Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bir Kavanoz Kahve

27 Ekim Pazar...

Düşünüyordum... Dün akşam Çakıl gittiğinden beri aralıksız olarak düşünüyordum. Kuşkusuz boşa gidecek bir çabanın ilk kurbanı kim olacaktı?

Hatayı nerede yaptığımı iyi biliyordum ama tuhaf olan içimde bir pişmanlık yoktu. Yine olsa yine hayır diyeceğimi, sorduğu halde hoşlanmadığımı iddaa edeceğimi bilmek bana yetmeliydi. Belki birlikte olurlardı ve Hakan'a karşı hissettiğim bu tuhaf duygunun kölesi olmaktan alıkoyarlardı beni.

Sezgilerim bana, bunun kurban verilecek bir üçgen olduğunu fısıldıyordu. Bunu o kadar güçlü hissediyordum ki, düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum.

Kimdi güvenmediğim?

Hakan mı?

Çakıl mı?

Bendim işte ben. Korkuyordum iç güdülerimin kurbanı olmaktan. Ama o his... Parmak uçlarımızın değdiği o an... Atamıyordum bunu kafamdan.

Başladığım tuvali bitiremedim. O kadar karmaşıktım ki, günlüğüme bile dökemedim kendimi. Yarım tuvali duvara yasladıktan sonra odadan çıktım ve kapısını kilitleyip anahtarı duvardaki küçük süslüğe gizledim.

Birbirine yapıştırdığım tahta parçalarını koyu bir kahverengine boyamış, küçük cam küreleri üzerine sabitlemiş ve içlerine üç küçük mum yerleştirmiştim. Mum yapmayı çok seviyordum ve bitirdiğimde oluşturduğum bu küçük süsler dekoratif birer parçaya dönüşerek içimi ısıtıyordu.

Camları açıp evi havalandırdım. Bütün malzemeleri topladım ve Ekim'in Kasım'a bırakacağı günleri karşılamak adına güzelce temizlik yaptım. Az ama kullanışlı eşyalarla döşediğim evim pek büyük sayılmazdı. İki tane mor tekli koltuk, iki mor kanepe, siyah televizyon ünitesi, iki katlı kitaplığım ve küçük bir plazmadan ibaretti salonum. Yerde yumuşacık lila rengi halım, penceremde beyaz tül ve perdem vardı. Camın önündeki iki tekli koltuğun arasında üçlü zigon sehpam ve duvarlarımda bazı ressamlara ait tablolar asılıydı. Üç oda bir salon ve uzunca bir koridordan oluşuyordu evim. Temizliği fazla yormuyordu.

Kafam biraz olsun dağılırken, bir aylık geciken kiramı bir sonraki ay toplu bir şekilde ödeyeceğime dair ev sahibime kısa bir mesaj attıktan sonra, temizliğin değil ama zihnimin yorgunluğuyla kapadım gözlerimi.

Ağırlaşmış göz kapaklarım, kulaklarıma dolan zil sesiyle aralandığında evin içi karanlıktı. Kim bilir kaç saattir uyuyordum. Vücudumun buz kestiğini hissedince, kalkıp önce camı örttüm ve ardından kapıya ilerledim.

İki gündür Hakan'ı görmüyordum ama kapıdakinin o olmadığına emindim. Bu kadar ısrarla kapıyı çalacağı bir samimiyetimiz yoktu çünkü.

Araladığım kapının ardında, yüzü kızgın bir boğayı andıran Çakıl belirdi. Kapıyı iterek içeriye girdi ve ayakkabılarını çıkarırken söylenmeye başladı.

"Kaç defa aradım seni. Neden telefonuna bakmıyorsun?"

Kolumdaki saate baktığımda akşam üzeri dokuza geldiğini gördüm.

Yüzümü ovuşturup konuştum. "Uyuyordum. Duymamışım çaldığını."

En fazla iki saattir uyuyordum. Duymuştum... Tamı tamına beş kere aramıştı.

"O ekrana arama kaydı düşüyor ama değil mi? Geri dönebilirdin."

İçeriye geçtik ve karşılıklı koltuklara oturduk. Koltuğun ucundaki örgülü battaniyemi üzerime çektim. "Telefonumun nerede olduğunu bile bilmiyorum Çakıl. Farkındaysan kapıya uyandım."

İnce kaşları çatıldı. "Neyin var senin?"

"Bir şeyim yok Çakıl. Bütün gün temizlik yaptım yoruldum sadece." Bir yalan daha. Şu an istediğim en son şey Çakıl'la konuşmaktı. Kafam bu kadar karışıkken, ona rol yapamayacaktım ve biliyordum ki konu Hakan'a gelecekti.

"İyi."

Bir süre garip bir sessizlik oldu. Kemiklerime kadar üşüdüğümü hissediyordum, inşallah hasta olmazdım. Örtünün altına iyice sokuldum.

"Görmüş müdür kağıdı?" Diye sordu bir süre sonra.

Dün akşam Hakan'ın kapısını ardı ardına çalmasına rağmen kapı açılmamıştı. Muhtemelen şehir dışı bir işe gitmiş olmalıydıki hala ses soluk yoktu. Çakıl'ın kapısının altından sızdırdığı küçük notu görmemiş olabilirdi.

"Bilmem ki." Dedim sadece.

"Sabırsızlanıyorum böyle de." Dedi garip bir hevesle. Gerçekten karşımdaki benim yıllardır tanıdığım Çakıl mıydı, yoksa ben mi hareketlerini yanlış yorumluyordum?

"Hırs yapmışsındır belki." Dedim omuz silkerek. "Genelde özür dilenen taraf hep sen olursun malum." Gülmeye çalıştım. "Ava giderken avlanma bak, dikkat et. Kaptırma kendini bu kadar."

"Daha neler?" Dedi gözlerini devirerek. "O kadar da değil..." Sonra sesine ince bir şüphe tonu düştü. "Bilemiyorum da gerçi. Bakarsın bu kez gerçekten av ben olurum. Neden olmasın?"

Doğru ya... Neden olmasın? Senin benim gibi gerizekalı bir arkadaşın varken, şans ya evlenirsiniz falan.

Kendi kendime güldüm. Bilirdim Çakıl'ı. Benim aksime o gözüne birini kestirir, küçük bir flört dönemi ve ilişki neyi getirirse onu yaşar geçerdi. Ben ona göre daha uzun vadeli ilişkilerin içinden geçmiştim. Ama sonuç ikimiz içinde aynıydı. Hoşlantı, ilişki, birkaç uzun gece ve kapanış. İlk kez birine karşı çok farklı hissediyordum. Onu da çok sevgili arkadaşım ya çatır çatır harcayacak ya da evlenip evinin erkeği falan yapacaktı.

"Sürtüksün ne diyim." Dedim alayla.

Bana sahte bir hayretle baktı. "Aşk böceği olmadığımı biliyoruz. Kimi kandırıyım, seni mi?"

"Tamam Çakıl tamam. Ne halin varsa gör."

Telefonu çalmaya başladığında oturduğu koltukta doğruldu. "Ooo."

"O mu?" Dedim yutkunarak.

Ekranı bana gösterdi ama bu mesafeden görmem imkansızdı. Gerçi görsem numarasını mı tanıyacaktım sanki. Ben de yoktu sonuçta.

"Yabancı numara." Koltuktan kalkıp yanıma geldi ve telefonu açıp sesi hoparlöre verdi.

"Efendim?"

"Gerek yoktu." Dedi tok bir erkek sesi.

Midemin kaynadığını hissettim. Arayan Hakan'dı. Çakıl zafer kazanmışcasına bir kibirle telefona eğildi.

"Özür dilemek istememe mi, numaramı bırakmama mı?"

Kısa bir sessizlik oldu. "Özür dilemek istemene. " Dedi Hakan sakin bir sesle. "Sonuçta öfkenin nedeni-" Çakıl sesi hoparlörden aldı. Kaşlarım çatılırken, "Haksız sayılmazdım Hakan." Dedi ve sesi tekrar hoparlöre verdi.

"Her neyse. Sorun yok." Dedi Hakan. Sesi sanki sıkılgandı. Ya da bu benim uydurmamdı.

"Peki... Sevindim... Görüşürüz öyleyse." Dedi Çakıl konuşmayı daha fazla uzatamayacağını kabullenerek.

"Görüşürüz."

Telefon kapandı. Çakıl numarasını kaydederken, "İşte bu kadar..." Dedi memnun bir sesle. "Nasıldım, iyi idare ettim değil mi?"

İçimde bütün renkleri birbirine karıştırıp kaos çıkartırken, dışımdan gülümsedim. "Artık gerisi sizin meseleniz. Ben karışmıyorum."

Çakıl sırtını koltuğa attı. "Sizin... Hm." Göz kırptı. "Bak bu hoşuma gitti."

Neden hoparlörü kapattın Çakıl? Demek istedim ona. Sonuçta öfkenin nedeni...? Neydi öfkenin nedeni Çakıl?

Popomu kaydırarak kanepeye tamamen yayıldı. Çakıl, kucağına attığım bacaklarımı kaldırıp koltuğun üstüne bırakırken ayaklandı.

"Nereye?"

"Eve geçiyorum." Dedi çantasını sırtına takıp.

Kal diyesim gelmedi. Zaten uykum vardı.

"Tamam, kalkmıyorum."

Çakıl gitti. Kapının sesiyle ayağa kalktım. Parmak uçlarıma kadar baskı, garip bir his vardı içimde. Sessiz adımlarla ulaştığım kapının ardından, gözümü kapı deliğine dayadım.

Sezgilerim beni yine yanıltmadı.

Çakıl telefonunda seri hareketlerle birşey yazıyor, bir yandan Hakan'ın kapısına bakışlar atıyordu. Yaklaşık bir dakika sonra gülümseyerek telefonunu cebine koydu ve son kez kapıya bakarak gözden kayboldu. Mesajı Hakan'a attığına emindim ama yanımda atmadığına göre bilmemi istemiyordu. Bilmeyi... İstemiyordum.

Düşünmek istemiyordum.

Kanepeye döndüm. Örtüyü kafama çektim ve gözlerimi kapadım.

28 Ekim Pazartesi...

Gitgide kısalan günlerin etkisiyle daha erken kararan havanın gölgesi çöktü kliniğin içine. Çıkmaya hazırlandığım esnada, masamın üzerindeki iş telefonu çalmaya başladı. Siyah sandalyeme geri oturup yanıtladım.

"Saraç Psikiyatri ve Psikoterapi Kliniği buyrun?"

"Nil benim Kaan."

Çıkalı yarım saat oluyordu, aramasını garipsedim. "Buyrun Kaan Bey."

"Telefonumu orada unutmuşum, evim de senin yolunun üzerinde... Geçerken bırakabilir misin?"

"Tabii."

"Adresi veriyorum..."

Yaklaşık yarım saatin sonunda Küçükköy bulvarında, Göktürk sokağı arıyordum. Navigasyonun doğrultusunda iki sokağı daha gerimde bıraktığımda çentik sağ taraftaki 5 katlı apartmanı gösteriyordu. Telefonumu cebime atıp, yol üzerindeki binanın basamaklarını tırmandım ve en üstteki Kaan Saraç yazan zile bastım. Otomatik kapı açılır açılmaz içeri girdim ve asansöre binerek, çantamdaki emanet telefonu çıkarttım.

Asansör beşinci kata ulaşınca, koridorun sağ tarafında kalan kapıda Kaan Saraç belirdi. Kısa bir baş selamı vererek telefonu uzattığımda, "Seni de yordum buraya kadar..." diyerek telefonu aldı.

"Sorun yok, yolumun üstü sonuçta." Dedim kibar olmaya çalışarak.

"Gelsene, bi' soluklanırsın hem, dönme öyle kapıdan." Dedi samimi bir sesle.

"Hiç gerek yok gerçekten. Gideyim ben."

"İşin veya bi' planın yoksa şayet, ısrar ediyorum. Gel lütfen."

Elimle alnımı kaşıdım. Ne gerek vardı şimdi? "Aslında bir işim yok..." Dememle geriye doğru çekildi iyice ve yolu açtı.

"Geç hadi Nil, bir şeyler içelim. Kahve yapıyordum kendime, sana da yapayım. Ya da çay da demlerim. İstersen soğuk bir şeyler de var."

Buradan gerisi nezaketsizlik olacaktı o yüzden el mahkum davetine icabet ettim ve içeriye girdim. "Kahve olur öyleyse." Ayakkabılarımı köşede bırakıp, trençkotumu köşedeki askılığa bıraktığımda Kaan Saraç'ın, tam karşımdaki mutfağa girdiğini gördüm.

"Nasıl içiyorsun?"

"Bol şekerli." Diye yalan söyledim.

Üzerindeki kıyafetleri değiştirmişti. Altında eskitilmiş bir kot, üzerinde füme rengi bir tşört vardı.

"Sen rahatına bak, ben geliyorum."

Lütfen keyfine bak demişti benim yüzümden uykusuz kalmasından çekindiğim karşı komşum Hakan. Lütfen keyfine bak.

Kim bilir şimdi Yasemin'in nerelerine bakıyordu?

Oturma odası olduğunu tahmin ettiğim açık kapılı odaya girdim. Mutfağın hemen sağ çaprazında kalıyordu. İçerisi modern zamanın gri oturma grubu, beyaz yemek masası, gri stor perdeleri ve beyaz bir halı ile döşenmişti. Duvarlarda birkaç tablo, ünitede birkaç küçük süs eşyası vardı.

Ortam fazlaca kasvetli hissettirdi. Depresif ve karamsar bir hava soluyordum sanki.

Bunaltıcı bir hisse neden olabilecek bir renkti gri. Ve gri rengi seven insanlar genellikle kalabalıktan uzak olmayı tercih ederlerdi. Çünkü gri renk insnların kuralcı, tutucu ve hareketsiz yanlarını tetikleyebilirdi. Kaan Saraç'ı gözlemlediğim kadarıyla ise, renk tercihiyle beni yanıltmıştı. Onun çok daha enerjik bir havası vardı.

Gerçi bir çok ihtimal daha vardı. Belki de bu renkler onun tercihi değildi. Evli olmadığını biliyordum ama bu tek yaşadığı anlamına gelmezdi, koskoca adamdı sonuçta. Bir sevgilisi, ev arkadaşı veyahut aynı evi paylaştığı herhangi birinin de tercihi olabilirdi bu düzen.

Kaan Saraç elindeki tepsiyle yanıma geldi. Koltuğun sol tarafında bulunan zigonlardan birini ortamıza gelecek şekilde çektikten sonra tepsiyi üzerine bıraktı. Tepside iki bardak limon dilimi eklenmiş soda, iki bardak su, bir kasede birkaç çeşit çikolata vardı. Özenle hazırlandığı her halinden belliydi.

"Zahmet oldu size de." Dedim fincana uzanırken.

"Ne zahmeti, afiyet olsun."

O da fincanını aldığında, aramızda bir sehpalık mesafe vardı ve parfümünün kokusunu duyumsayabiliyordum. Çikolata tarzı bir kokuydu bu. Zihnim, Hakan'ın kokusunu sorguladı. Hiç duyumsamadığım kokusunu. Belki de şu an Yasemin'in soluduğu kokusunu... Dişimlerim ağzımın içinde gıcırdadığında, sesli bir nefes aldım.

"Eviniz çok güzelmiş." Dİye yalan söyledim. Boğuluyormuşum gibi hissettiriyordu.

Tatlı tatlı gülümsedi. "Burası benim hazinem, sığınağım ve daha fazlası."

"Ne güzel..." Diye mırıldandım. Bir insan evine neden bu kadar anlam yüklerdiki? Kesin vardı bir şeyler.

"Aidiyet hissi sanırım bu sahiplenici tavrımın sebebi. Soyut ve somut şeylere manevi değerler yüklemeye bayılıyorum ben de çoğu insan gibi."

"Doğrudur." Dedim.

Bol şekerli kahvemden bir yudum aldım. Berbat geldi tadı.

Kaan Saraç belliki sohbet etmek için ısrarcıydı. Halbuki ne gerek vardı tüm bunlara, bu samimiyete? Ya da niye gerek olmasındı? Yalnızdım sonuçta, sanki hayatımda biri mi vardı? Hem neye ne anlam yüklüyordum ki şu an, adam gayet ölçülü sohbet etmeye çalışıyordu işte.

"Kendinden bahsetsene biraz, hiç tanımıyorum seni... Mesela senin içinde var mıdır böyle aidiyet hissi barındıran şeyler?"

Gözlerim kısıldı. Zihnim zaten karmakarışıktı. Bir psikiyatrist olarak, bu karmaşık zihin onun için bir hazine niteliğinde olabilirdi elbet ama benim zihnime sızmak o kadar kolay mıydı?

"Pek matrak şeyler yok ki benim hayatımda. Öyle sıradan, dümdüz bir yaşantı işte benimkisi." Diyerek bir yalan daha attım ortaya. Sorduğu soruyla verdiğim cevabım hiç alakası yoktu, bir nevi konuyu değiştirme çabasıydı benimkisi. Tutkunu olduğum, bana ait olduğunu bildiğim şeyleri öyle uluorta açık etmekten çok yanmıştı dilim, saçar mıydım şimdi? Hem Hakan'a dökülmüştüm de ne olmuştu sanki? Ne faydası vardı bana?

Gözleri birkaç saniye yüzümün her santiminde ağır ağır gezindi. "Aksini hissettiriyorsun aslında." Sesi kısık tınılı bir melodi gibi geldi kulağıma. "Ama eşelemeyeceğim."

Kahvemden bir yudum daha aldım. "Nasıl olsa henüz vakit var..." Dedim gözlerimi kısa bir an dudaklarına kaydırarak. Çok kısa bir andı ama yakaladığından emindim. "Tanışmak için yani." Dedim gülümseyerek.

Elbette aldı sinyali, geri çevirir mi. Tam tersi der gibi gülümsedi o da. "Sadece bugünümüz var. Geçmiş çöp, gelecek belirsiz."

"Ne kadar da umut vaad eden sözler bunlar." Dedim kinaye yaparak.

Anı yaşayalım saçmalığına düşecek değildim elbet. Yine de sefalet içinde sürünmeme ramak kalmasaydı şayet, tam şu an onunla burada sevişebilirdim. Hele o son cümlede sesine yerleştirdiği kışkırtıcı ton bile iş görürdü doğrusu. Ama şaşırmıştım da bir parça, sonuçta masum bir görüntüm olması -ki çoğu insan çok masum gözüken bir yüzüm olduğunu söylerdi- masum olduğum anlamına gelmezdi. İnsanlar hakkında uzmanlaşmış birinin, bunu bilmesi gerekirdi.

Gözlerimi gözlerinin içinden çekip etrafta oyalanmak için gezdiriyordum ki, bakışlarımın odağına duvardaki tablo takıldı. Girdiğimde görmüştüm ama henüz dikkat ediyordum.

"Deli Dahi'nin eseri... Hmm... Çok severim Salvador Dali'yi. Galatea of the Spheres." Hayranlığım sesimden dökülürken ayakalnıp yakından bakmak istedim ama tuttum kendimi.

"Bir danışanımın hediyesi. Güzel göründü gözüme astım ben de."

"Bilir misiniz hikayesini Salvador Dali'nin? Çok hüzünlü bulurum ben ama çok da hayran bırakan türden."

"Tümünü değil. Çok az araştırdım tabloyu biraz olsun anlamak adına o kadar." Dedi ve dudaklarını birbirine bastırdı. " Ama tablonun arkasında bir sözü yazılıydı Dali'nin."

"Bakabilir miyim?" Dedim ayaklanarak. Bileğimi tuttu durdurdu beni.

"Gala'nın acısından -ki benim acımdır. Gala'nın ölümünden -ki benim ölümümdür. Başka hiçbir şey hayatıma dokunamaz." Dedi usulca bir sesle.

Oturdum eski yerime, kolu bileğimde kaldı ama garip ki yaprak dahi kımıldamadı içimde.

"Onunla tanışmak isterdim." Dedim iç çekerek.

"Ben de." Dedi gözlerimin içine ısrarla bakarken. "Gala'yı tanımak isterdim."

Güldüm ama manidar bir gülüştü bu. "Belki sizi şatosuna davet ederdi. "

Bileğimdeki elini çekti sonunda. "O özgür ruhlu bir kadınmış ama ben o kadar özgür ruhlu bir adam değilim küçük hanım."

"Gala kadar özgür bir kadın olmak benim içinde fazla evet. Ama... Onun kadar özgür ruhlu olmak isterdim." En azından kendi dünyalarımda özgürdüm. Belki Gala'dan bile daha fazlaydı özgürlüğüm. Hafifçe omuz silktim. "Bilmiyorum... Belki evet, delilik bu. Belkide değil."

Dudağının kenarı usulca kıvrıldı. "Yanıltmadın."

Hafifçe kaşlarımı kaldırdım. "Hangi konuda?"

"Aksini hissettirdiğin konusunda."

(İlgilenen olursa, Pubol Şatosu olarak aratabilir. Detaylarla sizi sıkmak istemedim.🌸)

30 Ekim Çarşamba...

Tam beş gündür görmüyordum Hakan'ı... Bundandı kapılardan pencerelerden beri gelemeyişim. Bahane oldu, çiçek aldım balkonuma. Küçük bir kaktüstü aldığım ama o da şansıma çok ihtiyaç duymuyormuş suya. Haftada bir kuruduysa toprağı su versem olurmuş. Öyle çok bir zahmeti yokmuş, güneş alsın yetermiş... Akçakent'te de ne boldur ya güneş, iki gün üst üste güneş görsem üçüncü günü dolar mazgallar. Çöpü de atmadım dünden beri, evin kokması yakındır. Kendimi soksam içeri, gözlerimi alamıyorum sokaktan. Akşam akşam perde bile yıkadım, astım. Belki de geldi evine ben görmedim diyeceğim ama kapı sesi de işitmedim hiç. Beş dakika daha dedim bilmem kaçıncı kez ama söz verdim bu kez kendime, gözlerimle yokladım saati. Bir kerecik görsem yetecekti...

Zaman bu durur mu? Geçti o beş dakika da... Neyse ki tuttum sözümü, çekildim perdenin arkasından ama bunun sebebi görmeyi beklemediğim bir başka bedenden ötürüydü.

Oturdum koltuğa ve kendimi bir renk skalası gibi hissettim. Ana ve ara renkler ile bütünleyici renklerin aralarındaki ilişkiyi gösteren çember şeklindeki yapıdan farksızdım. Her şey benim çevremde oluyor, devam ediyor ama bitmiyordu. Hem bana bağımlı, hem benden bağımsız.

Ben olmasam... Diye düşündüm. Ben olmasam çıkmazdı bu karmaşa aydınlığa.

Çakıl'ın apartmana girişinin üzerinden geçen iki dakika on beş saniyeye rağmen hala çalmadı kapım... El mahkum, bütün hislerimi ayaklarımın altında çiğneyerek kapıya ulaştım. Göğsümün ortasında güçlü bir fırtına çıktı.

Ellerimi kapının yüzeyine, gözümü kapı deliğine yasladığımda, Çakıl'ın karşı apartmanın kapısının önünde bekleyen bedenini gördüm. Saniyeler sonra Hakan araladı kapıyı. Evdeymiş demek ki, görmemişim geldiği. Karşılıklı bir süre durdular. Konuştularsa da duyamadım, aynı boydalardı hemen hemen, göremiyordum yüzlerini. Bir an sonra Çakıl öne doğru bir hamle yapıp elleriyle kavradı Hakan'ın boynunu ve yapıştı dudaklarına. Hakan'ın sırtı sertçe arkasındaki duvara yaslandığında, Çakıl sol elini Hakan'ın saçlarına, sağ elini gri eşofmanının üzerine koyarak onu avuçladı. Çakıl'dı bu, giriş gelişme kısmını hızlı geçerim, sonuça odaklanırım derdi hep. Artık ispatlıydı sözleri, boşa ahkam kesmiyordu demek ki. Hakan sağ eliyle kavradı Çakıl'ın belini ve sol elini Çakıl'ın onu avuçlayan elinin bileğine sarıp döndü tek hamlede ve kapattı ayağıyla kapıyı.

Zihnimdeki son görüntü, Çakıl'ın yan yatırdığı başıyla kapıma diktiği gözleri oldu.

Ona dokunan ellerini parçalamak istedim... Kısacık bir an, sadece kısacık bir an ona dokunan ellerini paramparça etmek istedim.

Ruhumda renklerin tümü birbirine karıştı. Kırmızı sarıya saldırdı, mor maviye daldı, yeşil beyaza sıçradı ve çıkan karmaşada siyah hepsini içine çekerek ruhumu karanlığa gömdü. Ne hissettiğimi anlayamayacağım kadar hızlı oldu hepsi. Şu an tek hissettiğim, damarlarımdan şiddetli bir sızı geçiyor, kanıma karışıyor ve başımı döndürüyordu. Öfkeden yer ayaklarımın altından kayıyordu.

Mutfağa girdim ve kahve kavanozumdaki tüm kahveyi çöpe döktüm. Raftan bir kase aldıktan sonra dış kapıyı aralayıp evden çıktım. Kapıya vurmaya başladım. Bütün renkleri siyahın yuttuğu zihnim sessizdi. Kırmızıya ihtiyacım vardı, o neredeydi?

İçeriden ayak sesleri geldi ve kapı aralandı. Karşımda dümdüz bir suratla kapının eşiğinde dikilen Hakan vardı.

"Ya saatte geç oldu biliyorum, rahatsız ettim ama... Kahven var mı?" Dedim gülümseyerek. "Benim ki bitmiş."

Yüzü hala dümdüzdü. Soğuk, donuk ve ürpertecek kadar dolu bakan siyah gözleri kaseye indi. Kızarmış dudakları kımıldamazken, gözleri tekrar gözlerimi buldu.

"İçeriye geç." Dedi bir an sonra.

Çakıl içerideydi?

Kaşlarım alnıma doğru yükseldi. Bunu sebebi, en az siyah gözleri kadar koyulaşmış sesiydi.

"Yoksa sorun değil." Diyerek bir adım geri attığım esnada bileğimi yakaladı.

Hayır. Hayır. Hayır.

Elimdeki kase avucumun arasından kaydı ve ayaklarımın dibine düşerek parçalara ayrıldı. Parmakları... Bileğime dolanmıştı. Parmakları... Bileğimi yanan bir muma bastırmışım gibi hissettiriyordu. Bütün bedenime saniyeler içinde yayılan ürpertiyle yer bir kez daha ayaklarımın altından kaydı ve zaman benim için durdu. Bir an sonrası yoktu.

Donup kalan yüzümde daha fazla oyalanmayan bakışları, ayağımın ucundaki cam kırıklarının üzerinde saniyelerce gezindi. Aklım yerinden oynuyordu. Parmakları hala bileğimdeyken, etimin sızıdan uyuştuğunu hissettim. Kalbim, göğsümün ortasında öyle bir şiddetle çarpıyorduki, yankısını boynumda, ağzımın içinde hatta beynimde hissediyordum. Bu neyin nesiydi böyle?

"İçeriye geç artık Nil!"

Ses tonu, kaburgalarımın arasındaki zımbırtıyı tekmeleyerek susturmaya çalışırken, bileğimden tutup çekmesiyle kendimi evin içinde buldum.

Bileğimi bıraktı. Üzerime doğru tek bir adım attı ve başını yüzüme eğdi. Buz gibi ifadesiyle, yüzümü sessizce inceledi.

"Neyin var senin?" Dedim kopan temasımızla konuşma yetimi tekrar kazanarak. Sesim usulca titremişti. Kafamın içinde uğultular vardı, aklım parmaklarının izi kalan bileğimdeydi.

"Sen söyleyeceksin." Tehdit eder gibi çıktı sesi.

"Neyi, anlamıyorum n'oluyor?"

"Neyin peşindesiniz?" Sesi sert ve sabırsızdı. Sorusu zihnimi afallattı.

Çakıl hangi cehennemdeydi?

"Seni anlamıyorum, ne bu halin? Siz kim?"

"Uzatma Nil, derdiniz neyse onu söyle!"

Gerçekten hiçbir halt anlamadığım anlarda sabrım, kafa karışıklığıma sıçradı. "Yeter Hakan, neden bahsettiğini ya açık açık söyle ya da çekil önümden!" Öfkeli çıktı bu kez sesim. "Ne saçmaladığını anlamıyorum ki cevap vereyim!"

Yüzümü dikkatle süzüyorduki, sessiz kalışını fırsat bilerek kapıya döndüm.

"Gitmek yok, gel buraya..."

Anında bileğimi tekrar yakaladığında, bu kez bedenim çıldırmanın eşiğine geldi ve kolumu sertçe geri çektim. Sinirden ve peş peşe temas eden tenlerimizin içimde oluşturduğu gariplikten dolayı kontrolümü hepten kaybettim.

"Çift kişiliklisin! Yemin ediyorum binlerce yüzün var senin!"

İfadesi çok keskindi. Sözlerimle mümkünmüş gibi yüzü hepten gerildi. "Görüyorum ki burada herkesin binlerce yüzü var!"

Söylediği, duvara çarpmışım gibi hissettirdi. Derin bir nefes aldı ve bir adım geri gitti.

"Yalan söyledin."

Afalladım. "Ne yalanı ben yalan falan söyle-"

"Tezgahın sol köşesinde üstten üçüncü kavanoz ağzına kadar kahveyle doluydu. Bitmiş olması imkansız. Yalan söylüyorsun Nil."

Gelişime anlam yüklüyordu, üstelik doğru söylüyordu. Dikkatinin en güçlü silahı olduğunu fark ettim. Benim anlamadığım Çakıl'ın ona ne yaptığı, nerede olduğu ve onu bu kadar öfkelendiren şeyin ne olduğuydu.

Buraya geliş amacımın ne olduğunu bile bilmiyordum, beni buraya sürükleyen o güçlü hissin peşinden düşünmeden koşmuştum. Neyse ki kafamın çalıştığı kadarıyla aklıma ilk geleni söyledim.

"Kullanırken dökülmüş olamaz mı? Ya da kavanozum kırılmıştır? Gerçekten yeter, çekil şuradan gidiyorum ben. Ve gerçekten ama gerçekten çift kişiliklisin sen! Yarın çalıştığım kliniğe bi' uğra istersen, bakarsın faydası dokunur!" Sözlerimi bitirmemi sabırsızlıkla beklediğini görünce, konuşmasına fırsat vermemek için konuşmaya devam ettim. "Hayır ben de suç, içmeyiver bu akşam da kahve! Kahveyle mi doğdun anandan! Allah Allah bu ne ya! Saçma saçma şeyler bi' şeyle-"

Tekrar üzerime doğru adım atınca susmak zorunda kaldım. "Sadece beş dakika önce arkadaşın buradaydı. Saçma sapan davranıp, sonra da defolup gitti. Peşinden sen geldin, bak ben sabırsız bir adamı-"

Bu kez ben böldüm sözünü.

"Benim hiçbir şeyden haberim yok!" Tamam, bu kısım yalandı ama sadece bu kısım.

"Sen hep böyle misin? Birine kızıp acısını hep başkalarından mı çıkarırsın, bu musun sen?"

Bu kez afallayan oydu, dudakları kıpırdadığında tekrar söze atıldım.

"Hem şaşırmadım yapar öyle arada Çakıl." Gözlerim dudaklarında kısacık bir an duraksadı. "N'oldu yüz falan mı vermedi, yatağa mı atamadın ne mesele ne? Neyin günah keçisiyim ben?"

Dudakları aralanıyordu ama ben susmak bilmiyordum.

"İkna edecek malzeme yoktu sen de demek ki!" Sertçe yutkundum. Düştü sesim, bağıramadım. "Git soğuk duş al sen, kendine gelirsin belki!"

Hakan'ın sinirden rengi atarken bu kez herhangi bir temasda bulunmasına fırsat vermeden kapıyı araladım ve evden çıktım.

Kendimi eve atar atmaz sırtımı oracıkta yasladım kapıya. Bir savaştan çıkmışcasına öfkeli, o savaşı kazanmışcasına memnuniyet doluydum. Elim, parmaklarının değdiği bileğime dolanırken, kalbimin hala müthiş bir adrenalinle çarptığını hissediyordum. İnsandan insana doğan bir mucize gibiydi bu. Derin derin nefesler aldım, güldüm bir ara, sonra söndü gülüşüm. Bileğimdeki parmakların izi silindikçe hafızamdan, kalbim karardı sanki.

Aklıma yığınla soru doldu. Neydi tüm bu olanlar? Çakıl'ın derdi neydi? Kısacık bir an, Çakıl'ın beni Hakan'dan uzak tutmak için ona yanaştığını düşündüm. Sanki bile isteye, ben göreyim diye öpmüştü onu. Ama bu her açıdan mantıksızdı. Sonuçta ondan hoşlanmadığımı söylemiştim ve Hakan'la ettiğimiz sohbetlerden haberi yoktu. Hem nereden bilecektiki onları göreceğimi? O yüzden bu fikri eledim.

Kendimi yatağa attığımda bileğime dolanan parmakları düşündüm. O parmakların sıcaklığını... Bana hissettirdiklerini... Ve kapattım gözlerimi.

2 Kasım Cumartesi...

İş çıkışı sahil boyu sürüdüm ayaklarımı. Adımlarım gibi düşüncelerim de birbirini takip ederken, elimdeki simitten bir parça koparıp uyuşukça çiğnemeye başladım. Cüzdanımdaki son 27 TL ile ayın sonuna kadar nasıl idare edebileceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. Üstelik arayabileceğim kimsenin olmaması ise canımı fazlasıyla sıkıyordu.

Çakıl'ı da, Hakan'ı da tam üç gündür görmüyordum. Çakıl'la birkaç üstünkörü mesajlaşma dışında konuştuğumuz olmamıştı ve işin aslı benim de pek sıcak kanlı bir tavır sergilediğim söylenemezdi. Hadi ben tutamam kendimi Çakıl'a hesap sorarım diye geri çekiliyordum da, onun derdi neydi bilmiyordum. Hakan desem, umursamıyordu besbelli beni. Benim de ona olan öfkem az değildi doğrusu ama çok harlı da değildi. Üflese sönerdi.

Oturduğum bankta biri yanıma yerleşti. Ben daha başımı çevirip bakamadan sesi duyuldu.

"Birini öptüm."

Gözlerim Çakıl'a değdiğinde, şaşkınlığım birden ortaya çıkışına değil, kurduğu cümleye oldu. Gözlerimi güzel yüzünde gezdirirken histerik bir gülme aldı beni. "Yine yanlışlıkla mı?"

Üniversite zamanında bir arkadaşımızın ev partine gitmiştik Çakıl'la. Katıldığımız en çılgın partilerden biriydi ve ortama ayak uydurmamak imkansızdı. O gece kaç çeşit, kaç bardak içtiğimi ben bile bilmiyorum. Hatırladığım iki şey var, birincisi ilk kez o denli sarhoş olduğum, ikincisi Çakıl'ın parti veren arkadaşımızın sevgilisini yanlışlıkla öpmesi... Kızın yüz ifadesinden çok, Can'ın yüz ifadesi hatırlamak bugün dahi güldürür beni. Hele o bağrışı, inletmişti evi. "Kız arkadaşımı nasıl öpersin?"

Gözlerini devirdi, neyi kassettiğimi tabii ki anlamıştı. Ne geceydi ama...

"Hayır gerizekalı." Dedi koluma hafifçe vurarak. "Bile isteye öptüm."

"Ee, ne bu surat?" Dedim yüzüme sahte bir alay yerleştirirken. "Karşılık mı vermedi?" Bu kez ben vurdum onun koluna. "Yine mi bir kızı öptün?"

Bana öfke kıvılcımları saçan gözlerle baktı. Tamam, pes ediyorum. Kendi zihnime çelme takmak adına geçmiş anılarımızı didiklemenin bir anlamı yok. Üç gündür zihnimden atamadığım o görüntüleri bir de kanlı canlı dinleyecektim kaçışım yoktu.

"Ya sen beni bi' ciddiye alsana." Diye çıkıştı sonunda. İyi bile dayanmıştı. "Vermedi." Dedi sonra sönük bir sesle. "İtti pezevenk."

İtti? Tamam bir haltlar olduğunu, işlerin yolunda gitmediğini Hakan'ın öfkesinden anlamıştım zaten de, ne ara itmişti? Benim gördüğüm baya aldı götürüyordu seni... Hatta basıp gitmene sandım tüm öfkesini. Ah Çakıl... Ne senin derdin? Neden güvenemiyorum sana?

Cevap vermeyi unuttuğumu tekrardan konuşmaya başlayan sesiyle fark ettim.

"Hayır bir de dokundum adama. İnanabiliyor musun... Hiç..."

"Hiç?"

"Etkilenmedi bile!" Hala buna hayret ettiği irice açılmış gözlerinden belliydi.

"Belki kadınlardan hoşlanmıyordur?" Dedim bomboş bir varsayımı ortaya atarak. Bendeki de laf olsun torba dolsundu şu an.

"Saçmalama." Diye çıkıştı.

"Tamam, sadece şaka yapıyordum. Gül diye..."

Gözlerini benden çekip karşımızdaki denize dikti. "Sormadın." Dedi.

"Neyi?" Dedim onun gibi denizi izlerken.

"Kim olduğunu... Sormadın."

"Söylemek isteseydin söylerdin." Diyerek kestim attım. Hiçbir merak tınısı yoktu sesimde. Biliyordum zaten. Hatta sırf beni ondan uzak tutmak için bile yapmış olabilir diye düşünmüştüm ama belli ki benim onları görmem sadece bir tesadüftü. Yoksa şimdi kalkıp bana neden anlatsındıki?

Ayağa kalktı ve çantasının askısını düzeltti. "Biraz yürüyeceğim."

Sessiz kaldım. Poşetine sardığım simiti, çantamın içine atarken ben de ayaklandım. O sağ tarafa doğru yöneldiğinde, benim adımlarım onun aksi yönüne döndü. Sonuçta gitmem gerekiyordu.

Onun aksi yönüne.

Apartmana girdiğimde hava çoktan kararmıştı, sakin adımlarla merdivenleri tırmandım ve anahtarı çantamdan çıkardım. Tam anahtarı kilide sokuyordum ki, tanıdık bir sesle duraksadım.

"Sonunda yakaladım seni..."

Derin bir nefes alıp anahtarı kilide soktum ve "Kovalıyor muydun ki?" Diye yanıtladım.

"Biliyordun."

Kapının eşiğinde kalakaldığımda, sesindeki netlikti içeri girmeme engel olan. Elimi anahtardan çektim ve bedenimi ona doğru çevirdim.

"Neyi?" Dedim düz bir sesle.

Birkaç saniye sessizce yüzümü inceledi. Yüzüm bir tuval, gözleri siyaha batırılmış fırçaydı sanki.

"Arkadaşının beni öptüğünü biliyordun."

Birkaç adım gerilememek için zor tuttum kendimi. Başımı dikleştirdiğimde, yüzüm gözüm siyaha boyanmışcasına kararmıştı gözümün önü. Karşıma çıkmak için, ikiside durmuş durmuş bugünü beklemişlerdi sanki.

"Sen yine başladın saçmalamaya."

Sakince omuz silkti. "Sen söyledin... Ben sadece arkadaşının geldiğini, saçma sapan davranıp sonra da gittiğini söylemiştim. Beni öptüğünü değil."

Öfkelenince çenemi ne denli tutamadığımı anımsamam uzun sürmedi. Üstelik kırdığım potu henüz fark ediyordum.

"Uyduruyorsun şu an." Dedim umursamaz görünmek için çabalarken. "Sadece Çakıl'ı çok iyi tanıyorum o kadar. Aranızda ne geçtiğini bilmiyordum ama tahmin etmek zor değildi benim için. Bak... Yanılmamışım."

"Kıvırma Nil. Şaşırmadım dedin, ya da ne bileyim belki ikna edecek malzeme yoktu sen de diye de ekledin." Kaşlarını kaldırdı. "Daha sayayım mı?"

Tamam hatırlıyordum... Tekrara gerek yoktu. Bu adamın dikkati, her defasında beni alnımın çatından vuruyordu. Elimle alnımı ovalarken, buradan dönüş olmadığının farkındaydım. Hem Çakıl'ın söylediğine göre aralarında bir şey yoktu.

"Ben sadece..." Dedim pes ederek. "Çakıl'ın apartmana girişini gördüm. Ama kapı çalmayınca..."

Hakan gitgide daha da sakinleşiyordu sanki. Dudakları kıvrılır gibi oldu. "Dikizledin."

"Ha-Hayır." Elimle saçlarımı geri attım. "Hem ne önemi var ki bunun?"

"Vardır illa bir önemi ki, soruyorum." Dedi üzerime doğru adımlamaya başlarken. "Öğrenmeye, anlamaya çalışıyorum..." Ben tuvaldim, o fırçaydı. Tüm renkleri birbirine katarak, bedenimde içli bir savaş çıkarttı.

"Sonra gelmek istedin..." Aramızda sadece iki adım kalmıştı ki durdu. "Ne yaptın itiraf et hadi..."

Ses tonu gitgide neden kısılmıştı? Aklım yerinde değildi, ya kalbim nereye gitmişti? Benden ona akan tüm bu duygu yoğunluğu ne ara içime böylesine işlemişti?

Dudağımı ısırmamak için kendimi zor tuttum. Kendimi konuşmak için zorladım ama ona kurduğum cümleleri misliyle yedirecek kadar tutkuluydu gelişi. "Söylesene Nil." Dedi iç gıdıklayan bir sesle. "Nasıl kıydın bir kavanoz kahveye?"

Kahve?

Adi Piç! Beni deniyordu!

"Ben sadece..." Dedim tekrar. "Ya of! Ben niye sana açıklama yapmak zorundayım ki? Ben sadece arkadaşım için endişelendim o kadar. Gelme üstüme!"

Gülümsedi. Bu kesinlikle masum bir gülümsemeden ötesiydi. Bir şeylerden emin olmuşcasına başı dikleştiğinde, ellerini eşofmanının ceplerine soktu. "Kahveye ne yaptığını söyle, gideceğim." Dedi gülerek.

Çift kişilkli pezevenk.

"Döktüm Hakan! Aldım, çöpe döktüm! Oldu mu?"

Alt dudağını ısırdığında, onu orada eğlenen surat ifadesiyle bırakıp eve girdim ve kapıyı suratına kapattım.

Elim ayağıma dolaşırken, sinirden üzerimdekileri çıkara çıkara koridor boyunca yürüdüm ve kendimi banyoya attım. Adam beni bariz bir alayın içine gömmüştü. Ama suç benimdi, ilk ben belaltı vurmuştum. Belli ki hırs yapmıştı, İkna ediciliğini üzerimde uygulayacaktı. Tamam karşı koymak zordu,- ses tonuyla bile aklımı başımdan almıştı- ama imkansız değildi.

Değildi di mi?

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro