15. Bölüm
Merhaba!
Hoş geldiniz!
Bu bölüm çok zor şartlar altında yazılmış bir bölümdür. Çünkü ne yazık ki şu 1 haftadır korkunç derecede saçma günler yaşadım.
Çok yorucu, can sıkıcı, üzücü bir sürü gelişme oldu ama size bir bahane sunmak istemediğimden gecikmek istemedim.
Umuyorum ki bölümde bir hata yoktur. Gözünüze çarpan yerleri yorumda belirtirseniz bana da düzeltme imkanı tanımış olursunuz.
Yine çok konuştum, sizi bölümle yalnız bırakıyorum ❤️
Hatam varsa şimdiden kusura bakmayın. Oyları unutmayalım.
Yorumlarınızı okumaktan çok keyif alıyorum. Lütfen beni mahrum bırakmayın❤️
💫
Geldim.
Koşarak, gülerek geldim.
Sevmeyi, aşkı öğrenmeye geldim.
Geldim Azad, senin için, kalbin için geldim.
💫
Kollarını vücudumdan ağır ağır çekerken ben de sıktığım kollarımdaki kuvveti azaltarak geri çekildim.
Gözlerinin içi gülüyordu. Anlayabiliyordum, hissedebiliyordum.
"İşe yaramış." dedi gülerek.
Benim onu anlayabilmem için çiçeğe ya da mesaja gerek yoktu. Bir şekilde onu anlayacaktım, içten içe biliyordum.
O, sadece süreci hızlandırmıştı.
Anlamam için açıkça anlatması gerekirdi. Yine alenen söylememişti ama bunu ima etmişti. Onu anlamıştım.
İhtiyacım olduğunu düşündüğüm kişinin o olduğuna artık emindim.
Zorlamıyordu, diretmiyordu. İnce ince sızmaya çalışıyordu. Onun sızma çabasına izin vermekten başka çare bilmiyordum.
Yüreğimi ele geçirmesini istiyordum. İnsan olduğumu kanıtlasın, ben de onun yüreğine sızayım istiyordum.
"Gel," dedi Azad ve cevabımı beklemeden yürümeye başladı. Adımlarını takip edip ilerlediğimde Metin, Ebru ve Özge'nin buluştuğu köşedeki yere gittiğimizi anladım.
Ulaştığımızda, köşeyi dönüp gözden kaybolduğumuzda kapının önünde sarıldığından daha tutkulu bir şekilde sarıldı. Ellerim belini sarana kadar olan süreçte kolları gevşemişti.
Sarılmayacağımı düşünerek vazgeçmişti belki de.
Parmaklarım sırtına değdiği anda da gevşeyen elleri tekrar sarmıştı bedenimi.
Başımı hafifçe yukarı kaldırdığımda göz göze geldik. Gülümsüyordu. Onu tanıdığım günden bu yana bir yabancıya ilk kez böyle gülümsediğini görmüştüm.
Bedenlerimiz birbirinden uzaklaştığında derin bir nefes aldım ve gözlerine baktım. Ne demem gerektiğini bilmiyordum.
"Korkma." dedi ve köşede çıkık şekilde duran, kısa duvarın üzerine oturdu. "İki günde beni sevdiğini düşünmüyorum, bir şansım olsun istedim sadece."
"Bir beklentim yok yani." diye ekledi.
"Korkmuyorum. Zamana ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum." dedim.
Yüzüne baktıkça, onu öpmediğim dakikalar için pişmanlık duyuyordum. Ne kadar uzun süre bakarsam o kadar öpme isteğimin artacağını düşünerek bakışlarımı kaçırdım.
"Öyle zaten." dedi ve ellerini uzatarak parmak uçlarımı tuttu.
"Sen nasıl mutlu olacaksan öyle davranacağım."
Ya ben öyle davranamazsam Azad?
Ya ben seni hiç sevemezsem?
Parmak uçlarımı kavrayan eli yavaşça avuç içimle birleştiğinde gülümsedim. Ben ne kadar fazla gülersem o da o kadar dudaklarını yukarı kıvırıyordu.
Artık o dudaklarla dudaklarını buluştursan mı Rüya?
Usulca ellerimi kurtarıp yüzümü sıvazladım. Alev alevdi vücudum. Elimin soğuğunu yanaklarıma bastırdığım esnada Azad da halime gülüyordu. Ne anlamıştı da gülmüştü bilmiyordum. Mesela onu bu denli öpmek istediğimi anlamış mıydı? Anladıysa eğer neden beni tutup kendine çekmiyordu?
"Sorun mu var?" diye sordu. Bakışlarımı ona çevirdiğimde istemsizce kaşlarımı çattım. Ne hakkında konuştuğuna dair bir fikrim yoktu. "Daldın gittin de o yüzden soruyorum." dedi Azad.
"Cümle kurmaya üşenmesen..." dediğim anda da kahkahası yayıldı aramızda. Sanırım daha önceki tartışmalarımızdan birine gönderme yaptığımı düşünüyordu ama ben ciddiydim.
Sadece ortamı bozmak istemediğim için sustum ve yanına oturdum.
Başını bana doğru çevirdiğinde dudaklarında tebessümün belirtisi olmasa da gözlerinin ışığı huzurlu olduğunu bana anlatmaya çalışıyordu. İlginç bir şekilde ben de huzurluydum. Onunla, onun yanında fazlasıyla huzur bulmuştum.
Bu huzurun ne kadar sürecek Rüya? Onu asla sevemeyeceğini fark edene kadar mı?
"Bir konuyu netleştirebilir miyiz?" diye sordum kibarca. Başını aşağı yukarı salladığında da derin bir nefes aldım ve gözlerinin içine baktım. Birazdan beni sinirlendirecek bir karşılık verebilirdi, biliyordum. Sinirlenmemek adına gözlerine tutundum.
"Hani Giray'ın kuzenim olduğunu bilsen onunla tersleşmezmişsin ya..." dediğimde Azad tekrar başını salladı. "Ben yanımda bulunan herhangi bir erkeğe müdahale edilmesinden hoşlanmıyorum." dedim.
"Kız - erkek arkadaşlık ilişkileriyle alakalı problemlerimi sevgilime açıklayacağımı söylemiştim. Niye konuşuyoruz ki bunu?" diye sordu Azad. Bu sefer kahkaha atan taraf ben oldum.
"Sevgili miyiz?" diye eklediğinde kahkaham daha da şiddetlendi ve başımı olumsuz anlamda salladım. "Flört de etmiyor sayılırız." dediğinde bu sefer başımı olumlu anlamda salladım. "Yani, etmiyoruz sayılır." diyince bir kez daha güldüm ama bu kahkaha boyutunda değildi.
Tavrı hoşuma gitmişti. Yanına geldiğim için bizi bir sıfata sokup ona göre hareket etmiyordu. Acele etmiyordu. Sınırlarıma saygılıydı.
💫
Kütüphanede sandalyenin üzerinde bağdaş kurmuş şekilde kitap ve notlar arasında mekik dokuyordum. Çalışmaktan sıkıldığım kitapları kenara itip tekrar bir anda önüme çekiyordum ve bu yüzden artık beynim iyice karışmıştı. Ne okuduğumu, ne yaptığımı, neyin altını çizdiğimi bile anlamıyordum.
Derste tuttuğum notlarla kitaptakileri karşılaştırırken tek isteğim başımı defalarca kez önümdeki masaya vurmaktı. Bunca dersin varlığına gerçekten ihtiyaç var mıydı? Seçmeli dersler olmasa mesela çok şey kaybeder miydik?
Seçmediğim dersler hayatımı etkilemeyecekse seçtiklerim neden etkileyecekti ki?
Utku, karşımda tüm dikkatini vermiş bir halde Makro İktisat çalışırken genel olarak öfkem daha da artıyordu. Bir insan tüm dikkatini vererek nasıl Makro İktisat çalışabilirdi? İkinci kez aldığım ders, Utku ile aynı sınıfta bu dönem de ders almama sebep olmuştu. Alttan her dönem bir ders bırakmadan rahat edemeyecektim sanki. Sürekli bir pürüzle karşılaşıyordum.
Benim kısmım dağılmışken Utku'nun önünde sadece Makro İktisat kitabı ve birbirine zımbaladığı dosya kağıtları duruyordu. Yanımıza oturabilecek insanların da huzurunu kaçırmamak adına kitapları ve notları çantama doldurduğumda Utku başını kaldırarak ne yaptığıma baktı. Önümde bıraktığım kitabı görünce de tekrar notlarına döndü.
Türk Vergi Sistemi kitabıyla uzun uzun bakıştıktan sonra derin bir nefes aldım ve başarabileceğime kendimi inandırarak kapağını açtım.
Tam o sırada ikimizin ortasına koyulan notlarla başımı kaldırdığımda yanımızda duran, üstüne bir de gülümseyen Hilal'i gördüm.
Sahi Rüya siz en son ara vermiştiniz. Ne oldu o iş?
"Okulun başından beri tuttuğum notlar." dedi Hilal. Utku'yu alakadar eden bir durum olmadığından olsa gerek bakışlarını notlara değil bana dikmişti.
"Gerek yok." dedim ve notları tutarak Hilal'in önüne doğru ittim. Fısıltıyla konuşmamıza rağmen etraftaki insanların bakışlarını bize çevirmesiyle birlikte kaşlarımla insanları gösterdim.
Hilal, sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi yanımdaki sandalyeyi oturmak için çektiğinde de çantamı alarak sandalyenin üzerine bıraktım. "Dolu orası." dedim fısıldayarak. "Yeri değil ayrıca." diye ekledim.
Hilal, notlarını almadan arkasını döndüğünde Utku öksürerek dikkatini çekmeye çalıştı. Bize dönüşüyle birlikte de benim bir hamle yapmama fırsat vermeden notları eline alarak Hilal'e uzattı.
Hilal, asılan suratıyla birlikte notları sertçe tutup çektiğinde Utku da derin bir nefes alarak dudaklarını içeri kıvırdı. Sinirlendiğini fark etmek o kadar da zor değildi. Hilal'in arkasını dönüşüyle tekrar notlarına dönerek bir şeyler yazmaya başladığında ben de birkaç yudum su içtim ve kalemi elime aldım.
Önüme uzanan kağıda baktığımda "İyi misin?" yazdığını gördüm. Başımı sallamakla yetindim ve kağıdı onun önüne iterek kitabın sayfalarını yavaşça çevirmeye başladım.
Sınavların başlamasına üç ya da dört hafta vardı. Çok konu birikmemişti. Yengeme yardım etmek için gitmediğim son derste hocamızın yetmişinci sayfaya kadar geldiğini sınıftaki kızlardan öğrenmiştim. Bugün için hedefim en azından bir dersi halledebilmekti.
Sayfalar ilerledikçe anlatılanları hatırlıyordum ama kitabın üzerine aldığım kısa notların ne anlama geldiğini çözemiyordum. Ya dersi dinlerken boş kalmasın diyerek yazmıştım ya da o sırada dersi dinlediğimi sanıyordum.
Ne kadar süre geçmişti bilmiyordum ama aşırı sıkılmıştım ve ancak yirminci sayfaya kadar gelebilmiştim. Önce kitaptan okuyup altını çiziyordum, arkasından geçen senenin kırtasiye notuyla eşleştiriyordum ve derste deftere karaladıklarıma bakıyordum. En sonunda ise bir dosya kağıdına özetini çıkartmaya çalışıyordum.
Vergiye tabi olan ticari kazançlar başlığını gördüğümde elimi alnıma atıp bir süre nefeslendim. Kelimeler birbirine giriyordu ve öğrenmem gereken tüccar sınıfları vardı. Birinci sınıf tüccarların alım - satım şekillerine göre sınıflandırılacağını anlayabilmiştim de yıllık alım ve satım tutarlarını ezberleyebilecek ışığı kendimde göremiyordum.
Kitabın üzerinde yazan '(Hizmetx5) + Satışlar > 230.000' notunu gördüğümde de kendime sinirlenerek kitabı kapattım.
Anlamıyordum.
Utku, başını kaldırıp bana baktığında alt dudağımı dışa sarkıtarak ben de ona baktım. Yerinden kalkıp başıyla kapıyı gösterdiğinde de çantamın içerisinden cüzdanımı aldım ve kütüphanenin dışına çıktık.
"Bu mola iyi gelir bize de." dedi temiz havayla buluştuğumuzda.
"Ya bana da anlatsana Allah aşkına. O kadar saat bir insan nasıl Makro çalışabilir? Hiç mi sıkılmadın? Hiç mi demedin Allah'ın belası ne anlatıyorsun yeter diye?" Utku, kahkaha atmaya başladığında otomatlara ulaşmıştık. İki lirayı makinenin içine atıp sütlü kahveye bastı ve tekrar bana döndü. "Sıkılmışsın belli."
Tespite bak kral. Çok düşündün mü bunu?
"Sıkılmadım." dedim tüm ciddiyetimle. "Sövdüm."
"Neye sövdün?" diye sorduğunda kahveyi bana uzattı ve tekrar parayı makineye atarak sütlü kahve tuşuna bastı.
"Gelir vergisinin de yıllık gelirinin de..." dedim ve küfretmemek için sustum. "Ayrıca tam mükellefine ayrı dar mükellefine ayrı, safi miktarına apayrı..."
"Şöyle ağız dolusu bir söv de kurtulalım." dedi Utku ve boş bulduğu banka oturdu. "Oturmak istemiyorum, uyuştum saatlerdir." dedim ve kendimce neden oturmadığımı açıkladım.
Sormadı ki?
Utku arkasına yaslanmış keyifle kahvesini yudumluyordu. Benim keyif alacak herhangi bir tarafım kalmamıştı. Çok uzun zamandır doğru düzgün oturup ders çalışmamıştım bu yüzden de kalem tutmaya bile yabancı hissediyordum.
Bir yıl evde otursam ve o bir yılın sonunda dışarı çıkıp on dakika yürüsem bacaklarımda hissedeceğim ağrı neyse şu an beynim onu yaşıyordu.
Niye bir yıl evde oturasın Rüya?
"Neyse." dedim kendi kendime.
Utku sigarasını yakıp etrafı seyretmeye başladığında ben de tüm dikkatimi karton bardağın içerisindeki kahveye diktim. Dönüp tekrar ders çalışamayacak kadar yorgun hissediyordum. Güneşin yavaş yavaş ortalıktan çekilmesi de saati tahmin etmeme yardımcı oluyordu.
Utku'nun yanına oturan Hilal'i fark ettiğimde bakışlarımı ona çevirdim ve hemen arkasından Utku'ya baktım. Tepki dahi veremeyecek kadar bitkin hissediyordum.
Açıkça git demediğim sürece Hilal'in gitmeye niyeti yoktu.
Hayatımdan çıkması için, artık arkadaş olmadığımızı anlaması için ne yaşanması gerekiyordu?
Utku, rahatsız olduğunu belli edecek şekilde yerinde kıpırdayıp oturuşunu dikleştirdi ve Hilal'e baktı. Anladığım kadarıyla gözleriyle 'Niye buradasın?' diye soruyordu.
"Neden almadın notları?" dedi Hilal bana. Utku'nun varlığını ya da üzerindeki bakışlarını umursamamıştı.
"İhtiyacım yok." diye cevapladım. Anlattığım derdimi bana koz olarak kullanan birinin ne notuna ne de arkadaşlığına hayatımda yer yoktu. Onun notları olmadan da ders geçebilirdim.
"İyi not tuttuğumu biliyorsun." dedi ve Utku'ya döndü. "Makro notlarını da getirmiştim."
Utku, Hilal sanki yanında yokmuş ve biri konuşmuyormuş gibi etrafa bakınıyordu. İkisinin de ne yapmaya çalıştığının bilincindeydim. Utku, Hilal'i görmezden gelip gitmesini sağlamaya çalışıyordu. Hilal ise notlar bende işe yaramadığı için Utku'nun atılmasını bekliyordu.
Enerjim yoktu. Notları alıp Hilal'e minnet etmeyecektim ama bu konuşmayı da uzatıp tartışmak istemiyordum. Utku'ya dönerek "Hadi, içeri girelim." dedim.
Hilal'in bozulduğu yüzündeki mimiklerden çok net belliydi. Hışımla yerinden kalktı. Kalkarken de kolundaki çantasını bankın üzerine fırlattı. "Sana iyilik yapmaya çalışıyorum!" diye bağırdı.
Yükselen sesiyle derin bir nefes aldım ve içimden üçe kadar saydım. Normal şartlar altında on olması gereken sayının üçte kalma sebebi sakin kalmaya çalıştıkça sinirimin daha da yükselmesiydi. O bağırıyordu, ben bağırmayacaktım. O sinir krizleri geçirip etrafı kırıp dökebilirdi, ben dökmeyecektim.
"İyiliğine muhtaç gibi mi duruyorum oradan bakınca?" diye sordum. Ses tonumu olabildiğince stabil tutmaya çalışıyordum. Bir kez ipin ucunu kaçırırsam kendime hakim olamazdım.
"Sen sana yapılan hiçbir iyiliği hak etmiyorsun Rüya!" dedi. Yükselen sesi sayesinde yakınımızda olan herkes bizi duyabiliyordu. Bir hafta önce bu tavırlarıyla karşılaştığımda hayretler içerisinde onu dinlemiştim. İçindeki kini kusuşunun arkasından da oturup yas tutmuştum.
Bu sefer bu olay tekrarlamayacaktı.
"Etmiyorum." dedim gülümseyerek. "Birbirimize benzediğimiz için bu kadar sene yakın arkadaş olmuştuk belki de. Kim bilir?"
Hilal, kaşlarını çattı ve dudaklarını araladı. Konuşamadı. Aradan geçen saniyelerde cümlelerini toparlamış olacak ki sessiz bir şekilde konuşmaya başladı. "Sakın bana eski sevgilim ve arkadaşımla ilgili konuşma."
Artık bağırmıyordu. Benim hayatımı da aramızdaki sorunu da insanların duymasını istiyordu ama iş kendi hayatına gelince kediye dönüyordu. Ben, onun da hiçbir şeyi hak etmediğini vurgulamak istemişken o hayal dünyasında oynattığı filmin ilk sahnesini seriyordu gözlerimin önüne.
Çünkü Hilal'e göre herkes birbirinin dertlerini koz olarak kullanmalı.
"Yapmam." dedim ve Utku'ya dönüp elimle ayağa kalkmasını işaret ettim. Bu konuşmanın daha fazla uzamasına gerek yoktu. "Ölmüşsün veya ölmemişsin. Onlarla atlamışsın ya da vazgeçmişsin." dediğim sırada Utku'nun yüzündeki dehşet dolu ifadeyi gördüm. "Bir gram umurumdaysa şerefsizim. Bu yüzden gündemime bile girmeyecek bir konu."
Hilal, cümlem biter bitmez kahve dolu bardağı tuttuğum elime elinin tersiyle sertçe vurdu. Üzerime dökülen birkaç damla kahveye bakıp tekrar ona döndüm.
"Bu da umurumda değil Hilal." dedim. "Senin hakkında olan hiçbir şeyin, senin yaptığın hiçbir şeyin önemi olmadığı gibi bu da önemsiz."
Arkamı ona dönüp yürümeye başladığımda Utku da sessiz sedasız yanımda yürümeye başladı.
Umurumdaydı.
Bana söyledikleri de bu kadar düşmanca bir tutum sergilemesi de hayatında yaşadığı olaylar da umurumdaydı. Karşımda düşmanım olsa yine yaşantısındaki kötü olayların onda bıraktığı izleri önemserdim.
Sadece üç kişi intihar etmeye gidip bir kişinin tam onlar atlarken bundan vazgeçişini anlamlandıramıyordum.
Hilal neden vazgeçmişti?
Onlar neden atlamıştı?
💫
Mahalleye girdiğimde önümde dalgın bir halde yürüyen Azad'ı gördüm.
Sağ elinden dışarı sarkan dikdörtgen kağıt parçalarının ne olduğuna anlam veremediğimden bir süre gözlerimi dikip oraya baktım.
Hemen ardından da uzaktan bakarak çözemeyeceğimi anlayarak yanına ulaştım.
"Selam!" diye seslendim coşkuyla. İçimde patlayan enerjinin sebebini bilmiyordum. Ani çıkışımla sıçrayıp bana döndü.
Gülümseyerek karşılık verdiğinde ben de bakışlarımı elinde tuttuğu kağıt parçalarına çevirdim.
Yakından baktığımda ne olduğunu anlamıştım. Uçak biletiydi.
Elindeki biletlere baktığımı fark ettiğinde elini yavaşça yukarı kaldırdı ve üç bileti salladı. "Ufak bir gezi." dedi gülümseyerek.
Gülümsemesindeki burukluğu yakalamıştım. İçimdeki enerjinin yerle bir olduğunu hissettim tam o an. Neye canı sıkılmıştı bilmek istiyordum.
"Nereye?"
Azad biletleri bana doğru uzattı ve vücudunun yönünü mahallenin çıkışına doğru çevirip yürümeye başladı. Adımlarım onu takip ederken biletleri inceliyordum.
Uçak üç saat sonra kalkacaktı.
Uçak, Mardin'e gidiyordu.
"Neden?" diye sordum. Annesi ve Aylin ile birlikte gideceklerini bilet sayısından anlamıştım fakat Mardin'e neden gittiklerini anlamamıştım.
"Annemin kuzeni vefat etmiş." dedi ve mahallenin çıkışında duran banka oturdu. "Cenazeye gidiyoruz."
"Çok üzgünüm." diyebildim. Böyle durumlarda ne söylenmesi gerektiğine dair bir fikrim yoktu. Bu zamana kadar Ulaş hariç kimseyi kaybetmemiştim.
Az çok ne hissedebildiğini biliyordum, anlayamıyordum. Herkeste farklı etkiler yaratırdı ölüm. Bu yüzden kimse kimsenin acısını tam olarak anlayamazdı.
"Ben değilim." dedi Azad ve iç çekti. "Annemin üzülmesine üzüldüm sadece."
Başımı hafifçe salladım ve biletleri ona uzattım. Bankta geriye yaslanmış, dirseğinin tekini bankın başına yaslamış öylece oturuyordu.
Hislerini yüzünden okumak imkansızdı. Gerçekten üzülmemiş miydi? İstediği zaman duvarlarını örüp dış dünyaya kendini öylesine kapatıyordu ki hiçbir şey anlaşılmıyordu.
"Annen Mardinli miydi?" dedim. Laf olsun diye konuşuyordum sadece. Sessizlik bizi ele geçirip düşüncelerimizle yalnız bırakmamalıydı. Azad eğer üzüldüyse dikkati dağılmalıydı.
Niye Rüya? Sen Azad'ı avutmak zorunda mısın?
Değildim ama zor durumda olan insanların yanında olmak bir zorunluluk da değildi gözümde. Azad her gün avutulmaya ihtiyaç duymuyordu ki. Bir gün ihtiyacı varsa yanında olmak için buradaydım.
"Hayır annem de Diyarbakırlı. Kuzeni Mardin de yaşıyor."
Azad'ın babasından dolayı Diyarbakırlı olduğunu biliyordum ama annesinin memleketini yeni öğrenmiştim.
Çok gerekli bir soru değildi ama en azından başka bir şey konuşabilmiştik.
"Annemi yalnız bırakmamak için gidiyorum. Yoksa Aylin'i sokmazdım cenaze ortamına."
Diyecek bir şey bulamadım. Sadece yüzüne baktım. O bundan ne anladı bilmiyordum ama elini omzuma doğru uzattı ve beni kendisine çekerek sarıldı.
Başımı omzuna yaslayıp yaslamama konusunda yaşadığım kararsızlığım hareket etmeme engel oldu.
Öylece durduğumuz dakikalar içimde hareketlenen bir hissin olmadığını fark ettirdi.
Midede uçuşan kelebekler ya bir şehir efsanesiydi ya da benim için asla umut yoktu.
Kendine biraz zaman tanı Rüya. Belki bir gün her şey çok güzel olur.
"Hiç gittin mi Mardin'e?" diye sordu. Başımı olumsuz anlamda salladım ve hemen arkasından da gülmeye başladım.
"Ben daha memleketim Ankara'ya gitmedim."
Azad elini omzumdan çekip yüzüme baktığında hayrete düştüğünü fark ettim.
"Fırsat olmadı hiç." dedim. "Hep bir engel çıktı."
"Gitmelisin. Özellikle Anıtkabir'e gitmelisin." dedi ve gülümsedi. "Ben dört kez gittim. Her birinde ayrı duygular yaşadım."
"Nasip." dedim omzumu kaldırıp indirdim.
"Belki bir gün beraber gideriz. Çok isterim." dediğinde az önceki ruh halinden sıyrılmıştı. Mutluydu.
Hayalini kurmak bile onun mutlu olmasına yetiyordu.
"Ben de çok isterim." dedim.
Azad ile bir yere gitmeyi mi çok istersin Rüya yoksa Anıtkabir'e gitmeyi mi?
Verdiğim cevap onu mutlu etmiş olacak ki kollarını vücuduma sardı. Benim ona sarılmam için uygun bir pozisyonda değildik. Bu yüzden sadece başımı omzuna koydum ve kokusunu içime çekmekle yetindim.
Kokusu, huzur veriyordu.
💫
Sabah, şafak operasyonuyla uyandırılmıştım. Evet evet şafak operasyonu.
Sabah ezanıyla birlikte çalan telefonumda Ebru'nun aradığını görünce meşgule attım ve telefonu sessize aldım.
Ne yazık ki işe yaramadı.
Uykulu halde odama giren Sinem, elinde tuttuğu telefonu uzattı. Ebru onu aramıştı. Telefonu tek gözüm açık bir şekilde tutuyordum ve ne olduğunu merak etmiyordum.
Kapatma tuşuna basıp Sinemin de telefonunu sessize aldım ve yüzümü yastığa bastırdım.
Uykunun tatlı kollarında huzurun nirvanasını yaşarken yumruklanan kapının sesiyle yerimden fırladım.
Benimle birlikte uyanan Sinem duvarlara tutunarak yanıma gelmişti. Annemle babamın odalarından çıkıp gelmemeleri de işe gittikleri bir saatte olduğumuzu gösteriyordu.
Kapı deliğine zor açık tuttuğum tek gözümü dayadım ve karşımda Ebru'yu gördüm.
Deliğe dayamadığım gözümü kapatmama gerek kalmamıştı çünkü o gözüm hiç açılmamıştı.
Kapıyı sertçe açtım ve Ebru'nun sırıtışını gördüm.
"Telefonu yüzüme kapatmanız hoş değildi." dedi ve davet etmemizi beklemeden beni kenara iterek kapıdan içeri girdi.
Kapıyı kapattığında ben de kapının yanındaki duvara sırtımı dayadım ve kendimi yavaşça yere bıraktım.
Oturarak da uyumaya devam edebilirdim.
Komut vermemiştim ama beynim kendi yapmak istediğini harekete geçirmişti. Yüzüm dizimin üzerine kapandı.
Ebru'nun kolumu dürtmesiyle "Hm?" dedim.
Konuşursam uykum kaçabilirdi. Benden uzaklaşmasını istemiyordum.
"Sizin yüzünüzden zaten her planımız alt üst oldu! Kahvaltıya gidecektik göl kenarına. Uyanmadınız öğle yemeği yaptık."
"Bağırmasana!" diye bağırdım. Konuşması zihnimin içinde yankılanıyordu ve uykumu kaçırıyordu.
"Saat kaç ki?" diye sordu Sinem. Başımı kaldırıp ona baktım. Yan bir şekilde duvara yaslanmış gözleri kapalı dikiliyordu.
Sinem ayakta uyuyordu.
"Dokuz." dedi Ebru.
"Ya Ebru," dedim ve sustum. Dilimin ucuna gelen küfrü son anda durdurmuştum. "Sabahın köründe öğle yemeği ne alaka?"
Ebru kolumdan tutup beni kaldırmaya çalışıyorken bir yandan da Sinem'e hazırlanması için direktifler veriyordu.
Sinem ne ara ayakta uyuyan halinden sıyrılmıştı bilmiyordum ama "Aslı da gelsin mi?" diye heyecanla soruşundan bu gezinin hoşuna gittiğini anlamıştım.
"Sahi biz kimle, niye, nereye gidiyoruz?"
Ebru sorduğum soru karşısında ofladığında ben de onu taklit ederek ofladım. Uykumu mahvetmişti.
"Metin, Ercüment, Özge, sen, ben, Sinem."
Hemen ardından da ekledi. "Ayrıca Aslı."
"Sinem?" diye seslendim. "Giray da gelsin."
Evet şafak operasyonuyla Ebru beni uyandırmıştı ve şu an saçma bir ekiple göl kenarında oturuyorduk.
Giray ve Ercüment yere serdiğimiz kilimin üzerinde tavla oynuyordu. Aslı ve Sinem gölün önünde fotoğraf çekiliyorlardı. Metin Özge'yi dizine yatırmış bir şeyler anlatıyordu. Ebru ve ben de onları izleyip kahve içiyorduk.
"Azad abi de olsaydı keşke." dedi Ebru.
Ebru'nun bunu demesiyle birlikte Azad'ı aramadığımı fark ettim ve hızlı bir hareketle yerimden kalkıp yanlarından uzaklaştım.
Gece inince haber vermesini söylemiştim ve son iletişimimiz de Azad'ın "Geldik, ölmeden." mesajıydı.
Saat henüz öğlen on iki olmamıştı ama ben nedense onu arayıp nasıl olduğunu sormak için geç kalmışım gibi hissediyordum.
Üstelik emindim ki Metin ve Ercüment'in planından haberdardı ve benim de burada olduğumu biliyordu.
Telefon uzunca bir süre çaldıktan sonra "Rüya?" dediğini duydum. Oysa ben açmayacağını düşünmeye başlamıştım bile.
"Nasılsın?" dedim ürkek bir ses tonuyla. Sanki onu aramadığım için, mesaj atmadığım için bana kızacak gibi gelmişti. Aslında mesaj atmadığım için kızması mümkün değildi. Mesajla alakalı her konudan iğreniyor gibi bir hali vardı.
"İyi olmaya çalışıyorum." diye cevapladı. Ses tonunda bir parça bile enerji kalmamıştı. Üstelik daha saatler önce üzülmediğini söylemesine rağmen. Yanında olmak istediğimi ilk kez bu noktada anlamıştım. Ben, onun yanında olmalıydım ve onu teselli etmeliydim.
"Zor." diye cevapladım. Bir yandan da ayağımın altında ezdiğim çimene bakıyordum. "Zor değildi de," dedi ve sustu. Derin bir nefes aldığını hissedebiliyordum. "Cenaze evi çok başka bir ortam." dedi.
Ayağımı bir öne bir arkaya sürterken kelimelerimi düzgün seçmek istiyordum. Düzgün seçmek için uğraşıyordum ama ortada konuşabileceğim bir kelime bile yoktu. Koca bir boşluk vardı zihnimin içinde ve sanki bu yaşıma kadar öğrendiğim her şeyi de unutmuştum.
"Annen iyi mi?" diye sordum. Konuşmayı planladığım konular Hatice teyzenin yakınından bile geçmiyordu ama dönüp dolaşıp benzer olaylara giriyordum.
İyi misin? Annen iyi mi? Aylin iyi mi? Bunlardan başka ne diyebilirdim ki.
"Evet." Azad, sesini yükseltmeye çalışmıştı ama tek kelimeden oluşan cümlesi bitene kadar tekrar kısık sese dönmüştü. "Ruhum daralıyor." dedi. Anlayabiliyordum. Konuşmasından da susmasından da zor bir gün geçirdiğinin farkına varabiliyordum.
Elimden gelen bir şey yoktu.
"Yani cidden üzülmedim. Tanımıyordum. Burası mahşer yeri Rüya." dedi ve ofladı. Arkamı dönüp baktığımda kahkahalarla gülen Giray'ı gördüm. Biz eğleniyorduk ama Azad mutsuzdu.
Burada eğlenmemiz ona haksızlık değil miydi?
Saçmalama Rüya, Azad'ın mutsuz olduğu her zaman diliminde kendini eve kapatıp yas mı tutacaksın?
"Keşke yanında olabilseydim." dedim. Cümleyi düşünürken de kurarken de sorun yoktu fakat kendi sesimden duyduğumda Azad'a haddinden fazla umut verdiğimi düşündüm. Gerçi ben o umudu iki gün önce zaten fazlasıyla vermiştim.
"İyi ki yanımda değilsin." dedi ve güldü. Eğlenceli bir gülüşten uzaktı. "Sen de çok üzülürdün. Sen üzülünce de benim yüzümden üzüldün diye ben üzülürdüm." dedi.
"Ne kadar çok üzülmek kelimesini kullandım." diye de ekledi.
İstemsizce gülmeye başladığımda onun da güldüğünü duydum ve biraz da olsa moralim düzeldi. "Seni üzen şeyleri konuşabiliriz istersen." dedim.
Aslında canını sıkan konudan uzaklaşıp kafasını dağıtmayı çok daha fazla istiyordum ama bulunduğu koşullardan dolayı başka bir şeyden bahsetmek içten içe bana kırılmasına sebep olur diye teklif etmiyordum.
"Neyi anlatayım ki? Bekle bir saniye." dedi ve hemen arkasından çakmak sesi geldi. "Cenazede dedikodu yapanlar var mesela. Ölenin arkasından konuşanlar, ölenin yakınlarından az ağlayanı gözüne kestirip onun mutlu olduğunu iddia edenler." sustu. İçimden küfretmeme engel olamadığımdan onun da küfretmemek için sustuğunu düşündüm.
"Hani cenaze evinde yemek dağıtılır ya. Bunlar yemek beğenmiyor. Plastik tabakta yiyemem porselen tabak yok mu diyen gördüm. İnanabiliyor musun?" diye sordu. İnanamıyordum. Hayretle, ağzım açık, kaşlarım kalkmış şekilde onu dinliyordum.
"Çok ayıp." dedim.
"Akrabalar oturuyor, hizmet bekliyor. Ölen kadının kızları acılarını yaşamak yerine oradan oraya koşturuyorlar. Kızlardan biri bayıldı Rüya yanında olup görmesem o sırada başını çarpacaktı."
"Çok üzüldüm onlar için. Çay doldurup pilav dağıtmaları gereken bir günde değiller ama maalesef çok duyarsız insanlar var." diyebildim. Başka neler neler söylerdim de bu tip insanlar için bir günah daha işlemiş olmak istemiyordum. Değmezdi.
"Annem, ben, Aylin ne kadar yetişebilirsek yardım etmeye çabalıyoruz işte. Şimdi hava almak için dışarı çıkmıştım, sen aradın." dedi.
Azad, tertemiz kalbini annesinden almıştı ve Aylin'i de bu şekilde yetiştiriyorlardı. Hiçbir zorunluluk duymadan iyilik yapmak insan olmanın temelindeydi ve onlar ailece bunu çok güzel başarıyorlardı.
"Göle gitmişsiniz siz de." dedi ve güldü. "Ben gelince tekrarlamazsak bu etkinliği hiçbirinizle bir daha konuşmam."
"Sabahın köründe arayıp gidelim denmediği sürece ben varım." dedim. Uyandırılış şeklim aklıma geldikçe çıldırıyordum. Önce kendi saçımı yolmak istiyordum ve hemen arkasından Ebru'nun saçlarını.
"Uygun bir saat bulunur." diye cevapladı beni. "Kuzenlerin de gelmiş."
"Evet." dedim gülümseyerek. "Giray ve Ercüment iyi anlaştı galiba." cümlemi kurarken de oturdukları tarafa doğru çevirmiştim bakışlarımı.
Muhtemelen iyi anlaşmışlardı çünkü Giray ve Ercüment şu an bilek güreşi yapıyorlardı.
Gördüğüm manzara karşısında gülmeye başladığımda Azad'ın durumdan haberdar olmadığını hatırladım ve "Bilek güreşi yapıyorlar." dedim gülüşümün arasından. Azad da gülmeye başladı. "Benle de iyi anlaşır belki." dedi.
Pek umudum yok Azad ama neden olmasın?
"Tutmayayım ben seni eğlenmene bak. Zaten içeri gireceğim şimdi." dedi ve cevap vermeme fırsat vermeden "Görüşürüz." diye ekledi. Yine cevap vermemi beklemeden de telefonu yüzüme kapattı.
Neden?
Az önce oturduğum kilimin üzerinin tamamen dolmuş olduğunu, bana yer olmadığını gördüğümde ellerimi göğsümde kavuşturup onları izlemeye başladım. Aslı ve Sinem kalkmamı fırsat bilmiş ve yerimi kapmışlardı.
"Gel." dedi Giray ve atik bir hareketle yerinden kalktı. "Otur, ayakta kalma."
Gülümsemeye başladığımda Giray da anlamsızca beni izliyordu. "Gel buraya." dedim. Ağır adımlarla yanıma ulaştığında kaşları çatık bir halde bana bakıyordu. Kollarımı ona sarıp sarıldığımda aklımdan geçen tek şey onu kaybetmek istemeyişimdi. Azad herhangi bir akrabasını kaybetmişti, umurunda da değildi belki ama ben en sevdiğim akrabamı kaybetmek istemiyordum.
Kaybetme korkusunun ne olduğunu ilk kez bu kadar derinden anlamıştım. Giray ise kaybedeceğimi düşündüğümde dahi beni yaralayabilen biriydi. Elini saçıma atıp yavaşça okşadığında gülümsedim. "Ne oldu?" diye fısıldadı kulağıma. Cevap vermek yerine omuz silktim. Hareketimin ne olduğunu görememiş de olsa yapışık duran vücutlarımız sayesinde anlamış olmalıydı.
"Yeter ya!" diye bağırdı Aslı. "Abime benden çok sarılıyorsun Rüya abla!"
Herkes gülerken tek bir kişinin gülmek yerine dikkatle bizi incelediğini fark ettim. Metin, Giray ile olan sarılmama kilitlenmiş vücutlarımıza bakıyordu. Üstelik kaşlarını da çatmıştı.
Kuzenimle sarılıyordum. Kuzenim.
Özge'nin çekeceği vardı.
"Hayırdır Metin?" dedim ve sol gözümü de sorumu desteklesin diye kırptım. Başını iki yana sallayıp önüne döndüğünde ben de Giray'dan ayrıldım ve oturmam için kalktığı yere geçip oturdum.
Keyfim kaçmıştı.
💫
Huzurluydum, üzerimde onun kokusu vardı. Midemde kelebekler yoktu ama saçımda dudaklarının izi vardı.
Pikniğin geri kalanı olağan geçmişti. Kahkahalar, atışmalar. En son nereden bulunduğunu anlamadığım bir ip ile lastik oynayıp çocukluğumuza bile dönmüştük.
Metin bizi izlemekle yetinmiş, Ercüment ise atlayamadığı her an on yaşına geri dönerek oyunu bozmaya çalışmıştı.
Eve dönüşümüzün üzerine çok uzun bir zaman geçmeden telefonuma Azad'ın mesaj bildirimi gelmişti ve bir fotoğraf vardı.
Ne olduğunu ilk başta çıkartamasam da gecenin loş ışıklarının aydınlattığı kale olduğunu anlamıştım.
Mardin Kalesi.
Hemen arkasından yazıyor... kısmını gördüğümde de sohbet penceresinden çıkmadan merakla beklemeye başlamıştım.
Azad'ın mesaj yazması gözümde hala çok ilginç bir olaydı.
"Fotoğrafta gördüğün yer Mardin Kalesi. Mardin denildiği zaman genelde akla gelen ilk yerlerden biridir. Mardin'in yerlileri buraya 'Kartal Yuvası' diyorlarmış. Milattan önceki dönemlerde dahi Anadolu'da yaşamış uygarlıklara ev sahipliği yapmış. Ne kadar doğru bilmesem de duyduğuma göre 330 yılında bir kral bu kalede kalmış. Çok hastaymış ama kalede yaşadığı zaman diliminde iyileşivermiş. Bu yüzden de buraya yerleşmiş ve tam on iki sene yaşamış."
Mesajı gülümseyerek okumuştum ve cevap yazmak istediğimde yine Azad'ın mesaj yazdığını görüp duraksamıştım.
"Tabii çok isterdim sana Mardin Kalesi'nin fotoğrafını ben çekip atayım ama ne yazık ki internetten buldum. Gitmek gibi bir şansım olmadı. Bu bilgileri bana aktaracak biri de etrafımda olmadığı için Vikipedi'den araştırdım ve cümleleri birazcık değiştirdim. Kültürlü gözükeyim istiyordum ama hırsız diye adım çıkmasın (:"
Mesajıyla birlikte kahkaha atmıştım. Gittiği yerleri gezip görme isteği miydi ondaki bilmiyordum. Ya beni de bilgilendirmek istemişti ya da Mardin'e bir kez daha gitme ihtimaline karşılık kısa bir araştırma yapmıştı.
"Ayrıca buranın meşhur yemekleri de var. Diyarbakır'da da yapılan yemekler de var aralarında ama hiç tatmadıklarım da var. İrok diye bir yemek varmış. İçli köfteye benziyor dediler ama bilmiyorum. İlgimi çekmedi desem yalan olur. Bu bilgiyi cidden duydum. Alluciye diye bir yemek de varmış bunu internetten buldum. Kuzu etiyle erik birlikte. Aslında böyle düşününce mantıklı gelmiyor, olsun. Yeni tatlar denemekten zarar gelmez."
"Ama benim favorim Sembusek. Annemin yaptığı bir gün mutlaka sana da yedirmem lazım. Pide gibi ama pidenin çok daha üst düzeyinde bir yiyecek. Şu an canım çekti yazarken."
Azad, beni bir hayli şaşırtmıştı. Gerçekten tarihe de yöresel yemeklere de ilgili olduğunu kanıtlamak ister gibi bir hali vardı. Farklı yönlerini gördükçe, onu tanıdıkça kendimi daha yakın hissediyordum.
Yeni yerler gezmek, yeni lezzetler tatmak en sevdiğim aktiviteler arasındaydı ve bunu yapabilecek bir arkadaş bulmuştum. Aslında arkadaştan öteydik ama elle tutulur bir sıfatımız da yoktu. Bu yüzden ben kendi içimde böyle karar vermiştim.
Anlattığı yemeklerin fotoğraflarını atarak konuşmayı kapatmıştı ve döndüğünde yüz yüze istediğim kadar konuşabileceğimizi söylemişti. Mesajlaşmaktan hoşlanmıyordu, mesaj atıyordu, karşılık almak istemiyordu.
O gece günün verdiği yorgunlukla hızlıca uykuya dalmıştım ve pazar günüm de pek heyecanlı geçmemişti. Aile sohbetlerinden kaçmaya çalışmıştım. Başarılı da olmuştum. Annem, babam ve Sinem amcamlara gitmişti ve ben ders çalışacağımı söyleyerek evde kalmıştım.
Tüm gün hiçbir şey yapmadan yatışımın sonunda akşam etmiştim ve annemler de geri dönmüştü. Dizi saatlerinin da başlamasıyla birlikte Sinem odasına çekilmişti. Ben de yatağımda sıkıntıdan bir sağa bir sola dönüp durmuştum.
Telefonuma gelen "Aşağıya gelir misin?" mesajıyla yerimden fırlamıştım ve üzerimdeki pijamalardan kurtularak eşofmanlarımı giyip aşağıya Azad'ın yanına inmiştim.
Gelmişti.
Kıyafetleri, gözleri, dağınık saçı yorgunluğunu haykırırken beni ikinci kez mahallenin ortasında kucaklamıştı. Saçıma değdirdiği dudakları, burnuma dolan kokusu gözlerimi kapatıp dünyadan sıyrılmama sebep olmuştu. Kulağıma eğilerek "Artık rahatlıkla uyumaya gidebilirim Rüya." demişti ve yorgunluğun verdiği etkiyle biraz da sallanarak arkasını dönüp yürümeye başlamıştı.
Gelmişti, beni görmek istemişti. Sarılmıştı ve sarıldıktan sonra artık rahat uyuyabileceğini söyleyerek evine doğru yol almıştı.
Mahallenin ortasında oluşumuzu, birilerinin göreceğini umursamadan ikinci kez bana sarılmıştı ve bu sefer saçlarıma bir öpücük kondurmuştu.
Şu an gözlerim kapalı yatağımda uzanırken aklımdan geçen tek şey Azad'ın bana sergilediği tutumdu.
Uykuya yavaşça dalmak üzereyken dudaklarımın yukarı kıvrılmasına engel olamadım.
Huzurluydum, üzerimde onun kokusu vardı. Midemde kelebekler yoktu ama saçımda dudaklarının izi vardı.
💫
Umarım beğenmişsinizdir.
Haftaya görüşmek üzere!
Twitter: sonszlukicinde
Instagram: sonsuzlukicindea
Bölüm alıntılarını bu hesaplardan paylaşıyorum. Herhangi bir gecikme yaşanırsa da yine buralardan haber veriyorum.
Takip ederseniz, daha kolay ulaşırız birbirimize ❤️
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro