Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

26: Her Gün Tetikte

Hongjoong yüzüne su serpiştirirken San kıkırdadı.

Birkaç saat önce sonunda Yunanistan, Atina'ya varmışlardı. San, başı Yeosang'ın kucağında uyandığında nasıl o hale geldiğini bilememişti ama umursamamıştı da. Bahçesinde sütunların, bitkilerin, zeytin ağacından yapılmış mobilyaların ve Yunan tanrılarının heykellerinin bulunduğu kahvaltı dahil villaya giriş yaptırmışlardı ve öğle yemeklerini yiyebilecekleri güzel bir kafe bulmuşlardı.

Yemeklerini beklerlerken San ve Hongjoong meydanın ortasındaki su çeşmesiyle oynamaya isteklerine karşı koyamamışlardı. Diğerleri ise kafenin geniş balkon alanında, bir çeşit ince kumaş çatının altındaki gölgede oturuyorlardı.

Her şey çok sevimli ve klasik, hatta biraz romantik görünüyordu.

Wooyoung ve Seonghwa iyi olduklarından emin olmak için gözlerini sürekli diğer ikiliye çevirip duruyorlardı.

San suyun üzerinde yüzen bir yaprağı aldı. Parmaklarında döndürürken yüzündeki kocaman gülümsemeyle su damlalarının sıçrayışını izliyordu.

Çok sevimli.

"Kore'yi özlüyor musun?" diye sordu Hongjoong.

"Evet, en çok yemekleyi özlüyoyum. Yo, hayıy, en çok büyükannemi özlüyoyum."

Hongjoong, San'ın hala bebek gibi telaffuz edişine gülmesine engel olamadı.

"Onunla en son ne zaman konuştun?"

"Ee... Peyşembe. Sanıyım."

"Cuma günü olanları ona anlatacak mısın?"

San hızla başını hayır dercesine salladı. "Hayıy. Çok endişeniyley, onlayı daha fazla endişelendi-di-diymek istemem.

Hongjoong kahkaha attı. "Endişelendirmek?"

San somurturken başıyla onayladı. Normalde söyleyebildiği kelimeleri söyleyememek artık sinirini bozuyordu. Cidden sinir bozucu bir şeydi.

Yemeklerin geldiğini söylemek için onlara seslendiklerinde ikisi de arkaya baktılar.

Hızla zıplayıp masaya doğru ilerlediler.

San sandalyesine çökerken Hongjoong da aynısını yanındaki sandalyeye oturarak yaptı.

San tamamen dolu tabağına bakarken kokusunu içine çekerek dudaklarını yaladı. Izgara et, Yunan mezesi, zeytin ve dolmades ismini verdikleri yaprak sarmaları vardı.

Ve elbette bir bardak en sevdiği elma suyu.

Meyve sularını cidden çok seviyordu.

Ve eti. Eti ve meyve suyunu ve çikolatayı çok seviyordu. Hepsini ayrı ayrı tabii.

Bir saniye, belki de hepsini birlikte denemeliyim? Acaba tadı nasıl olurdu?

İlk fırsatımda deneyeceğim.

Mingi, tabak önüne konduğunda sesli bir şekilde inledi. Anında çatalıyla yemeğe dalarken kızarmış yüzüyle ona bakan Yunho'nun bakışlarından bihaberdi.

Wooyoung sırıttı ve Seonghwa'ya doğru eğildi. Seonghwa, sarışın adamın tek bir kelime söylemesine izin vermeden önce bakışlarını ona çevirmeden bir parmağını dudaklarına koydu ve ittirerek kendisinden uzaklaştırdı.

"Hayır. Sapıkça bir şeyler söyleyeceğini biliyorum ve inan şu anda hiç duymak istemiyorum, özellikle de yemek yerken."

Wooyoung somurttu ve sandalyesine geri yaslandı.

Yemeklerini yedikten sonra hepsi sıcak havanın ve güzel manzaranın tadını çıkarıyordu.

Wooyoung, San'ın aralıksız üç dakika boyunca ağzını doldurduğunu görünce karın ağrısı çekmemesi için onu yavaşlatmak zorunda kalmıştı. Çok aç olduğuna dair bir şeyler homurdanmıştı ama Wooyoung sertçe bir kaşını kaldırıp ona bakınca anında itaat etmişti.

San, Wooyoung'un emri üzerine zeytinlerini teker teker ağzına atarken mutlulukla hepsini çiğnedi.

Tecavüz anıları ve bahsi

"Anlıyorsun, değil mi? Senin iyiliğin için bunu yapıyorum çünkü seni önemsiyorum."

"Anlıyorsun, değil mi? Senin iyiliğin için bunu yapıyorum çünkü seni önemsiyorum."

San, duyduğu kelimeler zihninde yankılanmaya başladığında yemeyi bıraktı.

Büyüyen gözleriyle yemeğine bakarken saniyeler içinde İngilizce cümle zihninde Koreceye çevrilmişti.

Rahatsız bir şekilde yerinde kıpırdandı, aniden bir anksiyete krizi ve korku midesinin derinliklerinde kendisini belli ediyordu. Sanki tüm teninin üzerinde böcekler geziyormuş gibi hissediyordu. Elleri titremeye başlamıştı.

Bıçağı ve çatalı masaya koyarken olabildiğince normal görünmeye çalışıyordu.

Sesin nereden geldiğini görmek için arkasına baktı.

Daha önce gördüğü Amerikan bir aileyi gördü, çok da önemli bir şeyden konuşmuyorlardı.

Tabii telaffuz ettikleri zararsız İngilizce sözlerin San'ın o... olaydan önce duyduğu Korece sözlerle aynı olduğunu bilmiyorlardı.

Anılar aniden zihninde belirmeye başladığında küçük bir hıçkırık dudaklarından kaçtı. Hatıraları sanki en küçük detayıyla yazılmış bir romanın tüm ana konusunu gösteren hızlı bir film gibi gözlerinin önünde beliriyordu. Her ne kadar geçiştirmeye çalışsa da tekrar tekrar başa sarıyordu.

Sanki hepsi tam önünde yaşanıyormuş gibi oturduğu yerde irkilirken hepsi sadece zihninin bir oyunu olmasına rağmen bir türlü kaçış yolu bulamıyordu.

Gittikçe daha kötü bir hal alırken TSSB atağını daha fazla gizleyemeyeceğini biliyordu. İnce sesiyle tuvalete gideceğini söyleyip tuvaletin boş olmasını ve kimsenin onu takip etmeyeceğini umarak ayağa kalktı ve koşarak tuvalete doğru uzaklaştı.

İçeri girdiği anda kapıyı kilitledi ve sanki nefes almasına yardımcı olacakmış gibi elleriyle göğsüne vururken yere çöktü.

"Du-du-duy! Lütfen duy aytık!"

Yüzünü kapattığı ellerine doğru bağırırken yerde resmen cenin pozisyonuna girmişti.

Zihni, elleri bağlı geçirdiği korkunç bir haftanın farklı zamanlarına atlarken her seferinde irkiliyordu.

2017 yılının Ağustos 21'den 28'ine kadar olan koca bir hafta.

O zamandan beri dehşet içinde geçen her bir gün aynı korkuyu, paniği, şoku ve travmayı yeniden yaşatıyordu. Depresyon, anksiyete, terk edilme sorunu, ayrılık depresyonu ve travma sonrası stres bozukluğuyla baş başa kalmıştı.

O ana geri döndüğünü düşünüyordu ve bu onu öldüresiye korkutuyordu.

İç çekip titrerken o zamanki hisleri ve görüntüleri tekrar gün yüzüne çıkaran zihnine karşı savunmasızdı. Artık durması için yalvarıyordu.

Eller, eller, eller... üzerindeki eller onu kullanıp taciz ediyordu ve karşı koymak için hiçbir şey yapamıyordu. Korkmuş, aşağılanmış, çırılçıplak ve ihanete uğramış hissediyordu. Ve tekrar o zamanda, yatağa bağlanmış, ne yemek yemesine ne su içmesine izin veriliyor, sadece bir insana, bir çocuğa yapılabilecek en korkunç suçu işleyip ona bunu yedi gün boyunca yaşamaya zorunda bırakılıyordu.

Yine o andaydı ve ne kadar yalvarırsa yalvarsın onu bırakmayan farklı insanların altında kapana sıkışmıştı.

Kapının şiddetle sallanıp açıldığını görünce titremesi daha da arttı. Kendisini kollarının arkasına saklarken panik tüm vücudunu sarıp sanki tonlarca suyun altında boğuluyormuş gibi seslerin boğuk gelmesine neden oluyordu.

"San! Sanie, sorun yok, ben Hongjoong." Kapıyı kapattı ve arkadaşına doğru koşup yanına çöktü.

San, yanına yaklaşan kişinin bulanık hatlarını görünce çığlık attı.

Hongjoong, San'ın ona dokunmasına izin vermediği, hatta yanına yaklaşmasıyla bile bağırıp ağladığı için şiddetli bir travma atağı geçirdiğini biliyordu. Bazı seferler atak sırasında arkadaşlarının, büyükannesinin ya da büyükbabasının yardım için ona dokunmalarına izin veriyordu ama bu seferki çok daha kötüydü.

Artık net göremeyen San'ın gözlerinde herkesin ona zarar verme amacı vardı.

Hongjoong, eğer yaklaşırsa daha çok kötüleşeceğini biliyordu. O yüzden yaşlarla dolmuş gözleriyle geriye doğru uzaklaştı ve çaresizce oturup göğsündeki acı ve boğazındaki yumruyla ses çıkarmamaya çalıştı.

San'ın nefes alış verişleri derindi ama yine de ciğerlerine yeterli oksijeni almıyordu.

Öyle bir titriyordu ki bedeni istemsizce geriye doğru gidiyordu.

Kıyafetlerinden ve sert fayans taşlarından hariç vücuduna dokunan her şeyle daha da inildiyor, sakinleşmenin eşiğine gelmişken her şey tekrar başa sarıyordu.

Vücuduna işkence edilip teni yanarken çığlık atıyor.

San, etrafına koyulan ütü ve ısıtıcıların anısıyla iç çekti. Eğer çok fazla karşı koymaya çalışırsa onlara çarpacak ve kendisini yakmış olacaktı.

Karnı açıklıktan, boğazı susuzluktan, teni yanıklardan, bedeni tecavüzden, kalbi ihanetten, benliği pişmanlıktan ağrıyordu. Çok fazla canı yanıyordu.

Acı içindeki anılarla titrerken tuvaletin köşesinde kıvrılmıştı. Hiçbirini tekrar hissetmek istemiyordu ama o anda tekrar başa saracağından çok korkuyordu.

"Beni izle seni aptal sürtük."

Sanki her şey gözlerinin önünde gerçekleşiyormuş gibi onlara bakmamak için göz yaşlarının izleriyle dolu kırmızı yüzünü elleriyle kapattı.

"H-Hongjoong hyung! Hongjoong hyung!" diye bağırdı San, kapalı gözleriyle ellerini ona tutunmak istercesine ileriye doğru uzattı.

Hongjoong anında ileri koşup yanına geldiğinde yavaşladı. Çoğunlukla neşeli ve enerjik arkadaşını böylesine dehşete kapılmış bir halde görmeye dayanamadığı için neredeyse o da ağlayacaktı ama kendisini zor tutuyordu.

Nazikçe San'ı kaldırıp sırtını soğuk duvar yerine kendi göğsüne yasladı. Kollarını etrafına sardı ve bacaklarının arasında uzanmasına izin verirken parmaklarını gür ve yumuşak saçlarına daldırıp okşarken öne arkaya doğru yavaşça sallanıyordu.

"H-h-hyung! O-onlayı göydüm, bu-bu-buydalay!"

"Hayır değiller bebeğim, sadece atak geçiriyorsun, unuttun mu? Burada değiller, sadece sen ve ben varız," diye fısıldayarak konuştu Hongjoong ve San'ın alnının yanından birkaç kez öptü.

"Koykuyoyum, koykuyoyum!" San hıçkırarak iç çekerken Hongjoong'un kucağına doğru daha da sokuldu.

"Biliyorum, biliyorum. Sadece bana sarıl, ben seni korurum, tamam mı? Ben varım ve kimsenin benim Prenses Sanie'mi incitmesine izin vermem," dedi Hongjoong, ne zaman kötü bir gün geçirse kendisi için kullanmayı sevdiği o ismi söylemişti ona.

"Prenses San'a neler oluyor anlat bakalım!" "Endişelenme, Prenses Sanie yardımına koşar." San'ın ne kadar sevimli ve destekçi olduğunu hatırlaması Hongjoong'un göğsünü sıkıştırıyordu.

San başıyla onayladı. Arkasına döndü ve yüzünü Hongjoong'un boynuna gömüp kollarını beline sardı.

San ara sıra başını Hongjoong'un çenesinin altından çıkarıp etrafına bakarak hala güvende olup olmadığını kontrol ediyordu. En küçük bir ses bile onu ürkütüp sıçramasına sebep oluyordu, o yüzden Hongjoong onu nazikçe sarıp olabildiğince yakınında tutuyordu.

Uzun bir süre almıştı ama en sonunda San tamamen sakinleşmişti. Oldukça sarsılmıştı ama en azından artık sakindi.

Artık ne ağlıyor ne de nefessiz kalıyordu. Zihni ise artık Kore'de, o evde değil arkadaşlarıyla birlikte Yunanistan'da iş gezisinde olduğunun farkındaydı.

"Ö-özüy dileyim hyung," diye fısıldadı San.

"Özür dileme San, senin bir suçun yok." Hongjoong yanaklarındaki yaşları sildi, San'ın ihtiyacı olduğu kaya gibi sert bir dayanak olmak istiyordu.

"Diğeyleyi gayip olduğumu mu düşünoy?"

"Öyle düşünmediklerini biliyorsun."

"Ama... bu çok utanç veyici."

"Mingi'nin klostrofobisi ve anksiyetesi yüzünden utanmasını ister miydin?"

"Hayıy..."

"Bipolar olduğu için Yeosang'ın utanmasını ister miydin?"

"H-hayıy!"

"O zaman sen neden ataklarından utanıyorsun?"

San sessizleşirken parmaklarıyla oynuyor ve Hongjoong'un kalp atışlarıyla sözlerini dinliyordu.

"Bebeğim, utanılacak hiçbir şey yok. Kimse seni suçlayamaz, suçlamıyor da. Ağır bir travma geçirdin, cehennemi yaşadın, elbette bunun etikleri devam edecek, bunda hiçbir sıkıntı yok. Hatta tamamen normal. Travmanın üstesinden gelmek için yaptığın şeylerden gurur duyuyorum. Bunu biliyorsun, değil mi?"

San burnunu çekip kollarını etrafına sardı.

"Te-teşekküy edeyim."

"Sorun değil," dedi Hongjoong üzgün bir şekilde gülümseyerek ve San'ı tekrar boynuna doğru çekti.

"Bu arada Seoghwa ve Wooyoung hariç diğerleri gitti, biraz rahatlamak isteyebileceğini düşündüler," diye bilgilendirdi Hongjoong sessizlikle geçen birkaç dakikanın ardından.

San inledi. "Diğey ikisi neden kaldılay?"

"Belki de en son ikimiz kaldığımızda benim neredeyse öldürülüp senin de kaçırılacağın içindir."

"Ah. Unuttum. Çok komikti."

Hongjoong kıkırdadı. "Tabii. Dışarı çıkmaya hazır mısın yoksa biraz daha kalmak ister misin? Bana her türlüsü uyar."

"Aytık iyiyim," dedi San ve Hongjoong'un boynundan çıkıp hafifçe gülümsedi.

"Emin misin?"

"Evet. Eminim."

San yavaşça ayağa kalktı, sanki ilk kez yürüyen yavru ceylan gibi bacakları titriyordu. Önce Hongjoong'un kolundan tutundu, ardından elini kavradı.

"Seonghwa ve W-Wo-Woyoung şe-şeyle ilgili soyu soyaylay mı?"

"Eminim sormazlar."

San başıyla onayladı ve çıkışa doğru Hongjoong'u takip etti. Başını eğik tuttu.

Dışarı çıktıklarında derin bir nefes aldı, ciğerlerini dolduran temiz havanın tadını çıkarırken başının döndüğünü ve yorgun olduğunu hissetti.

Hongjoong'un onu Seonghwa ve Wooyoung'un olduğu yere doğru götürdüğünü tahmin etti. Başını kaldırmadığı için bilmiyordu.

Hongjoong ikisine attığı bakışla olay çıkarmamalarını ya da hiçbir şey sormamalarını ima etti ve Wooyoung tereddüt ederek onayladı. San'ı sakinleştirip neler olduğunu çok fena öğrenmek istiyordu ama eğer konuşmamak onu mutlu edip rahat ettirecekse ağzını bile açmayacaktı.

"Ee... diğerleri şehri gezmeye gitti. Sen de gezmek ister misin yoksa villaya mı dönmek istersin?"

San sessiz kalırken sadece omuzlarını silkti.

"Otele gidelim, olur mu? Oyun oynar ya da film izleriz," dedi Hongjoong heyecanla, San'ı az da olsa neşelendirmek istiyordu.

"Tamam!" diye şakıdı San da, oyundan bahsedildiğini duyunca sonunda kafasını heyecanla kaldırmıştı.

Wooyoung, San'ın kendine geldiğini görünce gülümsedi. Fakat villaya dönerken Hongjoong'la el ele tutuşarak gittiğini görünce kaşları tekrar çatıldı.

Endişeliydi.

Stres ya da sinirden kaynaklı anksiyete krizi olabilir mi? Ya da daha mı ciddi? Yarım etmek için ne yapabilirim? Her ne olduysa ya tekrar olursa? San gerçekten iyi mi?

Onun canını yakan şeyin ne olduğunu bilmeden Wooyoung onu nasıl koruyabilirdi?

San'la ilgili bildiklerinden çok daha fazlası vardı.

Ve onu tanımak istiyordu.

Her şeyiyle.

_______________________________________________

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro