Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Tuval ve Cesetler

13 Kasım Çarşamba...

Geçirdiğim en berbat gecenin izleri bilinç altımı adeta bir çöplüğe çevirdiği için, şiddetli baş ağrısı ve gözlerimi acıtan bir uykusuzlukla kalktım yabacısı olduğum koltuktan. Tutulan boynum, ağrı saplanan belim ve uyuşan kolumda berbatlığımı temsil ederken, yüzümde beliren acı dolu ifadeyi silmeyi başaramadım. Hem peteklerden yayılan sıcak, hem de yerden ısıtmalı olan evin içi adeta hamam gibiydi ve ben üzerimdeki ince atlete ve altımdaki kısacık şorta rağmen ter içinde kalmıştım. Resmen ayıldıkça memnuniyetsizliğim artıyor ve dün geceyi zihnimden silmek için derin bir istek duyuyordum.

Tıklatılan kapı sesiyle, yeni kalktığım koltuğa tekrar çöktüm. "Gelin." Sesim boğazımın kuruluğundan, ağzımın içini yırtarak çıkmıştı. "Müsaitim."

Kaan Saraç oturma odasına girdiğinde, elinde bir kahve kupası tutuyordu. Belinden düşecek gibi duran gri eşofmanının paçaları, yerdeki halıya sürterken ağır adımlarla yanıma geldi ve kupayı bana uzattı. "Günaydın."

Uzanıp kupayı elinden alırken, birbirine değen parmaklarımızı gram umursamadım ama yüzüme nezaketen oturtmayı başardığım gülümseme işe yaramıştı. "Sağolun."

"Sana benim yatağımda uyu demiştim." Dedi sitemkar bir sesle. "Ben alışkındım koltukta yatmaya." Derken yanıma oturmuştu.

Gereksiz bir nezaket sergilediğimi perte çıkan vücudumla daha iyi anlıyordum şimdi. Ben de koltukta yatmaya alışkındım aslında ama kendi koltuğumda. Her şey Çakıl'ın suçuydu. Onu gördüğüm yerde kemiklerini eline dizmekle ilgili kafamda birden fazla teori üretmeye başlamıştım bile. Dün gece telefonu yüzüne kapatmamın ardından tekrar aramış ve eve gelmesinin mümkün olmadığını, şehir dışında olduğunu söylemişti.

Karakent'e gidip, babamları uyandırmakta seçenekti tabii ama bunun için büyük bir bedel ödemem gerekebilirdi. Zira gece yarısı kapısını çalan kızının onu özlediğinden gelmeyeceğini çok iyi biliyordu. Başımın dertte olduğunu söylediğim an, beni asla o evin sınırlarından dışarıya salmayacağını bilmem gibi. Geriye kalan tek seçenek Kaan Saraç'tı çünkü geçen gün aldığım avanstan kalan tüm paramı taksiye verdiğim için otele gidecek param yoktu.

"Size de rahatsızlık verdim." Dedim elimle boynumu ovalarken.

"Lütfen saçmalama." Dediğinde, benim dışımda her yerde geziyordu gözleri. Sanırım sorun, yarı çıplak oluşumdu.

"Kaan Bey..." Dedim histerik bir şekilde gülerken. "Neden yüzüme bakmıyorsunuz?"

Başını bana çevirdiğinde, kaşları alnına doğru havalanmıştı. "Bakıyorum." Dedi gözlerini gözlerime sabitleyerek. "Onu da nereden çıkardın?"

Berbat bir yalancıydı. Hatta o tanıdığım en berbat Psikiyatristti. Asla duygularını saklayamıyordu ve zihninden her ne geçiriyorsa yüzünden açıkça okunabiliyordu. Pes eden bir nefes saldığında, avuçlarını dizlerine sürttü. "Giyineceksen çıkayım?"

"Eviniz çok sıcak." Dedim açıklama yapma ihtiyacı hissederken. "Sizin için sorun değilse, çıplaklık benim çok da umursadığım bir şey değil."

Kaşları hayretle havalandı. "Pekala..." Dedi ne diyeceğini bilemez halde. "Kahvaltı yapalım?"

"Önce banyonuzu kullansam iyi olacak." Terden yapış yapıştım. Kendimden tiksinmeme ramak kalmıştı. Şarjı biten telefonumu yastığın altından çıkartırken, ayağa kalktım. "Bir de uygun bir şarj aleti varsa..."

Kaan Saraç telefonumu elimden aldı ve kısaca inceledi. "Olması lazımdı. Banyo, soldan üçüncü kapı. Beyaz dolabın alt çekmecesinde temiz havlu var. Rahatına bak."

Ona teşekkürlerimi sunan bir gülümseme yolladıktan sonra odadan çıktım. Banyoya ulaştığımda, yanımda dün gece apar topar üzerime geçirdiğim kazak ve pantolon dışında hiçbir şeyim yoktu. Gece yatarken çıkardığım sütyeni mumla ararken, kazağı sade giyecek olma fikri yüzümü buruşturmama yetmişti. Neyse ki her zaman çantamda yedek alt iç çamaşırı bulundururdum ve sanırım bugün tek iyi olan şey buydu. Aldığım kısa duşun ardından, tıpkı Kaan Saraç gibi kokarak çıktım banyodan. Çikolata tarzı, garip ama tatlı bir kokuydu bu.

Koridora yayılan kokuları takip ederek mutfağa ulaştığımda, Kaan Saraç'ın hararetli bir şekilde kahvaltı hazırladığını gördüm. "Yardım lazım mı?" Diye sordum tezgaha yaklaşırken. Kaan Saraç doğradığı domatesleri servis tabağına özenle dizerken, "Yalnız yaşamanın faydaları." Dedi gülerek. "Hazır sayılır otur sen."

Telefonumun mutfak masasının üzerinde olduğunu görünce sandalyeye geçip telefonu açtım. Ekrana iki mesaj düştü.

Çakıl
Geldim ben evdeyim. Neler oluyor Nil? Uyanınca ara beni.

Akşam geleceğim.

Hakan
Günaydın

Günaydın :)

Hakan'ın anında çevrimiçi olmasını beklemiyordum.

Yeni mi uyanıyorsun?

Bedenim uyanmış olabilir ama ruhum asla.

Müsait misin? Görüntülü arayacağım. Burada sana göstermek istediğim mükemmel bir manzara var.

Müsaitim, tabi.

Aslında müsait değildim. Ama onu görme fikri bir anda her şeyi olanaklı kılmama yetti. Kaan Bey'e kısa bir telefon görüşmesi yapacağımı söyleyerek mutfaktan ayrıldım ve oturma odasına geçtim. Tüm geceyi üzerinde geçirdiğim koltuğa oturduğumda, Hakan arıyordu. Yanıtladım. Karşıma o güzel yüzü çıkınca, derin bir nefes aldım. Saçları rüzgarın esintiyle dağılmıştı ve yüzünde tatlı bir tebessüm vardı.

"Muhteşem bir yer." Dedi tatlı bir sesle.

Tüm sıkıntım onun yüzünü görmemle uçup gitmişti sanki. "Neresi orası?" Diye sordum.

"Acarlar Longoz'u." Diye konuştu. Ekranı çevirerek büyük gölü gösterdi. Kenarlarında nilüfer çiçeklerinin olduğu göl, doğa harikasıydı sahiden. Ekranı biraz çevirdiğinde, "Uzun, ahşap bir  köprüsü var." Dedi. Etraftan gelen kurbağa seslerini duyunca gülümsedim.

"Çok güzelmiş gerçekten." Dedim. Şu an dün geceyi olduğu gibi gerimde bırakıp onun yanında olmak isterdim.

"Öyle..." Derken kamerayı kendine çevirmişti tekrar. Ekrana dikkatli bir bakış attı. "Evde değilsin?" Diye sordu.

"Evet." Dedim konuya nereden gireceğimi bilmeden. "Dün çok tuhaf bir şey oldu."

Kaşları hafifçe çatıldı. Siyah gözleri, güneşin keskin ışıkları tarafından ışıldıyordu ve bana bakarken hafifçe kısılmıştı. "Ne oldu?" Diye sordu.

"Sanırım biri bana kötü bir şaka yaptı."

"Hiçbir şey anlamadım." Dedi konuyu açmamı isteyen bir sesle.

"Anlatırım."

Elimi saçlarımın arasına atarken, ıslak saçlarımın boynuma sürtünmesiyle tenimden cılız bir ürperti geçti. Hakan, "Kurut o saçlarını." Dedi başını iki yana sallayarak. "Havalar artık soğudu has-"

"Nil kahvaltı hazır." Diyen Kaan Saraç'ın sesiyle bölündü sesi.

"Müsaitsin sanıyordum." Dedi afallamış bir sesle.

Kaan Saraç kaşlarını havalandırdı. Kusura bakma dercesine mahçup bakışlar atarak odadan çıktığında, tekrar Hakan'a döndüm.

"Kaan Bey." Dedim sanki kim olduğunu sormuş gibi. "Çalıştığım kliniğin sahibi."

Suratı asıldı. "Anladım."

Yanlış anlaşılacak bir durum yoktu ortada, anlasa da benim ona açıklama yapmak gibi bir yükümlülüğüm yoktu ama yinede açıklama yaparken buldum kendimi. "Dün evden apar topar çıkınca, gidecek başka yerim yoktu." Dedim sakin bir sesle.

"Anlıyorum." Dedi, kısacık, tek kelime.

Sessiz kaldım.

"İyice merak ettim şu şakayı." Dedi sıkıntılı bir nefes alarak. "Orada mı kalacaksın?"

"Hayır, Çakıl'a gideceğim iş çıkışı."

"Tamam, benim şimdi kapatmam gerek."

"Görüşürüz." Dedim gülümsemeye çalışarak.

"Görüşürüz." Dedi ve aramayı sonlandırdı.

Mutfağa geçip telefonu tekrar şarja takarak masanın üzerine bıraktım. Kaan Saraç çatalını tabağına bırakırken, gözlerini yüzümde gezdirdi. "Erkek arkadaşın mıydı?" Diye sordu.

"Henüz değil." Dedim gülümseyerek.

"Hımm." Diye bir mırıltı çıkardı. Samimi bir tavırla, "Kusura bakma tekrar." Dedi bir kez daha. "Yanlış anlamadı umarım."

"Kusura bakılacak bir durum yok lütfen." Diyerek ciddi bir tavır takındım. Eğer Hakan' a karşı hissettiğim bu mucizevi hislerin esiri olmasaydım, muhtemelen dün gece o koltukta ne yalnız uyurdum, ne de biraz önceki duşu yalnız alırdım. Bunu kendime itiraf etmemde sakınca yoktu çünkü ilk tanıştığımızda onunla küçük sözlü flörtleşmelerim olmuştu. Ama hayatıma Hakan girdiğinden beri, Kaan Saraç'a tek bir ışık dahi yakmamıştım. Bunu onunda anlamasını istedim. "Sonuçta ortada yanlış olan bir şey yok."

Kaan Saraç sakince gülümsedi. Tavrımın açıklığı sorguya mahal bırakmıyordu zaten. "Haklısın." Çatalını tekrar eline alırken, eliyle başlamamı işaret etti. "İlk randevu kaçtaydı?"

Zihnimi yokladım. "Öğleden sonra 13:30'da, Doğukan Bey'le." Dedim.

Kolundaki gümüş saate kısa bir bakış attı. "Acele edelim, yarım saatimiz var."

Kahvaltının ardından hızlıca evden çıktık. Kliniğe geldiğimizde, Kaan Saraç arabasını yan sokağa bıraktığı için birlikte yürüyorduk. Aklıma dün sabah geldiğinde, "Hala takip ediliyor musunuz?" Diye sordum.

Üzerindeki şişme montun fermuarını açarken, "Hayır, sanırım dünkide kuruntudan ibaretti." Diye konuştu.

Ağır ağır başımı salladım. "Ya sen?" Diye sordu. "Hem dün gece ne olduğunu da anlatmadın. Bak başın dertteyse polise gidebiliriz Nil."

Gidemezdik. Esin Çetiner öleli daha 3 gün olmuştu ve bu olanlar tesadüften fazlasıydı. Belkide bizi takip eden kişiler polisti ve paniklememizi bekliyorlardı. Onlara güvenemezdim. Dün gece olanda oyundan ibaretti. Belki bu da polisin işiydi ve ben ne olduğunu öğrenmeden ya da emin olmadan tek bir adım dahi atmak istemiyordum.

"Kötü bir şaka yapmış arkadaşlarım." Diye yalan söyledim. "Öğrendim meselenin aslını anlayacağınız. Ve ayrıca... bana evinizi açtığınız için çok teşekkür ederim."

Anlayışlı bir tavırla gözlerini kapatıp açtı. "Ne zaman istersen gelebilirsin, kapım sana daima açık Nil."

Karakent tüm soğukluğuyla etimi dişlerken, boynumu kabanın yakalarını içine adeta gömmüştüm. Çakıl'ın evinin sokağına girdiğimde, hava henüz yeni kararıyordu. Çakıl'ın evi apartmanın en üst katında bulunan şık bir teras kattı. Oturma odasının yanan ışıklarını üçgen pervazlı pencereden görebiliyordum. Adımlarımı sıklaştırdım ve bahçeden içeriye girdim. Bahçenin sağ tarafında, büyük bir çardak vardı. Yazları benim zorumla bazen otururduk burada. Oyma desenli taşlar adımlarımı doğrudan apartmana uzanan yüksek merdivenlere götürüyordu. Zili basmamın üzerinden dakika geçmeden, dış kapı açılınca hızla kendimi apartmana, oradandan asansöre attım.

En üst kata ulaştığımda, Çakıl'ın açık bıraktığı ev kapısından içeriye süzülür gibi sızdım. "Ben geldim!" Diye bağırdığımda, Çakıl mutfaktan "Geliyorum!" Diye bağırdı.

Ev kapısını örterek, ayakkabılarımı çıkartıp ayakkabılığa koydum. Dar ve küçük bir antresi vardı evin. Kapı girişinde gömmeli dolaba kabanımı asarken, ayağıma siyah ev terliklerini geçirdim. Çakıl'ın evi tam kendisine göreydi. Geniş bir salon, yatak odası ve mutfaktan oluşuyordu. Salonda, koyu yeşil tonlarında köşe takımı vardı, hardal sarısı ve yeşil yastıklar koltuğun üzerini tamamen kaplıyordu. Açık renk parkelerin üzeri krem tonlarındaki halı ve ahşap orta sehpa ile dekore edilmişti. Beyaz tül ve yeşil perdeler ise, odaya bütünlük katıyordu. Çeşitli süsler, aynalı konsolun üzerine özenle dizilmişti ve ahşap tavan buraya adeta dağ evi havası veriyordu.

Sözün özü, Çakıl'ın evini Çakıl'dan daha çok severdim. Huysuzluğu bir yana, zevki bir yanaydı. Mutfaktan çıkarak yanıma geldiğinde, üzerinde gri pijama takımları vardı ve elindeki peçeteyle burnunu siliyordu. "Hoş geldin." Dediğinde, koltuğun en uzak köşesine yaydı bedeni.

"Hoş buldum da..." Dedim gözlerimi kısarak onu incelerken. "Hasta mısın sen?"

Elindeki peçeteyi cebine sıkıştırırken, ince parmaklarıyla yüzünü ovdu. "Üşüttüm heralde, bütün vücudum ağrıyor."

"Geçmiş olsun." Dedim.

"Sağol." Dedi.

Aramızda şeffaf bir duvar vardı sanki. Göremediğimiz bu duvarı ne aşabiliyor, ne yıkabiliyorduk. O muydu kendini geri çeken, ben miydim bilmiyordum doğrusu ama bu durum canımı sıkıyordu.

"Senin neyin var?" Diye sordu yorgun gözlerini üzerimde kısaca gezdirerek. "Dün sesin telaşlı geliyordu, aklım sen de kaldı."

Hardal sarısı yastıklardan birini kucağıma çekerken derin bir nefes aldım ve dün ki anketten itibaren olan biteni Çakıl'a anlattım.

"Kim seni niye tehdit etsin?" Dedi ters bir sesle.

İfadesinde gizlemeye çalıştığı bir endişe vardı ve beni daha fazla germemek için böyle soğukkanlı davrandığını bilecek kadar tanıyordum onu. Çoçukluğumuzdan bu yana hep böyle olmuştu zaten. Ben ne zaman bir şeylerden korksam, Çakıl beni sakinleştiren taraf olurdu. Hatta sırf bana sataştılar diye iki kıza saç baş dalmışlığı dahi vardı... Ama maalesef bu sefer saç baş dalabileceği biri yoktu ortada. Çünkü dün geceden sonra ne bir bilgi edinebilmiştim, ne de başka bir mesaj almıştım. Üstelik her şey gayet yolunda gözüküyordu.

"Bilmiyorum Çakıl. Ama tedirginim açıkcası."

"Belli." Dedi gözlerini devirerek. "Kuyruğu kapıya sıkışmış kedi gibi büzüşmüşsün yine."

Güldüm. Oturduğum koltuktan kalkıp yanına gittim ve yanına kıvrıldım. "Kalk şuradan, sanada bulaşacak." Diyerek kendisine sokulan bedenimi iteklediğinde, "Ne biçim grip bu, burnun bile kızarmamış?" Dedim gülerek kollarımı beline sararken. Ve bunu yapmamla dudaklarından kesik bir inleme sesi döküldü.

"Canın mı acıdı?" Diye sordum panikle yanından kalkarken. Yüzü adeta acıyla buruşmuştu.

Kollarını kendine sararken, "Her yerim ağrıyor dedim ya sana." Diye tekrar tersledi.

"Hastaneye gidelim?" Dedim.

"Şu paniğini kes artık Nil." Diye çıkıştı.

Ona tatlı tatlı gözlerimi devirmekle yetindim. "İyi." Dedim koltuğa sinerken. "Öl orada sürtük."

"Ne ölmesi, hem de aşık olmuşken..."

Kulaklarım beni yanıltmıyorsa şayet, Çakıl ölümcül bir hastalığa yakalanmış olmalıydı. Aksi mümkün değildi, onun ağzından aşka dair cümleler duyduğuma göre ben deliriyor falan da olabilirdim. "Ne dedin sen?!" Diye sordum büyük bir şaşkınlıkla. "Ne oldum dedin?"

"Hemen abart." Dedi huysuzlanarak.

"Doğru duydum değil mi?"

"Nil çek şu battal boy şaşkınlığını üzerimden." Dedi koca gözlerini belerterek.

"Ay oha..." Dedim kahkaha atarak. "Sen ve aşık olmak..."

"Kalk siktir git." Dedi kucağındaki yastığı suratıma fırlatarak. "Sana da hiçbir şey söylenmiyor."

"17 yıldır falan arkadaşız ve ilk kez aşık olduğunu söylediğini duyuyorum!" Dedim coşkuyla. "Bırak da o kadar hakkım olsun sevinmeye." Yastığı ona geri fırlatmak üzere havalandırmıştım ki, hasta olduğunu hatırlayarak geri kucağıma koydum. "Ee anlat bakalım, kim bu bahtsız?"

Hazır aşktan konu açılmışken, Hakan'la birlikte olduğumu söyleyebilirdim artık. Gerçi şimdiye kadar söylememiş olmam hataydı. Ama hep beraber dışarıya çıktığımız günden beri ilk kez görüyordum Çakıl'ı, bu zamana kadar anlatmamış olmamın sebebi olarak bunu sunabilirdim.

"Gerçekten bahtsız." Dedi iç çekerek. Cebindeki peçeteyi çıkartıp burnunu sildikten sonra, kucağına yeni bir yastık çekti. "Haberi yok."

Merakım iyice kabarmıştı. "Ha bir de platonik..."

"Bence değil." Dedi ifadesine kadınsı bir ciddiyet eklerken. "Bilmiyorum, onun yanında çok farklı hissediyorum." Ellerini kısa siyah saçlarının arasına geçirirken başını geriye attı. "Of... Aklımdan bir an olsun çıkmıyor."

"Sen gerçekten aşık olmuşsun!" Dedim kahkaha atarak. "Bu günleri de gördüm ya."

"Onu ilk tanıdığımda nefret etmiştim..." Dedi sarsak bir gülümsemeyle. "Hani sana da anlatmıştım, şu öpüşme olayı... Başkası var demişti."

Beynime bir balyoz darbesi inmiş gibi hissettim.

"Ama eminim ki yok. Sırf onu kızdırdım diye öyle söyledi."

Beynimde kayışı kopmuş gibi dönmeye başladı çarklar.

"Hem o akşam sen de gördün nasıl anlaştığımızı. Üstelik, resmen beni kendimden çekip çıkardı karşımdayken. Hayatım boyunca kurduğum cümleler bile daha azdır o akşamdan." Yüzündeki gülümsemesi gitgide büyüdü. "Çok fena tutuld-"

"Çakıl kes şunu." Diye bir cümle döküldü ağzımdan. İfadesine hızlı bir şaşkınlık yayıldı.

"Anlamadım?"

"Hakan'la birlikteyiz."

Gözleri ve dudakları aynı anda aralandığında, ikimizde derin bir şaşkınlık içindeydik.

"Ama sana sordum... Sen ona karşı hiçbir şey hissetmediğini söyledin."

Yalan söylemiştim. İşlerin bu noktaya geleceğini ön görmeme rağmen büyük bir aptallık yapmıştım.

"Her şey bir anda gelişti." Dedim soğuk bir sesle. "O akşam sana söylemeliydim."

Çakıl'ın dudakları şaşkınlıktan kapanmıyordu artık. "Benden gizledin?" Neredeyse ağlayacaktı. "Benden gizledin öyle mi Nil?"

"Sizi görmüştüm!" Dedim ani bir fevrililikle. "O gün sahilde bana anlattığın kişinin o olduğunu biliyordum!" Patlak bir kum torbası gibi, içimde ne var ne yoksa döküyordum. "Benim kafam çok karışıktı, ne yapacağımı bilemedim ve olanlara da engel olamadım."

"Bu saçmalık." Dedi başını iki yana sallayarak. Hiddetle fırladı koltuktan. "Asla büyümeyeceksin değil mi? Hep böyle korkak davranacaksın ve kendi kafanda kurduğun o saçma dünyaların içine saklanacaksın! Artık 16 yaşında değilsin Nil, ne zaman gerçekten cesur olacaksın?!"

Kendi kafamın içinde kurduğum dünyalardan Çakıl'ın nereden haberi vardı?

"Sen beni yargılayacak son insan bile değilsin." Dedim buz gibi bir sesle. "Haddini aşma."

"Ortada had mi kalmış? Resmen beni kendi ellerinle aşık olduğun adama itmişsin ve hâlâ benden had mi bekliyorsun sen?!"

"Ben mi dedim sana git tanımadığın adamı öp diye!" Sesim evin içinde adeta yankılandı. Haksız olduğumu bildiğimden olsa gerek, sesimin şiddetini ayarlayamayışım.

"Çık git evimden!" Dedi gözlerinden yaşlar akarken. İnce parmakları doğrudan kapının yönünü gösteriyordu bana. "Seninle bir erkek için kavga etmeyeceğim Nil."

Ok gibi fırladım oturduğum yerden. "Etmesen iyi edersin!" Derken buldum kendimi. Beynim ve ağzım arasında yine fersah fersah mesafeler açılmıştı. "Kaybedeceğin bir savaşa girmen ahmaklık olurdu!"

Saçmalıyordum ama hırsımı bir türlü atamıyordum. Çantamı alıp evden çıkmak için hızlı adımlarla antreye geçtim. Gömmeli dolaptan çıkarttığım kabanımı üzerime geçiyordum ki, Çakıl'ın sesi doldu evin içine.

"Ne kadar da eminsin kendinden!" Tekrar görüş açıma girdiğinde ayakkabılarımı ayağıma geçiriyordum. "Madem öyle, hodri meydan."

Eğildim yerden doğrulurken bozulan sinirlerimin getirisiyle sesli bir kahkaha attım. "Ne çabuk değişti fikrin?" Dedim alayla. "Daha biraz önce benimle bir erkek için kavga etmeyeceğini söylüyordun halbuki." Ona arkamı dönerek kapıyı açtım.

"Belki bu sana güzel bir ders olur." Dedi ürkütücü bir ciddiyetle.

"Ben korkağım belki evet ama sen kopkoyu bir grisin Yasemin. Böylesin işte, asla bir dediğin bir değdiğini tutmaz... Ve bilirsin ki ben griden nefret ederim."

Kollarını göğsünde birleştirirken, başını dikleştirdi. "Merak etme. Şu günden sonra benim senin sevgine ihtiyacım yok."

Sanırım en çok bu zoruma gitti. Gözlerimin dolmasına engel olamadım. "Hiç olmadı ki." Dedim sesim titrerken. "Sen beni kaybetmeyeceğine hep o kadar emindin ki... O yüzden benim sevgime hiç ihtiyacın olmadı senin."

Hiçbir şey söylemedi. Zaten öfkeden yüzünde ifadeye dair yaprak kımıldamıyordu. Sessizliğin daha fazla uzamasına izin vermedim ve kovulduğum evden çıkıp gittim.

Çakıl'ın evinden uzaklaştığımda buz gibi soğuğun beni avuçlarının arasına alması çok kısa sürdü. Sokağın başındaki yol kenarına, kaldırıma çöktüm ve cebimden telefonumu çıkarttım. Saat akşam üzeri sekize geliyordu. Babamların evi buradan yaklaşık 10 dakikalık bir uzaklıktaydı ama bu soğukta oraya donmadan ulaşmam mümkünse bile, şifayı kapmamam imkansızdı. Havada öyle keskin bir soğuk vardı ki, rüzgar suratıma her vuruşunda nefesimi kesiyordu. Telefonumu cebimden çıkarıp, titreyen ellerimi rehberde gezdirdim. Kim bilir ne kadar süredir hiç telefonda görüşmediğim numaranın üzerine kararımı değiştirmeden tıkladığımda, telefon uzun uzun çaldı. Açılmayacağını düşündüğüm anda, telefonu kulağımdan uzaklaştırmıştım ki, ahizeden o ses duyuldu.

"Nil?"

Ne zamandan beri ağladığım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Acıyan boğazımdan, aylar sonra bana artık sihirli gelmeyen o kelime döküldü.

"Baba..."

"Nil? A-ağlıyor musun sen? Kızım ses ver, iyi misin?

Kızım.

"Çakıl'ın evinin oradayım, beni alır mısın?"

"Hemen geliyorum!"

Ne olursa olsun, birbirimizden ne kadar koparsak kopalım o benim babamdı. Başım sıkışınca ve çaresizsem uzanacağım ilk el onunki olmalıydı. Ben onun kızıydım... Onu parçalara ayıracak kadar kırsamda, ona uzattığım elimi sarıp sarmalamalıydı.

Ne kadar süre orada öyle iç çekerek ağladığım hakkında fikrim yoktu ama çok zaman geçmiş olamazdı. Beni böylesine bir anda çökerten neydi onu da bilmiyordum. Sanki ruhumda bir çatlak açılmıştı ve kötü olan ne varsa o boşluktan içeriye sızıyordu. Ağladıkça ağlamış, çöktükçe çökmüştüm. Üstelik çok soğuktu, donuyordum.

"Nil!"

Bedenime sarılan kollarla, başımı yıllardır yaslamadığım o omuza yasladım. Ben ona güvenmeyi tam 9 yıl önce bırakmıştım ama şimdi kısacık bir anda olsa ona güvenmek istiyordum. Her şey yoluna girecek desin istiyordum. Bedenimi hızlıca süzerek fiziksel bir sorun olup olmadığına baktıktan sonra, destek vererek arabaya binmemi sağladı. Soğuk biraz olsun kesildiğinde, ısınmak için ellerimi klimaya adeta yapıştırdım.

"Neyin var Nil?" Sesi beni ürkütmekten korkar gibiydi.

"Çakıl'la kavga ettik."

"Siz Çakıl'la hep kavga edersiniz." Dedi sakin bir sesle. "Biliyorsun, o biraz huysuzdur."

"Bu kez farklı." Dedim. Bu kez gerçekten farklıydı çünkü onu affetmeye dair içimde gram istek yoktu. Ağlıyordum çünkü bir şeyleri kaybetmekten nefret ediyordum. Sıfatların bir önemi yoktu, kaybettiğim şey bir tel toka dahi olsa, nefret ederdim. O çaresizlikten, tiksiniyordum...

"Bana neler olduğunu anlatmak ister misin?" Diye sordu. Aramızdaki kat kat duvarları yerle bir etmeye bir balyoz darbesi yetmişti sanki.

Başımı iki yana salladım. "Anlatmak istemiyorum."

"Pekala..." Dedi arabayı evin önünde durdurarak. "Hadi gel eve girelim, baya üşümüşsün."

"Şimdi Handan bir ton soru sorar." Dediğimde, hızla dudaklarımı birbirine bastırdım. Bilinçsizce kurduğum bu cümle karşısında yanaklarım ısınırken, babam gülümser gibi oldu.

Sessizce indik arabadan. Adımlarım çok kararsızdı. "Sanırım eve gitsem daha iyi olacak." Dedim bahçe kapısında dikilirken.

"Nil." Dedi Ozan Özer ciddi bir tavırla. "Burası senin de evin."

"Hayır." Dedim başımı dikleştirirken, "Biliyorsun, annem öldüğü gün burası benim evim olmaktan çıktı."

"Üzerine gelmek istemiyorum." Dedi kararsız bir sesle. "Ama 9 yıl oldu Nil, hiç mi soğumadı için?"

"Benim bu evde annem öldü." Dedim.

"Benim de karım öldü." Dedi.

"Ama sen o yıkık evi tekrar yuva yapabildin." Dedim.

"İçinde senin olmadığın bir ev, yuva değil." Dedi.

"Ben evime gitmek istiyorum." Dedim.

Sessiz kaldı. Derin bir nefesle şişirdi göğsünü. Pes ederek arabaya yöneldiğinde, ben de peşinden ilerledim.

"Hiç paran yok değil mi?" Diye sordu. İfadesinde hayal kırıklığının izleri vardı.

"Yok." Dedim sessizce. "Ama seni aramamın sebebi bu değildi." Oturduğum koltukta iyice dikleştim. "Her ne olursa olsun, sen benim babamsın. Ne kadar birbirimize yabancılaşmış olsakta, elimi ilk uzatacağım kişi hep sen olacaksın."

Gözleri yoldan ayrılarak gözlerimi buldu. 9 yıldır ilk defa gözlerinin içinin parladığını gördüm. Biraz önceki hayal kırıklıklarından eser yoktu şimdi çehresinde. "Borç versem kabul eder miydin?" Diye sordu.

Avans çektiğim son parayı dün gece taksiye vermiştim. Akbilimdeki son parayla da Çakıl'a gelmiştim...

"Başka çarem yok." Dedim gülümseyerek. 3 yıl sonra ilk kez ondan para alacaktım. "Ama borç bak."

Ağır ağır başını salladığında, o da gülümsüyordu.

Saat gece yarısını henüz yeni geçiyordu. Küçük salonumun içi ilk kez bu kadar mumla doluydu çünkü evde ne kadar mum varsa hepsini yakmıştım. Dışarıdaki şiddetli sağanak yağış Akçakent'i esir almıştı ve peşi sıra göğü ortadan yarıyormuş hissi veren gök gürültüleri kulaklarımdan içeriye adeta kanımı çeker gibi sızıyordu. Her şey hazır olduğunda, kısık tınıda çalan müziğin sesini açtım ve telefonumu sesinin açık olup olmadığını kontrol ederek cebime attım. Olası bir tehlikede polisi aramaktan başka çarem de kalmamıştı artık zaten.

Şövalenin üzerindeki tuvalin üzerinde gezdirdim parmaklarımı. Diğer renklerin aksine üzerinden defalarca geçildiği için artık kabartı gibi duran kırmızılıklara dokundum.

Ne zaman gök gürlese bu tuvali karşımda buluyordum ve paletimde sadece tek bir renk oluyordu. Fırçamın ucuna bulanan renk, canhıraş bir şekilde kurumuş boyaların üzerinden defalarca kez geçiyordu. Ta ki, yağmur dinene, gök gürültüsü kesilene kadar. Akçakent'in yağmuru, mazgalları taşıracak cinstendi. Ve ben o mazgallara akacak tek bir damla kalmayana kadar izlerdim karşımdaki resmi.

Yarı aralık perdeden gök yüzüne baktım... Şehrin karanlığında, göğün tavanına asılı duran kopkoyu griliğe sahip bulutları görebiliyordum. Tıpkı birer ceset gibi, karanlığın bile gizleyemediği bir koyuluğa sahiptiler.

Ve ben bu gördüğümü tuvalimin yarısını kaplayan, koyu griye bulanmış, şekilsiz kıvrımlı soyut çizgiler olarak yorumluyordum.

Şimşek çaktığında, gök yüzü saniyeliğine parladı ve küçük salonumun içi daha fazla aydınlandı. Bulutların, ya da cesetlerin... hemen altına siyahla çizilmiş damarlar gök yüzünün feneri olan şimşeklerdi. Şimşeklerin cezalandırdığı gök müydü, cesetler mi? İhtişamı göz yaşartıcıydı ve hiddeti çok sertti. Resmimde şimşekler siyahtı... Çünkü siyah gelmiş geçmiş en dürüst renkti. Ona karışırsanız, kaybolacağınızı bilirdiniz... Tüm renkleri toplasalar, siyahın samimiyeti etmezdi. Bu yüzden, şimşeğin hiddetine bir tek o yakışırdı. En göz alıcı şimşek bile, siyahın içinde en fazla bir kaç saniye yaşardı.

Tuvalin diğer yarısı belirli aralıklarla çizilmiş beşer paralel çizgiden oluşuyordu. Bu çizgiler en fazla 10 cm di, ama tüm soyutluğun içindeki en somut belirginlik o çizgilere aitti. Mazgallar... Beyaz, siyahı en fazla bir kaç ton açılabilirdi ve şehri temsil eden karanlığın içinde bu somut çizgileri belirginleştirende buydu. Soluk bir siyah olan mazgallar... Onlar bu resimde en önemsiz olanlardı çünkü birer kapıdan başka bir şey ifade etmiyorlardı benim için.

Yağmurun kapısı. Ya da kanın.

Gözlerimi pencereden aşağı, yola çevirdim. Yağmur dinmişti. Artık şimşek çakmıyordu ve gök susmuştu. Mazgallarsa dolmaya devam ediyordu çünkü bu şehir açtı. Bu şehir, burada herkesin binlerce yüzü olan şehir kana açtı.

Yağmur... Hayır kan. Bulutlardan, hayır cesetlerden akan kan... Benim resmimde, mazgalları taşıracak cinstendi. Bu koyu renklerle döşenmiş resmin içindeki tek renk kırmızıydı. Kanın kırmızısı.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro