Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Acının Rengi Kehribar

9 Yıl Önce...

Genç kadın yatağın sıcak kucağında uyandığında saat henüz kuşluk vaktine geliyordu. Güneşin sıcaklığı, kadının tüm samimiyetiyle döşediği odayı usul usul ısıtırken, yataktan kalktı. Mor yatak örtüsünü üzerindeki lavantaların yapraklarını okşar gibi özenle düzeltti ve ardından banyoya giderek ılık bir duş aldı.

Ozan Özer, gece onu fazlasıyla yormuştu doğrusu... Yıllar geçmesine rağmen, aralarındaki bu tutkulu ve sevgi dolu bağın genç kadını mutlu ettiği doğruydu. Onlar 16 yıla rağmen birbirlerine hala çok aşık iki insandı. Kalpleri de, tenleri de bir atıyordu. Banyodan çıktı, üzerine eşinin hediyesi olan yeşil elbisesini giydi. Elbisenin salaş etekleri narin bilekline değiyor, yürüdükçe ince bedeninde süzülüyordu.

Aşağıya indi. Ozan Özer, kahvaltı masasının baş köşesine oturmuş, ağır hareketlerle çayını karıştıyordu. Gözleri güzeller güzeli karısına değdi, yutkundu... İçinde bir şeylerin kıpırdadığını, kalbinin hızlandığını hissetti. Çok seviyordu... Elinden gelse, mümkün olsa karısını kimselerin göremeyeceği bir yere saklardı. Elinden gelen değil, kalbinden gelendi sevmek. Çok sevmek. Bir süre sonra masadaki kızın küçük kıkırtıları salona yayıldı. Genç kadın önce eşine sonra da biricik kızı ve onun yakın arkadaşı olan, evin diğer kızı gibi sevdikleri Yasemin'in yanağına küçük öpücükler kondurdu.

Kahvaltıya başladıklarında, Yasemin'in asık suratı genç kadının dikkatinden kaçmamıştı. Yasemin oldu olası soğuk bir kız çocuğuydu ama bugün herzamankinden daha huysuz ve mutsuz görünüyordu. Uygun bir zamanda kurcalamak adına şimdilik sessiz kaldı ve birlikte kahvaltı ettiler.

Nil'in doğum günü olduğu için Ozan Özer kızları alışverişe götürecekti. Akşam için hazırlık yapmaları gerekiyordu ve 16 yaşına basan Nil, bu seneki doğum gününü daha ihtişamlı kutlamak için sabırsızlanıyordu.

Genç kadın Nil ve Ozan'ın hazırlanmak için uzaklaştığı bir anda, Yasemin'in ilgisini çekmeye çalıştı. Yasemin uzun siyah saçları, upuzun ve ip gibi tek bir ölçüde dizilmiş kirpikleri, iri iri bakan gözleriyle çok güzel bir kızdı. Her daim asık olan yüzü bile güzelliğini gizleyemiyordu.

"Çakıl..." Diyerek söze girdi. Ona bu lakabı o vermişti. Yasemin'in hiçbir şeye kolay kolay hayran bakmayan gözleri, çakıl taşlarına adeta aşkla baktığında gülerek ona böyle seslenmişti. Yasemin bir çakıl taşı kadar narin ve naif görünsede, bir o kadar sert olduğundan lakabını hakkıyla taşıyordu.

"Efendim Ela teyze."

"Bir sorunun var gibi, eğer istersen Nil ve Ozan gitsinler biz seninle bugün kızlar günü yapalım?"

Genç kız çatalını tabağının kenarına bırakırken, içten olmasada gülümsedi. "Olur."

Diğer tarafta Nil'in doğum günü için yapılan alışverişler büyük bir coşku ve heyecan içinde sürsede, Nil en yakın arkadaşının onunla gelmek yerine annesiyle kalmak istemesine bozulmuştu. Annesini çok seviyordu ama annesinin bu kadar anaç olması bazen onu sinirlendiriyordu. Bütün arkadaşları annesine hayrandı ve Nil bu durumdan açıkça hoşlanmıyordu. Ela Özer her açıdan mükemmel bir kadındı ve her yaşa uygun ruhu, insanların onu sevmesi için yetiyordu.

Çakıl ve Ela baş başa kaldıklarında, Ela Türk kahvesini yudumluyor, Yasemin meyve suyuna derin bakışlar atıyordu.

"Aşık oldum..." Dedi normalde ağzından laf zar zor alınan genç kız. Ela bu ani itirafla derin bir nefes aldıktan sonra gülümsedi. Anlaşılan Çakıl onu zorlamadan her şeyi anlatmaya kararlıydı.

"16 yaşında-" Aşk güzel şey... diyecekti Ela Özer. Çakıl sözlerine şöyle devam etmeseydi şayet...

"Beni aldatıyor." Buz gibi bakan gözleriyle, Ela'nın tüylerini ürpertti. Sözlerininde etkisi büyüktü muhakkak ama bakışlarının ardında nefreti gördü Ela. Bakışları o kadar soğuktuki Ela sırtından ılık bir ürperti geçtiğini hissetti. Bu yaşlarda sevinçte, üzüntüde şuursuzca en zirvelerde yaşanırdı. Duyguların belli bir ölçüde olması ve bir kalıba sığması asla mümkün olmazdı. Aklını toparlamayı başarabildiğinde, kelimeleri dikkatli seçmeye çalıştı.

"Bu sana acı veriyor olmalı."

"Fazlasıyla." Dedi Çakıl.

Gözlerindeki dalgınlık Ela'yı harekete geçirdi. Önce yüzüne samimiyetinden yansıyan bir gülümseme yerleştirdi, ardından kızına da bahşettiği kalp şeklini andıran dudaklarını araladı.

"Yaşın daha çok genç, daha kimlerle tanışırsın tarzı beylik laflar etmeyeceğim." Diyerek gülümsemesini sürdürdü. Yine de bu sözleri söylemiş sayılırdı. Çakıl, gizli kinayeyi sezebilecek kadar zeki bir kızdı. "Ona ne kaybettiğini göstermek ister miydin?" Diye sözlerine devam etti Ela. Çakıl'ın kaşları çatıldı. Ela'dan böyle bir yaklaşım beklemiyordu. İntikam içerikli cümleler hiç onun ağzından dökülecek cümleler değildi. Sezdiği tuhaflığa rağmen hafifçe başını salladı. Ela'nın sözlerinin nereye varacağını merak ediyordu.

"Seni çok iyi anladığımı bilmeni istiyorum. İçindeki nefreti gözlerinden dahi görebiliyorum ve bunun sana zarar vermesinden endişelenmek üzereyim. İntikam, kavga, gürültü bunlar gafletine düştüğümüz kötü duygulardan ibaret. Ona ne kaybettiğini göstermek için, mutlu ol ve asla gaflet duygularına kapılma güzel kızım."

Çakıl'ın şaşkınlığı çoktan geçmişti. Çünkü Ela, cümleyi kendine yakışır bir sonuca bağlamıştı. Ela'nın ışığı ve naifliği o kadar yoğunduki bütün karanlığı ve kötülüğü yutabilirdi sanki. Çakıl ona olan hayranlığının arttığını hissetti ama yüzünde bunu belli eden tek bir belirti yoktu.

"Haklısın." Diyerek konuşmayı sonlandırmak istedi.

Ela genç kızın gözlerindeki nefretin biraz olsun söndüğünü görünce daha rahatlamış hissetti.

"Mutfağa geçip Nil için bir şeyler hazırlamam gerekiyor, bana yardım etmek ister misin?" Diye sordu.

Çakıl zihninin içindeki sesleri ve kalbindeki acının izlerini asık suratının altına gizlemeyi başarırken ayağa kalktı ve yardım teklifini kabul ettiğini göstermek niyetiyle doğruca mutfağa gitti. Ela'da onun peşinden ayaklanırken, kalbinde derin bir huzursuzluk baş göstermişti. Henüz 16 yaşında olan bir genç kızın üzüntüsü ve acısı onu fazlasıyla üzmeye yetmişti. Naif kalbinin derinleri ince ince sızlasada, yüzünden gülümsemesini eksik etmeyerek mutfağa yöneldi.

Karakent'te sıcacık bir Temmuz günüydü. Nil için ise Temmuz'un en güzel günüydü. Doğum günü için yapılan bütün hazırlıklar tamamlanmıştı ve şimdi içini kıpır kıpır eden bir heyecanla arkadaşlarının gelmesini bekliyordu. Ön bahçede oturduğu salıncağın usul usul sallanmasına izin verirken kahverengi saçlarını eliyle omuzlarının gerisine attı.

"Güzel olmuş muyum sahiden Çakıl?" Diye sordu bir kez daha. Güzel görünmek istiyordu. Bugün onun günüydü ve her şey mükemmel olmalıydı.

Çakıl gözlerini devirerek baktı Nil'e. "Elli kere sordun Nil. Samimiyetime inanmıyorsan kes sormayı çünkü bir kez daha olmuş demeyeceğim."

Nil onun bu hallerine alışkın olduğu için aldırmamayı seçerek omuz silkti. Çakıl'ın erken yaşta kırışacağına neredeyse emindi çünkü alnında şimdiden incecik çizgiler oluşmaya başlamıştı. O kadar somurtkandıki bu çizgilerin derinleşmesi bir kaç yılı bulmazdı.

"Çatma şu kaşlarını. İki üç seneye yüzün kırışıklarla dolacak ve kimseler beğenmeyecek seni göreceksin o zaman." Dedi arkadaşına takılarak.

Çakıl omuz silkti. "Kimse umurumda değil."

Nil bazen gerçekten çok merak ediyordu. Onun bu kadar mutsuz olmasını bir türlü anlamlandıramıyordu. "Sana fazlasıyla değer veren bir ailen var. Çok iyi bir okula gidiyorsun, çok güzelsin, çevrende şimdiden kaç tanesi var... Yine de bu kadar mutsuz olmayı nasıl başarıyorsun?" Diye sordu.

Çakıl daha fazla katlanamayacakmış gibi hissetti. Sanki boğazında bir el vardı ve onu acımasızca boğuyordu. "Gününü mahvetmek istemiyorum." Dedi sakin kalmak için çabalarken. "Sus artık."

Nil'in üzüntüyle kalbi büzülsede gülümsemeyi başardı. Salıncaktan kalktı ve arkadaşının yanına giderek yanağına küçük bir öpücük kondurdu. "İstesen de mahvedemezsin." Dedi kıkırdayarak. "Bugünü kimse mahvedemez."

Bahçeye çıkan Ela Özer elindeki tabağı hazırlanmış masanın üzerine bırakırken genç kızlara kısa bir bakış attı. Ardından telefonunu cebinden çıkarttı ve organizasyon şefi olan Ercan Bey'i aradı. Saat akşam üzeri 7'ye geliyordu ve Nil'in arkadaşları birazdan burada olurdu ama organizasyon ekibi hâlâ ortalıkta yoktu. Ela Özer hiçbir aksilik olsun istemiyordu. Telefon biraz sonra açıldığında, ekibin yolda oldukları bilgisi Ela'yı rahatlatmaya yetti. Aynı esnada kapı çaldı.

Saat akşam üzeri 8'e gelirken Nil'in tüm arkadaşları toplanmıştı. Organizasyon ekibide geldiğinde parti başladı. Önce sihirbazlık gösterileriyle büyülendi hepsi, ardından geçici dövmelerle renk kattılar vücutlarına. Sisler, rengarenk ışıklar derken fotoğraf ve video çekimleri yapıldı... İhtişamlı bir pasta bahçenin ortasına gelirken, herkes orada toplandı. Pasta kesildi ve Nil Özer mutlulukla önce annesine ardından babasına sarıldı. Kostümlü hediye servisi ise gecenin en eğlenceli kısmıydı.

Karakent'e ansızın bastıran yağmur, bahçedeki tüm hazırlıkları ve eğlenceyi kısa bir süreliğine bölsede Ela Özer durumu kurtarmayı başarmış, tüm gençleri evin geniş salonunda ağırlamıştı. Karaoke ile devam eden gece gençlerin tüm enerjisini tüketirken, ağır gürültüden artık başı sızlayan Ela Özer küçük bir kaçamak yaparak Ozan Özer'in çalışma odasına çıktı. Bu oda evin en arkada kalan odası olduğu için en sessiz yer sayılırdı. Çalışma odasından içeriye girdiğinde karanlık odada ince parmakları lambayı aradı.

Parmakları lambaya ulaştığında oda aydınlandı... Ama kararacak bir şey vardı.

Ela Özer'in hayatı.

Aşağıdaki çılgın gürültü yüzünden atacağı hiçbir çığlığın duyalamayacağını bilemezdi... Ve bugünün son günü olacağınıda.

Narin elleri iki yanına boşluğa düşerken adı gibi ela olan gözlerini katilinin gözlerine dikti. Sanki hissetti. Kalbi, kalp şeklini andıran dudaklarının arasına son kez tırmanırken, alacağı son bir kaç nefesin kaldığını hissetmişcesine doldu gözleri.

"Neden buradasın?" Diyebildi sadece...

"Çünkü..." Diye fısıldadı katili. "Bugün, ölmek için güzel bir gün."

19 Kasım Salı...

"Akçakent..."

Fısıltısı, şafağın ilk ışıklarına karıştı. Perdelerin arasından sızan ışık, kusursuz olan gecenin içine gizlediğim tüm kusurları meydana çıkarmaya and içmişti.

Tıpkı bizim gibi çıplak olan parkenin üzerine, tuvali gizleyen örtüyü sermek Hakan'ın fikriydi. Bense bu fikre itiraz edemeyecek kadar kendimden geçmiştim. Şimdi, onun dünyasından yavaşça çekilip kendimi tekrar bulurken başımı usulca kaldırdım. Ellerim, Hakan'ın sıcak gövdesine yaslanırken yavaşça doğruldum ve üzerinden kalktım.

Siyah gözleri tuvale ezberlemek istercesine bir derinlikle kilitlenmişti. Kızarmış, dolgun dudakları bir tık açılmıştı ve düşündüğünü güzel yüzünden rahatça okumama izin veriyordu.

"Evet." Dedim onu onaylayarak. "Akçakent."

Benim kan'a aç şehrim.

Uzandığı yerden doğrulurken, elini kaldırdı ve kemikli parmaklarını üzerinden defalarca kez geçildiği belli olan kabartılarda gezdirdi. Gözleri bana döndüğünde, şaşkın bakıyordu. Artık sadece bedenim değil, ruhumda onun karşısında çırılçıplaktı.

"Bulutlar?" Dedi sorar gibi.

Karnıma saplanan ağrının keskinliğini tüm bedenimde hissetmeme rağmen, ifademi korumayı başardım.

Tıpkı onun gibi elimi tuvale uzattım. Parmak uçlarımız tuvalin yarısını kaplayan, koyu griye bulanmış, şekilsiz soyut çizgilerin üzerinde usulca gezindi. "Bulutlar değil sevgilim, cesetler."

Ellerimiz usulca aşağı kaymaya devam etti. Siyahla çizilmiş şimşeklerin üzerinden geçerken parmak uçlarımda atan damarın uğultusunu hissedebiliyordum. Şimşeğin damarları mıydı, Hakan'ın parmak uçlarındaki damarlar mıydı seçemiyordum ama hissediyordum. "Söylesene..." Parmaklarımız, dürüst cezalandırıcının üzerinde geziniyordu. "Şimşeğin cezalandırdığı gök mü, cesetler mi?"

Yutkunduğunu işittim ama sessizdi. Şafak kadar sessiz ve ıssızdı artık baktığım gözleri. Tekrar tuvale döndü. Parmaklarım artık, parmaklarının üzerindeydi ve aşağıya kaymaya devam ediyordu.

"Mazgallar..." Dedi. "Tüm soyut çizgilerin aksine kusursuz bir şekilde çizilmiş beşer çizgi?"

Gülümsedim. "Onlar bu resmin en önemsiz ayrıntıları... Birer kapıdan ibaretler sadece." Mazgallardan birinin en uç noktasına götürdüm ellerimizi. Asfalttaki derin çatlakların arasına sızan sağanağın, mazgallara döküldüğü yerdeydik. "Bak, yağmurun şeffafına kan karışıyor... Demek ki, cezalandırılan cesetler olmalı."

Hakan elini elimin altından çekti ve üzerinden defalarca kez geçilmiş kırmızı küçük kabartılara dokundu tekrar. "Cesetlerden yağan kan?" Sesi gitgide kısılıyordu.

Ağır ağır salladım başımı. "Bu şehir aç." Dedim kırık bir gülümsemeyle. "Bu şehir kana aç Hakan."

Derin, titreyen bir nefes aldı. Elini tuvalden çekti ve yanağıma avucunu yasladı. "Anlat bana." Dedi acımı acısı sayacağını söyleyen bir sesle. "Sana bunu çizdiren ne?"

"Çok ürkütücü değil mi?" Yanağımı avucunun içine bastırdığımda, parmak uçlarında benim parfümümle harmanlanmış boyanın kokusunu alabiliyordum.

Bu resmi benim dışımda ilk kez Demir görmüştü ama ilk kez Hakan anlamıştı. Belkide anlamasına izin veren bendim. O, benim ruhumu görüyordu.

Alt dudağını hafifçe dişledi. Konuşacak gibi olsada, susmayı seçti.

"Yağmurun masumiyetine acı sızdı." Benliğim, buradaydı. Tüm çıplaklığıyla sevdiğim adamın tam karşısındaydı. "Tam 9 yıl önce... Annemin öldüğü gece."

Bedenimi kucağına çekti. Sırtım sıcak gövdesine yaslanırken başını omzuma gömdü ve dudaklarını tenime bastırdı.

"Annem kanlar içinde yerde yatıyordu... Sadece göz açıp kapayacak kadar kısa bir an gördüm onu. Öylece, yerde yatıyordu. Kanlar içindeydi. Çok kan vardı Hakan, bana hafızamı yılları yaymadan bir gecede unutturacak kadar kan vardı."

Başımı saçlarına yasladım. "Söz ver bana." Dedim fısıltıyla. Gittiğim yoldan vazgeçip başka bir yola sapmış gibi alakasızdı şimdi söyleyeceğim. "Bir yerde duymuştum... Çok kan görenlerin ileride alzheımer olma riski daha yüksekmiş."

"Söz." Dedi, o yoldan da peşimden gelirken. "Hafızamı kaybetsem bile unutmayacağım seni."

"İnkar ettiğime ve kabullenmediğime bakma." Dedim kendimle alay eder gibi. "Zamana ihtiyacı olan en büyük zavallı benim ama bunu kabullenmemi de bekleme benden. Kabul edersem şayet o zaman beklerim. Acım geçsin diye beklerim, alışmak için beklerim, sen beni alzheımer olsan bile unutma diye beklerim..." Karnımın üzerine dolanan kolunu okşadım usulca. "Bak... Mümkün değil hiçbiri sevgilim. Bırak bu ilişkideki tek yalancı ben olayım, sen dürüst kalan ol."

Dudaklarını omuzumdan çekti ve çenesini yasladı.

"O tuhaf zihninle mücadele ediyorum... Ona direniyorum, yeniliyorum." Başını boynuma çevirdi ve yanağını omuzuma yasladı. "Hayran oluyorum, aşık oluyorum." Dudakları usulca boynuma değiyordu. "Her seferinde daha derine iniyorsun Nil ve ben derin olan her şeyi çok severim." Kollarını sıkılaştırdı ve bana sıkıca sarıldı. "O yüzden yalan sayma. Sen bende böylesine derinleşirken, hangi güç unutturabilir ki bana seni?"

Gözlerimi kapattım ve başımı geriye eğip, omuzuna yatırdım. Bu çok özel bir andı. Şafak git gide sökülüyordu gecenin karanlığından ve güneş artık dahada aydınlatıyordu bizi. Beni. Kusurlarımı.

"O gece koştum... Koştum... Koştum... Çok koştum Hakan. Annemin ölümünü kabullenmek istemiyordum ve sanki kaçarsam bunu asla kabullenmem gerekmez sanıyordum. Sonra bir anda durdum. Akçakent'te..."

Ona o geceyi tüm ayrıntılarıyla anlattım. Sessizce dinledi beni. Ona bir şeyler anlatmanın resim yapmak gibi olduğunu o an anladım. Anlıyordu beni. En başından beri, hep, anlıyordu beni. Bu yüzdendi garipsemem belkide. Ona kendimi pervasızca açarken hiçbir şüphe duymamam, ona yaptığım resimler kadar güvendiğim içindi.

İlk kahve içtiğimiz gün doğrudan kendim hakkında bir şeyler söylemiştim. Onun evime girmesine defalarca kez izin vermiştim. Ona ayrı bir dünya yaratmak yerine, onun dünyasına girmeyi kabul etmiştim. 9 yıldır kimsenin ayak basmadığı annemin odasına girmesine izin vermiştim. Duygularımı renklere, renkleri mumlara gizlediğimi de söylemiştim. Üstelik, bir gün hepsini ateşe vereceğimden söz etmiştim. Ve dahası... Nice hatırlamadığım ayrıntı... Bu odaya girişimizin benim için felakete dönüşeceğini düşünmüştüm başta ama şimdi, ona gerçekten güvendiğimi anladığım bu anda hiçbir şüphem kalmamıştı ona dair. Kendime dair.

Ona bunlardan bahsetmek yerine, daha çok açtım ruhumu. Bugün onunla karşılaşmadan önce, bu odaya girip yad ettiğim tüm anılarımı anlattım. Tutkularımı anlattım. Kilitlemeyi unuttuğum kapıdan içeriye sızacağımızı bilemezdim ama şimdi iyiki diyordum.

"Mumları senin yaptığını anlamıştım." Dedi onyedinci yaş günümü ve ilk kez o gün mum yaptığımı anlatmamın üzerine.

"Kaçsa şaşardım." Dedim gülerek.

Başını geriye çekti ve omuzlarımı kavradı iri avuçları. "Son bir kaç saat." Dedi beni göğsüne çekerken. "Hiç uyumadın, nasıl çalışacaksın bütün gün?"

"Uykuya çok düşkün değilimdir. Biraz kestirsem iyi olacak ama başım ağrıyabilir yoksa."

Göğsüne iyice sokulduğumda, dizlerimin altından ve sırtımdan kavrayarak kendisiyle birlikte havalandırdı bedenimi. "Yatağında uyu madem. Mahvettim seni bu gece..."

Omuzunu öptüm. O beni böylesine anlıyorduya, ben onunla her şeye razıydım.

Uykuya düşkünlüğümün hiç olmamasına rağmen bedenimin uyumak için adeta yalvardığını hissedebiliyordum. Dün gece sadece bedensel değil, ruhsal bir yorgunlukta yaşadığım için olmalıydı bu. Başımı klavyenin üzerine koyduğumda, yanağımın altında ezilen tuşların cılız sesi bile ninni gibi geliyordu bana.

"Ba-bakar mısınız?" Diyen yabancı bir sesle başımı kaldırdım.

Bankoya ellerini yaslamış adama baktığımda, gözlerinin kuşkuyla etrafı süzdüğünü gördüm. En fazla 40 yaşında olan, kumral bir beyefendiydi. Seyrek saçları kısaydı ve tıpkı sakalları gibi saçlarının arasında da belirgin beyaz teller vardı. Dışarıdaki soğuğa rağmen üzerine şile bezi bir gömlek giymişti. Sırtında ise eski bir palto vardı. Görünüşünde bir dağınıklık yoktu ama bakışlarında derin bir tedirginlik olduğunu görebiliyordum.

"Buyrun?" Dedim esnememi zorlukla bastırıp gülümseyerek.

"O burada mı?" Dedi gözleriyle etrafı süzmeye devam ederken. "Neydi adı Kamil miydi neydi adı?"

Gözlerindeki tuhaf gerginliğe biraz daha odaklanırsam bende gerilmeye başlayabilirdim. "Kaan Bey'i mi soruyorsunuz?"

"Evet. Evet Kaan. N-Nerede o, götürsene beni ona. Karım dedi bana, ona git dedi yoksa seni boşarım dedi. Hadi kalk, kalk beni götür ona."

"Tamam." Dedim ellerimi klavyenin üzerine iliştirirken. "Önce isminizi öğrenebilir miyim?"

"Neden soruyorsun ismimi? Sanane benim ismimden, söylesene n-neden soruyorsun ki?"

Pekala...

"Kaan Bey'le görüşmeniz için randevunuz olması gerekiyor, eğer ilk kez geliyorsanız kaydınızı yapmam için bilgilerinize ihtiyacım var."

"Kredi kartı bilgilerimi vermem!" Dedi parlayarak. "Karım verme dedi. Sonra çalıyorlar paramı. Emeğimi çalıyorlar, haysiyetsizler. Vermem bak."

Güven vermek istercesine gülümsedim. "Elbette vermeyin. Ben size daha genel bilgilerinizi soruyorum. Yardımcı olabilmek için... Adınızı öğrenebilir miyim?"

Tedirgin gözlerle yüzümü iyice inceledi. "Oğuz adım. Saygıner de soy adım."

"Sağolun Oğuz Bey. Sizinle iletişime geçebilmemiz için numaranızı da alabilir miyim?"

"Al. Al ama gece arama. Gece ararsan karım yanlış anlayabilir. O zaten her şeyi yanlış anlıyor. Hep kıskanıyor beni, böyle boğuyor boğarak kıskanıyor. Ona neden böyle yapıyorsun diyorum, çok seviyorum diyor. Yalan söylüyor, insan sevdiğini boğmaz efendim!"

"Tamam Oğuz Bey... Merak etmeyin gece aramam."

Telefon numarasını aldığımda, adresini sormaya adeta çekiniyordum. "Adresinizi de aldığımda, sizi Kaan Bey'e yönlendireceğim. Lütfen söyler misiniz?"

"Bozoklu Mahallesi. Ergin sokak, no 10. Karakent." Dedi. Bu sefer de sen boşuna evham yaptın dercesine bir rahatlıkla.

"Ama sakın gece gelme!" Dediğinde gözlerimi kapattım.

"Karım yokken gel. Pazartesi günleri evde olmuyor, Salı da evde olmuyor. Spora gidiyor! Etlerinin sarkmasına izin veremezmiş... Ama benim beynimin etlerini sarkıtmayı biliyor. O yüzden gece gelme tamam mı?"

"Yok efendim." Dedim gözlerimi irileştirerek. "Neden geleyim sizin evinize? Gelmem tabii ki."

"Tamam gelme!" Dedi gözleriyle etrafı süzmeye devam ederek. "Hadi beni Kamil'e götür."

Sandalyeden kalkıp Kaan Saraç'ın odasına kadar eşlik etmek istediğimde, benden adeta vebalıymışım gibi uzaklaştı ve gerimden gelmeye başladı.

Ben kendime tuhaf derdim bir de... Bu klinikte çalışmaya başladığımdan beri görüyordum ki, benden nice tuhafları vardı.

Kaan Saraç elinde bir kaç kağıtla bankoya geldiğinde, Oğuz Saygıner etrafına baka baka klinikten yeni ayrılmıştı.

"Merakıma yenik düşeceğim ve soracağım." Dediğimde Kaan Saraç gözlerini kağıtlardan kaldırdı. "Sor?"

"Oğuz Saygıner'in nesi var?" Bunu sormamam gerekiyordu. "Buraya gelen danışanlarınızdan daha farklı sanki."

Kaan Saraç başını tekrar kağıtlara eğdi. "Bunu sana söyleyemeyeceğimi biliyorsun."

"Baya merak ettim." Dedim ısrarla. "Ucundan azıcık çıtlatsanız ne olur ki?"

"Nil kısır günü mü yapıyoruz burada?" Dedi hafif kızgın bir tonla. Tamam... Kaan Saraç bugün bir tık asabiydi. "Dedikodu arayışında olan teyzeler gibi, ne o öyle?"

Bu sesimi kesmem için yeterli bir ikazdı. "Kusura bakmayın." Dedim.

Önemli değil dercesine başını salladı. Kağıtlarla olan işini bitirmiş olmalı ki bana uzattı. "Bir rapor hazırlamanı istiyorum..." Dedi eliyle kağıtları işaret etti. "Detaylar en üstteki kağıtta. Acele et, bitince getir imzalayayım."

Ona başımı sallamakla yetindim. Odasına yönelip, koridorda kaybolduğunda işe koyuldum. Anladığım kadarıyla bu bir tür sevk raporuydu. Hastanın ileri derecede bir rahatsızlığı olmalıydıki yatışını gerekli görmüştü. Ama anlamadığım, yatışını gerekli gördüğü bir hastayı neden göndermişti? Bildiğim kadarıyla böyle durumlarda, sevk işlemleri hazır hale getirilerek uygun bir hastane bulunur ve 112 ambulansı aracılığıyla sevk gerçekleştirilirdi. Daha önce çalıştığım hastanede işler öyle yürüyordu. Merakımı bastırarak işe koyuldum.

Yaklaşık yarım saatin sonunda tüm kağıtları bir dosyaya yerleştirmiştim ve geriye sadece imzalar kalmıştı. Sandalyemi geriye iterek ayaklandığım esnada, Kaan Saraç karşımda belirdi. Kalem eteği aşağı çekerek düzelttikten hemen sonra, "Ben de yanınıza geliyordum." Diye mırıldandım. "Geldiğinizi duymamışım."

"Uykusuz musun sen?" Diye sordu gözleriyle yüzümü tararken. "Bugün bir tuhaflık var üzerinde."

"Size göre ben hep tuhafım zaten." Dedim.

Alınganlık ediyormuş gibi görünmek istemezdim ama etmiyormuş gibi de görünmek istemiyordum.

"Fazla gerginiz bakıyorum?" Dedi. Ona kaşlarımı kaldırarak baktım.

"Ben de aynısını sizin için düşünüyordum Kaan Bey." Dedim gereksiz bir restleşmenin içine düşerken.

Neyseki Kaan Saraç bu saçma diyaloğu uzatmadı. Elimdeki kağıtları alıp sandalyeme oturdu ve klavyeyi iterek kağıtları masaya koyduktan sonra gerekli yerleri imzaladı. Not defterime kısaca bir şeyler karaladıktan sonra, "Bunları bu adrese fakslaman gerekiyor." Dedi. Hazır yerleşmişken onu da hallediverseydi bari.

"Tamam Kaan Bey." Dedim.

Kalkmaya niyeti yok gibiydi. Gözlerini bilgisayar ekranına çevirdiğinde, kaşları hafifçe havalandı. "Abraham Twerski'nin takipçisi olduğunu bilmiyordum."

Alt dudağımı hafifçe dişledim. Ne diyeceğimi bilemediğim nadir anlardan biriydi sanırım. "Bazı boşlukları doldurmamda yardımcı oluyor. Bakış açısını seviyorum." Diye konuştum.

"Bir Psikiyatri kliniğinde çalıştığın ve benim sana defalarca ulaşmaya çalıştığım halde, sen gidip başka bir Psikiyatristi dinliyorsun diye, sana kızacağımı mı düşünüyorsun?" Dediğinde, gözleri resmen haylaz haylaz parlıyordu.

"Yani gönül koyarsınız anlarım tabi..." Dedim bir tık mahçup olarak.

Güldü. "Merak ediyorum. Sence, Abraham ile benim aramdaki fark ne Nil?"

Gülümsedim. "Onun beni tanımıyor oluşu."

Kaşlarını hayretle alnına kaldırdı. "Güzel cevap." Dedi başını ağır ağır sallarken. "İkna ettin beni." Dediğinde gülüyordu.

Tamam bir Abraham değildi ama Kaan Saraç'ın alanında çok iyi olduğunu biliyordum. Aynı zamanda, işine nasıl bir tutkuyla bağlı olduğunuda. Söz konusu sadece ben olduğumda tıkanıyordu o da tamamen benim direnişimden kaynaklıydı. Sonuçta her gün karşılaştığım bir insana kendi içsel savaşlarımı anlatmak beni rahatsız ederdi sadece.

Hakan'ı diğer insanlardan ayıran en önemli unsurda buydu sahiden. Ona anlatabiliyordum. Onda kendimi bulabiliyordum ve bu hiç garip, rahatsız edici hissettirmiyordu. Çünkü gerçekten anlıyordu ve beni kendi içinde, kendi benliğinde dahi bir bütün haline getirebiliyordu. Ben ona ruhumu bütünüyle teslim edebiliyordum.

Kaan Saraç, "Psikiyatrist Abraham Twerski'nin sevgi nedir sorusuna, yanıtını dinleyelim bakalım." Diye konuştu ve videoya tıkladı.

"Sevgi öyle bir anlam taşıyor ki kültürümüzde neredeyse anlamını kaybetti..." Diyerek girdi haham*(Yahudi din adamı.) söze.

"Kotsk da çalışan görevlinin ilginç bir hikayesi var. Genç bir adamla karşılaşıyor. Tabağındaki balığın lezzetini çıkarıyor. Genç adama "Balığı neden yiyorsun?" Diye soruyor. "Çünkü balığı seviyorum." Diye cevap veriyor.

"Ooo balığı seviyorsun. İşte bu yüzden balığı öldürdün ve pişirdin. Bana balığı sevdiğini söyleme sen kendini seviyorsun. Çünkü balık o kadar lezzetli ki, balığı sudan çıkardın ve öldürdün."

Sevgi dediğimiz şeyin çoğu balık sevgisi. Genç çiftler birbirlerine aşık olurlar. Bunun anlamı nedir? Bu demektir ki, aralarından biri diğerinin fiziksel, duygusal ihtiyaçlarını karşılayabileceğini düşündü. Erkek de, kız da diğeri vasıtasıyla kendi ihtiyacını karşılayabileceğini düşündü. Bu diğeri için sevmek değildir. Diğer kişi kendi tatminim için bir araç olur. Çoğu sevgi balık sevgisidir. Dışa dönük bir sevgi, ben ne elde edeceğim, ne vereceğim değildir.

Dessler'ın bir sözü var. İnsanlar önemli bir hata yapar. Sevdiklerine verdiklerini sanırlar. Ancak cevap, gerçek cevap verdikçe sevdiğinizdir. Asıl önemli nokta, sana bir şey verdiğimde sendeki bana yatırım yapıyorum. Kendini sevmek doğuştan beri var olduğuna göre herkes kendini sever. Şimdi benim bir parçam sen de olduğundan, benim sevdiğim bir şey artık sendedir.

Gerçek sevgi almak değil vermektir."

Kaan Saraç videoyu durdurdu. Bakışlarını bana çevirdiğinde, yüzünde gerçek bir gülümse olduğunu gördüm. "Haklı." Dedi sessizce. "Çok haklı."

Derin bir nefes aldım. Bu sözlerin analizini kendi zihnimde daha sonra yapmaya karar kılıp, aldığım nefesi geri saldım. "Bencede öyle... Peki ya sizce?" Diye sordum. "Sizce sevgi nedir?"

Kaan Saraç omuzlarını sanki yük varmışcasına bir ağırlıkla silkti. "Tanımı yapabileceğim kadar sevmedim ki ben kimseyi." Dediğinde, gözlerinde dalgın bir acı gördüm sanki.

"Sevginin tek tanımı sevgiliye olan mıdır?" Dedim şaşırarak.

Acının rengini gördüm gözlerinde. Gizleme gereği duymuyordu sanki. Karşımda tüm berraklığıyla kehribar rengine döndü gözleri.

"Ben..." Dedi durdu. Gözlerime baktı. Gözlerini kapatıp açtı. İfadesinde şimdi, ben ne yapıyorum şaşkınlığı vardı. "Ben geç kalıyorum." Diyerek ayaklandı birden. Sandalyeden nasıl bir destek aldıysa, kalkışıyla zeminde kuru bir ses çıktı. "Başka randevu yok zaten, çıkabilirsin sen de."

Üstelemedim. Zira bende şaşkındım. Uzun zaman sonra ilk kez bu renkle karşılaşmıştım ve zihnim dağılmıştı sanki.

Ben bu rengi ilk kez 9 yıl önce babamın gözlerinde görmüştüm. Kehribar... Acının rengi kehribar.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro