bölüm üç; rezilliğin sözlükteki karşılığı.
üç aralık gecesinin üzerinden henüz kısa bir zaman geçti. gerçi ne kadar kısa demeliyim bilmiyorum, üç hafta filan oldu sanırım. sınavlarımız bitti. düşünüyorum da, son zamanlarda hayatımda gerçekleşen tek iyi şey bu. üzerimdeki yüklerden biri bana veda etti sonunda. zaten yenileri binmişken bununla uğraşmak oldukça zorlamıştı.
ama daha kötüleri gelmişken buna nasıl sevinebilirdim ki?
biriciğim beni unuttu sanırım, son birkaç gündür eve bile birlikte gidemiyoruz. heather'ın peşinden ayrılmıyor. aralarında bir şey mi var ya da oluşmaya mı başladı bilmiyorum ama bu durum çok canımı yakıyor. bunca zamandır dayanmamın sebebi en azından yakın arkadaşlar olmamız, her an birlikte olmamızdı. şimdi bu da yok, bu şekilde nasıl devam edebileceğim hakkında bir fikrim de.
yarın noel arifesi olduğu için tatile giriyoruz. cumartesi olduğundan pek bir değişiklik yok ama en azından bir haftalık tatilimiz var. ayrıca yarın yan sınıfımızdan bir çocuk parti verecekmiş. herkesin vaktini ailesiyle geçireceğini düşünmüştüm, yanıldığımı fark ettim. izin koparabilirsem ben de gideceğim. eğer cesaretimi toplamayı başarırsam da chan ile gideriz.
cesaretimi toplamayı başarırsam diyorum çünkü şu son birkaç günde gerçekten oldukça uzaklaştık ve durum bu olunca istemsizce normalde rahatça yapabildiğimiz şeyleri yapmak için büyük bir cesarete ihtiyacım var. e tabii bir de reddedilme ihtimali araya girince...
son ders bittiğinde hemen chan'ın yanında bittim, bugün basketbol antrenmanı vardı [adam kısa filan da, bir basketbol oynayışı var ki görmelisiniz...] ve gitmeden önce ona yetişmeliydim. yanına gittiğimde kolu heather'ın omzundaydı, sınıftan çıkmak üzerelerdi. yine de ona seslendim.
ama sanırım bundan pek memnun olmamıştı. yüzü düşmüştü, hemencecik toparlansa da gözümden kaçmamıştı. istemsizce kekeleyerek "konuşabilir miyiz?" diye sordum. ellerim titremenin yanında bir de terliyordu ve gözlerimi kaçırıyordum.
yanlış anlamayın, elbet insan âşık olunca da böyle olur fakat ben iletişim konusunda görüp görebileceğiniz en kötü kişiydim. yani o kişi chan olsun ya da olmasın, her daim böyleydim. ama bu şimdi benim suçum değildi ki, chan ile yakın olduğumuz için yine de onunla rahatça konuşabiliyordum. onun yüzünden aramıza az bir mesafe girmişti, onun suçuydu.
neyse. kolunu heather'ın omzundan çekti ve ona gidebileceğini söyledi, "sonra görüşürüz," dedikten sonra benim yanıma geldi. heather'ın da gitmesiyle sınıfta kimse kalmayınca cesaretim az da olsa yerine gelmişti. derin bir nefes aldım ve yarınki partiye birlikte gidip gidemeyeceğimizi sordum. ama ağzımdan tam olarak şöyle çıktı:
"şey... chan-ah... yarınki parti- hani şu yan sınıftaki... kim mingi- ah! yani... kim mingyu! onun partisine birlikte... yani ikimiz gidelim mi? tabii- tabii senin için de sakıncası yoksa..."
rol yapsam bu kadar batıramazdım.
ama benim biricik chan'ım her zaman çok anlayışlı ve iyi kalpliydi. bu yüzden gülümseyip saçlarımı karıştırdı [kim ona benim ondan daha büyük olduğumu hatırlatmak ister?] ve başını onaylar anlamda salladı.
"elbette ggukie. ama senin için de bir problem yoksa giderken heather'ı da evinden alabilir miyiz giderken?"
aptal... evlerimiz bitişik olduğu için değil seninle zaman geçirmek istediğim için bunu istiyorum! chan-ah anlayışlı ve iyi kalpli olduğu kadar da aptal maalesef. ama buna da minnettar olduğum gerçeğini saklayamam. bu yüzden gülümsedim ve "olur, tabii ki," diyerek kabul ettiğimi belirttim.
o da elini kaldırdı, "öyleyse görüşürüz," deyip yanımdan ayrıldı. şimdi sınıfta tek başıma kalmıştım. bu tam olarak yerimde oturup istediğim kadar kafamı sıraya vurabilirim demekti. şansımı değerlendirmeliydim. bu yüzden bezgin bir şekilde çantamı yere bıraktım ve tabiri caizse sürünerek herhangi bir sıraya oturdum.
acımasını takmadan başımı salıverdim. başım da talimatını almışçasına son hız sıraya yapıştı. ne kadar aptal ve rezil olduğumla ilgili ağzıma ne gelirse duraksamadan söylüyor, aynı hızla başımı kaldırıp yine sıraya yapıştırıyordum.
o kadar dalmıştım ki birinin içeri girmiş olduğunu bile duymadım...
"şey..." dediğinde bu sesin bana ait olmadığını ve tam yanımdan geldiğini anlamam biraz zamanımı aldı. gözlerim istemsizce kocaman açıldı ve sesin sahibine döndüm. kim yugyeom'du. ortadaki sıra dizisinin tam ortasında oturan çocuk.
"efendim?" diye sordum kısık sesle ama tam olarak böyle değildi. kekelemiştim yine, anlarsınız ya...
"sen iyi misin?" bu kesinlikle çok ama çok utanç verici. sorduğu soruyu görüyor musunuz? ah, ama tam olarak böyle değildi. sanırım korkmuş biraz, utana sıkıla sordu. maalesef şu an tonlama yapamıyorum ama siz anladınız.
"i-iyiyim ben! sen... sen neden hâlâ buradasın peki?"
"okuldan çıkmadan önce bir işim vardı da, onun için eşyalarımı burada bırakmıştım."
"ah, anladım." of, hadi ama, eşyalarını alıp çıksana o zaman! biraz daha utancımı yaşamalıyım.
"şey, jeongguk... şu an benim sıramda oturuyorsun."
"hm? ah... üz-üzgünüm! farkında değildim," dedikten sonra atlı kovalıyormuş gibi hemen ayaklandım ve sınıftan çıkmak için adım attım.
ancak eğer jeon jeongguk iseniz, rezillik üstüne rezillik yaşamaya alışkın olmalısınız.
henüz iki-üç adım atmıştım ki yerdeki kaleme bastım; bu olay yaşanmadan önce orada olduğunu bile fark etmediğim kaleme. sonra ne olduğunu tahmin edebiliyor musunuz? bunun sadece çizgi filmlerde olduğunu zannederdim fakat kaleme basmamla ayağımın kayması ve sırtüstü yere yapışmam bir oldu.
kafam zonkluyor, gözlerim kararıyordu. kalbim çok hızlı mı atıyor yoksa hiç atmıyor mu birazcık bile anlayamıyordum. maalesef bir çizgi filmde değildik, hemencecik ayaklanıp koşmaya ve hayatı yaşamaya devam edemezdim.
kim yugyeom yüzünde büyük bir panikle bana bakıyordu. birkaç saniye öylece durduktan sonra [sanırım şoka filan girmişti.] yanıma çöktü ve bana iyi olup olmadığımı sordu. bir elini koluma sarmışken diğeriyle de başımın arkasını destekliyordu doğrulmam için. ama kafamı yere çarptığımdan dolayı dokunduğu anda acıyla inledim. korkmuş gözüküyordu.
"jeongguk-ah, iyi misin? canın çok mu yanıyor? hey, beni duyuyor musun jeongguk-ah?"
yavaşça doğrulurken kafamı salladım, gözümde hâlâ biraz karaltılar vardı. "iyiyim, endişelenme," dedim fakat ardından yeniden aynı şekilde acıyla inledim. tamamen kontrolüm dışındaydı, başım kadar popom da acıyordu. yugyeom ikna olmuş ve soğukkanlı gibi gözükmeye çalışıyordu, yine de ne hâlâ ne kadar endişeli olduğunun farkındaydım.
"pekâlâ, kalkabilecek misin? neren acıyor? sana yardım edeceğim ve revire gideceğiz, anlaştık mı? üzgünüm, özür dilerim."
ardı ardına sorular sorup duruyordu ve sadece kafamı sallıyordum. bir eli kolumu tutmaya devam ederken [aslında nasıl desem bilemedim ama tam olarak kolumu tutmaya devam etmemiş, desteklemek için koltuk altıma kaydırmıştı.] diğer elini belime yasladı ve ayağa kalkarken benim de kalkmama yardım etti.
ağzımı açıp tek söz edemiyordum, sadece ona daha fazla zorluk çıkarmamak için ayak uydurmaya çalışıyordum. yugyeom'unsa sınıfa geri dönmesinin sebebi olan eşyaları umurunda bile olmamıştı, beni olabildiğince çabuk revire götürmek için uğraşıyordu. kendimi çok ama çok mahcup hissediyordum.
ben jeon jeongguk, rezillik kelimesinin sözlükteki karşılığı olmaya kesinlikle hak kazanmıştım.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro