Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

24. Bölüm

Hoş geldiniz!

Bu bölümü okurken Ankara'da yaşamadığımı ve bölümde bahsi geçen yerlere yalnızca iki kez gittiğimi göz önünde bulundurursanız çok sevinirim. Hatırladıklarım ve internetten araştırmalarımla yazılan bir bölüm oldu çünkü. Hatam olduysa şimdiden özür dilerim.

Hissiz Aşık 10.000 okunmaya ulaştı! Hepinizi çok çok seviyorum ❤️

Keyifli okumalar ❤️

Lütfen oy vermeyi unutmayalım.

💫

Uzun bir yolculuk bizi bekleyecek diye heyecanlandığım gece, Azad'ın yanında uyuyarak geçirdiğim saatlere dönüşmüştü. Kaç kez mola verdiğini de nerelerde ne kadar durduğunu da bilmiyordum. Tek bildiğim, güneşin ilk ışıkları gözüme girmek için çaba harcarken kulaklarıma ulaşan hafif melodinin beni uyandırdığıydı.

Gözlerimi aralayıp şarkının sözlerine kulak kesildiğimde Azad'ın da mırıltıyla şarkıya eşlik ettiğini fark ettim. Deniz Koydum Adını şarkısı, yüreğimin içine işlerken uzandım ve şarkının sesini arttırdım. Azad, elimi tuttu ve dudaklarına götürerek bir öpücük bıraktı.

"Günaydın." dedi.

Uykulu gözlerimi ellerimle ovuşturdum ve ona baktım. Keyfi yerindeydi. Yorgunluk belirtisi aradığım gözlerde enerji hat safhadaydı.

"Tüm yol uyudum mu ben ya? Geldik mi?" diye sordum. Mahcup olmuştum. Benimle vakit geçirmek için izin gününde uykusuz kalıp araba sürmeyi göze almıştı, bense uyumayı seçmiştim.

"Ya ama cidden uyumak değildi amacım." dedim. İçimdeki düşüncelerden haberdar olmamasına rağmen açıklama yapmam da bir hayli anlamsızdı.

Cevap vermeden arka koltuğa elini uzattı ve iki poşeti dizlerimin üzerine bıraktı. Poşetlerin içinden burnuma ulaşan taze simit kokusu acıktığımı fark etmemi sağladı. İlk açtığım poşette simitler ve poğaçalar vardı. Diğer poşette de su, meyve suyu ve muzlu süt vardı.

Azad, ona uzatmamı beklemeden poşetten simit aldı. Diziyle direksiyonu sabitledikten sonra ikiye böldüğü simidin yarısını poşete bıraktı, yarısını yemek için elinde bekletti.

"Düzgün sürsene arabayı ya." dedim yalancı bir sitemle.

Sen mışıl mışıl uyurken arabayı o sürdü Rüya. Belki unutmuşsundur.

Azad cevap vermek yerine yüzünü buruşturdu ve simitten bir ısırık aldı. "Şeftalili." dedi. Anlamsızca ona baktım.

Gülmeye başladı. "Uyku sersemi hallerin o kadar tatlı ki!" dedikten sonra kaşıyla kucağımda duran içecek poşetini gösterdi.

"Komikmiş." dedim ve meyve suyu paketine yapışık olan pipeti kutunun içine itip ona uzattım.

"Doğru düzgün bir kahvaltı neden etmiyoruz diyorsun şu an." dediğinde başımı iki yana salladım. "Kahvaltı öğünü hakkında çoğunluğun kabul etmediği fikirlerim var benim." diye cevapladım.

"Peki." demekle yetindi.

Karnım doyduğunu belli ettiğinde esnememe engel olamadım. Öylesine yemek yemek için uyanmıştım sanki. Saatlerce uyumaya devam edebilirdim.

Poşetlerin ağzını bağladıktan sonra arka koltuğa uzanarak bıraktım. Öne dönmek için hamle yaptığımda hızlı bir öpücük yanağıma değdi geçti.

"O öyle olmaz." dedim ve yolun boş olmasından istifade ederek Azad'ın dudağından öptüm.

Koltuğa yerleştiğimde direksiyonu sımsıkı tutuşu dikkatimden kaçmadı. Çok da sesli olmayan bir kahkaha attım ve Azad'ın telefonunu bacaklarının arasına uzanarak aldım. "Rüya!" dedi sertçe. Temasımın dikkatini dağıttığını anladığım için ani verdiği tepkiyi görmezden geldim.

Telefonunu yüzüne tuttum. Bir ileri bir geri oynatıyordum. "Hadi ama ya!" dedim sinirle. "Niye açılmadı?"

"Neyin peşindesin?" diye sorduğunda inanamıyormuş gibi ona baktım.

Bu kadar da teknoloji cahili olunmaz ama!

"Yüzünü okutup ekranı açmaya çalışıyorum."

"Elindeki telefonda öyle bir özellik yok."

"Nasıl yok ya? Bunda da yoksa hangi telefonda var?"

Azad gözünün ucuyla bana baktı. Kaşlarını kaldırıp birkaç saniye ciddi olup olmadığıma baktı ve tekrar yola döndü. "O modelin üzerine kaç model çıktı. Benim telefonumda yok. Ne yapayım şimdi çöpe mi atayım yüzümü okumadı diye?"

"Niye atıyorsun çöpe ya delirdin mi sen?" dedim. Cümleyi tamamladıktan hemen sonra da sıkıca gözlerimi yumdum.

Salak mısın sen Rüya? Sus artık.

"Uykudan uyanınca benim konuşmam yasaklansın." dedim gülümseyerek.

Gülmemek için alt dudağını ısırdı. Bana bakmadan telefona uzandı ve parmağını okutarak kilidi açtı.

"Parmağımdan tanıyor beni. Akıllı aslında ama senin sınavından geçemedi."

"Hangi şarkıyı açayım?"

Konuyu değiştirmem gerekiyordu. Bu kadar rezillik yeterliydi. Azad'ın gözündeki kendini bilen, cümlelerini doğru seçen, yer yer agresif kız bir anda yok olmuştu ve karşısına Aylin'in akranı biri gelmişti. Bu konu uzayamazdı.

"Sen bilirsin." dedikten sonra arabayı birden durdurdu.

"Ne oldu?" diye sordum.

Sağ elinin işaret parmağını karşıdaki bir noktaya dikti. "Geldik." dedi.

"Anıtkabir'e mi?" dedim heyecanla.

Tüylerimin diken diken oluşu, nabzımın ritim değiştirmesi, Azad'ın haklı bir gururla karşımızdaki noktaya bakıp gülümsemesi...

Hayal gibiydi.

Hayal olamayacak kadar gerçekti.

"Gelmişiz." dedim.

Ellerimi nereye koyacağımı şaşırdım. Azad, arabayı uygun bir noktaya park ettiğinde ikimiz de arabadan indik. Derin bir nefes alıp oksijeni ciğerlerime doldurduğumda Azad'a baktım.

Dimdik durmuş, karşısına bakıyordu.

"Ankaralı olup da bu şehre de Anıtkabir'e de hiç gelmeyişim beni utandırıyor." dedim.

"Geldik," dedi Azad ve elini omzuma attı. "hangi şehri istiyorsan, nereyi gezmek istersen..."

Derin bir nefes aldı ve gözlerini gözlerime dikti. "Her yeri karış karış gezeriz. Yeter ki sen bana yer ismi söyle."

Gezerdik. Azad bu konuda çok ciddiydi.

Yeni yerler keşfetmek, önemli yerleri gezmek, tarihi araştırmak onun için önemliydi.

Kapıdan girişimizi yaptıktan sonra yürümeye başladık. Azad yürürken arabayla girmek istemediğini bu yüzden yürümeyi tercih ettiğini açıkladığında onu onaylamakla yetindim. Bir bildiği vardır diye düşünmekten başka çarem yoktu. Daha önce gelmiş olan oydu.

Bir süre yürüdükten sonra karşımıza çıkan uzun merdivenler, dudaklarımı içe kıvırmama neden oldu. Ellerimi göğsümün üzerinde birleştirdiğimde bir süre karşımdaki görüntüyü inceledim.

Merdivenlerin başında, iki uçta duran askerlere baktım. Onların fotoğraflarını, videolarını gördüğüm her an canlı olmadıklarını düşünürdüm. Şimdiyse onları kanlı canlı görme imkanım vardı. Azad'a teşekkür etmeyi unutmamayı zihnimin köşesine kazıdıktan sonra onu takip ederek yürümeye devam ettim.

Etrafımızdaki heykellere de Anıtkabir hakkında bilgilerin asılı olduğu tabelalara da hayranlıkla bakıyordum. Anıtkabir'in minyatürü olan projeyi gördüğümde heyecanla Azad'a baktım. "Çok güzel!" diye mırıldandım.

Minyatürü bu kadar güzelse gerçeği harikadır diye haykırmamak için kendimi zor tutuyordum.

Küçük çocuklar gibi heyecanla yerimde zıplamak istiyordum.

Yolda yürümeye devam ettiğimizde yıllarca duyduğum Aslanlı Yol'u gözlerimle görmenin zevkini tadıyordum. Adımlarımı bilerek yavaş tutuyordum. Ne kadar ağır hareket edersem o kadar hafızama kazınırdı. Belki hemen unuturdum ama içimdeki heyecanı uzun süre unutabileceğimi zannetmiyordum.

Etraftaki kalabalık, hafta sonuna denk gelen gezimizin bir hediyesiydi. Etraftaki aslan heykellerine hevesle bakarken Azad'ın elimi tutması ile dikkatim ona çevrildi.

Elini hafifçe kaldırdı ve neredeyse yanına ulaşmak üzere olduğumuz yeri gösterdi.

İki yapının tam ortasından süzülen Türk bayrağı hülyalı bir halde dalgalanırken duruşumu dikleştirdim ve bayrağa baktım. Selam durmamak için kendimi zor tutuyordum. Azad, elimi sıkıca kavradı ve beni yürütmeye başladı.

Meydan olarak adlandırılan alana geldiğimizde etrafıma dört gözle bakmaktan nefes almayı dahi birkaç saniye hatırlayamadım. Bulabildiğimiz her kapıdan içeri adımlarımızı atarken Azad da bazen bildiği kadarıyla bazen de odaların içerisinde bulunan yazılardan kopya çekerek bilgi aktarımı yapıyordu.

İsmet İnönü'nün kabrinin önünde durduğumuzda Azad iç çekti. "Çok büyük kahramanlardı onlar." dedi. Sesinin titremesi, onun da benim kadar duygu yüklü olduğunu kanıtlamak istercesine zihnimin içerisinde yankılanıyordu.

Kalbimin içinde hissettiğim o acı sızı bir anlığına nefesimi daralttı. "Çok!" dedim coşkuyla. "O kadar büyük insanlardı ki..." kelimelerim tükendi. Kendimi anlatacak tek bir cümle kuramadım.

İsmet İnönü'nün yanından ayrıldıktan sonra karşı tarafa yürümeye başladık. Karşımıza ilk çıkan Atatürk'ün arabası oldu. Gözümün önünde duran arabayı gördüğümde hüzünle gülümsedim. Yaşadıkları, uğraş gösterdikleri devir tüm zorlukların yanında onlara ek bir zorluk katarken akla gelemeyecek her türlü imkanın olduğu bir dönemde yaşayan bizler onlara layık evlatlar olamıyorduk.

Nefessiz gezerken duvarda gördüğüm söz ile olduğum yerde sabitlenip sözü düşünmeye başladım.

"Tarih, bir milletin kanını, hakkını, varlığını hiçbir zaman inkar edemez."

Sesli şekilde söylediğimden Azad'ın da dikkati benimle aynı noktaya çevrildi. "Çok doğru bir söz değil mi ya?" dedim.

Başını salladı.

"Tarihimizde yazan, var olan hiçbir olayı kimse silemez." dedi.

"Yaşananı unutturamazlar." dedim karşılık olarak. "Yaşamışları da yaşanmışlıkları da kimse unutturamaz."

"Unutturmaya çalışanlara inat hatırlayacağız zaten Rüya. Başka yolu yok."

Son olarak da Ata'mızın huzuruna çıktığımızda Azad elimi bıraktı ve elini omzuma atarak beni kendine çekti. Gözlerimin dolmasına engel olamadım. İki elimi gözüme yerleştirdim ve yaşlar akmadan onları kurulamaya çalıştım.

Gençliğe Hitabe zihnime düştüğünde bakışlarımı yukarı çevirdim ve yaşların akmaması için derin derin nefesler aldım.

Ağlamak yerine Atatürk'ün yolundan gitmem en büyük hediye olurdu. Hem Atatürk'e hem de onun ve silah arkadaşlarının bize bıraktığı bu ülkeye...

Anıtkabir'in meydan olarak adlandırılan bahçesine çıktığımızda Azad önümüzden geçen bir kadını çevirdi ve fotoğrafımızı çekmesini rica etti.

Eli her zamanki gibi omzumdaydı. Elimi beline yerleştirdim ve gülümseyerek kameraya poz verdim.

İkimiz de simsiyah giyinmiştik. Siyah pantolon, siyah kazak, siyah mont ile fotoğrafta öne çıkanın arkamızda duran manzara olmasını sağlamıştık.

Anıtkabir'den çıkıp arabaya bindiğimizde Azad fotoğrafı bana gösterdi. "Çok güzel çıkmışız." dedim kendimi tutamayarak.

Yan yana durduğumuzda yakıştığımızı inkar edemeyecek kadar moralim yüksekti.

Arabayı çalıştırdı, telefonunu bir iki dakika sonra bacaklarının arasına bıraktı ve sürmeye başladı. O sırada telefonuma Instagram'dan bir bildirim düştü.

Azad Gümüşay hikayesinde senden bahsetti.

Bildirime tıkladım ve fotoğrafı açtım. Fotoğrafın üzerine hiçbir şey yazmamıştı. Konum eklemiş ve beni etiketlemişti.

...

Ulucanlar Cezaevi yazısına uzun uzun baktım. Kapıdan girmeden önce Azad, kulübesinde duran görevlinin yanına gidip bir şeyler söyledi. Ben ise sadece yazıya bakmakla yetindim. Burada zamanını geçirmiş, burada hayat ile bağları kopmuş olan kişiler aklıma geldikçe tüylerim ürperdi.

Bir cezaevinin müze olmuş olması beni ürkütüyordu.

İçeriye adım attığımız andan itibaren ruhumun daralmaya başlaması bana hiç de anormal gelmiyordu. İçinde bulunduğumuz yer bir hapishaneydi. Dar koridorlar, ışık görmeyen yollar Azad ile yan yana yürümemize engel olsa da istemsizce sürekli elimi ona doğru uzatıyordum.

Yol bitti, günışığı alan bir alana çıktık. Koridorda bir genişleme olmamıştı.

Ulucanlar denildiğinde akla gelen ilk isimler, tanıdık bilindik idam edilen isimler oluyordu. Bende de ilk canlanan isimler Erdal Eren, Deniz Gezmiş ve arkadaşları oldu.

"Darağacı duruyor mu burada?" diye sordum Azad'a.

Bakışları beni bulduğunda buruk bir tebessümle yüzüme baktı ve başını salladı.

Girdiğimiz koğuşlarda yatakların ucunda orada kalmış olan insanlar hakkında bilgiler vardı. Bülent Ecevit, Osman Bölükbaşı, Yılmaz Güney, Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Muhsin Yazıcıoğlu...

Tecrit odaları kısmına girdiğimizde koridora yayılmış şarkı sesleri ve çığlıklar ile nefesimi tuttum. Azad, desteğini belli etmek istercesine elini sırtıma yasladığında dönüp ona baktım. Ortamın ruhu beni ele geçirmişti.

"Açın şu kapıyı!" çığlıklarıyla istemsizce ellerimi kulaklarımın üzerine kapattım.

Bir cezaevinin müzeye dönüştürülmesi fikrinin neden ürkütücü geldiğini şimdi daha iyi anlıyordum.

Yolun sonu avluya bağlandı. Avlu da daha büyük koğuşlara uzanıyordu.

Yatakların üzerindeki balmumu heykelleriyle büyülenmiştim. Duvarlardaki yazılar, etraftan yayılan sesler, bilgi vermek için koyulmuş tabelalar Azad'a dönüp bakmama dahi müsaade etmiyordu.

Sinema salonuna girdiğimizde karşımıza çıkan Uçurtmayı Vurmasınlar filmiyle başımı yere eğdim ve hafifçe gülümsedim. Tahmin etmem gerekirdi. Buraya koyulacak başka bir film fazlasıyla absürt olurdu.

Tüm müze bitti, son noktaya geldik.

Darağacı karşımızdaydı.

Gördüğüm an gözlerim hayretle açıldı.

"Çok kötü." dedim. İçimdeki huzursuzluk iyice ortaya çıktığında bakışlarımı darağacından kaçırdım.

"Kötü kelimesi o kadar hafif kalıyor ki..."

Azad ile durup sadece darağacına baktık. Burada infaz edilmiş bildiğim insanların yanı sıra neden idam edildiklerini bilmediğim, adını dahi duymadığım insanları da düşündüm.

Yaşama hakkı elinden alınmış insanların neyi ne kadar hak ettiğine karar verebilecek yetkili mercii insanoğlu mu olmalıydı? Ya da idam düşüncesi doğru bir fikirdi de ben mi olaya çok duygusal yaklaşıyordum?

"İçeride konuşamadık." dedim Azad'a dönüp.

"Özgürlüğünü kaybettin, onurunu kaybetme." yazıyordu duvarda dedim. Sanki görmemesi mümkünmüş gibi ben ona anlatıyordum.

"Evet, kaliteli söz." dedi ve içine girdiğim duygusallıktan beni çekip çıkartmak istercesine göz kırpıp gülümsedi. "Tecritlerden birinde de 'Kağıttan bir gemidir devrim, kim bilir kaç yunus görmüş kaç deniz gezmiş.' yazıyordu ama galiba görmedin." dedi.

Başımı görmediğimi belli etmek için iki yana salladım. Görmemiştim. Belki sandığım kadar dikkatli bir insan değildim.

Kocaman yazılmış yazıyı görmek marifet değildi sonuçta.

"Sunay Akın'ın şiirinden bir alıntı o söz." dedi.

Azad'ın şiir bilgisine şaşırmayı bırakalı çok olmuştu. Bildiğim iki üç şiir, Azad'ın gövde gösterisinden saklanıyordu.

"Gidiyor muyuz?" dedim.

Bir yandan buradan koşarak çıkıp gitmek istiyordum diğer yandan da saatlerce durup tekrar tekrar gezmek istiyordum.

Daracık, tabutu andıran tecritler ve ilk başta gördüğümüz küçük iki üç kişilik koğuşlar aklımdan çıkmıyordu. Çığlık seslerine eşlik eden şarkı sesleri insanı o ruh haline zorla itmek için özenle seçilmiş olmalıydı.

Darağacına sırtımı verip genişçe son bir kez etrafıma baktım. Karşıda gördüğüm küçük hediyelik eşya satan mağazaya giren çıkan insanları hayretle izliyordum.

Ulucanlar Cezaevi, mutlaka görülmesi gereken bir müze olabilirdi fakat böylesine acı dolu bir yerden hediyelik eşya alınır mıydı?

Herkes senin gibi düşünmek zorunda mı Rüya?

Elbette herkesin fikri aynı olamazdı. Sadece buradan hediye alma düşüncesi beni kendinden hızla itiyordu. Kasvet dolu bir alandan herhangi bir yakınıma hediye almak yerine Ankara Hatırası yazılı bir buzdolabı magneti alsam çok daha sevimli bir hediye olurdu.

"Eğer bir gün çocuğum olursa..." dedi Azad ve dikkatimi ona vermemi sağladı.

"Buraya mı getireceksin?" diye sordum.

Kaşlarını kaldırdı, indirdi. "Tabii ki çocuğumu Ankara'ya getirip Anıtkabir'i de Ulucanlar'ı da ilk meclisi de gezdireceğim ama onu demeyecektim."

"Ne o zaman?" diye sordum ve derin bir nefes aldım.

Çocuğumu aklı ermeye başladığı ilk an götüreceğim yerlerde ilk sıraya Anıtkabir yerleşmişti fakat iyice büyüyene kadar onu buraya getirmeyi düşünmezdim.

"Deniz koyacağım adını." dedi.

Sabah arabada çalan şarkı aklıma geldi ve gülümsedim. "Deniz Koydum Adını diye şarkı da söylersin sen çocuğuna."

"Söyleyeceğim zaten." dedi ve kolunu bana uzattı. Koluna girdikten sonra da gülümseyerek yürümeye başladık.

Azad, ürkerek girdiğim müzeden beni gülerek çıkartıyordu. Üstelik, çocuğunun ismi hakkında konuşurken sanki ortak bir paydada buluşmuşuz gibi imalı davranmıştı.

Azad senden çocuğu olsun istiyor olabilir mi Rüya?

"Yok artık."

"Anlamadım?"

Azad'ın tepkisiyle iç sesime içimden değil dışımdan cevap verdiğimi anladım. "Hiç." Diyerek geçiştirdim.

Hiçmiş, yok artıkmış. Salaksın kızım sen. Sen şimdiden düşün dur çocuğunun adını Deniz koymak isteyip istemediğini. Belli ki koyacaksın çünkü.

Kız olursa erkek olursa ayrımı yapılamayacak bir isim seçmemiş olması bebeği dokuz ay karnında taşıyan kadının fikirlerini yok saydığı anlamına geliyordu.

Abart Rüya. Hatta Azad kadını sadece ismini Deniz koyabileceği bir çocuk doğurtmak için kullanıp kapıya atacak de. Beklerim ben senden.

İç sesime kulağımı tıkayıp yürümeye devam ettim.

...

1. Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni gezdikten sonra Hamamönü'ne gidip Aspava yedik ve son durağımız olan Ankara Kalesi'ne geldik. Rahmi M. Koç Müzesi'ni de gezdikten sonra müzeden çıkıp karşısındaki küçük köy kahvehanesini andıran sevimli mekana oturduk.

Mekanın içeride oturma yeri yoktu. Üzeri açık küçük yerde otururken yağmurun yağmıyor oluşuna şükrettim. Eğer hava yağışlı olsaydı burada rahatça oturamayacaktık.

İkimiz de maden suyu içiyorduk. Azad, buraya ilk geldiğinde babasıyla birlikte elmalı soda içtiğini ve şu anda oturduğumuz yerde oturduklarını anlattığında elmalı soda siparişi vermiştik fakat ellerinde kalmadığı için siparişi maden suyuna çevirmiştik.

Her ne kadar babasına nefret duyduğunu söylese de içinde bir yerlerde saklanmış olan Azad'ın, babası her aklına geldiğinde çığlık çığlığa ağladığının farkındaydım. O küçük Azad, babasının hatırasını yaşatmak istiyordu ve anılarını canlandırmayı seviyordu. Karşımda oturan, yaşı büyük Azad ise babasından her zerresiyle iğreniyordu.

"Kurabiye yer misin?" diye sordu Azad. Arkamda duran bir yere kenetlenmiş bakıyordu. Başımı baktığı yöne çevirdiğimde tezgahta dizili olan kurabiyeleri gördüm.

"Olur." dedim hevesle. Yerinden kalkıp içeri gitti. Maden suyundan bir yudum daha aldım. İçimde bir yerler Azad'ın gittiği her yerde babasını aradığını düşünmemi sağlıyordu. Sanki birlikte gittikleri her yerde tekrar karşısına çıkmasını bekliyor gibiydi.

Masaya geri döndüğünde kurabiye tabağını benim önüme bıraktı ve karşımda duran sandalyeyi yanıma çekti.

Elini elimin üzerine bıraktığında bir şeyden emin oldum. Azad temas bağımlısıydı...

Ben de onunla temas etmekten hoşlanıyordum fakat benim hoşlandığım temas türü bu ortama uygun kaçmayacaktı. Elimi elinin altından kurtarıp kurabiyeyi ikiye böldüm. Yarısını ona uzattım ve diğer yarısını ağzıma attım.

Ağzımda hızla dağılan kurabiye ile beğendiğimi belli edecek tarzda bir ses çıkarttım. "Enfes!" dedim. Azad ise benimle aynı fikirde değildi. "Daha iyi kurabiyeler yedim."

"Nerede mesela? Haftaya da oraya gidelim." dedim dalga geçmek için.

Maden suyundan bir yudum aldı ve tüm ciddiyetiyle "Olur." dedi. "Haftaya bizdeyiz o zaman. Anneme söyleyeyim de en sevdiğim kurabiyeden yapsın."

Güldüm. "Annenin yemekleriyle kıyasladığın sürece hiçbir yemeği beğenmezsin." dedim.

"Sorun yok senin yemeklerini yerken anneminkilerle kıyaslamam. İstersen haftaya gel yemek yapmayı öğretsin." Tam ağzımı açıp konuşacakken ekledi. "Gelinine."

"Ooo." diyebildim hayretle.

Yüzümün aldığı şekli fazlasıyla beğenmiş olmalıydı. İyi ki kendimi dışarıdan göremiyordum. Kesinlikle şu anki şaşkınlıkla karışık gülüşüme kızardım.

"Fazla hızlısın Azad." dedim.

"Okulun bitsin dedik ya."

"Onu ben demedim ki sen dedin."

"Onayın yokken seninle evlenemeyeceğime göre? Üstelik hiç de onaylamıyor gibi bir halin yoktu."

Cümlesiyle alt dudağımı ısırdım. "Sanki farklı bir şey onayladım ben o gün." Bu sefer göz kırpan taraf ben oldum.

Tek kaşını kaldırıp hafifçe gülümsediğinde dudağına bir öpücük bırakmaktan kendimi alamadım. Bulabildiğim her fırsatta beni deliye döndüren dudaklarını öpmek istiyordum.

Neyse ki böyle bir hakkım vardı da anormal karşılanmıyordum.

Anormal karşılanmak çok sorun değildi. Asıl sorun ondan mahrum kalmaktı.

Bence psikoloğa tekrar uğra Rüya. Arzu tanımını kendi içinde çözebildiğine göre ertelemenin manası yok.

Gitmeyecektim. Psikoloğa tekrar gitmeme gerek yoktu. Arzunun benim için anlamını çözebildiysem sevginin anlamını da tek başıma çözebilirdim. Üstelik Azad farkında olmadan bu konuda bana fazlasıyla yardımcı oluyordu. Biliyordum ki o, sevebileceğim adam olacaktı.

Sevgi düşüncesinin zihnimde soru işaretlerine yer açmasına fırsat vermeden kurabiyeden bir ısırık daha aldım. Masaya gelen iki çay ile damağıma yapışmış kurabiye tadını temizledim. Azad'ın bacağına elimi koyduğumda gözlerine beni anlaması için bakıyordum.

Ne anlasın Rüya? Onu sevmediğini mi yoksa onu denek olarak kullandığını mı?

Onu denek olarak kullanmıyordum.

Gerçekten mi?

Halinden memnundu. Bulunduğu konum onu mutlu ediyordu. O zaman ortada bir sorun olmamalıydı. Eğer bir ümidim olmasaydı onunla geçirdiğim vakit uzamazdı. Benim de bir kalbim vardı. Onu gördüğümde elim ayağım birbirine girmiyor diye kestirip atmayacaktım. Yirmi yıllık hayatımda ilk kez bir erkekte sevebilme ışığını yakalamışken benden kopup gitmesine izin vermek gibi bir niyetim yoktu.

"Çok farklısın biliyor musun?" diye fısıldadı kulağıma. Arada farklı bir şey söylemiş miydi? Kaçırdığım bir nokta mı vardı?

"Neden?" dedim merakla.

"Bilmiyorum." dedi ve bakışlarını kaçırdı.

Acaba Azad da mı sevemiyordu? O yüzden miydi bu tavrı?

Rüya n'olur sus ya!

Bana bakmadan konuşmaya başladı. "Bazen benden nefret ettiğini düşünüyorum bazense benim için yanıp tutuştuğunu."

Gülümsedim. Görmedi.

"Sanki bir şeyleri zorluyormuşum gibi. O kapıyı zorla çalıyormuşum da sen de yeter diye açıyormuşsun gibi."

Ondan sakladıklarımı belki çözememişti fakat çözdüğü başka olaylar vardı. İçimden gelmediği sürece ona yaklaşamadığımı fark etmiş olmalıydı. Düşünceleri için onu suçlamama gerek yoktu. Farkında olmasa da haklıydı.

Tek problem ona haklısın diyemeyecek oluşumdaydı.

"Sana böyle düşündürüyorsam özür dilerim." dedim.

"Dileme." dedikten sonra gülmeye başladı. "Bu konumuzla alakasızdı bu arada. Sadece özür dilenmesine olan nefretin aklıma geldi."

Kendi kaleme gol atmakta üstüme yoktu.

"Şu hareketinden dolayı böyle düşündüm ya da sen bunu söyledin diyemem. Sadece bir his."

Doğru bir his... Sana içten içe her an böyle hissettirecek olan yanına oturduğun kız...

Cevapsız kaldım ve çayımı içmeye devam ettim. Ne söylesem hisleri değişmeyecekti. O sadece ikna olduğunu söyleyecek ve içten içe bu hislerle yaşamaya devam edecekti. Onu anlıyordum ve ona hak veriyordum. Elimden gelen bir şey olması için önce kalbimden gelecek o duyguyu yakalamalıydım.

Eğer kalbimi ona açabilirsem o zaman böyle düşünmezdi.

Zamanla olmasını beklemekten başka çarem de yoktu. Elimden gelenin en iyisini yapmaya çabalıyordum.

Elimden bu geliyordu.

"Neyse." dedi uzun süren sessizliğimin üstüne. "Dönüş vakti geldi."

"Dönmek istemiyorum." dedim.

Farklı bir şehirde yeni bir hayata başlamak istiyordum.

Farklı şehirde, Azad ile farklı hayata başlamak istiyordum.

"Ben de dönmek istemiyorum." dedi. "Hatta şeytan diyor ki 'Ara işyerini bas istifayı yaşa Rüya ile Ankara'da.'"

"Sen ne diyorsun şeytana?"

"Aylin beni öldürür."

Kahkahama eşlik eden kahkahası etrafımızdaki insanları da gülümsetti. "Biliyor musun?" dedim birden gülmeyi kesip. Yüzümün düşmesine engel olamadım. "Ben bugün Ankara'da yaşamaya başlasam ailem laf etmez."

"Elinden tutup mahallenin ortasına geçtiğimde babanın bana bakışlarını gördüm ben Rüya. İmkanı yok laf etmemelerinin."

Babamın bakışını yorumlamak istediği şekilde yorumlamıştı. Madalyonun diğer yüzünü görseydi ailesinin biricik kızının aslında ne kadar kimsesiz olduğunu hemen anlardı.

"Ama istersen ileride Ankara'ya yerleşiriz. Sorun değil." dedi ve yerinden kalktı.

Ben de gülerek peşinden ilerlemeye başladım.

...

Gözlerimi araladığım ilk an dışarıya baktım. Bu sokağın bu kadar tanıdık olması enteresandı.

"Uyumam ya, hatta ben kullanayım istersen sen uykusuzsun." Azad'ın beni taklit edişiyle mümkünmüşçesine koltuğa gömülmeye çalıştım.

"Geldik." dedi. "İkidir zamanlaman beni şaşırtıyor."

Arabayı mahallenin arkasına park ettiğinde uykulu gözlerimi ona çevirdim. "İstemiyorum eve gitmek." dedim. "Gerçekten hiç istemiyorum."

Gülümseyerek bana baktı. Elini saçımda gezdirmeye başladı. "Bekle bir dakika." dedim ve arabadan indim. Arabanın etrafında dolaştıktan sonra onun kapısına ulaştım ve kapıyı açtım. Zorlukla, yüzüm ona dönük şekilde kucağına oturduğumda önce dudaklarını araladı hemen arkasından da dilini ısırdı ve gözünü kapattı.

"Uygun bir yer değil bence burası." dedi ve gözlerini araladı. Dudağına doğru yaklaştığımda "Sence?" dedi. "Uygun mu?"

"I-ıh." Demekle yetindim ve dudaklarımızın buluşmasına izin verdim. Azad, ellerini sırtımda gezintiye çıkartmıştı. Kafasını geriye çekemiyordu fakat sağa çevirdi. "Bir gören olur." dedi.

"Olsun."

"Olmaz." dedi. Belimden tutup beni dizine doğru iterek oturttu. "Herkesin içinde olmaz Rüya cümlesini sana kaç kez daha kurmam gerekir?"

Omuz silktim ve yerimden kalkmaya çalıştım. Rahatça kalkıp arabadan inemeyeceğimi önceden düşünmüş olsaydım hareketlerime dikkat ederdim ve başımı arabanın tavanına çarpmazdım.

"Acıdı mı?" Azad'ın telaşlı sesinin hemen arkasından titreyen parmakları başımı çarptığım noktaya değdi. "Acıdı." dedim.

Başımı göğsüne yaslayıp sımsıkı sarıldı. "Çok..." dedi. Devamını getirmedi. Getirmesine de gerek yoktu. Çok seviyorum diyecekti. Biliyordum. Söylememesi benim için çok daha iyiydi.

Kokusunun ruhumu ele geçirmesine izin vermekten başka yol bulamıyordum kendime. Her nefes alışımda ciğerlerime dolan havanın Azad'ın teninden ve parfümünden gelmesi inkar edemeyeceğim kadar hoşuma gidiyordu.

Onu sadece arzulamıyordum...

Belki de seviyordum.

Umarım seviyorsundur Rüya.

Başımı iyice göğsüne yasladım. Bana güven veren bu yer, ayrılmak istemediğim tek yerdi. Son zamanlarda yaşanılan onca olaydan sonra gerçekten beni sevdiğini bildiğim birine sığınabilmek hayatımdaki en güzel olaydı.

Ailen seni sevmiyor mu?

Seviyorlardı. Sevmeseler daha az üzüleceğim kadar çok seviyorlardı beni. Onlarla hayatlarımızın ayrı yollara saptığı nokta da burada öne çıkıyordu. Ben, onların beni daha az sevmesini çok içten istiyordum.

Saçıma değen dudakları, kokusunu bir kez daha içime çekme isteği doğurdu. Sanki bir daha bu kokuyu aynı şiddetle alamayacak gibi hissediyordum.

Bu his yakamı bırakana kadar sürekli Azad'ın kokusunu duymak istiyordum. Buradan kalkıp evlerimize dağılmaktansa arabanın ön koltuğunda, onun kucağında, rahatsız bir vaziyette uyuyabilirdim.

"Gitmeyeceğiz eve değil mi?" dedim umutsuzca.

Azad beni nasıl bu hale getirmişti?

"Gideceğiz." dedi.

Gözlerimi devirdim ve göğsünden kalktım. "İki dakika hayal kurdurtmuyorsun ya!" diye söylenerek bu sefer başarılı hareketlerle arabadan indim. Peşimden indi ve belimden tutarak beni arabaya yasladı. Dudağıma bir öpücük bıraktı.

"Ruhu revanım." dedi.

Midemin bulandığını hissettim. Yüzüne baktığımda artık karşımda Azad yoktu. İğrendiğim bir nesne vardı sanki. Yüzümü buruşturdum ve sırtımı arabadan ayırarak ondan uzaklaştım.

"Ne oldu?"

Midemin bulantısı o konuştukça artıyordu. Sevgi sözcüğü kullandığı zamanlarda ondan kaçarak uzaklaşmalıydım. 'Belki de seviyorum.' düşüncesini elimden alan sevgi sözcüğü ümitlerimi tek tek kırıyordu.

"Güzelim konuşsana."

Gözlerimi gözlerine diktim. Yüzünü inceledim. Azad değildi karşımdaki. Güzelim diyen kişi benim sevebildiğimi düşündüren kişi olamazdı.

Sevgi sözcükleri, sahiplik ekleri... Dayanamıyordum.

İki elimi saçıma attım ve bir süre daha Azad'a baktım.

"Rüya?"

Şimdi düzelmişti. Eski haline döndü. "Ne oldu güzelim?"

Başımı gülerek iki yana salladım. Değişmemişti. Değişmeyecekti. Herkes gibi o da saçma sapan kelimeler kullanıyordu.

Şimdi sen de herkes gibisin Azad...

Bana doğru bir adım attığında elimi öne uzattım. "Dur!" dedim sinirle.

Buraya kadardı. İlk söylediğinde engel olmam gereken sözcük bizi buraya getirmişti. Saniyeler önce vücudunun her zerresine değmek istediğim adam gözlerimin önünde göğe süzüldü ve ortadan kayboldu.

Yerine babama benzeyen, sıradan biri geldi.

"Ne oluyor?"

Sorularında haklıydı. Sürekli soru sormakta çok haklıydı. Delirmiş gibi davranıyordum.

Delirmiştim.

"Sus!" dedim öfkeyle. "Yalvarırım sus." Öfkem yerini acizliğe bıraktı.

"Ne diyorsun Rüya?" Telaşla elini uzattığında elimi hızla geri çektim.

"Dokunma!"

Dudakları hayretle aralandı. Gözleri yuvasından çıkacak kadar açıldı. Birkaç harf döküldü dudaklarından ama devamı gelmedi.

Elini ensesine attı.

"Bir daha sakın bana sevgi sözcüğü kullanma!"

"Neden?"

"Kullanma dedim!" Resmen ona yalvarıyorum. "Lütfen kullanma." Gözlerime hücum eden yaşlara içimden küfür ettim.

"Rüya sen delirdin mi?" Azad, sinirli çıkan ses tonunu sabit tutmaya çalışıyordu. Bağırmamak için insanüstü bir çaba sarf ettiğinin farkındaydım. Delirmediğimi anlatmak adına başımı iki yana salladım. Delirmemiştim. Henüz...

"Rüya konuşsana!" Arabanın ön tekerine savurduğu tekme ile yerimden sıçradım.

Ses tonu yükseldi. İki elini yana açarak konuşuyordu. "Konuş diyorum konuş! Ne demek istiyorsun?" artık bağırıyordu.

"Konuş!"

Avazı çıktığı kadar bağırdı. Bir tekme daha attı tekere.

Kaşlarımı çattım ve alaycı bir gülümsemeyle ona baktım. "Sevgi sözcüğü duymak istemiyorum diye mi bağırıyorsun bana?"

"Evet." dedi. Alaycı gülüşüm hayal kırıklığı dolu bir kahkahaya dönüştü. "Hayır, yanlış anladın." diyerek çevirmeye çalıştı.

Sen de herkes gibisin Azad.

"Son kez soruyorum. Doğruyu söyleyeceksin." dedim. Sinirden deliye dönmüştüm. İçimde kopan fırtınaları ona yansıtmamak adına sinirlensem de ben bağırmamıştım. Eğer düşüncelerimi bilseydi bana hak verebilirdi belki. Ben bağırmamıştım. Ben etrafa vurmamıştım. Şiddet potansiyeli bu kadar kolay mı ortaya çıkıyordu? İki tane güzel kelimeyi duymak istemiyorum diye bana nasıl bağırabilirdi?

O kimdi?

"Ne için bağırdın? Niye bu kadar çileden çıktın?"

Sinirden titreyen parmaklarımı yumruk yaptım.

"Rüya ne demek sevgi sözcüğü kullanma?"

"Soru bu değil." dedim sinirli olduğumu belli eden bir sesle.

"Sen benim sevgilim değil misin? Sen öyle deyince sinirlendim. Ne olduğunu anlamıyorum çünkü."

Dudaklarımı içeri kıvırdım ve kaşlarımı yukarı kaldırdım.

Azad, sinirlerini kontrol altına alamayan biriydi. Öğrenişim hoş yollarla olmamıştı ama öğrenmiştim.

Kapıya geldiğinde de bağırmıştı Rüya. Hani Aylin'i eve götürdün diye.

"Bu bana ikinci bağırışın." dedim gülerek. "Her ne sebeple olursa olsun bu iki oldu. İlkinin bile mantıklı açıklaması vardı."

Azad'ın üzgün ve pişman olduğunu anlayabiliyordum.

"Neden sevgi sözcüğü kullanmanı istemediğimi anlatsam üçüncü kez bağırırsın muhtemelen. O yüzden ben sana hiçbir zaman kendimi tam olarak açamayacağım Azad. Bu ikilemde kaldığım anlarda artık senin fevri bir insan olduğunu düşüneceğim."

Arabanın arka kapısını açtım ve çantamı aldım. Kapıyı sertçe kapattıktan sonra Azad'a baktım.

"Bana bir daha bağırırsan o dilini sökerim. Bunu asla unutma. Her ne olursa olsun senin bana bağırmaya hakkın yok."

"Özür dilerim." dedi. Elimi tuttuğunda elektrik çarpmış gibi hissettim. Aniden elimi çektim.

"Bir daha herhangi bir insana bağırırken 'Ben kimim ulan?' de dönüp kendine."

Arkamı döndüm yürümeye başladım. Aklıma gelen fikirle omzumun üzerinden ona baktım.

"Şimdi sen de herkes gibisin Azad."

💫

GÖRÜŞMEK ÜZERE!

Instagram: sonsuzlukicindea
Twitter: sonszlukicinde

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro