31: Gerçek Düşman
Wooyoung erkenden kalkmıştı ve bir önceki geceyi hatırlayıp gülümseyerek kahkahalar atıyordu. Kendisi hariç tek uyanık olan Seonghwa'yla kahvaltı yaparken önündeki tezgaha eğilerek yüksek sandalyede ayaklarını sallıyordu.
"Garip bir şekilde neşeli görünüyorsun, hayırdır?" Seonghwa, sarışın adamı neşeli bir halde görmekten oldukça mutluydu.
"Ee, hiç," dedi elleriyle mahcup bir şekilde oynayarak.
"Eminim San'la bir ilgisi var..." dedi Seonghwa dalga geçercesine.
"Ne? Hayır! O nereden çıktı?"
"Derken?" Tereddüt ederek güldü. "İkinizin arasında neler oluyor? Yunho dün gece geç saatte sırtında uyuyan San'la geldiğini söyledi."
"Sen de mi duydun?" dedi Wooyoung sırıtarak. "Beni mutlu ediyor ve ilk kez, bu mutluluğu hak ettiğimi hissettiriyor. Başka ne diyeceğimi bilmiyorum."
Seonghwa'nın gülümsemesi yerini şoka bırakmıştı. Eğilip Wooyoung'un başını okşayınca karşılığında aldığı çatık kaşlı tepkiyle kıkırdadı. Wooyoung'un ağzı hala yiyecekle doluydu o yüzden dudakları yukarı doğru kıvrılırken yanakları çok sevimli gözüküyordu.
"Mutluluğu hak ediyorsun Wooyoung. Tanıştığımızdan beri hak etmediğini düşünmen ve geçmişin gölgesi yüzünden kedine zarar vermen beni resmen öldürüyor. Sonunda gölgelerin kaybolduğunu görmek ve benim ya da diğerlerinin veremediği ihtiyacın olan sevgiyi alabilmen mutluluk verici."
Wooyoung yemeğini yerken ağzının kenarlarındaki kırıntılarla yavaşça gülümsedi. Seonghwa'nın parıldayan gözlerine, kelimelere dökemediği düşüncelerini kendi gözleriyle yansıtabilme umuduyla baktı, hem geçmişleri için hem de gelecekleri için Seonghwa'ya sonsuza dek minnettar olacaktı.
"Hey, sırf mutluyum diye vıcıklaşmaya gerek yok!" diye dalga geçti Wooyoung. "Seni her an kovabilirim."
"En sevdiğin hyung olmadan nasıl yaşarsın?"
"En sevdiğim hyungum Hongjoong."
"Hain," dedi Seonghwa anında bozulan yüzüyle ve suçlarcasına yüzüne doğru elindeki chopstickleri uzattı.
Wooyoung kahkaha atınca utanarak bir eliyle ağzını kapattı, ayrıca uyuyanları uyandırmak istemiyordu.
Bu arada, onlardan uzakta küçük bir odanın verdiği güven içinde San, Wooyoung'un onun için bıraktığı notu yüzüncü kez okurken kıpkırmızı olmuştu.
Sabah uyandığında uykuya dalmadan önce hatırladığı son şey Wooyoung'un kokusu ve geniş omuzları olduğunu fark edince kalp atışları teklemişti. Üzerine bakıp kıyafetlerinin değiştiğini görünce kendinde değilken birisinin onu çıplak gördüğü düşüncesiyle biraz huzursuz hissetmişti.
Fakat sonra notu okumuştu ve içindeki tüm olumsuz duygular yerini tamamen büyük bir hayranlığa bırakmıştı.
Üzerimi değiştirdi.
Ve vücuduma bakmadı.
San kocaman gülümserken parmakları köprücükkemiklerinin üzerinde geziniyordu.
Ayrıca ne horluyor ne de salyası akıyordu. Nottaki tek sorun bunları yazmasıydı.
Yine de gülümserken not kağıdını cebine soktu ve tekrar aynada kendisine bakarak makyajını tamamladı. Anahtarlarını ve telefonunu kaptıktan sonra odadan çıktı.
Oturma odasına girdiğinde son gelen olduğunu fark edince utandı.
"Neden sürekli geç kalıyorsun?" dedi Yeosang el sallayarak.
"Kyaliçeler asla geç kalmaz, siz eyken gelmişsiniz," diyerek cevabı yapıştırdı San.
Etrafta Wooyoung'u ararken onu gülümserken yakalayınca San da gülümsedi. Sandalyesinde otururken çok güzel görünüyordu.
San tam ona doğru gidecekken Mingi kolundan çekiştirip yanına oturttu. Mingi'yle Jongho arasında geçen kimçi muhabbetine dahil olmadan önce Wooyoung'a özür dilercesine baktı.
☂︎
"Dün gece için teşekekküy etmek istedim," dedi San tereddüt ederek sessizce, parmaklarıyla tişörtünün etekleriyle oynuyordu.
Öğle arasında Wooyoung bir şey almak için hızla geçici ofisine gitmişti ve San bu sabah onunla konuşamadığı için hemen arkasından o da gitmişti. Kapıyı çaldığında Wooyoung kafasını kaldırmayınca San olduğundan daha da gerilmişti.
Ama sesini duyunca Wooyoung hızla ona bakmıştı.
"San! Ben- dün gece için mi? Güzel vakit geçirdim," dedi ve geldiği şey için işini hızla hallettikten sonra San'a doğru ilerledi.
"Ben de," dedi San utangaç bir şekilde. "Beni otele kaday taşımak için baya güçlü olmalısın."
"O kadar da ağır değilsin," dedi sırıtarak, kapısını kapatmadan önce önden geçmesi için San'a işaret etti.
"Ayyıca ben hoylamam ve ağzımın suyu akmaz."
"Aynen. Nereden biliyorsun?"
San kıkırdadı ve koluna vurdu, ortak alana geri dönerlerken koridorun boş duvarlara bakarak saçını geriye doğru attı. Bugün hava açıktı, Atina'nın krem rengi ve rengarenk binaları güneş ışınları altında parlıyordu.
Fakat ikisi de köşede bekleyip, gittikçe yaklaşan adımlarını dinleyen adamdan bihaberdiler.
İyice yaklaştıklarında adam beklediği yerden ileri doğru adımını attı, sanki yürürken köşeyi dönüyormuş gibi göstermişti kendisini.
Wooyoung'la yıllar sonra ilk kez düzgünce karşılaştığında onu hatırladığından daha uzun, büyük ve kaslı görünce sırıttı. Wooyoung onu henüz fark etmemişti, yanındaki adam hayranlıkla etrafına bakınırken Wooyoung da onu izliyordu.
Sırıtışı kayboldu ve çantayı tutan elini sıktı.
Wooyoung ve kendisini Wooyoung'a sevdirmiş olan yanındaki adam yanından geçmek üzereyken omuzlarını kastı. Tam yanlarına geldiklerinde kasten San'a çarptı, kendisi etkilenmezken San, Wooyoung'un refleks olarak hızla açtığı kollarına doğru tökezledi.
"İyi misin?" diye sordu Wooyoung şaşkınlıkla.
San kaşlarını çatarken hızla arkasına döndü. O adamın onu kasten ittirdiğinden emindi, üstelik adam hiçbir şey olmamış gibi uzaklaşıyordu.
"Hey!"
Adam gülümsedi, yürürken hala önüne bakıyordu. Başını çevirip omzunun üzerinden baktığında ardındaki iki adam için resmen yavaş çekim gibi gelmişti.
Çünkü San o yüzü bir yerlerde gördüğüne emindi ve Wooyoung ise o yüzün tam olarak kim olduğunu çok iyi biliyordu. Son gördüğünden beri biraz daha yaşlıydı ama o olduğuna adı gibi emindi.
Sarışın adamın benzi atarken midesi burulmuştu. Adamın köşeyi dönüp gözden kaybolmadan önce başını hafifçe sallaması tedirginliğini daha çok kamçılamıştı.
"Çok gayipti," diye söylendi San. "O adamı daha önce göydüğüme eminim."
"Gördün mü? Nerede?" Wooyoung gözlerini San'a çevirirken endişeyle alnı kırışmıştı.
"Bilmiyoyum... hatıylamıyoyum."
"Ortak alana geri dön," diye emir verdi hızla, zihninin en uzak köşesinde kalmış birisini aniden görüp bu kadar savunmasız yakalanması sersemletmişti.
"Şey... Olur, tamam... görüşürüz," dedi San ve tereddütle elini salladı ama Wooyoung ardına bile bakmadan onu koridorda tek başına bırakmıştı bile.
Wooyoung köşeyi dönüp adamı ararken sakin kalmaya çalışıyordu.
Kendi ofisinin camından bir siluet gördüğünde nefes alış verişi yavaşladı. Adamın sırtına tedirginlikle bakarken eli, belindeki kemere doğru ilerledi ve güven veren silahını kontrol etti. Elini indirdikten sonra ceketiyle üzerini kapattı ve sabit bir şekilde ilerledi ve kapının kolunu kavradı.
"Seni son gördüğüm beri baya büyümüşsün," dedi adam arkasını dönmeden, kapının yavaşça kapandığını duydu.
"Sen de iyice çirkinleşmişsin."
Boş bir kahkaha odanın içini doldurdu ama Wooyoung, adamın onu çoktan sinirlendirmeye başladığını hissedebiliyordu.
Damarına basmak çok kolaydı.
Her zaman kolay olmuştu.
"Neden burada olduğumu tahmin edemiyorsun sanırım?" Sırtı hala Wooyoung'a dönüktü, bir parmağını kitaplık raflarında gezdirirken ucunda biriken tozla oynadı.
"Yaklaşık on yıl önce sarhoş kafayla etrafta gezinip vakit öldürmekten başka yapacak işin yoktu. O zaman beri hobi edindiğinden şüpheliyim."
Atticus alaylı bir kahkaha atarken arkasına döndü.
"Hala hatırladığım gibi sinir bozucu derecede sivri dilli birisin."
"Hala tahmin edilebilir ve kolayca kuyruğuna basılabilir birisin."
"Seni küçük şerefsiz," dedi bir parmağını Wooyoung'a doğru sallayıp azarlarken. O sırada Wooyoung'un sandalyesini çevirdi ve pat diye oturdu.
"O senin sandalyen değil."
"Senin de değil. Bir süreliğine buradasın, öyle değil mi?"
Wooyoung derin bir nefes aldı, gözlerini sandalyesinde gevşeyen adamdan ayırmıyordu. Yıllar içinde oldukça değişmişti fakat davranışları hala aynıydı. Hala savunmacı ve çabuk öfkelenen birisiydi ama eline bulaşan tozu ya da kravatının altında gizlenmiş birkaç damla sıçramış kan lekesini umursamıyordu. Wooyoung'un kan damlalarına baktığını fark edince sırıttı, ayak ayak üstüne atmak için bacaklarını masanın üzerine koyarken tırnağının içindeki pislikle oynuyordu.
"San seni nereden biliyor?" Küçük, yeşil gözlerine baktı.
"Senin şu oyuncak oğlanı mı diyorsun? Daha önce bir yerlerde çarpışmış olabiliriz," dedi Atticus gülümseyerek.
Wooyoung'un yumruklarını sıktığını görünce gülümsemesi kahkahaya dönüştü.
"Kuyruğuna kolayca basılan kimmiş acaba?"
"Seni nereden tanıyor?" diye sordu tekrardan, sesindeki alaycı tını artık yok olmuştu.
"Ona sorman gerek. Ona seni aradığımı söylemiştim."
Wooyoung'un kaşları çatıldı. "Ne?"
"Macaristan'dayken, özellikle seni görmeye gelmiştim. Cidden unutmuş mu?" Atticus başını sallarken gücenmiş gibi duruyordu. "Kendine aptal birisini seçmişsin."
Wooyoung'un kısa tırnakları kendisini tutmaktan iyice tenine batıyordu; San'dan bahsetme şeklinden hiç hoşlanmamıştı. Fakat çok fazla tepki gösteremezdi, Atticus'un neden burada olduğunu bilmiyordu. Avrupa'daki gezisinden ayrıldıktan sonra ne o adamı ne de ardından bıraktığı diğer adamların hiçbirini görmemişti.
"Burada ne işin var Atticus?"
"Hayır, senin burada ne işin var Wooyoung? Gittiğin ülkelerde izini görmediğimizi mi düşünüyorsun? Ne yaptığını biliyoruz ve gerçekleşmesine izin vermeyeceğiz," diye hırladı, aynı zamanda alaylı gülümsemesi yüzünden silinmişti.
"Tüm konu bu mu yani?" Wooyoung kıkırdarken başını sallayarak yere baktı. "Beni durdurmak için ne yapacaksın, hm? Dövüşecek miyiz? Son seferimizden beri yeni öğrendiğim taktikleri görmek ister misin? Sana o zamanlar nazik davrandığımı görmüş olursun."
Atticus ters ters bakarken ardından sırıttı.
"Sanie dövüşmesini biliyor mu?"
Wooyoung'un sırıtışı silinirken Atticus'unki büyümüştü.
"Bana bak, korkak bir orospu çocuğu gibi beni, benim olanla tehdit etmeyi kes. San'ın fotoğraflarını gönderip Macaristan'da bana ateş eden kişi sendin, değil mi? Benim işime burnunu sokmayı kes, ben de senin hayatta kalmana izin vereyim."
"Hayır sarı çocuk, sen benim işime burnunu sokmayı keseceksin. On sekiz yaşındayken bir kere bu hatayı yaptın ve şimdi tekrar yapıyorsun. Sinirlenen sadece ben ve benim kartelim değil. Gittiğin her ülkedeki her bir çeteye, kartele ve mafyaya kafa tutuyorsun. Yaptığın şey resmen intihar etmek. Ah, bir de baban var, değil mi? Hepimiz aynı şeyi istiyoruz; engel olmadan işimize devam etmek. Belki bir de birkaç intikam almak."
Wooyoung yaklaştı ve bir elini masanın üzerine koydu. Kendisine doğru uzatılan parmağı görmezden gelip bu sabah aynı şekilde arkadaşının da şakalaşarak ona parmağını kaldırdığı anı hatırladı. Fakat şimdi sahne değişmişti, bu sefer parmağını kaldıran adam yüzünden sahne çirkinleşmiş ve tehtitvari bir hal almıştı.
"Eğer on üç yaşındaki ben seni yenebiliyorsa şimdi yenemeyeceğimi düşündüren şey ne?" diye sordu sessizce, sahip olduğu güç hoşuna gidiyordu, onu duyabilmek için nefesini tutmasını sağlıyor, böylesine öfkeli bir haldeyken nasıl bu kadar sakin kalabildiğini analiz ettiriyordu.
"Eh, sorduğuna sevindim," dedi Atticus sırıtarak ve ayağa kalktı.
Ceketinin düğmesini açtı ve çantasını aldı, masanın etrafında döndü, gözleri Wooyoung'un gözlerine kilitlenmişti. Genç adamın omzuna vurdu ve fısıldamak için eğildi.
"Çünkü sende daha önce olmayan bir şey var. Kaybedeceğin bir şey."
☂︎
Seonghwa, Wooyoung'un mesaj attığını ve günün geri kalanında ofisinde kalacağını söylediğini bildirdiğinde San'ın kaşları çatıldı.
Bir sorun olduğunu hissediyordu, gidip onu kontrol etmek istiyordu ama molaları bittiği için yapamazdı. Gidip onu görmek için bir bahane düşünebilirdi ama günün sonunda yapmaya karar vermişti.
Hepsi ayrılıp farklı görevlerini yapıyorlar, her zamanki gibi diğer insanlarla çalışıyorlardı. Yaptığı işin yanı sıra San o adamın kim olduğunu hatırlamaya çalışıyordu.
Onu korkutmaktan daha çok huzursuz hissettiriyordu; içinden bir his o adamın önemli biri olduğunu söylüyordu.
Birkaç dosyayı düzenlerken gözleri beyaz duvara dikilmişti, büzdüğü dudakları derin düşüncelere daldığını belli ediyordu.
Adam Koreli değildi ve her ne kadar onu Kore'de görme ihtimali olsa da daha çok Avrupa'da bir yerde karşılaştığını düşünüyordu. Sesli düşünerek daha önce bulundukları ülkeleri saymaya başladı.
Ve Macaristan'a geldiğinde aniden dikildi ve iç çekti.
"Jung Wooyoung'un tanıyor musunuz?"
"Eee... hayır."
"Öyle mi? Onunla birlikte iş seyahatine çıktığınızı sanmıştım."
"Şey... Siz kimsiniz?"
"Ben Adami Bey'in sekreteriyim. Jung Bey'e birkaç imzalanmış evrakı vermem için gönderdi beni."
"Tamam o zaman! Ben de onu bulmaya çalışıyordum, isterseniz benimle gelebili–"
"Hayır, sorun değil. Sadece ona burada olduğumu söyleyin."
"Adami Bey'in sekyeteyi buyada ne yapıyoy ki?" diye mırıldandı kendi kendisine, artık ellerinde kağıtların olmadığını, sadece havayı kavrayıp kutunun içine yerleştirmeye çalıştığının farkında değildi henüz.
"Ve neden selam veymedi? Biy dakika, neden hiçbiy toplantıya katılmıyoy? Eğey CEO'nun sekyeteyiyse o kaday önemli biy haftada oyada olması geyekiydi, değil mi?"
San düşünürcesine başını yana çevirdi. Odada işlerini bitirdi ve çıkmadan önce tüm istihbaratı topladı, hala o adamın yüzünü ve hepsini Wooyoung'a nasıl anlatacağını düşünmekten sersemlemiş haldeydi.
"Eminim önemliydi. Siktiy. Eski işimde neden hiç teyfi almadığımı şimdi anlıyoyum."
San birisine çarptığında aniden geriye doğru sıçradı.
"Ah, özür dilerim!" dedi İngilizce konuşarak, hızla dosyalarını daha sıkı kavradı.
Cevap gelmeyince bakışlarını kaldırdı ve gözleri kocaman oldu.
"Sen!" İç çekip adamı parmağıyla gösterirken zorla topladığı her şeyi ellerinden bırakmıştı.
Atticus sırıttı, önce göz ucuyla yere ardından San'ın parmak ucuna ve ardından yüzüne baktı.
"Sen Adami Bey'in sekyeteyisin, değil mi? Neden buyadasın?"
"Şimdi hatırladın mı beni?" Adım atarak yaklaşınca San'ın geriye doğru sakınmasına neden oldu. "Yakında beni bir daha asla unutamayacaksın."
San sessizleşirken tüm özgüveni yerini tedirginliğe bırakmıştı. Yavaşça etrafına ardından Wooyoung'un ofisine baktı ve tekrar neler olduğunu çözmeye çalışırken kaşları çatıldı.
"Tabii, git de ona bir bak. Küçük sevgilisine ihtiyacı olabilir," dedi adam başını sallayarak.
"Ben- sevgili mi? Kimin sevgilisi?" San soruları utançla sormuştu ama adam yürümeye başladı için cevap alamamıştı. "Hey! Onun sevgilisi olduğumu mu söyledin sen? O mu dedi? Öylece gidemezsin!"
Çaresizce adamın uzaklaşmasını izledi ve hızla ne dediğini hatırladı. Wooyoung'un ona ihtiyacı mı vardı? Panikleyerek tehlikede olabileceğini düşündü, sadece düşüncesiyle bile vücudunu acı kaplamıştı.
"Siktir," diye küfür etti endişeyle, çılgına dönmüş bir halde ofisine doğru giden yolda koşmaya başladı.
Bir saniye bile düşünmeden kapıyı açtı.
"Wooyoung!" diye bağırdı ve duraksadı.
Odada hakim olan gerginlik anında zihninde alarmlar çalmasına neden olmuştu.
Adamın sırtı San'a dönüktü, masanın üzerine koyduğu ellerini öyle çok sıkıyordu ki damarları belirginleşmiş ve kan dolaşımının durmasından bembeyaz kesilmişlerdi. Yüzünü göremiyordu, sadece bastırmaya çalıştığı her türlü duyguyu sırtlamaya çalışan omuzlarını görebiliyordu.
"Woo-wooyoung..." dedi San hafifçe kekeleyerek.
Az önceki bağırmasının aksine sakin çıkan sesi Wooyoung'un dikkatini çekmişti. Hızlı nefes alarak omzunun üzerinden baktı.
Yüzünü görmesiyle San'ın gözleri yaşardı, kalbi resmen parçalara bölünmüştü.
Çünkü Wooyoung tamamen çökmüş görünüyordu.
"Çık. Çık git San. Ben... canını yakarım. Özür dilerim. Lütfen çık," dedi hıçkırarak, tüm bedeni titrerken kırmızı gözlerinden öfkeli yaşlar süzülüyordu.
Çoktan panik olmadıysa bile her zaman kendisinin ve etrafındakilerin zarar gördüğü ruh haline bürünmesini istemediği için şimdi kesinlikle paniklemişti. San'ın kendisini böyle görmesini, incinmesini, korkmasını, ondan uzaklaşmasını kaldıramazdı. Bu yanından öylesine nefret ediyordu ki tüm benliğinden nefret etmesine sebep oluyordu ve çirkinliğini onu kafesleyen dört duvardansa herhangi birisinin görmesi tüm dünyasının yıkılması demekti.
San sessizce ileri doğru adımlayınca sarışın adam irkildi. Adımlamaya devam ediyor, yalvarışlarını ve çaresizliğini, ellerini sıkmaktan eklemlerinin üzerindeki açılan yaralarından yavaşça eline doğru akan kanı görmezden geliyordu.
"San, ciddiyim, tam şu anda buradan çıkman gerek. Lütfen, lütfen, lütfen... anlamıyorsun."
"Hiçbir yere gitmiyorum," dedi kendinden emin bir şekilde sessizce, sonunda yeterince yaklaşınca kollarını Wooyoung'un arkasından omuzlarına sardı ve sıkıca sarıldı. Kürekkemiklerinin ortasını öpüp başını tam oraya yasladı. Duvara dönük halde sarışın adamın yüzünü ondan saklamasına izin verirken, San'ın ona nazikçe sarılırken dudaklarından hıçkırıklar kaçıyordu.
"Biyine ihtiyacın olması çok noymal Wooyoung. Ben yanındayım."
Wooyoung hızla gözlerini kırpıştırırken düzensiz nefesleri başını döndürüyordu. Şiddet dalgası vücudunu kaplamaya başlamıştı ama tişörtünü sıkıca kavrayan iki küçük el onu sakinleştiriyor, aynı zamanda şu anda hangi kusurunu açıkça gösterirse göstersin ona güven verici, sıcak bir kucak sunuyordu.
Her şeyini olduğu gibi kabul eden birisine sahip olmak böyle mi hissettiriyordu?
Titreyen elinin yavaşça ona tutunan küçük ele doğru ilerleyişini izledi. Nazikçe kavradı, tehlike içinde olmasına rağmen onu bırakmayan küçücük elin, kocaman elinin altında kayboluşuna hayranlıkla baktı.
"Be-beni bırakmıyor musun? Gerçekten mi?" diye sordu oldukça sessiz bir şekilde.
San gülümsedi ve başını kaldırıp Wooyoung'un omzunun üzerine koydu.
"Asla."
________________________________________________
Ah san üzümlü kekim 🥹 hem heyecanlı hem de duygusal bi bölümdü. Ve bu bölümden sonra son dört bölümümüz kalmış oluyor 😖
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro