben zaten! Akrabaların sana yardım etseler de, etmeseler de hayatta ilerlersin sen. Ha, sana bir şey soracaktım. Babanın akrabalarından, yani Eyre'lerden hiç haber aldın mı?"

"Hiçbir haber almadım ömrümde."

"Hani, biliyor musun, bizim hanım hep onların çok yoksul, ayaktakımı kişiler olduklarını söylerdi. Yoksul olmasına yoksuldurlar belki ama, kibarlıkta bence Reed'lerden geri kalır yanları yok. Bundan yedi yıl kadar önceydi, konağa Mr. Eyre diye biri gelip seni sordu. Hanım da burada olmadığını söyleyince adam pek üzüldü; çünkü seni arayacak vakti yokmuş; yabancı bir ülkeye gidiyormuş, gemisi de bir-iki güne kadar kalkacakmış. Pek kibar bir hali vardı. Babanın kardeşiymiş, galiba."

"Hangi memlekete gidiyordu, Bessie?"

"Binlerce kilometre uzakta bir adaymış. Şarap yapıyorlarmış orada. Başuşak adını söylediydi ama..."

"Maderia olmasın?"

"Tamam, o işte. Ta kendisi."

"Gitti, demek?"

"Evet, birkaç dakika ya durdu, ya durmadı. Bizim hanım pek soğuk davrandı ona. Sonradan da, 'esnaf takımı' falan dedi. Benim Robert'e göre amcan şarap tüccarıymış."

"Olabilir ya da bir şarap tüccarının yanında çalışıyordur."

Bessie'yle ben belki bir saat daha oturup eski günleri andık. Sonra Bessie gitti. Onu ertesi sabah Lowton'da, ben arabayı beklerken gene gördüm birkaç dakika için. Sonra ayrıldık, her birimiz kendi yolumuza gittik: O, kendisini Gateshead'e götürecek olan arabaya yetişmek için vadiye doğru yürüdü, ben de beni Millcote dolaylarındaki yeni işime, yeni yaşantıma götürecek olan posta arabasına bindim.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro