10. Bölüm
Daha benim yarım saatlik ceza sürem dolmadan saat beşi vurdu. Bütün okul çay içmek için yemekhaneye gitti. Ben de iskemlemden aşağı inmek gözü pekliğini gösterdim. Alacakaranlık iyiden iyiye bastırmıştı. Bir köşeye sinip yere oturdum. Şu saate kadar başımı dik tutmuş olan ruh gücü erimeye başlamıştı. Tepki kendini gösterdi, çok geçmeden öylesine karşı gelinmez bir üzgü beni pençesine aldı ki yüzükoyun yere kapandım, ağlamaya başladım. Helen Burns yanımda değildi artık. Tek başıma kalınca kapıp koyuverdim kendimi, gözyaşlarım tahtaları ıslatmaya başladı.
Oysa ben Lowood'a gelince o kadar iyi olmaya, öyle çok şey öğrenmeye karar vermiştim ki! Bir sürü arkadaş edinecek, herkesin saygısını, sevgisini kazanacaktım. Hatta gözle görülür ilerlemeler göstermiştim bile! Daha bu sabah sınıf birincisi olmuştum. Miss Miller beni candan övmüş, Miss Temple de hoşnutlukla gülümsemiş, ayrıca söz vermişti: Daha iki ay böyle ilerleme gösterirsem kendisi bana resim dersi verecek, Fransızca öğrenmeme de izin verecekti. Sonra, öğrenci arkadaşlarımla da aram iyiydi. Yaşıtlarım beni kendileriyle bir tutuyorlar, büyük kızlar da beni pek öyle eskisi gibi ezmiyorlardı. Gelgelelim, şu anda gene yıkılmış, ayaklar altında çiğnenmiştim. Bir daha ayağa kalkıp başımı kaldırabilecek miydim? "Hiçbir zaman!" diye düşünüyor, bütün varlığımla, "Ölsem!" diyordum.
Ben böyle yüksek sesle, kesik kesik "Ölsem!" diye ağlarken birisi içeri girerek bana doğru yaklaşmıştı. Silkinerek doğruldum. Gelen gene Helen Burns'dü. Sönmek üzere olan ateşin ışığında onu hayal meyal seçebiliyordum. Kahvemle ekmeğimi getirmişti.
"Hadi, ye biraz," dedi
Ben kahveyi de, ekmeği de ittim. Tek bir yudum, tek bir kırıntı bile boğazıma dizilecekmiş gibi geliyordu. Helen bana bakıyordu. Şaşıyordu belki de; çünkü ne yapsam yenemiyordum üzüntümü, yüksek sesle ağlayıp duruyordum. Helen yanı başıma, yere oturarak kollarını dizlerine sarıp başını kollarına dayadı, hiç sesini çıkarmadı. İlk konuşan ben oldum.
"Helen... Herkesin yalancı bildiği bir kızın yanında niçin duruyorsun?"
"Herkes mi dedin, Jane? Ne münasebet! Sana yalancı denildiğini yalnızca seksen kişi duydu. Dünyada yüz milyonlarca insan var."
"Bana ne o milyonlardan! Benim tanıdığım seksen kişi beni küçük görüyor ya... Sen ona bak!"
"Jane, yanılıyorsun. Bu konuda seni küçük gören tek bir kişi bile yoktur, buna inanıyorum. Birçokları da sana acıyorlardır."
"Mr. Brocklehurst'ün o dediklerinden sonra nasıl acırlar?"
"Tanrı değil ya! Hatta beğenilen, büyük bir adam bile değil! Kimsecikler sevmez onu burada; kendini sevdirmek için hiçbir şey yapmaz ki! O seni özellikle övüp, göklere çıkarsaydı burada birçok kişi sana, (gizli ya da açık olarak) düşman kesilirdi. Şimdi kızların çoğu, göze alabilseler, gelip senin derdine ortak olurlar. Belki birkaç gün pek yanına sokulan olmaz ama, içlerinde sana karşı gizli bir yakınlık var. Her zamanki gibi iyi bir insan olmayı sürdürürsen onlar da bu duygularını yakında gene ortaya vururlar... Hem de bu kez eskisinden daha açık olarak. Hem Jane... Başka bir şey daha var..."
Helen duralamıştı. Elimi onun eline vererek, "O neymiş, Helen?" diye sordum.
Helen parmaklarımı ısıtmak için ağır ağır ovuşturarak, "Bütün dünya senden nefret edip seni kötü diye tanısa bile senin kendi vicdanın rahat, suçsuz olduğu sürece hiç arkadaşsız kalmazsın," dedi.
"Yok... Kendi vicdanım rahat," dedim. "Bunu biliyorum ama, yetmiyor bu bana. Başkaları da beni sevmezse ben ölmeyi yaşamaya yeğ tutarım. Sevilmemek... Yapayalnızlık... Bunlara dayanamam artık, Helen! İnan bana; senden, Miss Temple'dan, gerçekten sevdiğim kişilerden biraz sevgi bulabilmek için kolumun kırılmasına bile seve seve razı olurum... Azgın boğaların boynuzuna atarım kendimi. Çifte atan atların ayağı altına gider dururum... Nalları göğsümü paralasa gam yemem..."
"Sus, Jane! İnsan sevgisini çok büyütüyorsun gözünde. Aşırı ateşlisin. Kendini tutmasını bilemiyorsun. Şu vücudunu yaratıp içine can koyan o yüce el senin için, kendi ölümlü varlığından ve senin gibi ölümlü olan öteki varlıklardan çok daha başka avuntular bağışlamıştır. Bu dünyanın, insanoğlunun dışında gözle görülmeyen bir dünya, bir de ruhlar tayfası var. Bu gizli dünya bizi dört bir yanımızdan kuşatmış durumdadır. O ruhlar da bizim başımızda nöbettedir; çünkü onlara bizleri koruma görevi verilmiştir. Bizler bu dünyada acıdan, utançtan ölsek bile, herkesin gözünden düşsek, lanetleri altında ezilsek bile, melekler bizim çektiklerimizi görür, masumsak bizim masumluğumuzu anlarlar. Örneğin, sen şimdi masumsun. Mr. Brocklehurst hiç düşünmeden, utanmadan çokbilmişlik etti. Mrs. Reed'den duymuş olduklarını söyleyiverdi. Oysa, senin duygulu bakışlarından, tertemiz alnından dürüstlük, içtenlik akıyor. Bu masumluğunun ödülünü göreceksin. Tanrı bizi iyice ödüllendirmek için ruhumuzun tenimizden ayrılmasını bekliyor. Öyleyse üzüntüye neden kaptıralım kendimizi, mademki ömür kısa, ölüm de mutluluğa giden bir yoldur?"
Buna karşılık vermedim. Helen beni yatıştırmıştı; gelgelelim bana verdiği huzurda anlatılmaz bir hüzün tortusu da vardı. O konuştukça içimi yas bürümüştü, ama bu yasın nedenini bilemiyordum. Konuşması bitince soluk soluğa kalmıştı. Kuru kuru öksürdü biraz. Bunu duyunca bir an için tasalarımı unutur gibi oldum, içimde ona karşı belirsiz bir kaygı duydum. Başımı onun omzuna yaslayarak kolumu beline sardım. O da beni kendine doğru çekti; böylece hiç konuşmadan durduk.
Biz böyle birbirimize sarılalı pek çok olmamıştı ki odaya bir başkası daha girdi.
Hızlanan rüzgârın kara bulutları itmesiyle ay ortaya çıkmış, pencereden içeri dolan ışığı bize de, yaklaşan karaltının üzerine de vurmuştu. Bunun Miss Temple olduğunu o saat tanıdık.
"Seni bulmaya geldim, Jane Eyre," dedi. "Odama gelmeni istiyorum. Madem Helen Burns de burada, o da gelsin."
Ayağa kalkıp dışarı çıktık. Müdirenin peşine düşerek kıvrımlı koridorlardan geçtik, bir de merdiven tırmanarak onun odasına vardık. Şömine harıl harıl ateş yanıyordu, odanın da iç açıcı bir görünümü vardı. Miss Temple, Helen Burns'ü şöminenin yanındaki alçak koltuğa oturttu, kendisi öbürüne oturdu, beni de yanına çağırdı. Başını eğip yüzüme bakarak:
"Fırtına dindi mi artık?" diye sordu. "Ağlayarak derdini boşaltabildin mi?"
"Bunun olanağı var mı?"
"Neden?"
"Haksız yere suçlandım da ondan. Şimdi siz, başkaları herkes beni kötü bileceksiniz."
"Davranışların nasılsa biz seni öyle bileceğiz, kızım. İyi bir çocuk olmayı sürdürürsen bizi hoşnut bırakırsın."
"Sahi mi, Miss Temple?"
Miss Temple kolunu omzuma dolayarak, "Sahi ya!" dedi "Şimdi söyle bana, Mr. Brocklehurst'un velinimet dediği hanım kim?"
"Mrs. Reed, dayımın hanımı. Dayım ölünce, beni de ona emanet etmiş."
"Demek kendiliğinden bağrına basmamış seni?"
"Hayır, efendim, istemeyerek yapmış bu işi. Hizmetçilerden kaç kez duydum: Dayım ölüm döşeğinde ona yemin ettirmiş bana ölünceye değin bakması için."
"Jane, belki bilirsin; bilmiyorsan da ben sana söyleyeyim, bir insana herhangi bir suç yüklendiği zaman, savunmasına da izin verilir. Seni de yalan söylemekle suçladılar. Elinden geldiği kadar savun kendini, dinliyorum. Doğru olarak anımsadığın her şeyi anlat ama, kendinden hiçbir şey katmadığın gibi hiçbir şeyi de abartma."
Kendi kendime yemin ettim. Son derece ölçülü konuşacak, her şeyi olduğu gibi anlatmaya çok dikkat edecektim. Söyleyeceklerimin birbirini tutması için bir an düşünüp kafamı toparladım, sonra çocukluğumun acıklı öyküsünü tümüyle anlattım. Heyecandan bitik olduğum için, bu hüzünlü konuyu işlerken ağzımdan sözler her zamankinden daha sakin çıkıyordu. Helen'in hınç, kin duyguları üstüne söylediklerini anımsıyor, öyküme her zamankinden daha az ateş, barut katıyordum. Böyle ölçülü, yalıtılmış olarak anlatılınca, başımdan geçenler daha akla yakın geliyordu Konuştukça Miss Temple'ın benim her sözüme inandığını seziyordum.
Bu arada geçirdiğim krizden sonra Mr. Lloyd'un beni görmeye gelişini de anlatmıştım; çünkü benim için hâlâ bir karabasan olan o kırmızı oda olayını hiç unutamıyordum. Bunu anlatırken kendimi tutamayıp heyecana kapıldığım da gerçekti; çünkü Mrs. Reed o çılgın bağışlanma isteğimi reddederek, beni o karanlık, hortlaklı odaya ikinci kez kapadığı zaman içime dolan acının, korkunun anısı hiçbir şekilde yumuşamıyor, sönükleşmiyordu.
Anlatacaklarım bitmişti. Miss Temple beni uzun bir an ses çıkarmadan süzdü. Sonra, "Mr. Lloyd'un adını uzaktan uzağa duydum," dedi. "Ona mektup yazacağım. Vereceği karşılık senin anlattıklarını tutarsa, seni yalancılık damgasından herkesin önünde kurtaracağım. Ama, benim gözümde sen daha şimdiden temize çıkmış durumdasın, Jane."
Kolunu omzumdan çekmeyerek öptü beni. Böyle, ona sokulmuş oturmak ne güzeldi. Onun yüzüne, elbisesine, üzerindeki birkaç süs eşyasına, o beyaz alnının iki yanındaki parlak buklelerine, ışıl ışıl gülümseyen o koygun gözlerine bakmak, bana çocukça bir kıvanç veriyordu.
Miss Temple sonra da Helen Burns'e dönerek "Sen nasılsın bu akşam, Helen?" diye sordu "Çok öksürdün mü bugün?"
"Pek her günkü kadar öksürmedim sanıyorum, efendim."
"Ya göğsündeki acı?"
"Biraz daha iyi."
Miss Temple ayağa kalkarak Helen'in elini tutup nabzını yokladı. Yeniden yerine dönüp oturduğu zaman hafifçe içini çektiğini duydum. Bir an dalgın durdu, sonra gene kendini toparlayarak neşeyle konuştu:
"Siz ikiniz de benim konuğumsunuz bu akşam," dedi. "Size ikramda bulunmam gerek."
Çıngırağı çaldı, içeri giren hizmetçiye, "Ben daha çayımı içmedim, Barbara," dedi. "Lütfen tepsimi buraya getiriver. Bu iki küçükhanım için de tabak, bardak koy."
Çok geçmeden çay tepsisi içeri getirildi. O parlak çay ibriğiyle porselen fincanlar, tabaklar, şöminenin önündeki küçük, yuvarlak masanın üzerinde ne de güzel duruyordu! Çayla kızarmış ekmeğin kokusu nasıl da ağız sulandırıyordu! Ama, ne yazık ki (karnım acıkmaya başlamıştı) tabağın üzerinde çok az ekmek vardı. Bunu Miss Temple da anlamıştı.
"Biraz daha ekmekle tereyağı getiremez misin, Barbara?" dedi. "Üç kişiye yetmez bu."
Barbara gitti, az sonra gene geldi.
"Efendim, Mrs. Harden diyor ki, gerektiği kadar göndermiş."
Şunu belirtmem gerek ki kâhya Mrs. Harden tam Mr. Brocklehurst'ün gönlüne göre bir kadındı: Yarı demirden, yarı korse kemiğinden yapılmış!
Miss Temple, "Zararı yok, Barbara, ne yapalım, biz de bununla idare ederiz artık," dedi. Barbara dışarı çıkınca da gülümseyerek, "İyi bir rastlantı olarak bugün elimde şu durumu kapatacak olanaklar var," dedi.
Helen'le beni masaya oturtup önümüze birer bardak çayla ince ama, nefis birer parça kızarmış ekmek koydu. Sonra kalktı, kilitli duran bir çekmeceyi açtı, içinden kâğıda sarılı bir paket çıkardı. Biraz sonra gözlerimizin önünde oldukça büyük bir susamlı çörek duruyordu.
"Size gece için bundan birer parça verecektim ama, mademki ekmeğimiz yetmeyecek, biz de şimdi yeriz," dedi.
Sonra çöreği cömertçe dilmeye başladı.
O akşam cennet taamı yedik, cennet nektarı içtik sanki! Cömertçe sunulan nefis yiyeceklerle açlığımızı giderirken ev sahibimizin yüzünde beliren tatlı gülümseyiş şölenimizin belki en tatlı yönüydü. Çay faslı bitip tepsi kalktıktan sonra gene şöminenin başına oturduk. Miss Temple, Helen'le benim aramdaydı. Helen'le konuşmaya başladı. Onların konuşmasını dinleyebilmek gerçek bir onurdu.
Miss Temple'ın davranışları hep öylesine dingin, hareketleri öylesine ağırbaşlı, konuşması öyle yalın ve inceydi ki onun yanında insanın heyecandan kendini unutması, coşması olanaksızdı. Onu seyredip dinleyenlerin duyduğu hayranlık her zaman çekingenlikle yoğrulur, gemlenirdi. Şu sırada benim de ona karşı olan tutumum böyleydi. Ne var ki, Helen Burns'ün karşısında afallayıp kalmıştım.
Cana can katan çayla çörek, şöminedeki parlak ateş, çok sevilen müdirenin varlığı Helen'in ruhundaki bütün cevherleri uyandırmıştı sanki. Şu akşama kadar hep kansız, soluk gördüğüm yanakları al al yanıyor, gözleri dalgın bir ışıkla parlıyordu. Ruhunun cevheri dışarı vurdukça Helen'in gözleri Miss Temple'ınkinden bile daha güzel olup çıkıyor gibiydi. Ne gözlerinin renginde, ne kirpiklerinin uzunluğunda, ne kaşının çizgisindeydi bu güzellik... Salt anlam, bakış, ifade güzelliğiydi.
Sonra, Helen'in ruhu dudaklarından da dışarı taşar gibiydi şimdi. Öyle bir dil dökülüyordu ki bu dudaklardan, kaynağı neresidir, bilemiyordum. Böyle saf, böyle coşkun, böyle parlak bir pınarı içine sığdırmaya on dört yaşında bir kızın yüreği yeter miydi acaba? Benim için unutulmayacak olan o gecede, Helen'in konuşmasını dinledikçe içime doğdu ki bu kız, başkalarının uzun bir ömür boyunca yaşadıkları hayatı kısacık bir süreye sığdırmaya çalışmaktadır.
Miss Temple ile Helen hiç duymamış olduğum şeylerden konuşuyorlardı: Tarih olmuş çağlar, uluslar, uzak ülkeler, doğanın keşfedilmiş ya da edilmemiş gizleri. Kitaplar üzerine de konuşuyorlardı. Ne de çok kitap okumuşlardı! Kafalarının içinde ne büyük bilgi hazineleri vardı! Sonra, birçok Fransız ismi, yazarı da yakından tanıyorlardı! Hele iş Latinceye gelince duyduğum şaşkınlık, hayranlık doruğuna ulaştı. Miss Temple, Helen'e, "Ara sıra biraz zaman ayırıp da babandan öğrendiğin Latinceye çalışıyor musun?" diye sordu ve raftan bir kitap indirerek Helen'e Vergilius'tan bir sayfa okuyup İngilizceye çevirmesini söyledi. Helen de onun dediğini yaptı. Arkadaşımın okuduğu her ahenkli cümle üzerine gözlerim biraz daha fal taşı gibi açılıyordu! Helen sayfayı daha yeni bitirmişti ki yatma saatini bildiren çıngırak çaldı. Gecikmek olmazdı. Miss Temple ikimizi de kucaklayıp bağrına bastı.
"Tanrı'ya emanet olun, çocuklarım!"
Helen'i biraz daha fazla bastı bağrına; biraz daha isteksizlikle bıraktı. Bakışları kapıya kadar Helen'i izledi; Helen için bir kez daha göğüs geçirdi. Gözlerinden bir damla yaş aktıysa bu da Helen içindi.
Yatakhaneye ulaşınca Miss Scatcherd'in sesini duyduk. Çekmeceleri gözden geçiriyordu. Helen'i sert bir azarla karşıladı, onun güzel katlamamış olduğu eşyalardan üç-beş tanesini ertesi gün omzuna iğneleyeceğini söyledi.
Helen buna alçak sesle, "Eşyalarım gerçekten de çok dağınık," dedi. "Niyetim düzeltmekti ama, unuttum."
Ertesi sabah Miss Scatcherd bir karton parçasının üzerine iri harflerle "Pasaklı" diye yazdı. Helen'in o iyilikle, zekâyla ışıldayan geniş alnına muska gibi sardı. Helen de bunu haklı, yerinde bir ceza sayarak akşama kadar sabırla hiç kızmadan taşıdı. Akşamüzeri Miss Scatcherd yatakhaneden çıkar çıkmaz Helen'in yanına koştum; alnındaki kâğıdı çekip kopararak ateşe attım. Helen'in duymadığı hınç, öfke bütün gün benim içimde yanıp tutuşmuş, kocaman, sıcak sıcak gözyaşları bütün gün yanaklarımı dağlamıştı; çünkü onun böyle yazgısına boyun eğişi benim içimi dayanılmaz bir acıyla dolduruyordu.
Yukarıda anlattığım olaylardan bir hafta kadar sonra Miss Temple, Mr. Lloyd'a yazmış olduğu mektubuna karşılık aldı. Eczacının yazdıkları da benim anlattıklarımı tutuyormuş! Miss Temple bütün okulu bir araya toplayarak Jane Eyre için ortaya atılan söylentileri incelettiğini, bunların tümüyle asılsız olduğunu bildirmekle mutluluk duyduğunu söyledi. O zaman öğretmenler elimi sıkıp beni öptüler, öğrenci arkadaşlarımın sıraları arasında da bir hoşnutluk mırıltısı dolaştı.
Böylece, bu ağır yükten kurtulmuş olarak yeni bir coşkuyla, her güçlüğü yenmek kararıyla çalışmalarıma sarıldım. Çok çalışıyor, çalıştığım ölçüde de başarı kazanıyordum. Belleğim yaradılıştan güçlü olmamakla birlikte, işlendikçe gelişti; çalışmak zekâmı da keskinleştirdi. Birkaç hafta sonra bir üst sınıfa geçmiş, iki aya varmadan da resim, Fransızca derslerime başlamış bulunuyordum. İlk resmimi çizmemle (bu bir köy eviydi, duvarları da, eğrilik bakımından Pisa Kulesi'yle yarışır gibiydi), Fransızca etre (olmak) fiilinin ilk iki çekimini öğrenmem aynı güne rastlar.
O gece yatağa girince, her zamanki eğlencemi, yani kafamda sıcak sıcak fırında patatesten, beyaz ekmekle taze sütten oluşmuş bir Barmecide şöleni canlandırmayı unuttum. Bunun yerine, kafamda, bundan sonra çizeceğim resimleri canlandırarak eğlenmeye başladım. Karanlıkta bunları gözlerimle görür gibiydim. Hepsi elimin emeği olan, rahatlıkla çizilmiş evler, ağaçlar, resim gibi kayalar, yıkıntılar, tarlada Cuyp'unkiler gibi inekler, henüz açmamış gül goncalarının üzerinde titreşen nazlı kelebekler, kırmızı kirazları gagalayan kuşlar, taze sarmaşık dalları arasında kuş yuvaları, yuvaların içlerindeki inci gibi yumurtalar. Sonra, kendi kendime, o gün Madam Pierrot'nun göndermiş olduğu küçük Fransızca bir öykü kitabını, acaba bir gün gelip İngilizceye çevirebilecek miyim, diye de düşünüyordum. Daha bu sorunun karşılığını veremeden uykuya daldım.
Süleyman Peygamber ne güzel demiş:
Sevgi dolu bir otamdaki sebze yemeği
Nefret dolu bir ortamdaki besili danadan yeğdir.
Şimdi artık bütün yoksunluklarına karşın Lowood Okulu'nu Gateshead Konağı'nın lüksüne, görkemine, dünyada değişmezdim.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro