Bir Tür Zehir
"Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir."
- Mustafa Kemal Atatürk
10 Kasım Pazar...
Polis merkezinden çıktıktan sonra eve gelip allak bullak olan kafamı kanepeye gömdüm. Saat akşam üzeri 9'a geliyordu ve kesik elektrikler yüzünden karanlıkta boylu boyunca uzanıyordum. İçimden kalkıp mum yakmak geliyordu ama üzerimde çok ağır bir üşengeçlik hissediyordum. Sanki günlerdir hiç durmadan koşuyor koşuyor, ama neticede bir yere varamayarak yorgunluktan bitap düşüyordum.
Elimi yastığımın altına atıp telefonumu çıkardım. Rehberde kısa bir gezintiden sonra, gözüme çarpan ismin üzerinde durdu bakışlarım. Ekrana dokundum ve telefonun belli aralıklarla çalışını dinledim. Sonunda çağrı yanıtlandı ve ahizeden Handan'ın sesi duyuldu.
"Efendim tatlım?"
"İyi akşamlar Handan Hanım, rahatsız etmiyorum ya?"
"Ne rahatsızlığı aşk olsun." Dedi alınır gibi bir sesle. Gözlerimi devirirken, "Nasılsın?" Diye sorduğunu duydum.
"İyiyim." Dedim düz bir sesle. "Müsaitseniz yarım akşam size uğramak istiyorum."
Handan'ın güldüğünü işittim. "Tabii tatlım, sana her zaman müsaitiz. Ayrıca sormana bile gerek yok, burası senin de evin."
Annem öldüğü gün orası benim evim olmaktan çıkmıştı.
"Hem Cemre'de burada. O da seni görmek istiyordu."
Üvey kardeşimle aramızda beni görmesini isteyecek kadar bir samimiyet yoktu. Bunun tamamen Handan'ın uydurması olduğunu biliyordum. O da bunu bildiğimi biliyordu ama her defasında yaptığı gibi bilmemezlikten gelmeyi tercih ediyordu. Niyetinin kötü olmadığının farkındaydım. Ama olmayanı zorlamak da yersizdi.
"Yarın akşam görüşmek üzere öyleyse." Dedim konuşmayı sonlandıracağımı belirterek.
"Görüşürüz Nil'ciğim."
Koltuktan kalktım ve telefonun fenerini yaktım. Başımda şiddetli bir ağrı, içimde derin bir sıkıntı vardı ve uzun zamandır kendimi hiç bu kadar tükenmiş hissetmediğimi anlıyordum. Kendime bunu yapmaya hakkım yoktu. Hatta kimsenin bana bunu yapmaya hakkı yoktu. Ben annemin ölümünden sonra kimsenin beni yıpratmasına izin vermemiştim. Yıpratmaya çalışanlar elbet olmuştu ama ben kimsenin dünyasına ayak basmamaya özen göstermiş, kişiliğimden ve karakterimden asla ödün vermemiştim. Kimseyi kendi dünyama sokmadığım gibi, kimsenin dünyasına da girmemiştim. Ayrı bir evren yaratmış, onları sevinciyle, üzüntüsüyle, acısıyla ve tatlıysa orada bırakmıştım. Evet ben bunu bir kez değil, defalarca kez başarmıştım.
Yine başarabilirdim. Sadece... Farklı hissetmiştim. İç güdülerimin varoluşsal sancılarını bir kenara bırakmanın zamanı gelmişti ve geçiyordu. Kabullenmem gerekiyordu. Bu benim hatamdı, kendimden ödün vermem dolu dolu benim hatamdı. Sırf farklı hissettirdi diye onu hayatımın merkezine yerleştirmem ve çabam sonuçsuz kalınca göt gibi ortada kalmam benim hatamdı. Şimdi sızlanmaya hakkım yoktu. Olmamalıydı.
Mutfağa ne ara geldiğimi, tüm malzemeleri ne ara tezgahın üzerine yığdığımı anımsamadığım anlarda, elime parafin'i aldım. Kabın içine koyarak ocağın üzerine yerleştirdim ve altını kıstım. Yavaş yavaş erimesini izlerken, içine stearin'i de ekledim ve karıştırmaya başladım. Tek bir renk yapacaktım bugün. Gri mum boyasını aldım ve eriyen sıvı malzemenin içine döktüm. İçine lavanta esansı da eklediğimde karışım hazırdı. Vakit kaybetmeden hepsi belli bir ölçüde olan silikon kapların içine mum fitillerini de dikkatlice yerleştirdim.
İşte bu kadardı. Ruhumdan bir duyguyu daha silmem bu kadar kısa ve kolaydı. Artık içimde depresif bir duyguya yer yoktu. Aynı zamanda kasvet ve karamsarlıkta akıp gitmişti zihnimden ve ruhumdan. Duygularımı yüklediğim her mumu bir gün ateşe verecektim ben, işte o zaman gerçek manada arınacaktım hepsinden.
Dağıttığım mutfağı topladım ve mumları buzluğa attım. Yarına hazır olurlardı.
Topladığım çöpleri çöp kutusuna zoraki bir şekilde sıkıştırdığımda, keyifsizce aldım poşeti. Halıya akmamasına dikkat ederek, hızlıca kapıya ulaştım. Kapıyı aralayıp, çöp poşetini kenara bıraktım. Terliklerimi ayağıma geçirdikten sonra eğdiğim başımı kaldırınca, merdivenlerden çıkan Hakan'ı gördüm. Önce elimi kolumu nereye koyacağımı bilemedim. Bir duygu fırtınası esti gürledi içimde. Gözlerimizin buluştuğu o kısacık anda zaman, ömrümden aldı aldı da geri vermedi eskitti beni.
Gözlerimi çektim. Anahtarı aldım ve kapıyı örttüm. Çöp poşetini de alıp merdivenlere yöneldiğimde, göğsümü basan daralma böcek istilasına uğramışım gibi vücudumu sardı. Etimi eziyorlar, tenimde geziniyorlar ve derime dişlerini geçiriyorlardı da, çaresizce çırpınıyordum sanki.
Son basamaktaydık ve yanımdan geçiyordu ki durdu. "Merhaba Nil."
Sesinden önce kokusunun ulaştığı zihnim afalladı. Çaresizliğim saniyeler sürerken, çöp poşetini daha sıkı kavradım. "Merhaba."
"İyi görünmüyorsun..." Demesiyle, henüz harekete dahi geçememişken durmak zorunda kaldım. Anahtarlığın ucuyla saçımın dibini kaşırken, yüzüne bakmam gerektiğini hissettim.
"Şu kadın." Dedim aklıma gelen ilk şeyi dile getirirken. "Esin Çetiner... Ölümü beni fazlasıyla şaşırttı."
Artık gözlerim yüzündeydi. Sahi kaç gün olmuştu gece kadar karanlık olan gözlerini görmeyeli? 3 gün olmuştu... Tam olarak 3 gün. 3 koca gün.
"10 Ekim'de öldürülen yaşlı adamı hatırlıyor musun? Hani sana bahsetmiştim." Dedi konuya hakimiyetini göstererek. Bugün onunda benim ifademi doğrulamak için merkeze çağrıldığından haberim vardı. O yüzden o kısım görünmez bir kalemle silinmişçesine, ölen kadını konuşuyorduk. "Esin Çetiner'de aynı şekilde öldürülmüş."
Poşeti merdivenin alt basamağına bıraktım. Sıkıntılı bir nefes doldu boşlukta kalmış ciğerlerime. Özlemek ne sancılı bir duyguydu. Bir rengi olsaydı keşke özleminde, ne güzel bir mum yapardım, sonra azad ederdim kendimi o duygudan.
"Şehirde bir seri katilimiz eksikti." Dedim sıkılgan bir sesle. Neden bunu konuşuyorduk ki? Hatta, biz neden konuşuyorduk ki? "Sen nereden öğrendin aynı şekilde öldürüldüğünü, basına sızmadı?" Diyerek iç sesimden tamamen aykırı bir soru sordum.
Yüzüne uğrayan gözlerim, onun çehresini ezberlemeden durur muydu? Durmuyordu işte. Yorgun görünüyordu. Saat epey geç olmuştu, belli ki işten geliyordu. Siyah saçlarından sıkça geçirmiş olmalıydı parmaklarını, dağınıklardı. Alev gibi parlayan dudakları, pürüzsüz yüzünde adeta özenle çizilmişçesine dolgun bir çıkıntı oluşturuyor, göz kamaştırıyordu. Gözlerinde bize dair bir şeyler görememek içten içe beni oyarken, onun ifadeleri konuştuğumuz konuya hakimdi.
"Att bir arkadaş söyledi. Cesedi almaya giden onlarmış. Elleri, bileklerinden neredeyse kopacak kadar sıkı bağlanmış ve yine aynı şekilde vücudunda 10 kesik varmış."
"Bu çok ürkütücü." Dedim ürperdiğim için kollarımı sıvazlarken. Beni ürperten oydu halbuki. Nasıl bu kadar soğukkanlı olabiliyordu ben cayır cayır ona yanarken?
"Senin... gördüğün rüya. Uyandığında eller diye bağırman..." Gözleri hafifçe kısıldı. "İçine mi doğdu ne oldu öyle?"
Gördüğüm rüya... O geceden sonra zihnim öylesine Hakan'la dolu kalmıştı ki, rüyanın beni sarstığını da, peşi sıra gelen ölümü de henüz fark ediyordum.
"Tamamen bilinçaltımın bir oyunuydu bence." Dedim bilincimi yoklayıp, rüyayı kendi zihnimde bir mantığa sokarken. "Yoksa müneccim olduğum falan yok. Klinikte Kaan Saraç'ın, Esin'in ellerine çok dikkatli baktığını görmüştüm ve bunu çok garipsemiştim. Sanırım onun etkisinde kalmışım."
"Kaan Saraç kim?"
"Çalıştığım kliniğin sahibi. Esin'de onun danışanıydı."
Hakan dudaklarını birbirine bastırırken, anladım dercesine başını salladı. Kısa bir sessizliğin ardından, gözleriyle yüzümü usulca süzdü. "Bu kadar takılmamanı öneririm. Çok solgun görünüyorsun."
Çok da takıldığım söylenemezdi. Üzüntüm, şu an karşımda olduğu halde ona bir yabancı kadar uzak davranmak zorunda olduğum içindi.
"Aslında bu tür şeyler beni çok etkilemez sanardım. Ama kanlı canlı gördüğüm biri olunca ki, kendisinden hiç hoşlanmasamda... Doğru, üzüldüm."
Gülümser gibi oldu. Birkaç saniye kararsızca gözlerimin içine baktıktan sonra derin, boğuk bir nefes aldı. Aldığı nefes olmak istedim. Soluduğu havaya karışıp, onun içine sızmak... "Sarılalım falan istersen?" Dedi hafif muzip bir tonla.
"Daha neler." Diye bir nida döküldü ağzımdan. Ben bunu hayalini kurmaya bile cesaret edememişken üstelik. İçim ürperdi, sarılmış kadar oldum sanki. "Dalga geçme bir de benimle."
Bıkkın bir nefes verdi. "Hâlâ kaldığımız yerdeyiz anlaşıldı." Dedi. Sesi gibi yüzüde ciddileşti. Sonunda asıl meseleye gelebilmiştik işte. "O an çok sinirlendim doğru. Düşüncesizce konuşup, saçma davrandığımın da farkındayım. Ama her şeyi bu kadar uzatır mısın?"
"Uzattığım falan yok, cidden. Ben sadece sıkıldım artık Yasemin konusundan, oyun konusundan, bu muhabbetlerden..."
"Pekala. Haklısın. Bir daha bu konuda konuşmamaya söz veriyorum öyleyse." Omuzlarını silkti ve üzerinden atmak istediği yük, sanki önce dilinden dökülmeliydi.
"Hoş geldin ikinci kişilik Hakan." Dedim yapay bir gülümsemeyle. Ilımlı halleri ve gözü dönmüş halleri arasında, incecik bir çizgi vardı zaten.
"Nil cidden biraz yapıcı olamaz mısın?"
"Çok da umursadığını düşünmüyordum aslında." Kaşlarımı havalandırdım. "Çaban görülmeye değiyor bak."
"Konuşurken dinlendiğimi hissettiğim Nil ile şimdi gözlerimin içine bakarken bile beni yoran Nil aynı Nil mi peki?"
Konuşurken dinlendiğimi hissettiğim.
"Bi' gelgitli sen değilsin ya." Dedim yarım bir gülüşle. "Ama seni temin ederim ki, üzerine çabalamanı gerektirecek kadar önemli biri değilim."
Siyah gözlerinin içinde kıvılcımlar belirdi, harelerinde usulca çatırdadı. Oluşan kısa sessizliğin ardından, "Bu karar seni insafına bırakılacak karar değil." Başını iki yanına sallarken, dudaklarında belli belirsiz bir gülümse vardı.
"Peki madem." Dedim. Göğsüm kabardı işin aslı. Çabalaması, ya da en azından bana öyle hissettirmesi içimde bir yerleri okşadı.
"Sadece... Merak ettiğim bir şey var. Onu da soracağım ve bu konu artık aramızda açılmayacak." Biraz şüpheli, biraz temkinliydi sesi.
Tüm dikkatimi ona verdiğimi görünce araladı dudaklarını.
"Sen arkadaşını ne kadar tanıyorsun Nil?"
Bu ani sorunun kaynağını anlamadım. Boşa sorulmadığına adım kadar emindim ama bunu da halının altına ittim. İrdelemek de istemedim. Sustum.
"Tam da tahmin ettiğim gibi." Dedi sessizce, bir şeylerden benim yerime yine kendince emin olurken.
Sorgulamak yerine sessiz kaldım. Sessiz kalışım uzadıkça uzadı.
Hakan ayak ucumda duran çöpe uzandı. "Geç sen eve, ben atarım."
Zaten allak bullak olmuştum diretmedim.
•
11 Kasım Pazartesi...
Siyah yüksel bel jean ve üzerine balıkçı yakalı, beyaz triko giydim. Dirsekten bileğe doğru bollaşan kollarını saçlarımla uğraşırken engel olmaması için kabaca katladığımda, makyaj masası yerine kullandığım aynalı dresuarın önündeki pufa oturdum. Evin en küçük odasını yatak odam yaptığım günden beri, minimum tutmaya çalıştığım eşyalara çoktan alışmıştım. Eski odam öylesine büyüktü ki, buraya taşındığım ilk zamanlar en çok yatak odama alışmakta zorluk çekmiştim. Gerçi hâlâ sık sık salondaki kanepede uyuduğum oluyordu ama en azından artık odamı seviyordum.
Islak saçlarımı kuruttuktan sonra, bir kaç iri dalga atarak her zamanki görünümüne kavuşturdum. Yüzüme yaydığım ince fondöten, son günlerde bir hayli yorgun görünen yüzümü canlandırırken, göz altlarımdaki kızıllığı kapatmaya bir kaç kapatıcı hamlesi yeterli geldi. Örgülü çantamın içine mum kutusunu, cüzdanımı sıkıştırırken, başımı kaldırdığım noktada yatak odamın duvarındaki tek tablo çekti dikkatimi. Onu oraya asalı yaklaşık 1 yıl oluyordu. Yanına yaklaştım ve çerçevenin kenarına birikmiş tozları görünce sıkıntılı bir nefes aldım.
Caravaggio'nun, sahtede olsa tablosuna yaptığım bu saygısızlık, 400 yıl önce ölmesine rağmen, Toskana'da bulunan kemiklerini muhtemelen sızlatıyordu. Bunu düşünmekle güler gibi olsamda, resme bakarken gülüşüm geri çekildi. Zira dünyada sanatla uğraşıp Caravaggio'ya hayran olmayan birini bulmak zordu. Barok sanat akımının en büyük temsilcilerinden biriydi, insanların saygı duyduğu sanatta devrim yaratan katil...
Sanatta özgürlüğün söz konusu dahi olamayacağı Rönesans döneminde, pek çok ustanın çalışmalarını kopyalayarak kendini geliştirmişti. Zamanla bu çalışmaları kendince yorumlamaya, daha önce görülmemiş etkide resimlere dönüştürmeye başlamış çünkü Caravaggio için, Rönesans'ın duygusuz sanatı ve taklitçiliği gerçek yaşamdan epey uzakmış. Yarattığı devrim başına bela olduğunda ise, Caravaggio artık tehlikeli, saldırgan, agresif bir profil çiziyor, yaşam savaşı veriyormuş ve canını sıkan herhangi birini ölümle tehdit edebiliyormuş. Caravaggio gibi büyük bir ustanın gangster ruhlu olması sanat tarihindeki en garip olaylardan biri olarak sıkça anılır.
Boy with a Basket of Fruit'in cam çerçevesini kuru bir bezle silerken, gözlerim resimde usulca gezindi.
Üzerinde dönemine ait beyaz geniş yakalı gömleklerden bulunan genç adam, elinde bir meyve sepeti tutuyordu. İçinde çeşit çeşit meyveler ve meyve yaprakları bulunan bu dolu sepete sağ koluyla sıkıca sarılmıştı. Kıvırcık saçları dağınık, kendi haline bırakılmış, aralık dudakları ve hafif baygın gözleriyle tutkulu bir yüz ifadesi veren genç adam, sepeti birine sunar gibi görünüyordu. Resimde garip olan tek şey, çocuğun normalden daha kalın duran boynu ve yukarı doğru çıkan kürek kemikleriydi. Araştırmalarıma göre bu detaylar, Caravaggio'nun kendinden 6 yaş küçük olan arkadaşı, 16 yaşında olduğu bilinen Mario Minitti'nin olgunlaşıp erkekliğe gidişi şeklinde yorumlanıyordu.
Meyve sepetli çoçuk'u ve Caravaggio'yu tamamen huzura kavuşturacak kadar temizlenen tabloyla, odadan ayrıldım. Saat henüz akşam üzeri 6'ya geliyordu ve akşam yemeğine henüz bir buçuk saat vardı. Zihnimdeki karmaşık soruları yok etmek için biraz sahilde gezinmekten daha cazip bir fikir gelmiyordu aklıma.
Beyaz spor ayakkabılarımı ayağıma geçirdiğimde, kış için hiç uygun olmayışları canımı daha da sıkmaya yetti. Sıkıla sıkıla siyah topuklu çizmelerime uzandım. Sporlarımı daha uygun hava koşullarında giymek için dolaba yerleştirirken, karşı apartmanın açılan kapısının sesi ilişti kulağıma. Elimde kalan çizmelerle kapıya ne ara uzandığım hakkında ise hiçbir fikrim yok doğrusu. Ve evine girmek üzere olan Hakan'a ne ara seslendiğimin de hiç farkında değilim.
Adının dudaklarımdan dökülmesiyle kapatmak üzere olduğu kapıyı araladı. Elindeki ekmek poşetini görünce kısılan gözlerimi yüzüne çevirdim.
"Kaç dakikaya hazırlanırsın?" Diye sordum, açlığı için kendi kafamda mükemmel bir senaryo çizerken.
Bana şaşkınca bir bakış attıktan sonra doğal olarak, "Ne için?" Diye sordu.
"Babamlara yemeğe gidiyorum." Dedim çizmelerimi kapının önündeki küçük kilimin üzerine bırakırken. "Ve sen de geliyorsun."
Şaşkınlığı yaklaşık birkaç saniye daha devam etti. Ardından ifadesi yerini kararsızlığa bıraktığında, çizmeleri ayağımla kenara itip terliklerimi giydim ve kapımı kapattım. Hızlı adımlarla onun evine yöneldiğimde, şaşkın bedenini kenara çekti. İtiraz kabul etmeyeceğimi anlamış olmalıydı.
Davet beklemeden evinden içeriye sızdığımda, "İçeride bekle madem." Dedi gülerek.
Ona gözlerimi kırpıştırarak baktım. "Ben de öyle düşünmüştüm." Elinden ekmek poşetini alarak mutfağına yöneldiğimde, o da hazırlanmak üzere odasına yöneldi.
"Ne giydiğim fark eder mi?" Diye sordu uzaklardan bir yerden.
"İstersen eşofmanla gel, Ozan Özer buna bayılacaktır!" Dedim kahkaha atarak. Evin içinde dahi gömlekle ve jilet gibi ütülenmiş kumaş pantolonlarıyla dolaşan babam kesinlikle buna bayılırdı. Ama gerçek manada. "Nasıl olsa ilk yardım müdahalesi biliyorsun!"
Hâlâ kahkaha atıyordum ve bu sanırım hiç normal değildi.
"Alanının en iyisi olan bir beyin cerrahından bahsediyoruz." Diye bağırdı içeriden doğru. "Beni masaya yatırıp, kafatasımı açmasını izlerken de böyle gülmezsin umarım!"
"Merak etme, o çok zeki beynin eve döndüğünde hâlâ seninle olacak!"
Ekmeğin ucunu kemirmeyi bırakmış, tezgahın üzerindeki iki üç bulaşığı makinaya yerleştiriyordum. Açıkcası Hakan'ın mutfağı benimkinden daha temizdi. Ya temizlikten çok iyi anlıyordu ya da mutfakla hiç alakası olmadığı için böylesine derli topluydu. Gerçi ikinci şıkkı elemem saniyeler sürmedi çünkü ocağın üzerindeki küçük tencerenin kapağını açtığımda, görmeyi beklediğim şey kesinlikle iştah açan bir yemek değildi.
"Bu tavuklu mantar soteyi sen mi yaptın?" Diye bağırdığımda, aldığım cevapla yerimde sıçradım. Sadece birkaç adım gerimden, "Evet." Demesi bence çığlık atmam için yeterli bir sebepti.
"Ödüm koptu." Dedim damağımı kaldırıp, elimi göğsüme bastırırken.
Omuzumun üzerinden, iştahla baktığım yemeğe uzattı başını. "Tadına bakmak ister misin?"
Ocakla, iri bedeni arasına sıkışmış bedenimi kurtarırken, baldırım kumaş pantolonuna sürtündü. Oluşan elektrik akımı sırtımı bir yay gibi gererken, ondan uzaklaşan bedenimdi ama ona çekilen ruhumdu. Sarsak bir halde dolap kapağını açıp bir tane tabak çıkarttım. Kalbim ritmini şaşırmış bir vaziyette, bulunduğu yerin canına okuyordu. Sıklaşan nefesimi düzene sokmak için çabaladım.
Sakin ol. Sakin ol. Sakin ol.
"Tadına otur da sen bak." Dedim. "Ben direk yiyeceğim."
Tatlı bir kahkaha döküldü dudaklarından. Kendisi içinde bir tabak çıkartıktan sonra, tezgahın alt kısmına eğilip kurcaladığım çekmecelerden en altta olana bir el uzandı. Çekmeceyi açtı. İki kaşık kaldı. Bir adım daha yakınımda olsa, kalçalarım doğrudan kasıklarını doldururdu. Bu olasılıkla bütün vücudum soğuk da kalmışcasına titretmeye başladı. Damarlarım çekiliyordu... Bu kaçak dövüşmekti. Kalbim ve kasıklarım arasındaki mesafe bu kadar yakın mıydı? Beynimdeki tüm sinyal kesildi.
Aldığı kaşıklarla birlikte geri çekilmesi üzerine birkaç dakika boyunca sakinleşmek için çabaladım. Beni dumura uğrattığının acaba farkında mıydı? Ben şahsen köşeye çekilip onun tabaklarımıza yemek koymasını izlerken, göremediğim yüzünde keyifli bir gülümsemenin olduğunun farkındaydım.
"İçecek bir şeyler var mı?" Diye sordum. "Yoksa benim dolaptan aşırabiliriz."
"Ev yapımı komposto var ama hepsi şekersiz. İstersen içine şeker koyabilirsin. Ama ayranda yapabilirim?"
"Ayranla uğraşma, şeker atarız." Diye konuştum. Buzdolabından rengi koyu pembe olan bir şişe çıkarttım ve incelemeye başladım. "Annen mi yapıyor kompostoları oğluşu için?"
"Hım." Dedi elindeki tabaklarla birlikte, kalçamı yasladığım masaya gelirken. "Pek düşkündür oğluşuna."
Hakan'da hiç ana kuzusu tipi yoktu ama demek ki bu anasının kuzusu olmadığı anlamına gelmiyordu. Belimi yasladığım sandalyenin sırt kısmını parmaklarıyla kavrayıp, geriye doğru çektiğinde, etinin değdiği yer sanki etimmişcesine sertçe yutkunurken buldum kendimi. Bir anlık da olsa yüzüme değen nefesi ciğerlerimin soluk yuvası olurken, bacaklarımın feri çekilmiş gibi oturdum sandalyeye.
"Hoşuna gitti bakıyorum." Dediğinde, yanımdaki sandalyede yerini almıştı. Neden bahsettiğini anlamadığım saniyeler içinde, ona kilitlenip kalmış bakışlarımı zorlukla çekebildim.
Hoşuma giden bir şeyler vardı... Aynı zamanda beni ürküten şeyler. Onu her an böylesine şiddetle arzulamam gerçekten normal değildi. Sık sık aklımı bir yerlere fırlatıp atmaktan farksızdı bu.
"Ne düşünüyorsun Nil?" Dedi gülerek. "Annemin yanaklarını mıncırdığını falan mı?"
Silkelendim ve kendime geldim. Evet konumuz o ve annesiydi. O ve ben değil. "Hayır tabi ki. Zaten sen kucağa alınıp mıncırılmalık yaşı baya geçmişsin."
"Aynen." Dedi içeceğinden büyük bir yudum alıp. Ardından gözlerini gözlerime çevirdi. "Kucağıma alıp mıncırdığım yaşa geldim ben."
"Kaç tanesi geçti o kucaktan kim bilir?"
Kurduğum cümleye aniden pişman oldum. Şimdi adam kalkıp bana Sen kaç tanesinin kucağından geçtin acaba? dese mal gibi kalırdım muhtemelen. Birbirimizin geçmişi veyahut geleceği sorgulamaya elbette kapalıydı ama yine de bir utanç bastı içimi. Tabii Hakan sus pus halde tabağıma gömülüşüm karşısında anlamadığım bir şekilde gülmeye başladı.
"Çok lezzetli olmuş." Dedim hızlıca. "Eline sağlık."
"Afiyet olsun." Dedi tatlı tatlı. "Ha ama unutmadan..." Diye eklediğinde, kompostoyu kafama dikmekle meşguldüm. "Bunlar biraz özel sorular... Soruları karşılıklı soracaksak şayet, neden esnetilmesin?"
Aklımdan geçeni şıp diye anlamıştı işte. Cevabı sesimi kesmeye yeterdi ama ben cevap veremeyecek kadar öksürüğe tutulmuştum zaten. "Ay bu çok ekşi..." Diyerek bardağı kendimden olabildiğince uzağa iterken, Hakan kahkaha attı.
"Sana şeker koymalısın demiştim... Aklın nerede senin?" Bardağa masanın üzerindeki kaseden şeker atıyordu. Çatalının arkasıyla karıştırdıktan sonra tekrar bana uzattı. "İç bakalım."
Ağzımdaki tad yüzünden buruşan yüzüm, şekerli kompostoyla yavaşça düzelirken, Hakan beni izliyordu. Biten bardağı masanın üzerine bırakırken, tabağımdaki yemeğe döndüm tekrar. "Bakmasana ya." Dedim başımı önüme iyice eğerek. "Yiyemiyorum sen bakarken."
"Makyaj yapmışsın, gözüme değişik geldin" Dedi.
İkinci bir öksürük krizine tutulmamak için lokmamı çiğnemeyi bırakıp sakince yuttum. Uzanıp onun yarım kalmış içeceğini aldım. İçine 4 tane küp şeker atıp onun yaptığı gibi çatalın arkasıyla karıştırdım ve kafama diktim.
"Zorlama istersen." Dedi keyifli bir sesle. "Onunla sarhoş olunmuyor."
Ona hiç bakmadan sofradan kalktım ve tabaklarımızla bardakları alıp hızlıca makineye attım. Biraz daha uca gelmiş sınırlarımı zorlarsa gidebileceğimiz bir akşam yemeği olmayacaktı. Hatta muhtemelen bu evin sınırlarının dahi dışına çıkamayacağımız bir süre zarfı boyunca sevişecektik. O yüzden derin derin nefesler alarak ve bedenime yüklediği hazzı düşünmemeye özen göstererek masayı da kabaca sildim ve mutfaktan çıktım.
•
Karakent, soğuk kış günlerini karşılamak üzere erken çöken karanlığı ve yüksek kesimde kalışından dolayı Akçakent'e göre daha soğuk olan havasıyla bizi karşıladığında, kendimizi bahçeye zor attık. Otobüs durağı buraya yaklaşık 5-6 dakika kadar uzaklıktaydı ama bu kısacık süre bile kanımı dondurmaya yetmişti. Evin ziline bastığımda, Hakan'ın tedirginlik sezdiğim sesi doldu kulaklarıma.
"Resmen davetsiz misafirim." Bu durumun onu hoşnut etmediğinin farkındaydım ama bugün buraya yalnız gelmeyi hiç istemiyordum.
"Bencillik ettim biliyorum." Dedim omuzlarımı çekerek. "Ama en fazla ne olabilir?" Diyerek sırıttım.
Hakan hepten astı yüzünü. "Baban o kadar kötü biri mi ya?"
Kapı açılmıştı. Önce İmran Hanım'a, ardından Hakan'a baktım ve gülümsedim. "Buna sen karar verirsin artık."
İmran Hanım'la yaptığımız ayak üstü sohbetin ardından, salona ilerlemeye başladık. Gitgide gerilen Hakan'ın aksine ben gayet rahat bir ruh haliyle yürüyordum ki, içeriden gelen yabancı sesi duymamla adımlarımı yavaşlattım.
"Merkezi sinir sistemini aşırı uyararak tonik spazmlara yol açar ve asfiksi ile ölüme neden olur." Diyordu kalın bir erkek sesi. "Arteriel tansiyonu yükselttiğini, teneffüs adedini ve genişliğini çoğalttığını biliyoruz. Bu işi bilirsin, doğru oranlarla kişiyi iyileştirdiği nice hastalıklara iyi geldiği gibi, yanlış oranlarla gerçek anlamda tam bir zehirdir."
Konuşan kişiden ve konudan hiçbir şey anlamazken, geldiğimizi belirtmek üzere hafifçe öksürdüm. Bize dönen bakışların ardından, yüzüme kocaman bir gülümseme yerleştirdim. "Herkese iyi akşamlar."
Hakan'da kapıdakinin aksine gayet sakin bir tavır takındı. "İyi akşamlar. Davetsiz misafirim biliyorum ama Nil sizden bahsedince, davetini geri çeviremedim."
Şaşkınlığını hızlıca atmayı başarınca, saygılı genci gören babam oturduğu sandalyeden ayaklanırken, sağ çaprazında oturan yaşlı adam ve sol çaprazındaki Handan'da ayaklandı.
"Hoş geldiniz..." Dedi Handan şaşkınlığından hızlıca kurtularak. Masaya ulaştık, Hakan hepsiyle tek tek el sıkışmaya başladığında, "Hoş bulduk." Dedim gülümseyerek. "Kusura bakmayın, habersiz misafir getirdim ama sizin için sorun olmayacaktır diye düşündüm."
"Ne sorunu Nil'ciğim, iyi yapmışsın." Dedi Handan.
"Buyrun oturun." Dedi Ozan Özer, Hakan'a sandalyelerden birini işaret ederek. Kısa süren selamlaşma aşamasından sonra, masaya çöken sessizliği bozma görevi bana düştü.
"Hakan, benim arkadaşım."
Babam ağır ağır başını salladı. "Memnun oldum Hakan." Ah o ciddiyeti yok muydu... Hiç elden bırakmazdı.
Masadaki diğer beyefendiyi bize tanıtan da Handan oldu. "İbrahim Kutay..."
Hakan'ın başının hızla o tarafa çevrilişine şahit olduğumda kaşlarım çatıldı. Tanıyor muydu?
"Farmakoloji uzmanı olan İbrahim Kutay mı?" Dedi şaşkın bir sesle.
Ben de herkes gibi şaşkındım. Farmakoloji neydi ki?
Yaşlı adam gülümseyerek oturuşunu dikleştirdi. Ozan Özer'de Hakan'a dikmişti gözlerini ama bu kez gerçek bir merakla.
"Evet genç adam. Nereden tanıyorsun sen beni?" Diye sordu İbrahim bey.
"Dokuz Eylül Üniversitesi mevzunuyum ben. Türkiye de ilk kez Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi tıbbi Farmakoloji Anabilim Dalı altında 2012 de kurulmuştu, Klinik Farmakoloji. Ve üç adet tıp doktoru farmakolog bu alanda görevlendirilmişti."
Ozan Özer şaşkındı... "Evet, bu doktorlardan biridir İbrahim." Diyerek konuştu. "Sen doktor musun?" Diye sordu ilgiyle. Hatta öyleki ilgisini gizleme gereği bile duymuyordu.
"Paramediğim." Dedi Hakan gülümseyerek. "Farmakoloji'ye merak salmıştım bir ara ama... olmadı."
Hımm....
Babamın göz çizgilerinin memnuniyetle kıvrılışına şahit olduğumda, şaşkınlığım arttı.
"Farmakoloji ne ki?" Diye sordum. Hastane ortamlarında bulunmama rağmen açıkcası ilk kez duyuyordum.
"Klinik Farmakoloji ilaçların insanlar üzerindeki kullanımının her yönüyle ilgilenen bir bilim dalıdır." Dedi İbrahim Bey. "Farmakolojik ilkelerin ve yöntemlerin gerçek dünyadaki uygulamalarına vurgu yaparak, tıp pratiği ile laboratuvar bilimi arasında bir köprü kurar. Yeni ilaç moleküllerinin keşfinden, ilaçların hastalar üzerindeki kullanımına kadar geniş bir kapsama sahiptir."
"Hımm..." Diye mırıldandım.
"Yani Klinik Farmakolog'ların görevi de ilaçların daha güvenli, akılcı ve etkili kullanımını göstererek, hasta bakımının daha iyi yapılmasına katkıda bulunmaktır." Diyerek devam etti Hakan.
İbrahim Bey başını Hakan'ı onaylarak sallarken, benim gözlerim Ozan Özer'in kahverengi gözlerine takılmıştı. Onu uzun zamandır ilk kez böylesine bir memnuniyet içinde görmek beni afallatmıştı.
"Biz gelirken, bahsettiğiniz şey bir zehir türü müydü?" Diye sordu Hakan.
İbrahim Bey, babama kısa bir bakış attıktan sonra gülümseyerek Hakan'a döndü. "Evet genç adam. Son zamanlarda bazı cinayetler oluyor... Otopsideki birkaç raporu okudum şüphelerim doğru çıkarsa şayet her iki cinayette de aynı zehrin kullanıldığını düşünüyoruz. Bir takım testler yapılmaya başladı bile, bakalım."
Hakan'ın gözleri bana döndü. Muhtemelen bahsedilen cinayetlerden biri Esin Çetiner'di. Babamın bu cinayet üzerine ifade verdiğimden haberi var mıydı bilmiyordum.
"Hangi zehir ki bu?" Diye sordum.
"Striknin." Dedi İbrahim Bey. "Daha birçok adı var tabii ama yaygın adıyla striknin."
"Kuvvetli bir kramp zehridir. Vücutta korkunç kasılmalara neden olarak, bir kaç saat içinde ya solunumu sağlayan sinirlerin iflası sonucu boğularak ya da sürekli kasılmalar sonucu saf yorgunluktan ölüme neden olur." Diyerek açıklamasını sürdürdü.
"Kişi önce boğulur, sonra ölür." Dedi Hakan dalgın bir sesle.
"Bu zehri biliyor musun?" Diye sordu Ozan Özer.
"Striknin'in yarış atlarında Doping maksatıyla kullanıldığını duymuştum. Bir araştırmada okumuştum, dozun fazla kullanımı sebebiyle hayvan ringe çıktığı zaman şiddetli tetanik konvülsiyonlar göstererek orada ölmüş. Ülkemize girişi de genelde hayvanları zehirlemek için. Birde masraf olmasın diye dozu az tutmaları sebebiyle hayvanlar can çekişerek ölüyor. Neyse ki satışı yasaklanmıştı." Diye sözlerine devam etti Hakan.
"Aynen öyle genç adam ama ne yazık ki ulaşılması imkansız değil." Dedi İbrahim Bey üzgün bir tavırla başını iki yana sallarken.
"Senin çalıştığın kliniğe gelen bir hastaymış son ölen kadın..." Dedi Handan üzgün bir tavırla. "Kaan'la konuştuğumuzda bahsetti."
Masadaki gözlerin üzerime döndüğünü hissettiğimde, dikleştirdim oturuşumu. "Maalesef."
"Bundan haberim yoktu." Dedi Ozan Özer. Ardından pek sevgili karısına döndü. "Sen de hiç bahsetmedin?"
Handan yüzüne sakin bir gülümseme yerleştirdi. "Sırası gelmedi diyelim."
Ozan Özer'in kaşları havalandı. "Sabahtan beri bu konuyu konuşmamıza rağmen üstelik?"
Handan, babama manidar bir gülümseme daha gönderdi. "Sizi bölmek istemedim."
Ozan Özer sustu. Ama şimdiye dair bir susuştu bu. Her şeyi yönetmeye dair olan iç güdüsü, ondan gizlenen bir şeylerin hayati risk taşımasına eş değerdi.
"İfaden de alınmıştır senin..." Dedi Ozan Özer bana sorar gibi değilde, kendi kendine konuşur gibi.
İbrahim Kutay'a mahcup diyebileceğim bir bakış attığında, yaşlı adamın gerildiğini henüz fark ediyordum. Derin bir nefes ve anlaşılmasını umduğu belli olan bir ciddiyetle bize döndü. "Çocuklar bu adli bir vaka, üstelik bu konuda ifade vermişsin Nil. Aslında anlatmamam gerekiyordu size bunları, lütfen bu konuştuklarımız burada kalsın."
"Bilemezdin İbrahim. Handan'ın hatası kusura bakma." Dedi Ozan Özer tekrar mahcup bir baş eğmeyle.
"Merak etmeyin, sizi zora sokacak tek bir kelime etmeyiz biz." Dedim durumun ciddiyetini kavrayarak.
"Aynen öyle. Endişelenmeyin lütfen. İlgim için siz kusura bakmayın asıl, Farmakoloji'ye merak saldığım dönemden kalma alışkanlıklar." Diyerek beni destekleyen Hakan'la, babam ve İbrahim Bey biraz olsun rahatlamıştı.
Akşam yemeğinin geri kalanı bir çok tıbbi konu üzerine devam ederken, İbrahim Kutay, Ozan Özer ve Hakan uzun uzun sohbet etmişlerdi. Gözlemlediğim kadarıyla, herkes bu sohbetlerden fazlasıyla memnundu. Aslına bakılırsa, Hakan'ın babamın gözünde sorun teşkil edeceğini zaten sanmıyordum ama bu kadar iyi anlaşmalarını da beklemiyordum. Kişiliğinden ve karakterinden taviz vererek samimiyeti ilerlettiği yoktu tabii ama en azından yedek duvarlar örmeye dair bir girişimi olmamıştı. Neden bilinmez, bu garip bir şekilde hoşuma gitti.
Üvey kardeşim Cemre'nin beni görmek için can atmadığını ve bunun Handan'ın abartması olduğunu da bu gece yemekte olmayışından anlamam uzun sürmedi. Handan, gelişi üzerine arkadaşlarının ona sürpriz yaptığından ve o yüzden geceye katılamadığından dem vursada buna inanacak değildim. Zaten umrumda da değildi. Kan bağımız olmadığına göre, duygusal bir bağ kurmaya da ihtiyacımız yoktu.
İzin isteyerek koltuktan kalktığımda, yanıma çantamı aldığımı gören Hakan'da ayaklandı.
"Sen otur Hakan." Dedi Ozan Özer, nereye gideceğimi anladığı için. Hakan ne yapacağını kestiremediği süre zarfı boyunca bana baktığında, onun gideceğimizi sanarak ayaklandığını biliyordum ama benim maksatım başkaydı ve bunu yalnızca bu evin içinde yaşayan insanlar anlardı. Ozan Özer'in müdahalesi bundandı.
"Sorun değil." Derken buldum kendimi. "Hakan'da benimle gelebilir."
Ozan Özer'in yüzüne gerçek bir şaşkınlık yayıldı. 9 yıldır benden başka kimsenin adım atmadığı odaya, birini sokacağım fikri onu fazlasıyla şaşırtmıştı. Hakan hâlâ ne olduğuna dair bir fikir yürütememiş olmalı ki, kararsızca bana bakmayı sürdürdü.
"Gelsene." Dedim gülümseyerek. Oturanlara kısa bir baş selamı vererek yanıma geldiğinde, birlikte merdivenleri çıkmaya başladık.
"Ne oluyor?" Diye sordu.
"Garip şeyler." Dedim sıradan bir şeymiş gibi bir sesle.
Halbuki en az Ozan Özer kadar ben de şaşkındım. Odaya yaklaştıkça huzursuz hissedeceğimi düşünüyordum ama hiç öyle olmadı. Anahtarı kilide taktığımda, tek hissettiğim Hakan'la bir sırrımı paylaştığımdı.
Kapıyı araladım. İçeriye girdiğimde, Hakan sadece birkaç adım gerimdeydi. "Kapıyı kapatacağım, girsene." Dediğimde, içeriye adımladı ve odayı incelemeye başladı.
"Annenin odası mı?" Diye sordu sakin bir sesle.
Adımlarım beni fiskos koltuğuna götürürken, başımı salladım. "9 yıldır buraya benden başka kimse girmedi." Diye açıkladım durumu.
Hakan dikkatle odanın içini kaplayan mumları izliyordu. "Babanın şaşkınlığından anladım orasını." Dedi ağır ağır başını sallarken.
Koltuğa yerleşip, çantadan kutuyu çıkarttım ve içinden gri mumu aldım.
"Hadi bir yer seç." Dedim gülümseyerek.
Hakan afallamıştı. Gözleri yüzümle, elimdeki mum arasında gidip gelirken, dudakları açılıp kapandı.
"Her seferinde beni daha fazla şaşırtmayı nasıl başarıyorsun anlamıyorum..." Derken, siyah gözleri kısılmıştı. Yüzünde, karmaşık bir ifade vardı.
"Sen çok garip bir kızsın Nil." Odanın içinde birkaç adım attı ve yatağın yanındaki küçük boşluğu gösterdi.
"Ne demiş Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna'sında?" Dedim gülümseyerek. "Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki..." Diyerek ayağa kalktım. "... dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır." Diyerek tamamladım cümlemi.
Yanında durdum, eğildim ve dikkatli bir şekilde gri mumu yere bıraktım. Sessizliğimde sözlerine devam etti.
"Burada yüzlerce mum var Nil..."
Başımı kaldırıp ona baktım. Beni, bilinmeyenlerimle kabul edecek kadar cesur muydu?
"Hayır... Burada ölmeyi bekleyen yüzlerce duygu var."
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro