Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

II. Kısım: Ruh Çalan Cadılar ─ III. Bölüm

BROYN BLYAE KRALLIĞI
Altın Hisar, Marigold - KAS 815

Evine döneli henüz bir hafta bile olmamıştı fakat Lorcan çoktan boğuluyormuş gibi hissetmeye başlamıştı. Boğazını sıkan eller ise babası Eadlyn Mari'ye aitti. Ne babasını ne de ailesinden herhangi birisini yıllardır görmemişti. Görmek istediği de söylenemezdi ya, zira hainlerle dolu bir haneye aile diye seslenmek ona utanç veriyordu.

Marigold'un yöneticisi, lord amcası Davlyn Mari ölmüştü ve haber üzerine cenaze için evine dönen Lorcan hiç aklına gelmeyecek bir manzarayla karşılaşmıştı. Davlyn'in ölümünden sonra kızı Camille Mari'nin hanenin başına geçmesi gerekiyordu fakat babası Eadlyn, yönetimi krallığın izni olmadan ele geçirmiş ve kendini Marigold Lordu ilan etmişti. Çoktan isyan kıvılcımlarını alevlendirmeye başlamıştı ve çevre bölgelerden soylular Marigold yerleşkesine akın etmeye başlamışlardı.

Eadlyn Mari, yıllardır plandığı isyan için sonunda adım atmaya başlamıştı. Önündeki tek engel olan abisi de ortadan kalktığında bu adımları ikişer ikişer atmaktan çekinmemişti.

Marigold, altın madenleri sayesinde krallığın en zengin bölgesiydi ve dolayısıyla da en güçlülerindendi. Mari Hanesi, Broyn Blyae'nin batı sınırlarını korumakla görevli haneydi; Lartoc ve Eteral Gölü arasına inşa edilmiş devasa Altın Hisar'ın yöneticileriydi. Geçmişleri neredeyse Broyn Hanesi kadar eskiydi ve neredeyse kraliyet ailesi kadar güçlülerdi. Geçmişte birçok kez bağımsızlık kazanma yoluna girmişlerdi fakat bugüne kadar hiçbir Marigold soylusu, kral ya da kraliçe olmayı başaramamıştı.

Lorcan'ın duyduklarına göre babası çoktan Krimor'u ve Muhafız Kayası'nın bir kısmını arkasına almıştı. Oğlu Lorcan'ı da isyanda kendi yanında durması için çağırmıştı. Amcasının cenazesi, Marigold İsyanı'nın yandaşlarını aynı çatı altına getirebilmek için kurulmuş bir paravandı.

En üzücü taraf ise asla tarihten ders çıkarmıyor olmalarıydı. Bu Marigold'un ilk isyanı olmayacaktı. Lorcan'ın dedesi Caldor'un abisi Calle Mari de bir isyancıydı ve krallığa karşı ayaklandığında bir önceki Broyn Kralı Silas tarafından oldukça zor bir şekilde bastırılmıştı. İsyan oldukça kanlı geçmiş, Calle Mari ve yanında savaşan iki oğlu kellesini kaybetmiş; Mari Hanesi'nin tekrar diz çökmesiyle Marigold'un başına Calle'ın yeğeni, Lorcan'ın amcası Davlyn Mari geçmişti. Hayatlar yitirilmişti fakat görünen o ki Mariler kalplerindeki isyan ateşini hiç kaybetmemişlerdi.

Lorcan uzun zamandır Altın Hisar'ın kabul salonunda tek başına oturuyor ve erkek kardeşinin sabah söylediklerini düşünüyordu. 'Neden boyunduruk altında kalalım ki? Paramız, gücümüz ve desteğimiz var. Uslu durmamız için hiçbir sebep yok,' demişti Larsan. Kardeşi henüz çok genç, savaş meraklısıydı fakat savaşın getireceklerinden bihaberdi.

Bir yanda ailesi, diğer yanda ise birlikte büyüdüğü Helyas ve sadık olduğu Broyn Blyae Kralı Savel Broyn vardı. Lorcan, kanı ve kendini büyüten insanlar arasında sıkışıp kalmıştı. Şimdilik tarafsız bir duruş sergilemişti fakat isyanı desteklememesi de ailesini kaybetmesi anlamına geliyordu.

Uzun masanın diğer ucuna oturan başka bir bedenle daldığı yerden hızla sıyrıldı. Kız kardeşi Larissa masanın diğer ucundan gülümsüyordu. Ne kadar olmuştu? Beş yıl mı, altı mı? En son düğünde, Keir Slivia ile evlenirken görmüştü onun yüzünü.

"Geldiğine göre, babamızın isyanına destek veriyorsun sanırım?" diye sordu Larissa,aynı rahatsız edici gülümseme ile. Aynı Larissa'ydı işte, selamı sabahı geçerek direk konuya girmişti yine.

Lorcan kız kardeşine gülümsemedi. Her şeyi unutmuş gibi davranmak Larissa'nın işine geliyor olabilirdi ama Lorcan öyle bir insan değildi. Yine de kardeşinin sorusuna, "Haberim yoktu," diye cevap verdi. "Amcamızın cenazesi için gelmiştim."

"Hiç şaşırtmadın," dedi Larissa alayla gülerken, ses tonu oldukça aşağılayıcıydı. "Her zaman etrafında dönenlerden bihabersin."

Lorcan, kız kardeşinden gözlerini ayırırken yorgun bir şekilde gülümsedi. Üzerinden yıllar geçmişti fakat Larissa düğün gecesinden hemen önce Lorcan'ın ayaklarına kapanarak ağlayan aynı küçük kız çocuğuydu hala; öfkeli, üzgün ve kin dolu.

Düğün günü söyledikleri hala dün gibi hatırındaydı. Larissa, 'Ne olur evlenmeme izin verme,' diye yalvarmıştı o gün Lorcan'ın ayaklarına kapanarak. 'Yalvarırım, bırakma beni.'

Erkek kardeşleri Larsan, Larissa'yı sürükleyerek odadan çıkarırken hiçbir şey yapamamıştı Lorcan, yapmamayı tercih etmişti. Doğru olan da buydu zaten.

Larissa bir uçta, Lorcan diğer uçta sessizce oturmaya devam ederken büyük kapı açıldı ve içeriye Larsan girdi. Haber vermek için gelmiş olmalıydı fakat Larissa'yı gördüğünde duraksadı ve ifadesi karardı, kaşları çatıldı. "Keir seni soruyordu," diye konuştu Larissa'ya hitaben.

Larissa'nın kocası Keir Slivia aynı zamanda da Larsan'ın en yakın arkadaşıydı. Leydi anneleri Ciscra Slivia, yeğeni Krimor Varisi Keir'i kızı Larissa ile evlenmesi için bizzat seçmişti. Krimor'un yönetici hanesi Slivia ile ilişkileri tazelemek için güzel bir fırsat olduğunu düşünmüşlerdi. Normalde Altın Hisar'da yaşamayan Larissa ve Keir çifti, isyan hazırlıkları yüzünden kaleye gelmiş olmalılardı. En azından Lorcan öyle tahmin ediyordu.

Larissa umursamazca omuz silkti ve "Sormaya devam etsin," diye cevap verdi. Oturduğu sandalyede arkasına yaslandı, gözlerini Lorcan'a çevirerek gülümsedi. "Ben olmam gereken yerdeyim."

İki erkek kardeş kaşlarını çatıp cevap vermezken Larsan, Lorcan'ın birkaç yanındaki sandalyelerden birine oturdu ve "Babam cevap bekliyor," dedi. "Dört gündür buradasın ama hala babamın yanında durmuyorsun. Diğer haneler huzursuzlanmaya başladı. İşimize çomak sokmandan endişeleniyorlar."

Lorcan derin bir nefes vererek ellerini masanın üzerinden birleştirdi. Ne yapması gerektiği hakkında en ufak bir fikri bile yoktu. Bir yanı koşa koşa Myndena'ya dönüp Helyas'a her şeyi anlatmak, uyarmak istiyordu fakat bir yanı da onu Marigold'a hapsetmişti. Ailesi ondan vazgeçmişti ve çocuk yaşında Kral Savel'in himayesine vermişlerdi fakat Lorcan bu kadar kolay vazgeçemiyordu. Ailesiydi sonuçta, kan bağı olduğu insanlardı.

"Ne bekliyorsun, Lars?" diye ortaya atladı Larissa hemen. "O'nun ailesi artık biz değiliz. Broynlar çoktan onu köpeği yapmışlar bile. Elinde olsa ayaklarını vura vura prensinin yanına kaçar."

Lorcan erkek kardeşine cevap vermemeyi tercih etti, zaten vereceği bir cevabı da yoktu. Larissa'nın onu bu kadar iyi tanıması bazen hiç hoşuna gitmiyordu.

Abisinin sessizliği üzerine Larsan, sıkıntıyla iç çekti. "Keir'in yanına git Larissa," diye kız kardeşine seslendi fakat Larissa duymamış gibi davrandı, pencereden gökyüzüne bakıyordu. "Larissa!" diye sesini yükseltti Larsan.

Larissa kaşlarını çatarak, "Kes sesini," diye mırıldandı, gözleri hala dışarıdaydı. "Başımı ağrıtıyorsun."

Lorcan kız kardeşinin cevabına karşı istemsizce güldü. Çocukluklarında az kavga etmemişlerdi. Lorcan ve Larsan, az Larissa'nın tırnak izleriyle gezmemişlerdi. Henüz çocuk yaşta Broyn Hanesi'nin yanına verilmişti fakat önceden her yaz Marigold'u ziyarete gelirdi. Larissa küçükken de öfkesini saklamaktan çekinmezdi, şimdi de çekinmiyordu.

"Lars," diye seslendi bir süre sonra Lorcan. "Babamı vazgeçirmemiz lazım."

Larsan da abisi gibi ellerini masanın üzerinde birleştirdi. "Neden?" diye sordu aksi bir ses tonuyla. "Neden Marigold'un özgürlüğüne bu kadar karşısın?"

Lorcan elleriyle yüzünü sıvazladı. "Karşı olduğum şey Marigold'un özgürlüğü değil," diye cevap verdi sesini yükselterek. "Para, savaş kazandırmaz!"

Alayla güldü Larsan. "Sanki ömrün boyunca savaşlara şahit olmuş gibi konuşuyorsun."

Lorcan'ın cevap vermesine izin vermeden Larissa konuştu, sesi bu sefer öfkeli değildi ve kendinden emindi. "Babam her şeyi ayarladı, herkes arkamızda. Bu savaşı kazanacağız, Lorcan. Biricik prensin gafil avlanacak ve Marigold özgürlüğünü elde edecek."

Broyn Blyae, isyanlar için fazla güçlüydü. Belki başka bir krallıkta bunlar gerçek olabilirdi, kazanabilirlerdi fakat Broyn Blyae'nin bilinen en güçlü krallık olmasının bir sebebi vardı. Büyük toprakları yüzyıllar boyunca kaybetmemesinin bir sebebi vardı. Basit isyanlar için fazla güçlüydü. Kayıplar verilirdi, zorlanırlardı belki ama en sonunda hep Broynlar kazanırdı; isyancılar değil. Tarih bunu açıkça gösteriyordu fakat Mariler bunu görmeyi reddediyordu.

Ailesinin ölü bedenlerini Myndena meydanlarında sergilenirken hayal etti Lorcan, kesinlikle görmek istediği bir manzara değildi. Gözlerinin önüne gelen görüntülerini silkelemek istercesine başını iki yana salladı. "Annem geldi mi?" diye sordu. Leydi annesi Ciscra, sabahın ilk ışıklarıyla birkaç leydisi ile birlikte şehrin dışındaki tapınağa gitmişlerdi ve henüz dönmemişlerdi. Anneleri de Lorcan gibi Marigold İsyanı'na karşıydı fakat onun da kolları bağlıydı, tek yapabildiği şey her sabah küçük tapınakta Tanrıça Artia'ya ailesini koruması için dua etmekti. Eadlyn Mari inatçı bir adamdı ve ne karısı Ciscra, ne de oğlu Lorcan onu bu işten vazgeçirebiliyordu.

Larissa bilmediğini belirten bir şekilde omuz silkerken; Larsan, "Hayır," diye cevap verdi. "Hala dizleri üzerinde Artia'ya yalvarıyor olmalı." Sesi alaylıydı çünkü Larsan hiçbir zaman Gael İnancı'na sadık olmamıştı, annesinin dualarının asla cevap bulmayacağını düşünüyordu. Diğer tarafta cevap verebilecek birilerinin varlığına dahi inanmıyordu.

Lorcan hiçbir zaman dindar biri olmamıştı fakat o an annesinin yanında ve dizlerinin üzerinde Artia'ya yalvarmak istedi. Zira eğer Artia gerçekten varsa; babasını bu yoldan döndürebilecek tek güç, ilahi güçtü.

Birkaç dakika sonra Larsan sıkıldığını belirten bir şekilde nefes verip hiçbir şey söylemeden odadan çıkmıştı fakat Larissa hala Lorcan'ın karşısında yüzündeki belirsiz ifadeyle oturuyordu. Lorcan artık onun yüzünü görmeye dayanamadığını hissettiğinde Larsan gibi odadan ayrılmak için ayağa kalktı. Kapıdan çıkacağı sırada kız kardeşinin sözleri duraksamasına neden oldu.

"Sırf yüzümü görmemek için mi altı yıl boyunca dönmedin hiç eve?"

Lorcan'ın kapı kolunu kavrayan eli yanına düştü, sırtı hala Larissa'ya dönüktü fakat yüz ifadesini tahmin edebiliyordu. Öfkeli, üzgün ve kırılmış. Lorcan'ın yüzü ise Larissa'ya dönerken donuk bir gölet gibiydi, görünür hiçbir tepki vermedi. Aklını kaçırmak böyle bir şey olmalı, diye düşünüyordu oysaki içinden. Kız kardeşi asla akıllanmayan, gerçekleri göremeyen küçük bir çocuktu hala.

"Hala çocuksun, Larissa," diye cevap verdi ona fakat Larissa'nın duymak istediği sözler bunlar değildi. Kız kardeşinin kaşları mümkünmüş gibi biraz daha çatılmıştı. "Ben senin abinim, herhangi başka biri değil."

Larissa biraz sonra histerik bir şekilde güldü. "Sürekli abim olduğunu hatırlatmana ihtiyacım yok."

Lorcan, başını onaylamazca iki yana salladı ve kapıyı açıp dışarı çıkarken mırıldandı: "Var gibi..."

Kardeşleri ile yaptığı nahoş sohbetlerin ardından neredeyse bütün öğleden sonrasını hisarın en tepesinde, Marigold manzarası karşısında çayını yudumlayarak geçirdi. Myndena'daki Tanrı Tepeleri'ne inşa edilmiş surlardan sonra Broyn Blyae'deki en yüksek surlar Marigold'un Altın Hisar'ıydı ve Lorcan'ın kafasını toplamak istediği zamanlar kendini attığı yer, bulduğu en yüksek yapının en tepesi olurdu her zaman.

Küçükken Larsan'ın yüksekten korktuğu için adımını bile atmadığı surların tepesinde Larissa'nın nasıl korkusuzca aşağı doğru sallandığını hatırladığında yüzünde küçük bir gülümseme oluştu fakat her şey değişmişti. Ne kardeşleri yıllar önce bıraktığı gibiydi ne de Lorcan aynıydı. Araya zaman, kin ve kalp kırıklıkları girmişti. Artık birbirlerine yabancıydılar.

"Seni burada bulacağımı biliyordum."

Babasının sesini duyduğunda oturduğu yerden doğruldu. Lord Eadlyn diğer sandalyeye kurulurken; Lorcan onun kendi oğlunu çok tanıyormuş gibi konuşmasına sinirlense de belli etmedi. "Buraya kadar yorulmasaydın," dedi. "Haber gönderip çağırsaydın ben gelirdim."

Lord Eadlyn başını iki yana salladı hafifçe ve "Seninle yalnız konuşmak istedim," diye konuştu. Ardından ise bakışlarını Lorcan'a çevirdi. "Yıllar süren tutsaklıktan sonra evine dönmekten mutluluk duyarsın, ailenin yanında durmak için can atarsın sanmıştım."

Lorcan babasının sözlerine karşı gülmemeye çalıştı, yine de dudak kenarının alaylı bir şekilde kıvrılmasına engel olamadı. "Kandırılmaktan hoşlanmıyorsam kusura bakma."

Kaşlarını çatan Lord Eadlyn, "Sen de planlarımdan düşmanlarımın eline geçebilecek bir mektupta bahsemediysem kusura bakma," diye karşılık verdi.

"Düşman mı?" diyerek güldü Lorcan. "Bu durumda asıl düşman kim, göremiyor musun?"

"Seni ailenden ayıranları dost, kendi kanını düşman mı belledin gerçekten?"

"Beni ailemden ayıran zaten kendi ailemdi," diye cevap verdi Lorcan, sesi yükselmiş ve o da en az babası kadar, hatta daha fazla sinirlenmişti. "Bağlılık yemini ettiği ülkesine ihanet eden adam öldü ama soyu hala cezasını çekmeye devam ediyor."

Artık öfkesi açıkça suratından okunan Lord Eadlyn, onaylamazca başını iki yana salladı. "Küçük bir çocuğu ailesinin kollarından alan, aylarca evinden uzakta bir başına büyümesine neden olan Broynlar-"

"Kral Savel beni asla kendi oğullarından ayırmadı," diyerek babasının sözünü kesti Lorcan. "O da asıl suçlunun ben olmadığımın farkındaydı çünkü."

Lorcan babasını anlamıyordu. Hem çocuğunu esir olarak vermiş, hem de geri döndüğünde onu yetiştirenlere ihanet etmesini beklemişti. Köpek bile yal yediği kaba pislemezdi sonuçta. Eğer ilk çocuğunun, en büyük oğlunun, varisinin yanında olmasını bekliyorduysa da; ilk başta ölecekti de çocuğunu 'düşmanlarına' vermeyecekti. Eğer sadakat bekliyorsa, çocuğuna da aynı sadakati verecekti. Şimdi Lorcan onu ciddiye almayı bırakın, yakasına yapışıp hesap sormak istiyordu. Eğer şanssız olsaydı, Helyas ona kardeş gibi davranmasaydı, Kral Savel ona bir hain gibi davransaydı; şimdi hayatı çok daha farklı, çok daha kötü olabilirdi. Belki de çocukluğundan sağ bile çıkamayabilirdi.

Lord Eadlyn cevap vermediğinde, Lorcan alayla güldü. "Eğer Larissa'yı Helyas için krala sunduğunda kabul etse, 'İsyancılardan kız almam' diyerek seni gücendirmese, şimdi yine isyan ediyor olur muydun? Merak ediyorum." Ardından gözünü kısarken ekledi: "Amcam eceliyle mi öldü gerçekten? En azından o konuda kandırılmadığımı umuyorum."

Oğlunun yanına geldiğine pişman olduğu çok belli olan Lord Eadlyn, bıkkınlıkla derin bir nefes verdi ve ayağa kalktı. "Sen istesen de istemesen de bu savaş olacak," dedi. "Ve biz kazanacağız. "

𓆩𓆪

Kabul salonu sabahki sakinliğinin aksine şimdi Marigold ve Krimor soylularıyla doluydu, büyük salona bir çok masa kurulmuştu. Babası Eadlyn Mari ve Krimor Lordu Alcin Slivia diğer masalardan yükseğe, platforma kurulmuş olanda eşleriyle beraber oturuyor; çocukları ise uzun masaların başında yemeklerini yerken sohbet ediyorlardı. Sanki birkaç hafta sonra savaşa gidecek onlar değilmiş gibi herkesin neşesi yerindeydi.

Lorcan kendisi için ayırılmış Larsan'ın yanındaki boş yere baktı ve iç çekti. Kalabalıktan uzak bir yerde, pencerenin önünde insanları çatık kaşlarıyla izliyordu. Babası kardeşleri ile birlikte oturması için onu sertçe uyarmıştı fakat Lorcan ne bu isyanın bir parçası olmak, ne de Larissa'ya yaklaşmak istiyordu. Ziyafete katıldığı için şükretmelilerdi. Zaten Larsan ve Larissa, hallerinden oldukça memnun gibiydi. Larsan yanındaki boş sandalyeye Larissa'nın kızı Sorin'i oturtmuş ve yeğeni ile gülüşerek yemek yiyordu.

Lord babasının, diğer lord Alcin ile gülerek bir şeyler konuştuğunu gördüğü sırada hemen yanından gelen sesle irkildi Lorcan. Keir pişkin bir ifade ile karşısına geçmiş ve "Ne zaman mızmız bir çocuk gibi surat asmayı bırakacaksın?" diye sormuştu.

Lorcan, mümkünmüş gibi kaşlarını biraz daha çattı. Keir, Lorcan'ın küçük kardeşi Larsan ile aynı yaştaydı ve Lorcan onu pek tanımıyordu. Hatta Larissa'nın kocası ve Larsan'ın arkadaşı olması dışında bir şey bildiği bile söylenemezdi, hiç umursamamıştı çünkü. Keir'in sanki yıllardır birbirlerini tanıyorlarmış gibi davranması onu sinirlendirmişti.

Lorcan hızlıca şaşkın ve sinirli halini düzelterek ifadesiz bir hal takındı ve "Anlamadım?" diyerek tepki gösterdi.

Keir alayla güldü ve ellerini arkasında birleştirerek Lorcan ile kalabalığın arasına geçti, Lorcan'ın görüş açısını kapatırken, "Herkes seni konuşuyor, biliyor musun?" diye sordu. "Prensin evcil köpeğinin tasmasını tutanlara saldırmamızdan hiç memnun olmayacağını, yolumuza taş koyacağını söylüyorlar. Haklılar, değil mi?"

Lorcan, Krimor Varisi'nin suratına yumruğunu gömmemek için tırnaklarını avuçlarına batırmak zorunda kaldı. Çenesini dağıtmak ne kadar da huzur verirdi şu an Lorcan'a, bilseydi yine aynı şekilde konuşur muydu acaba? Ah, bir bilseydi.

Keir, Lorcan sessiz kaldığı süre boyunca sırıtmasını büyüttü fakat Lorcan sinirlenerek ona istediğini vermeyecekti. Saldırısı çocukçaydı ve Lorcan, bunun sebebinin Larissa'dan başkası olmadığını tahmin edebiliyordu. Bu yüzden, "Ailenin yanına dön," dedi sakin bir sesle. "Larissa özleminle kahrolmasın."

Bu sefer yüzü öfkeyle gerilen Keir olduğunda Lorcan memnuniyetle sırıttı. Yüksek sesle kalabalığa hitap eden babasının sesini duyduğunda Keir'i elinin tersiyle itti ve birkaç adım atarak kalabalığa doğru yaklaştı. Büyük salondaki herkes gibi, Lorcan ve Keir de, Marigold Lordu'nun ağzından çıkacak sözlere dikkat kesilmişlerdi.

"Krimor'un Slivia Hanesi'ni ve maiyetini, hanemizde ağırlamaktan gurur duyduğumuzu paylaşmak isterim," diye sözlerine başladı Eadlyn Mari. Ardından ise, "Hepiniz evimize hoşgeldiniz!" diye ekledi. Lorcan, ses tonundaki sahteliği anlamamak için salak olmak gerektiğini düşündü fakat diğerleri Eadlyn Mari'yi oğlu kadar iyi tanımıyorlardı. Eadlyn Mari, Slivia Hanesi'ni isyanı başarıya götürecek yolda sadece bir basamak olarak görüyordu fakat onlar bunun farkında bile değillerdi. Kendilerini Eadlyn'in ortakları sanıyorlardı.

Eadlyn'in hemen yanında oturan Alcin Slivia şarap dolu kadehini havaya kaldırdı ve büyük bir gülümseme ile, "Krimor ve Marigold'un özgürlüğüne!" diye bağırdı.

Diğer soylular onu taklit ederek kadehlerini kaldırdılar. "Özgürlüğe!"

Eadlyn Mari, herkes gibi kadehini kaldırdıktan sonra bardağından büyük bir yudum aldı. Yüzüne kendini beğenmiş bir sırıtış hakim oldu ve gür sesiyle konuşmasına devam etti: "Kral aylardır yatağından çıkmamış ve prensler de kaleden ayrılarak hasta babalarını yalnız bırakmışlar. Boyun eğdiklerimiz Ateş Savaşçıları ve Ejder Lordları'ydı ama artık ne ejderhalar ne de ateşçağıranlar hayatta. Kızıl Ateş söndü ve yolumuza çıkmaya cesaret edebilecek kimse kalmadı!"

Babası gururla coşan kalabalığı süzerken Lorcan'ın kaşları çatıldı. Kralın hasta olduğundan bütün diyar haberdardı fakat Helyas kalede değilse neredeydi? Ne kralın ne de prenslerin kalelerine yürüyecek ordudan haberi yoktu.

Endişeyle vücudu kasılırken kendine merakla bakan Keir'e küçümseyici bir bakış attı ve hızlı adımlarla büyük salonu terk etti. Karmaşa ve sohbetlerinin arasında kimsenin yokluğunu fark etmeyeceğinden emindi.

Salondan çıktığında adımlarını hızlandırdı, neredeyse koşarak koridorda ilerledi. Kısa bir sürede yaverini bulmuş ve onu konuştuğu leydilerden uzaklaştırarak sessiz bir köşeye çekmişti. Olien, Cupan bölgesi soylularının birinin oğluydu ve kraliyet ailesine yakın yetişmesi için başkente gönderilmişti. Henüz on altı yaşındaydı ve birkaç yıl önce Lorcan'ın yanına verilmişti.

Lorcan kısık bir sesle, "Atları ve biraz da yolluk hazırla," dedi genç çocuk merakla bakarken. "Gece yarısında Myndena'ya doğru yola çıkıyoruz. Sadece ikimiz ve sessizce, anladın mı?"

Lorcan'ın başkente dönmekten başka bir çaresi kalmamıştı. İsyanın, kraliyet askerlerinin yetiştirildiği Muhafız Kayası'ndan bile destekçileri varken başkentteki kimseye güvenemezdi. Marigold'un zenginliği Broyn Blyae komutanlarını bile satın almaya yetiyorsa, kim bilir daha kimler bu işin içindeydi.

Olien hiçbir soru sormadan, "Emredersiniz efendim," dediğinde Lorcan memnuniyetle gülümsedi. Neyse ki zeki, sadık bir çocuktu ve sorgulamadan Lorcan'ın emirlerini yerine getiriyordu.

Lorcan yemeğe geri dönerek geceye kadar sessizce kalabalığın arasında dolaştı. Biraz Larsan ile biraz da annesi ile sohbet etti, Keir'in rahatsız edici bakışlarını umursamamaya çalıştı ve hiçbir şey yemedi, midesinin kaldıracağını düşünmüyordu. Saatler gece yarısına yaklaşırken birkaç sarhoş genç hariç herkes odalarına çekilmişti.

Larsan, Keir ve birkaç arkadaşı salonun bir köşesinde ağızlarını yayarak konuşuyorlar ve seslice gülüyordu. Lorcan onları görmezden gelerek salondan çıktı ve odasına gitmek için uzun hisar koridorlarını aştı. Kendine yol için küçük bir çanta hazırlayacaktı.

Odasına ulaştığında kapıyı açarak içeri girdi. Bir kız odasının mumlarını yakıyordu, altın işlemeli beyaz elbisesinden ve kahverengi saçlarından Lorcan onun Larissa olduğunu anladı. Kapıyı arkasından kapatırken, "Ne işin var burada?" diye sesini yükseltti. Larissa mumları yakmaya devam ederken cevap vermemişti. "Larissa!"

Larissa son mumu da yakmayı bitirdiğinde elindeki çırayı üfleyerek söndürdü, hemen yanındaki metal tabağa koydu. Hala kapının önünde bekleyen Lorcan'a döndükten sonra hafifçe gülümsedi. "Veda etmeye geldim." Lorcan'ın gözleri kısılıp alnı kırışırken Larissa, onaylamazca başını iki yana salladı. "Lars gibi aptal değilim ben. Seni Olien ile konuşurken gördüm. Gidiyorsun, değil mi? Bu kadar uzun kalman bile şaşırtıcıydı zaten."

Lorcan bıkkınca bir nefes verdi ve gömleğinin üzerindeki ceketini çıkarıp sandalyesine asarken, "Babama söylemeyecek misin?" diye sordu.

Larissa, büyük yatağın tahta kollarına yaslandı ve dudaklarının kenarları hafifçe ve alayla yukarı doğru kıvrıldı. "Senin kalbin prensinin yanı," dedi yumuşak bir sesle. Yüzü öfkeyle kırıştı fakat göz açıp kapayıncaya kadar ifadesi yok oldu. "Senin ailen artık biz değiliz. Babam kendi elleriyle seni Broynlar'a verdi ama artık oraya ait olduğunu göremeyecek kadar körleşmiş."

Her zamanki gibi haklıydı. Lorcan, kız kardeşinin zekasını inkar edemezdi fakat o zekayı asıl gerçekleri görmek için de kullanabilmesini dilerdi. Masasına yaklaşıp metal sürahiden bardağına su doldururken, "Keşke eskisi gibi iki kardeş olabilseydik Lari," diye mırıldanmadan edemedi.

Larissa, isminin kısaltılmış halini yıllar sonra ilk defa duyduğunda gözlerini kaçırdı ve yaslandığı yerden ayrıldı. Elbisesini yerde sürtünmemesi için hafifçe havaya kaldırdı ve yavaş adımlarla Lorcan'ın yanından geçti, kapıya ulaştı. "Seni asla kardeşim olarak görmedim Lorcan," derken eli kapının kulpundaydı. Ardından ise erkek kardeşine herhangi bir söz söyleme fırsatı vermeden kapıyı açtı. Odadan çıkarken Lorcan'ın yüzünün düşmesini sağlayan kelimeleri söyledi. "Her zaman benim için daha fazlasıydın."

Lorcan, kapanan kapının ardından öfkeyle çenesini sıktı ve üzerini değişip çantasını hazırlarken Larissa'yı düşünmemeye çalıştı. Kız kardeşinin onu zehirlemesine izin vermeyecekti. Böylesi ikisi için de en iyisiydi.

𓆩𓆪

Not: Yapay zeka görsellerini aklımdaki karakter betimlemelerine yakın ve bana göre karaktere uyan oyuncu/model yüzleri ile tasarlıyorum. Bazı saç şekilleri, renkleri vs. görselden görsele değişebilir çünkü hepsi aynı çıkmıyor maalesef, bunlara takılmamanızı rica ediyorum.

Bu bölümde fazla karakter adı vardı, biliyorum ama çoğu sadece Marigold tarihini anlatmak amacı ile bahsedilmiş ve çoktan ölmüş karakterler. Lorcan'ın aile ağacını (dedesini, amcasını vs.) aklınızda tutmanıza gerek yok. Tekrar hatırlatıyorum, ben zaten önemli oldukça bilgileri tekrar hatırlatıyor olacağım. Yine de şuraya aile ağaçlarını bırakmak istiyorum;


Lorcan'dan önceki iki bölümde bahsettik ve bu bölümde de sonunda onunla tanışabildik. Kendisi hikayemizdeki önemli karakterlerden biri olacak. Aynı şekilde Mari Hanesi de önemli bir yer tutacak.

Bilgilendirmeyi bitirdiğimize göre sorularıma geçmek istiyorum;

Lorcan, Lorcan'ın karakteri, ailesi ve aile ilişkileri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Mari Hanesi ve isyan planları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Genel olarak bölüm hakkında da görüşlerinizi öğrenebilirsem çok sevinirim.

Diğer bölümde görüşmek üzere... ♥

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro