27. Bölüm
Hoş geldiniz ❤️
Bölüm biraz kısa gelebilir. Benim için yorucu ve yoğun bir haftaydı. Bölümü devam ettirsem ya sahneler yarım kalacaktı ya da yetişmeyecekti. Bu yüzden bu haftalık af diliyorum sizden.
Bölümler arasındaki oy farkı fazlalaşmaya başlıyor. Eğer çevrimdışı okuduysanız hikayeyi dönüp oylamadığınız bölümleri oylar mısınız lütfen?
Sizi seviyorum.
Keyifli okumalar dilerim ❤️
💫
"Baba..." dedim kan bulaşan parmaklarımı ona çevirdiğimde.
"Bana bir daha baba demeyeceksin! Senin baban ben değilim!"
💫
Daha önce hiç korkunç olan ama salt gerçeklikten ibaret olaylarla yüzleşmemiştim. Şansıma yüzleşeceğim iki olay da art arda yaşanmıştı ve beni çaresizliğin tam orta yerine bırakıp yanımdan kaçarcasına uzaklaşmıştı.
Yere çökmüş, dizlerimin üzerinde kanayan dudağıma elimi bastırarak babama bakıyordum. Ona baba dediğimde sinirden deliye dönen adama gülümseyerek baktım. Gözlerimdeki minnet duygusunu yakalaması lazımdı. Gerçek bir insan olduğu için duygularından kendisini tamamen kopartmadığı için ona minnettardım.
Başımı çarpışımın etkisiyle sızlamaya başlayan yere diğer elimi koydum. Bir elim dudağımda bir elim başımda çaresizce babam sandığım kişiye bakıyordum. Onun nefreti, annemin ağlaması, Sinem'in şaşkınlığı bir kenarda dururken ben dişlerimi göstererek gülümsüyordum.
Artık eşittik. İkimiz de birbirimizi sevmiyorduk. Hayatımı bir yalan üzerine kurduğum noktaya içerlemem gerekirken ben sadece gülümsemekle yetiniyordum. Sorular sıralamam gerekiyordu. Babamın kim olduğunu sorup bir cevap almam gerekiyordu.
Ama ben o soruların cevabını merak etmiyordum.
Merak ettiğim tek bir şey vardı. Gerçek babam birilerini sevebiliyor muydu?
Babam üzerime doğru bir adım attığında annem çığlık atarak koluna yapıştı ve var gücüyle babamı geriye doğru savurdu. Ardı ardına sıraladığı küfürleri öylesine içten söylüyordu ki dudaklarının arasından saçılan tükürükleri görebiliyordum.
Sinem yanıma geldi. Elini uzattı. Gözümün ucuyla ona baktığımda gözlerinden akmaya başlayan yaşları gördüm. Elini uzanıp tutacağım esnada annemin çığlığıyla üzerime doğru gelen tehlikeyi fark ettim.
Fark etmem bir değişiklik yaratmayacaktı. Dizlerinin üstünde çaresiz ve savunmasız bekleyen bir kız çocuğuydum. Sinem'in ikinci yaş gününü kutladığımız zaman da dizlerimin üzerine çöküp babama hem kırgın hem de gülümseyerek bakmıştım. En güzel doğum günlerinin benim olacağını sanıyordum. Sinem yerimi almıştı ve her sene giderek güzelleşen yaş günleri sunulmuştu önüne. Ben, her sene aynı bakışla babama bakmıştım. Dizimin üzerinde olmadan ama aynı kıskançlığı yaşayarak.
Sinem, üzerime doğru gelen babamı gördüğünde hızlı bir hareketle önüme geçti ve kollarını iki yana açtı. "Ben senin çocuğun muyum?" diye sordu.
Başımı yere eğdim, gözlerimi yumdum ve beklemeye başladım. Aynı kaderi paylaşmamalıydık. Sinem'in toparlanamayacağını biliyordum.
Sen toparlanabilecek misin Rüya?
Sinem onları seviyordu. Benim sevmeyişim ilk kez bir işime yaramıştı. Toparlanmanın yolu bulunurdu. Bulamasam bile bir şekilde üstesinden gelmeye çalışırdım.
"Çocuğumsun, kızımsın, sen benim bir parçamsın." dedi.
Ben, onun bir parçası değildim. Bana olan kayıtsız davranışları da söz verdiği kişi de anlam kazanmıştı. Benzememden korktuğu kişinin kim olduğunu spesifik bir şekilde tanımlayamasam da artık tahmin edebiliyordum. Babam kimse onu kastediyordu.
"Baba," diye seslendim dalga geçercesine. Ciğerimden kopup feryat etmek isteyen çığlıklarımı yutmaya çabalıyordum. "Benim babam kim?"
Başımı yukarı kaldırıp yüzüne baktım. Gözlerinden bana doğru süzülen ateş bir form haline bürünse beni anında yakıp küle çevirebilecek güçteydi. Cevap vermeden başını anneme çevirdiğinde ben de onun bakışlarını izleyerek anneme döndüm. Gözlerinden süzülen yaşlara dudaklarından kaçan hıçkırıklar eşlik ediyordu.
Başını sallamaya başladı. İki yana doğru hareket ettirdiği başını sabit tutup gözlerine bakmak, bağırarak sorumu tekrarlamak istiyordum. Benim babam neredeydi?
"Bilmiyorum." dedi kekeleyerek.
Anlık bir refleksle nefesimi tuttum. Bilmemesi mümkün müydü? Babam ile evlilik tarihleri belliydi. Ben henüz doğmamıştım. Annem ne yaşamış olabilirdi ki babamın kim olduğunu bilemeyecek kadar?
"Anne?" diye seslendim son gücümle. Dizlerimin üzerinde doğruldum ve ayağa kalktım. Göz temasımız kurulduğunda başını tekrar iki yana salladı.
"Bir daha sakın!" dedi babam. Sağ elinin işaret parmağını sallıyordu. "Sakın bize anne ya da baba demeyeceksin!"
Bu sefer başını iki yana sallayan, ağlamasına hıçkırıklarının eşlik ettiği kişi ben oldum.
Mümkün değildi. Ben anneme benziyordum. O benim annemdi. Sinem babama benziyordu mesela. Ben annemin çocuğuydum.
"Ben annemin çocuğuyum." dedim düşüncelerimi dile getirerek. "Ben onun evladıyım."
Sinem sabahın köründe tartıştığımız konunun gerçekliğine hayret ederek babama sesleniyordu. Babamın onu görmezden gelmesi nereye kadar devam edecekti bilmiyordum.
"Baksana!" dedim bağırarak. "Bak, anneme benziyorum ben."
Önce parmaklarım saçlarımın ucuna değdi. Arkasından işaret parmağım gözümü gösterdi. Burnumdaki kıvrıma kadar annemden almıştım. "Ben annemin çocuğuyum!" diye bağırdım.
Onaylaması için anneme baktığımda gözlerindeki boş bakış birkaç adım geriye çekilmeme sebep oldu. "Sinem?" dedim.
"Sinem, ben annemin çocuğuyum."
Gözlerinden akan yaşları silmeyi bırakıp ellerini iki havaya kaldırdı kardeşim sandığım genç kız. İkilemde kaldıktan sonra "Evet," dedi ve babama baktı. "Ablam o benim."
Sesindeki titreme aslında çok şey anlatıyordu. Birincisi, ben onun ablası değildim. Eğer ablası olsaydım annem şimdiye kadar buna dair bir şey söylerdi. İkincisi, o da benim bir yabancı olduğumu düşünüyordu. Aynı evde yıllarca yaşayıp, kendimizi gerçekten kardeş bilirken bu duyguyu tatmamıştık. Birbirimizden hep uzak olmuştuk. Resmi olarak kardeş değil aynı evde büyümüş iki yabancıydık.
Üstelik benim babamın kim olduğu bilinmiyordu...
"Anne?" dedim aynı az önce babama seslendiğim çaresizlikle. "Benim annem kim?"
Korkarak sorduğum soru evin içindeki tüm sesleri bıçak gibi kesti. Bakışlarım annemle babamın üzerinde sabırla gezinmeye başladı. Birbirlerine baktılar. Annem, gözleriyle anlatıyordu hayat arkadaşına derdini.
Babam da onun çocuğu değildi. Babam da önceden bir yabancıydı. Bana da bakışlarıyla bir şeyler anlatabilirdi. Ben yabancı değildim ki. Beni, annem büyütmüştü. Onun aldığı kıyafetleri giymiş, onun yedirdiği yemekleri yemiştim. Minicik elimden tutup beni gezdirmişti. Hayatı öğretmişti.
Bisiklet sürmeyi, koşmayı, kalem tutmayı, okumayı, farklı bir dili... Bana her şeyi karşımda duran bu kadın öğretmişti. Annelik en çok da paylaşmak ve öğretmek değil miydi? Annemdi o benim.
Benim suratımdan yirmi sene önde olan suratına baktım. Annem bana her şeyi öğretmişti de sevmeyi öğretememişti. Belki sevmeyi de öğretmek için çabalasaydı biz bugün bu olayları yaşamayacaktık. Babam, sahte sevgisiyle beni kandırmaya devam edecekti. Sinem, huysuz ama yer yer her şeyim olan kız kardeşim olmaya devam edecekti. Annem de benim annem olacaktı.
Ben sevmeyi elime yüzüme bulaştırıp tüm varlığımı kaybedeli bir saat ya olmuştu ya olmamıştı.
Ben sevememiştim.
Babamın beni sevemediği gibi.
Ben sevememiştim.
Annemin beni sevemediği gibi.
"Anne?" dedim tekrar. Cevap vermekten kaçamazdı. Birinin bana gerçekleri anlatması gerekiyordu.
Derin bir iç çektiğini duyduğumda içimde bir miktar kalan umudum da yerle bir oldu. Annem, annem değildi.
"Rüya." dedi ve sustu.
Sorgulu bakışlarıma da karşılık vermedi. "Annem kim?" diye sordum tekrar.
"Rüya." diye yineledi.
"Annenin ismi Rüya."
Bana annemin ismini mi vermişlerdi? Dudaklarım aralandı, arasından fırlayıp gidecek cümleler babamın sert bakışına takıldı. Montunu eline alıp kapının koluna uzandı ve "Bugün sondu." dedi anneme. "Artık tahammülüm kalmadı. Saçma sapan vedalaşmanızı yaşamak için yarım saatiniz var. Döndüğümde bu kimden peydahlandığı belli olmayan piç burada olmayacak."
Duyduklarıma inanamadım. Babam, yirmi yıldır benimle ufacık bir bağ bile kuramamıştı. Sanki dakikalar önce tanışmıştık ve ben onun nefret ettiği biri olmuştum. Rahatlıkla kurduğu cümleyle anneme döndüm. İtiraz etmeliydi.
Nereye gidecektim ki?
Annem sadece başını sallamakla yetindi. "Tamam. Gidecek." dedi.
Annem de benimle bağ kurmamıştı.
Sevgi dolu bir ailenin içinde büyüdüğümü düşünmem sadece zihnimin bana oynadığı oyundu. Ben aslında hiç sevilmemiştim.
Sevginin ne olduğunu öğrenmeye çalıştığım rol modellerim bana karşı bu hissi hiç beslememişti.
"Cebine koy bir miktar para defolsun gitsin." dedi babam. Ben orada değilmişim gibi konuştuktan sonra da kapıyı sertçe çarparak çekip gitti.
Kapanan kapının ardından hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığımda dizlerimde derman kalmadığını fark ederek yere çöktüm. Sinem, yanıma oturup elini koluma koydu. Sarılabilirdi. Sarılmayı tercih etmemişti.
Ben onun ablası değildim ki.
Sarılmazdı.
Anneme baktığımda onun da babamın gidişiyle rahatlıkla ağlamaya başladığını gördüm. Neye ağlıyordu? Babamın gitmesi miydi problem yoksa benim gidecek oluşum mu?
Rüya, artık yapayalnızsın.
"Değilim." diye fısıldadım. Annem varmış. Babamı da bulurdum. Yalnız değildim. Dünyaya tek başıma gelmemiştim ya sonuçta. Yalnız değildim.
Giray düştü aklıma. En azından bu gecelik amcamlara gidebilirdim.
Rüya, o adam senin amcan değil. Giray ve Aslı da senin kuzenin değil.
"Kim benim annem?" diye sordum korkarak. Adını benimle paylaşan ama yirmi yıldır ortada olmayan annemin kim olduğunu öğrenmem gerekiyordu.
"İsmi Rüya." dedi annem. Yutkundum. Rüya...
"Kim?" diye sordum tekrar. İsmini öğrenmek bana hiçbir şey katmıyordu. Elimde bir isimle yola çıkamazdım. İsmi, adresi, numarası... Elinde bir şey olmak zorundaydı ve bunu bana vermeliydi.
"Rüya Okur." dediğinde kaşlarımı çatarak ona baktım. Sinem'in yüzünde de beliren şaşkınlık annemin daha çok ağlamasını sağladı.
Rüya Okur...
Annemin kızlık soyadıyla aynı soyadı taşıyordu.
"Akraban mı?"
Başını aşağı yukarı salladı ve ellerini birleştirip kalbinin üzerine koydu. "Çok yakından akrabam." dediğinde ellerimin yardımıyla yanaklarımı kuruladım.
"Kim o anne?" dedi Sinem. Sormaya cesaret edemediğim soruyu dillendirdiğinde pür dikkat anneme baktım.
"Teyzen."
Sinem, bakışlarını yavaşça bana çevirdi. Bozulan sinir sistemimle kahkaha atmaya başladım. "Yani sen benim teyzem misin?"
Gülümseyişim yüzümde dondu. "O yüzden sana o kadar benziyorum."
Taşlar tek tek yerine oturuyordu. Oturmasaydı, şaka olsaydı.
"Tek yumurta ikizi olarak geldik dünyaya."
"Anne neden bir teyzemiz..." dedi Sinem ve sustu. "Teyzem olduğunu söylemedin?" diyerek kendini düzeltti.
"Söyleyemezdim. Söylersem, görüşmek isteyebilirdiniz."
İki elimi yumruk yaptım. "Yani sizin yalanınız ortaya çıkmasın diye sen bize kendini kimsesiz olarak mı tanıttın?"
Bildiğimiz kadarıyla anneannem ve dedemden başka bir akrabası yoktu ve onlar da vefat etmişti. Bir kardeşinin olduğunu hiçbir zaman duymamıştık.
"Annem, teyzem her kimse o nerede?"
"Olayı başından dinlemek istemiyor musun?" dediğinde güldüm. "Bana sorduğum sorunun cevabını verecek misin?"
Başını salladı ve "Zamanımız az kaldı. Sinan geri dönecek." dedi.
"Ablamı gerçekten yollayacak mısın anne?"
Cevap gelmedi. Soluksuz anlatacağı o maceranın en başına döndü ve her şeyi tek tek anlatmaya başladı.
"Rüya, yani annen..." onun annem olduğunu söylerken zorlandığı belliydi.
"Sinan ile ben evleneli bir sene olmuştu. Dedeniz hayatta değildi. Anneanneniz de çok hastaydı. Son günleriydi artık. Bir gün Rüya beni aradı. 'Yetiş!' dedi. Yetiştim. Gittim yanına."
Alt dudağını ısırdı. Elleri titremeye başladı.
"Rüya'nın tüm gençliği psikolojik tedavilerle geçmişti. Babamı kaybettikten sonra dikiş tutturamadı hiçbir şeyde. Başlarda depresyon diye düşündük. Geçeceğinin hayalini kuruyorduk. Bir süre klinikte yattı. Klinikten çıktıktan iki ay sonra yetişmemi istedi yardımına. Yetiştim de. Sana hamileymiş."
Yutkunmak istedim ama yutkunamadım. "Neden klinikte yattı?" diye sordum.
"Birkaç şey söylediler. O zaman da anlamamıştım. Gözlem altında tutulup ilaç tedavisi uygulanması gerekiyordu. Ses çıkartmadık. Sana hamile olduğunu fark ettiğinde sen iki aylık olmuştun. Doğurmak için diretti. Aldır dedik, aldırmayacağını söyledi. Nihayetinde seni doğurdu."
Annem benim için savaşmıştı. Ama yoktu. Savaştığı kızının yanında değildi. Çocuğumu sevebilirim umuduna tutunuyordum hep. Annem beni sevememiş miydi?
"Sana hamile olduğu dönemde durumu her geçen gün kötüye gitti. Seni doğurana kadar tedaviye götürmedik onu. Bizim suçumuzdu belki de. Seni doğurduğu gün, kliniğe götürdük. Şizofreni teşhisi koydular."
Gözlerim mümkünmüş gibi sonuna kadar açıldı.
"Seni babanla bizim çocuğumuz diyerek nüfusumuza aldık. Kısa süre içerisinde de yaşadığımız yerde varlığın duyulmadan bu mahalleye geldik. Baban başlarda karşı çıktı. İstemedi. Sen evin içinde gülüp, kahkahalar attıkça ısındı sana. Üç sene sonra da Sinem doğdu. Senin bizim çocuğumuz olmadığın anlaşılmasın diye o kadar üstüne düşüyorduk ki Sinem'e çok daha fazla tolerans göstermek zorunda kaldık."
Bakışlarımı Sinem'e çevirdim. Şaşkınlıkla dinliyordu.
"Sinem büyüdükçe baban senden tamamen koptu. Yıllardır tek korkusu senin de annene benzemendi. Eğer ona benzersen, onun gibi olursan diye çekiniyordu. Ama senin yaptıkların, bizim laf etmediğimizi iddia ettiklerin bizim evliliğimizi sıkıntıya düşürdü sürekli. Sen bir hata yaptın, sustuk. Bir süre sonra baban 'Benim mi sanki? Ne bok yiyorsa yesin.' demeye başladı."
"Anneme söz vermişti." dedim ve buruk bir tebessümle annem sandığım teyzeme baktım.
"Sana ne veriyorsa Sinem'e iki katını vermeye çalışıyordu. Sana kızım diye sesleniyorsa ona bebeğim diyordu. Sana gülüyorsa ona iki kat gülmeye çalışıyordu. Sinem'in hayatını bizim mahvettiğimizi söyleyip her gece sana daha da sinirleniyordu."
"İyi oyuncuymuş." dedim.
Çok iyi oyuncuymuş.
"Sen altı yaşındayken, Sinem daha üç yaşını yeni doldurmuşken annen çıkageldi. Seni almaya geldiğini düşündük. Tedavisinin sonlandığını, buralardan uzaklaşıp biraz huzur bulacağını söyledi. Elime bir mektup tutuşturdu. 'Bu mektubu açman gerektiği zamanı ben sana haber vereceğim. O zaman açacaksın, okuyacaksın. Kızıma anlatacaksın.' dedi. Mektubu açtığım gün sana anlatmam gerekiyordu."
"Ne zaman açtın mektubu? Ya da açtın mı?" diye sordu Sinem.
Annemin ağlaması hızlandı. Kesik kesik nefesler aldı.
"Açtım." dedi.
"Önceden açsaydım şu an her şey farklı olacaktı. Rüya'nın iyileştiğine inanmasaydım, iki Rüya da mutlu olabilirdi." dedi. Bakışlarını kaçırdığında kaşlarımı çattım.
"O ne demek?" diye sordum.
"Annen klinikten kaçmış. Kaçtığı gibi de önceden hazırladığı mektupla yanıma gelmiş. Mektubu açacağımın haberi, onun intihar haberiymiş."
Başımı geriye doğru attım ve duvara yaslandım. Annem de yoktu. Babamın kim olduğu bilinmiyordu. Kimsem yoktu.
"Nerede mektup?" dedim ve hızla yerimden kalktım. "Artık yok." diye cevapladığında ellerimi saçıma attım.
"Ne demek yok? Annemden kalan tek şey artık yok mu?"
El yazısını bile göremeyecektim.
"Fotoğrafı? Eşyası?"
Annem başını iki yana salladı. "Hiçbiri yok."
"Ne yazıyordu mektupta?" dedim ve tekrar yanaklarımda yerini alan yaşlara izin verdim.
"İmkanı olsa senden asla vazgeçmeyeceğini ama bu hayata seni sürüklemenin sana haksızlık olduğunu yazmıştı. Seni gördüğü tek günün hayatının en iyi günü olduğunu ve babanın onu terk ettiğini söylemişti. Babanın kim olduğunu gerçekten bilmiyorum. Asla söylemedi. Mektubun sonunda da Sinan'a yalvarıyordu. Seni üzmemesi için."
"Mektup nerede?" dedim tekrar.
"Yaktım. Annen ölmüşken sana onu anlatamazdım. Hiçbir zaman öğrenmemen gerekiyordu."
"Azad kapıya gelene kadar." dedim.
Gözlerimden yaş akıyor muydu yoksa damlalar da beni kimsesiz mi bırakmıştı anlayamıyordum. Bunu hak etmemiştim. Eminim, annem de hak etmemişti.
Ne diyeceğimi bilemediğimden odaya yöneldim. Arkamdan annemin "Baban, onun mezarının başında söz vermişti sana sahip çıkacağına." dediğini duydum.
Masanın üzerinde duran telefonumu aldım ve büyük sırt çantamın içerisine üç pantolon ve üç kazak sıkıştırdım. Cüzdanımı da aldım ve kapıya yöneldim. Asılı duran montumu elime aldıktan sonra da ayakkabılıkta duran botlarımı elime alıp kapıyı açtım.
"Sahip çıkmadı." dedim. "Bana o sahip çıkmadı ama sen de çıkmadın." dedikten sonra birkaç saniye durdum ve titreyen sesimle "Teyze..." diye ekledim.
"O hiç kimseydi ama senin kardeşinin çocuğuydum."
Botlarımı ayağıma geçirmeye çalışırken annemin itiraz etmesini bekledim. O kadar içten bir bekleyişti ki adımlarım olduğu yere çakıldı. Sinem'in yerinden fırlamasına engel olan anneme iç çekerek baktım. "Keşke beni aldırsaymış." dedim.
Sinem'in arkamdan "Abla!" haykırışına kulağımı tıkadım ve koşarak merdivenlerden indim.
Çapraz binaya koşarak girdiğimde kendimi Azad'ın kapısını yumruklarken buldum.
Hıçkıra hıçkıra ağlayışıma eşlik eden "Azad!" seslenişimi kimin duyduğu umurumda değildi. Bu gecenin sonunda nereye ve nasıl gideceğimi bilmiyordum. Beni dinlemek, anlamak zorundaydı. Anlamasa bile biz konuşmak zorundaydık.
Yumruklarım art arda kapıya çarparken içeriden Aylin'in sesini duydum. "Rüya abla!" bağırışı kapıya git gide yaklaşırken Azad'ın sesi de onu takip etti. "Aylin yatağına!" dedi otoriter bir sesle.
Kapının hemen arkasındaydı. Oradaydı. Kapıda olduğumu biliyor, ağladığımı muhtemelen kapının deliğinden görüyordu.
Açmadı.
"Azad, belki ailesi bir şey demiştir. Bak açalım kapıyı." Ercüment'in ılımlı ses tonu beni daha çok ağlamaya itti.
Azad'ın sesini bir daha duymadım. Başka hiçbir ses de duymadım. Kapının önüne çöküp bir süre daha ağladım. Kapıyı açması için yalvardım. Gidecek yerim olmadığını, konuşmamız gerektiğini söyledim. Kapının ardında mı değil mi bilmeden ailemin beni kandırdığını söyledim.
Ben de onu kandırmıştım.
"Babam gitmiş, annem gitmiş. Ben kimim bilmiyorum." dedim anlamasını ümit ederek. Kapı açılmadı. Dakikalarca kapısında beklediğim, koşarak geldiğim dairenin kapısından yavaşça uzaklaştım.
Üç pantolon, üç kazak, 130 lira, telefon.
Tüm mal varlığımla yola çıktım.
Annesiz, babasız, Azadsız, sevgisiz, belki kalpsiz...
Rüya Yavuz, Rüya Okur. Bilmediğim babamın bilmediğim soyadını ekleyememiştim.
Sevebilmeye çalışarak geçirdiğim yılları kim olduğumu çözmeye çalışarak geçirmem gerektiğini ilk kez bu sabah fark ediyordum.
Güneş, her şeye rağmen doğarken ben bu mahalleden son kez çıkıp gidiyordum.
Rüyalar uzun sürmezdi. Bir gecelik vakitleri vardı. Ben soyadımı bilmeyen ve hızla biten bir Rüya idim. Bitmişti.
Hayatım, geleceğim bitmişti.
Hiç var olmayan geçmişim, Rüya'yı bu sabah öldürmüştü.
Ben artık kimseydim.
Rüya Yavuz, bu mahallenin hayal ürünüydü. Bir çiftin aslında hiç doğmamış çocuğuydu.
Şizofreni hastası bir kadının geride bırakmaktan çekinmediği küçük bir kız çocuğuydu.
Omzumun üzerinden tüm hayatımı geçirdiğim yalanlarla kurulmuş mahalleye baktım. Sondu. Bu mahalle artık yerle yeksan olabilirdi.
İçinde Azad ile birlikte yanıp kül olabilirdi.
Çünkü beni yakmıştı.
💫
Okulun kütüphanesinde geçirdiğim birinci saatin sonunda üçüncü kahvemi içiyordum. Utku uyanıp uyanmadığımı kontrol etmek için bir saat önce aramıştı. Okula geldiğimi söylediğimdeyse ters giden bir şeyler olduğunu anladığına emindim.
Yanıma geleli on dakika olmuştu. Otomatın pek de kahveyle uzaktan yakından alakası olmayan kahvesinden kendine de bir tane aldığında bahçeye çıkmıştık.
Sisli, soğuk hava ruh halime eşlik ediyordu. Güneş bir şeylerin ters gittiğini anlayıp ışığını saçmaktan vazgeçmiş olmalıydı. Ya da sadece kış ayının başlangıcını yüzümüze vuruyordu ve hepsi bu kadardı...
"Gözlerin kıpkırmızı." Utku'nun cümlesiyle başımı gökyüzünden çekip ona baktım. Soğuk havanın etkisiyle titriyordu. Elleriyle kollarını ovuştururken benden de bir cevap bekliyordu. Gözlerimin neden kırmızı olduğunu biliyordu. Ağladığımı anlamıştı.
Neden ağladığımı sormaya cesareti yoktu.
Gözlerini üzerimden çekmeden bir süre bana baktı. Derin bir nefes alıp kahveden bir yudum içtim. Dumanı üzerinde tüten kahve içimi ısıtmak yerine buz kesmeme sebep oluyordu. İçimdeki yangın soğumuyordu da aynı anda nasıl oluyorsa donduruyordu.
Yangınım buz kesiyor, buzlanmış içim yanardağa dönüyordu.
Utku cevap vermeyeceğimi fark ettiğinde cebinden sigara paketini çıkartıp bir dalı dudaklarının arasına sıkıştırdı ve bir dal da bana uzattı.
Parmaklarımın arasında tuttuğum sigarayı elimde döndürdüm ve ben de Utku'yu taklit ederek dudaklarımın arasına sıkıştırdım.
Cebinden çıkarttığı sigara paketini elinde döndürmeye başladığı esnada yerimden kalkarak yanına gittim. Elindeki sigara paketine doğru uzandığımda paketi tuttuğu elini yukarı kaldırdı. Boyumun elinin uzandığı son yere uzanmayacağını biliyordu. Ben de bir sigara için çırpınmayacaktım.
"Çocuk musun sen ya?" dedim misilleme yapmak isteyerek. Yüzündeki solgun ifade yerini tebessüme bıraktığında ben de gülümsedim. Birkaç adım geriye attığım esnada paketini indirdi. "İstiyorsan al." dedi ama paketi uzatmadı. "İçmeyen birine sigara ikram etmek benim kitabımda yazmıyor."
"O da mı yakışmaz sana?" dedim kafede otururken kurduğu cümleye karşılık. Belli ki Azad'ın kuralları için bir liste oluşturmak gerekiyordu. Şimdiden iki tanesini öğrenmiştim bile.
"Yakışmaz tabii." dedi. Göz devirip koltuğa oturduğumda kendi de paketten sigara almadan tekrar cebine koydu. "Kimseyi sigaraya başlatan o kötü arkadaş olamam."
Zihnime düşen anıyla gözlerim dolarken Utku'nun uzattığı çakmak ile sigaranın alevlenmesine izin verdim.
Ciğerlerime doldurduğum ilk nefes ile gözlerimdeki damlaların kendini serbest bırakması eş zamanlıydı.
"Bitti." dedim Utku'ya. "Benim hayatım bitti."
Anlam veremediğini belli etmek ister gibi kaşlarını havalandırdığında yanaklarımı kuruladım ve derin bir nefes aldım. Telefonumun saatine baktığımda sınavımıza on beş dakika kaldığını gördüm. Yerimden kalktım ve konuşmadan saati gösterdim. Konuşursam, ağlamaya devam ederdim. Fakültede benden nefret eden, arkamdan tüm rahatlığıyla konuşup vicdanları sızlamadan yaşamaya devam eden kimseye ağladığımı göstermek istemiyordum.
Fakültenin önüne geldiğimizde binanın kapısında asılı olan derslik listelerine baktık. İkimiz de aynı derslikte girecektik. Merdivenleri hızlı hızlı çıktıktan sonra sınav giriş alanımıza ulaşmıştık. Utku, huzursuzca yüzüme baktığında "İyiyim." dedim.
Değildim.
Oturduğu sıranın arkasına yerleştim. Dirseklerimi sıranın üzerine dayadım ve yüzümü ellerimin arasına aldım. Gözlerim Utku'nun sırtındaydı ama ben farklı bir yerdeydim.
Aklıma bana yıllarca kızmamasının sebebi olarak birine verdiği sözü öne süren babam geldi. Parmaklarım dudağımdaki küçük yaranın üzerinde gezindi. Verdiği söz geçerliliğini mi doldurmuştu? Ben onun için sadece bir yük olmuştum ve ağrıyan sırtının acısı saatler önce yüzüme savrulan bir tokatla ortaya çıkmıştı.
Amcam ve halam benim öz yeğenleri olmadığımı biliyorlar mıydı? Giray bunu benden nasıl saklamıştı? Ben hepsini akrabam zannederken onlar benimle oynayıp evden atılacağım günü beklemiş olamazlardı.
Olmamalılardı.
Önüme bırakılan sınav kağıdıyla daldığım düşüncelerden sıyrılıp kalemimi elime aldım. Kağıdın üzerinde yazdıklarım benden bağımsız ilerliyordu. Ben, hayatımın en zor gecesinin analizini yaparken beynim içinde saklı bilgileri benim onayım olmadan beyaz sayfaya döküyordu.
İki farklı insan vardı içimde. Biri akademik kariyerin peşindeydi, diğeri hayatın peşini bırakmak üzereydi.
Beyaz sayfanın üzerini sadece kalemim kirletmiyordu. Gözlerimden akmayı bir türlü bırakamayan yaşların damladığı noktalar yazdıklarımı da anlamsızlaştırıyordu. Başımı geriye doğru çektim ve yaşların kağıda damlamasına engel oldum.
Şimdi olmaz Rüya, şimdi olmaz diyerek kendimi teselli etmeye çalışırken akan burnumu çekişimle Utku omzunun üzerinden bana bakmaya çalıştı.
Kalemi masanın üzerine bırakıp sırtını dikleştirdi. Tekrar başını bana çevirdi ve kaşlarıyla kalkmamı işaret etti. Eşyalarımı ve kağıdı aldım ve o da yerinden kalktı. Gözetmene kağıtlarımızı teslim ettikten sonra hızlı hızlı çıktığımız merdivenleri yavaş yavaş indik.
Fakültenin bahçesine ulaştığımızda bulduğum duvara sırtımı yasladım ve art arda derin nefesler aldım. Hava sanki ciğerlerime ulaşmıyordu. Aldığım nefesler yetmiyordu.
"Gel," dedi Utku ve elini uzatarak nazikçe kolumdan tuttu. Nereye gittiğimizi sorgulamadan beni yönlendirmesine izin verdim.
Zaten gidecek yerim de yoktu.
Yavaş adımlarıyla beni yönlendirirken gözlerim biriken damlalardan bulanıklaşmıştı. Göz kapaklarımı birbirine hızlıca bastırdım ve ileriden bize doğru yürüyen Taner'i gördüm. Ellerini montunun cebine yerleştirmiş, kulağında kulaklıklarıyla yere bakarak yürüyordu.
Olduğum yerde durup yanımıza kadar gelmesini bekledim. Göz hizasına önce ayakkabılarım girdi. Başını kaldırdı, dudaklarını birbirine bastırdı. Elimle kulaklığını çıkartmasını işaret ettiğimde iki kulağındaki kulaklığı da çıkarttı ve elinde tuttuğu kablolarla bir süre kalakaldı.
Başını yavaşça iki yana salladı ve "Geçebilir miyim?" diye sordu.
Geçebilirdi tabii ki ama benim de hayatımdan geçmişti. Hiçbir hatası yoktu ama benim hayatımı yerle bir etmişti.
Dudağım titremeye başladı. Karşısında ne kadar aciz gözüktüğümün farkındaydım. Acizdim. Ama en çok kimsesizdim.
"Neler oldu biliyor musun?" dedim sessizce. Hüzünlü bakışlarının farkındaydım. Azad ile yaptığı konuşmanın sonucunun nereye vardığını karşısında duran enkazdan az çok anlayabiliyor olmalıydı.
"Azad abi yapmadı değil mi bu yarayı?" diye sordu telaşla. Dudağım sola doğru kıvrıldı ve başımı olumsuz anlamda salladım.
"Rüya ne diyebilirdim ki?" dedi. "Ben de sana inanmıştım. Anlatmamışsın."
"Anlatmadım çünkü çıkan dedikoduların hepsi doğruydu." dediğimde Utku çatık kaşlarıyla Taner'e baktı.
"Sen o Azad abine ne anlattın?" Utku'nun son derece öfkeli çıkan sesi Taner'in bir adım geri çekilmesine sebep olduğunda "Sus." dedim.
"Azad yapmadıysa kim seni bu hale getirdi?" dedi Utku. Muhtemelen yeni fark ediyordu dudağımdaki yarayı. Günün başında sorması gereken soruyu şimdi soruyordu. "Sonra konuşacağız. Anlatacağım." dedim Utku'ya ve Taner'e döndüm.
"Seninle konuşmak istediklerim var ama şimdi değil. Sadece senden ricam beni bugün hiç görmemiş gibi davran ve Azad'a artık lütfen bir şeyler söyleme."
Taner üzgün olduğunu belli edecek bir yüz ifadesiyle beni onayladı. Zıt yönlere yürümeye başladığımızda Utku aniden durdu ve bana baktı. "Ne oldu?" dedi.
"Sende konuşalım mı? İnsan içinde durmak istemiyorum." dediğimde "Peki." dedi ve yürümeye devam etti.
💫
GÖRÜŞMEK ÜZERE!
Instagram: sonsuzlukicindea
Twitter: sonszlukicinde
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro