3. BÖLÜM "ELÇİ"
"Hey bekle."
Arkamdaki, adının Uraz olduğunu öğrendiğim oğlan koluma ani bir şekilde atılınca neler olduğunu başta kavrayamasam da kolumu ellerinden kurtardım. Yaptığı hareketle kaşlarım istemsizce çatılmıştı. Kendimi ona doğru döndürdüğüm sırada konuşmak için aralanan dudaklarım onun sesinde kaybolarak kapanmak zorunda kaldı.
"Aymira. Bu sensin."
Ne dediği, ne yapmaya çalıştığı hakkında en ufak bir fikre sahip değildim. İçten bir kızgınlığı mimiklerime yerleştirirken "Anlamadım?" dedim.
"Sensin..." dedi, bana doğru yaklaştığı sırada. Tehlikenin etkisi ile refleks olarak geriledim. "...Edward ben." dediğinde yine ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışıyordum. "Dünyadan..." Ben gerileyince rahatsızlığımı fark etmiş olacak, yerinde durarak konuşmasına devam etti. "Kas yarması, Ed." dediğinde gülmüştü, sanki.
Aklıma, dünyadan kareler gelirken son sözleri ile ne demeye çalıştığını anladım ama onun burada ne işi vardı? Tanrım! Şu lanet olası yerde kafamı yemeye ramak kalmıştı. "Nasıl..." dedim, aklımın karıştığı sırada geveleyerek. "...Uraz kim? Sen Ed isen."
"Dünya'da Edward olarak tanınan birisiydim. Gerçek boyutum, Ay Kuşağı."
"Nasıl..."
"Dünya'da gördüğün bazı kişiler elçidir, Aymira. Koruduğu özel kişiler vardır. Benim dünyadaki görevim ise seni korumaktı. Halen orada olduğunu düşünüyordum. Demek ki bir süredir bu yüzden çağrılmıyordum..." Düşünceli sesi koridoru doldururken delirmek üzereydim. İnanmak saçmalıktı, inanmamak daha beterdi. Mary'e, yılanlara, ruhlara, kendi kötü aksime inanıyor ve onaylıyorsam bu da saçma gelmemeliydi fakat benim bir yere kadar algılayabilme gücüm vardı. Bu kadarı da gerçekten fazlaydı.
"Melisa..." dedim kafa karışıklığım sesime de yansırken. "...gitsek iyi olacak."
Can sıkıntısından boğulduğum sırada, yanı başımdaki değneği elime alarak yerde gezdirmeye başladım ve yürüdüm. Kapıyı zar zor bulduğumda açtım. Açmamla saçlarımın savrulması bir oldu. Sanırım odanın penceresi açıktı. Korkarak adım attım. Her an aşağı uçabilirdim. Çünkü burada bir yerde merdiven vardı. Melisa ile okulu gezmek için indiğimizde onu kullanmıştık. Elimdeki değnekle merdiveni yoklayarak indim. Sonunda...
Hiç ses yoktu. Bu insanlar neredeydi böyle? Ya da... Her ne ise işte. Biraz daha ilerleyince elimdeki değnek bir yere çarptı. Onu aramak için eğildiğimde aynı şeye bende çarptım. Sanırsam sehpaydı. Ağrıyan başımı tuttum, kanayan yarayı umursamadan. Sessizce lanetimi savururken birisi seslendi.
"Tatlım yanına gelecektim bend... Tanrılar aşkına! Kafandaki kanda ne? Ne oldu sana bir tanem?"
Sanırım bu Zehra dedikleri kişiydi. Dün saçımı yıkamama yardım eden. Annemden göremediğim şefkati gösteren kadın. Onun yanında yıkanmak... Tanrım bu utanç vericiydi! Yinede hayatımdaki iki erkeğin bu konulardaki yardımından iyidir diyerek aklımdakileri geçiştirdim.
Zehra teyze hangi ara yukarı çıkarttı, pansuman yaptı, sonrada üstümü değiştirip yatağa soktu anlayamadım. Kadın ışık hızında her şeyi halledivermişti. Bana da bu rahatlığın tadını çıkartmak gerekiyordu herhalde. Nasıl çıkarsa artık...
Yine aynı boşluğa açtım yeşilin karaya çalmış haliyle gözlerimi. Tamı tamına bir haftadır böyle değil miydi zaten? Hep aynı karanlık... Hep aynı yalnızlık... Hep şu hiçsizlik hissi...
Seslenmek istedim bir an... Ben uyandım demek... Sonra... Sonra ne olacaktı ki? Kim ne diyecekti bana? Olmayan duygularımın arasında kanat çırpan acılarım girdiği çıkmazdan kurtulmak isterken sabırsızdı. Tıpkı suskunluğum gibi. Sabırsızdım susmaya. Susup bir daha konuşmamaya dilek tutuyordum, donuk bir şekilde. Zaten yaptığım tek şey, boşluğa saatlerce bakmaktı. Kim düşünmeden izlerdi karanlığı? Ben kavgalarım arasında zamansız unutulmuşlukta haber bekliyordum. Sorunda buydu. Beklediğim haberin bile ne olduğunu bilmiyordum.
Tek çarem, yüreğimde saklanan aydınlığı da karanlığa teslim edip gözlerimi kapatarak gelmelerini beklemekti...
"Aymira? Uyansana uykucu! Okul var bugün. Yeni okul..."
Aron'un sesiyle irkilsemde belli etmemeye çalıştım. Korktuğumu anlayınca yine dalga geçerdi. Yaslandığım yatak başlığından kafamı kaldırmadan en iyisinin soğukkanlı bir cevap vermek olduğunu düşünerek konuşmaya başladım.
"Uyumuyorum zaten."
"Niye gözlerin kapalı o zaman?" dedi şen bir sesle.
Anladık...
Keyfin yerinde!
"Ne fark ediyor ki? Her halükârda karanlık."
Bunu öyle bir soğukkanlılıkla söylemiştim ki duygusuz terimini de geçmiş bir kavram türemişti mimiklerim etrafında. Düştüğüm ve düşebileceğim durumlardan ürkmüştüm sanki... Zira gözlerimin açılacağı gün de gelecekti. Ancak... Öyle değil miydi...? Her şekilde karanlıktı dünyam. Açık ya da kapalı tutmak anlamsızdı benim için.
Yanağın kenarının çökmesiyle düşüncelerimden ayıldım. Aoran'ın teselli vakti. Aman ne güzel! Bazen her zaman yaptığı gibi beni rahat bırakmasını isterken bazen de yanımdan ayrılmasın diyordum. Ne büyük çelişki!
"Hadi ama... Bugün büyük gün güzellik!"
"Neşenin sebebi benim okula başlamam mı? Hatırlatırım. Orada da okula gidiyordum."
Tam bir haftadır yeni ergenler gibi davranıyordu ve bu benim için... Her neyse! İki Aron da ideal...
"Birinci sebebi tabii ki de akademiye başlaman. Ancak ikincisi..."
Bıkkınlıkla nefesimi dışarı verdim. Sıkılmış olan canım şimdi de kuruması için asılıyordu anlaşılan.
"Akademide öğretmenlik yapacağım!"
Einstein operaya başlıyorum dese bu kadar şaşırmazdım. Aoran ve öğretmenlik! Şaka ya... Evet evet. Aoran ve iğrenç espiri anlayışı!
"Ne?!" dedim bağırarak. Muhtemelen birazdan Zehra teyze odaya damlardı. "Matematik? Fizik? Kimya? Şaka mı bu ya...? Bir kere öğretmen olamaz öğrenci olursun sen." Fazla tepki vermiştim belki ama saçmaydı.
"Dünyada olsak öyle olurdu hanımefendi. Ancak dünyada değiliz. O yüz...."
"Ne demek dünyada değiliz?! Dur... Sen de Ay Kuşağı, de de şuraya bir yere düşüp bayılayım." dedim yüksek ses tonuma engel olamayarak. Ani çıkışlarımla Aoran'ı ne kadar sinir ettiğimin farkında değildim. Ama bu seferki cidden kötü bir durumdu benim için. Türkiye'de olduğumuzu sanıyordum. Yani babam Türk ise... Of! Bunca zamandır hangi cehennemdeydim ben?!
Biraz olsun sakinleşmek için derin derin nefes aldım. Ellerimi şakaklarıma götürerek tekrarladım. Tamam... Sakin ol... Tamam... Öyle ki dışımdan konuştuğumun farkında olamayacak kadar kendimde değildim. Aoran uzun süredir sesleniyor olacak ki sarsılmamla kendime geldim.
"Her şeyi anlatacağım. Şimdi kendine gel."
Daha bilmediğim neler vardı acaba? Tanrım, bu yaşadıklarımda neden diğerleri gibi birer kabus değildi? Neden...?
Kendimle olan kavgama son vererek dayımın söylediklerine kulak vermeye çalıştım.
"Dinle... Baban Türkiye'de yaşamıyor."
"Onun nerede yaşadığı umrumda değil."
"Aymira..." dedi uyarıcı bir tonda. Aslında bu bir uyarı değildi. Bu... Çeneni kapa Aymira'nın kibar versiyonuydu. Sustum ve dinlemeye koyuldum.
"Baban bir Türk ve buradakiler de. Ancak burası Türkiye'nin farklı bir boyutu. Anlayacağın sıradan insanların olmadığı bir boyuttayız. Bu boyutta aklının alamayacağı yaratıklar ve olaylar olur. Büyü gibi, sihir gibi... Din ögesinin hiçe sayıldığı bir yerdeyiz, Aymira. Buradakiler her ne kadar bir yarı tanrı olsalar da onlar içinde tanrı kavramı bir şey ifade etmiyor."
İçim tüm bu olanları anlayamama çaresizliği ile çırpınırken artık üstelememe kararı verdim ve sustum. Her zaman yaptığım gibi yine gömülü olduğum mezarlığımda cesedlerimin yanına uzandım.
Aoran'ın yanağımı okşadığını hissediyordum. Ama nedense bu şefkat bile gözlerim gibi körelmiş duygularımı ısıtmıyordu. Aksine acizlik hissiyle daha da üşüyordum. Yataktan çekilen boşluk ile kalktığını fark ettim. Ve açılan dolap sesi...
"Zehra teyzeyi çağıralım da okul kıyafetini giydirsin."
"Elindeki üniformamı yatağa bırak. Kendim de giyinebilirim. Bana aciz gibi davranmaktan vazgeç artık." dedim kendimden emince.
"Sen. Nasıl..." dedi. Şaşkınlığı sesinden okunuyordu. Buruk bir şekilde tebessüm ettim.
"Hissediyorum... ve... duyuyorum... Hem seçebiliyorum da." dedim sakince. Gözlerimin dolduğunun farkında bile değildim. Ben... Uzun bir zaman sonra ilk defa duygulanmıştım. İlk defa, ruhumun küçük bedenimden koparılışından sonra, yetmez gibi bedenimi pisliğe teslim ettikten sonra, kanlar arasında kaybettikten sonra... Öyle ki elime düşen damlalar tenimi yakmasa anlamayacaktım bile.
Yüzüme değen parmaklarla daha da sarsıldı bedenim. Hıçkırıklarımda boğulmamak için sıktım çarşafı. Sıktım dişimi... Kimseye derdimi anlatamamak duygusuzlaştırmıştı beni. Kirlendiğimi dile getirememek yakmıştı yürek yurdumu. Bu bedel gün geçtikçe daha da canımı yakıyordu. Öldürmemek için ölüyordum... Bana sarılan bedenle birbirine girmiş dişlerimi daha fazla tutamadım ve tiz bir çığlığın kalbimden kopmasına izin verdim.
Ağladım... İlk defa Aron'un kollarında acımı göstererek deli gibi ağladım. Hıçkırıklarımla anlattım ona yükümü. Tek bir cümle döküldü, kesik kesik boğazımdan. "Ben... Ben... Ben kör olduğum için... aşağılanmak... istemiyorum..." Sonra daha da şiddetlendi haykırışım. Dillendirdikçe yaram amansızca kanadı. Kanlar gözlerini derin bir uyku için kapatan umutlarının üstüne oluk oluk yağıyordu. Dayanamıyordum... Aşağılanmışlık hissi, lanet olsun, kahrediyordu işte!
Gözyaşlarım artçı depremini yaşarken sustum ve nefes almaya çalıştım. Gözlerimi bahane ediyordum pisliğimin duyulmaması için. Belki görememek de yakıyordu ama bir kız için hatta küçük bir kız çocuğu için yosun tutmuş haykırışlar nasıl dile getirildi. Derin derin içime çektim havayı. Birkaç kez daha hıçkırdıktan sonra Aron'un sorusuyla donakaldım.
"Sana kim kör dedi?"
Sesi karşısındaki öldürecekmiş gibi öfkeli çıkıyordu. Şu an olanları anlatmasam kesinlikle bu öfkeden ben de nasibimi alırdım. Bencildim belki... Ama sırf yalnız kalmak ve Aron ile tartışmamak adına konuştum. Kafamdaki dağılan görüntülerle rahatlayarak anlatmıştım.
Yataktan kalkmadan beni dinledi. Her şeyi ayrıntısız anlattım. Şuan bana her ne kadar kötü davranmış olsa da ona yapacakları için garip bir duygu besliyordum. Bilemiyorum. Belki de üzülüyordum. Çünkü Aoran sinirlendi mi gözleri kimseyi göremeyecek kadar kararırdı.
Ne zaman böylesine birbirimize bağlandık bilmiyorum ama karşımda on üç yaşındaki gibi bana değer veren dayımın olması bile güven vericiydi. Yalnızlığımda yalnız olmamak... İşte bu en büyük sığınaktı benim için. Gerçi yalnız mıydım? Ondan da emin değildim.
Yataktan kalkacağı sırada durdu ve saçlarımı geriye attı. Alnımın açılmasıyla temizlenen yaramın kısa süreliğine hava alması bir oldu.
"Kim yaptı bunu? Uraz denen herif mi vurdu sana?!"
"Ben yaptım. Kafamı sehpaya çarptım dün. Gerçekten. O yapmadı. Bir daha karşılaşmadık zaten." dedim can havliyle. Bunu da onun yaptığını sanarsa kesinlikle öldürürdü onu. Sahi neden o ego yığını için endişeleniyordum?
Yataktan bir şey söylemeden kalktı. Kesin yanına gidecekti. Bana inanmadığı belliydi.
"Zehra teyzeye sor istiyorsan. O da gördü. O bir şey yapmadı. Aron lütfen..." sesim sona doğru daha da kısılmıştı.
"Her ne kadar bir Çetiner olsan da sen Steinfeld kanı taşıyorsun. Benim kanımı... Ve ben, benim kanımın canını yakanın, canını yakarım."
Her bir kelimenin üzerine basarak konuşmuştu ama canımın ne kadar yandığının farkında değildi. Beni sadece kanı için mi koruyordu? Bir an da kendime hakim olamayarak konuştum.
"Bu sen olsan da mı?"
Sakince sormuştum. Sesimde hiçbir duyguyu barındırmadan. Ve tabii ki ne kadar incittiğimi umursamadan. Zira, birkaç saniye sonra söyledikleri bunu kanıtlar nitelikteydi.
"Eğer bundan sonra canın yanarsa, canını yakanı bin bir parçaya ayırır kalbini de önüne sererim. Senin kalbine karşılık onun kalbi... Ve bu ben olamam Aymira. Çünkü senin canını yaktığım vakit sana verebileceğim bir yüreğimde olmaz. O kalbi senin eline vermeden ben parçalarım!"
Sözleri bedenime ok gibi saplanmıştı. Arafta gibiydi sanki. Doğru ile yanlışın arasında kurulan bir köprünün üzerinde, kirli bir bez bebek gibi hissettim.
Hüznüm de yosun tutmuş akmayan gözyaşlarımla. Ansız rüzgarlarımda sararıp solmuş. Geriye kalan ise avuçlarım arasında hışırdayarak haşin yelle kendini gökyüzüne salan pişmanlığım.
Dayıma söylediklerim, aklımın en kuytu köşesinde mıh gibi çakılı kalırken beni sınıfıma götürmeye çalışan Melisa pekte umurumda değildi. Çok gerekliymiş gibi bir kaç isim söylüyordu. Onlara bulaşmamalıymışım. Zaten şuan da kimseyle uğraşmak gibi bir derdim de yoktu. Bir an önce şu aptal okulun bitmesi için tanrıya yalvarmaya başlamıştım. Sıkıcı pazartesi günleri işte. Öğrencilerin korkulu rüyası!
Özellikle sinirlendirmek için giydirdikleri şu kısa etekle kendimi yarı çıplak hissediyordum. Bacaklarım resmen hava alıyordu. Etek giymeyen Aymira'ya en büyük kurallarından birini çiğnetmişlerdi. Basketbol kaptanı Anthony şuan bu halde görse kesinlikle üstüme ölü toprağı atardı. Zira onların gözünde hep erkek Fatmaydım.
Düşüncelerimden bir erkek sesiyle sıyrıldım.
"Merhaba ben Barış."
Şu an ki halime gülmek istedim bir an. Acınacak halime. Aymira Çetiner! Erkeklerle sadece kavgalarda konuşan dengesiz kız! Şu an da normal bir şekilde birisi ona merhaba diyordu. Kesinlikle gülmek istiyordum. Kesinlikle!
"Merhaba." dedim sıkıldığımı belli etmemeye çalışarak. Araya Melisa'nın girmesiyle rahatladım.
"Evet. Barış. Arkadaşım Aymira sana emanet ona göre. Öğle arası kantinde buluşuruz. Bir şey olursa çekinmem kırarım kafanı."
"Tamam Melisa... Böyle bir güzelleği korumak zor olacak ama ben üstesinden gelirim. Merak etme sen."
Güzellik mi dedi o? Şuan tükürüğüm soluk boruma kaçtı ve ben onların yanında rezil olma katsayımı arttırarak öksürüyordum. Lanet olsun erkekler ve iğrenç iltifatları! Ölüyorum be!
" İyi misin canım? Ne oldu birden? "
Ah Tanrım! Rezilliğimi biraz olsun hafifletmek amaçlı olayı geçiştirdim.
En sonunda yerimize oturmuştuk. Barış denen çocuğun ısrarıyla duvar kenarına oturmuştum. Hemen yanına! Her ne kadar iyi göremesem de sıradan birini kaldırmıştı. Fısıldaşmalarını duyamayacak kadar aptal değildim.
Neyse ki içeri giren hoca beni görmezden geldi ve sıkıcı bir şeyler anlatmaya başladı. Büyücülük tarihimi ne. Ne mi yaptım? Tabii ki de dinlemedim. Bana saçma sapan gelen Yunan tarihi yeter de artardı bile.
Hoca zil çalmadan çıkıp gitmişti. Onun gitmesiyle duvar kenarına biraz daha sindim. Zira Barış denen çocuk hakkında hiçte tekin olmayan fikirler edinmeye başlamıştım. Duvara birazdan sıva niyetine yapışacağımı fark ederek uzaklaştım. Uzaklaşmamla Barış'a çarpmam bir oldu. Lanet olsun kapana kısılmıştım. Hem de haz etmediğim karşı cinsten biriyle.
"Rahatsız mısın?" dedi Barış endişeyle. Elime mi dokunmuştu?! "Dokunma..." diye tısladım dişlerimin arasından. Ne sanıyordu kendini cidden! Hem rahatsız mısın diye soruyor hem de tam tersi hareketler yapıyordu.
Benim fısıltıya karışan sesimle elini ateşe değdirmiş gibi çekti. Normaldi. Şuan ateşten daha korkutucu bir şekilde baktığımın farkındaydım. Her ne kadar nereye baktığımı fark edemesem de.
"Ben gerçekten endişelendim senin için. Beni yanlış anlama lütfen. Kötü bir niyetim yoktu." dedi sıkıntıyla. Çok mu kızmıştım?
"Bak Aymira. Kalbinin kırılmasını istemiyorum ama şu an sınıftaki erkeklerin sana nasıl baktığını bir bilsen."
Cidden öyle miydi? Barış beni korumaya mı çalışıyordu? Ama neden? Doğru ya. Gözlerim görmediği için alay edercesine bakıyorlardı.
"Göremediğim için alay ediyorlar, değil mi?" dedim kısık ve umursamaz bir ses tonuyla.
"Hayır. Daha beter." Bu çocuk beni ağlatmayı mı planlıyordu? Öyleyse doğru yolda olduğunu bilmeliydi.
"Gülüyorlar halime yani. Taklitini de yapıyorlar de de, şuracıkta hüngür hüngür ağlayayım?" dedim duygunun hiçbir harfini barındırmayan sesimle.
"Gerçekten saf bir kızsın. Şu an sana yemekmiş gibi bakıyorlar. Ve ben seni öğle yemeği olarak görenlerden korumak için duvar kenarına oturttum."
Ah. Erkekler ve lanet uçkuruna düşkün halleri. Ayrıca... Saf mı dedi o? Tanısa, bilse katil olduğumu bu kelimeyi kurmaz ve yanımdan toz olurdu. Toz olmasını istiyordum ama bu çocuğa yakıştırdığım sıfatı düşününce de biraz alttan almam gerektiğini fark ettim.
"Ben... Erkeklerle pek anlaşamam da. Yani bilirsin işte. Feminist kızlar pek haz etmez. Hakkında kötü düşündüğümden dolayı gerçekten üzgünüm. Seni dövdüğüm erk..."
Ne saçmalıyordum ben yine? Oldu olacak otobiyografimi sunayım karşısına!
"Çekinme. Arkadaşın sayılırım artık. Nasılsa bir sene aynı sınıftayız. Birbirimize destek olalım."
Bir erkek ile arkadaşlık? Düşüncesi bile içimde yoğun bir bulantı uyandırıyordu. Dövmeden nasıl anlaşacaktım ki? Asosyalliğin bin belasını işte! Ya da... Her neyse.
"Güven bana Aymira."
Aslında sesinde alaya dair bir tını yoktu ve söyledikleri biraz samimiydi. Sadece ben, erkeklere ne konuda olursa olsun güvenmiyordum. Tek sorun buydu. Düşüncelerimi saptırmadan uzaklaştırdım ve anlatmaya koyuldum. Umarım, söyleyeceklerimden zararlı çıkmazdım. İleriye gitmemeliydim. Melisa ile konuştuklarımızın aynısını onla da konuşabilirdim.
"Ben... Görme yetimi kaybetmeden önce pekte tekin biri değildim. Altı yıl akıl hastanesinde yattım. Sonunda kurtuldum dedim. Bu seferde annemi kaybettim. Yıkıldım... O günden beri dayımla yaşıyorum işte. Annemin ölümünden sorumlu tutulunca benim yüzünden olduğunu kabullendim. Sorumsuzluğum daha da arttı. Öyle ki kendimden üst sınıftaki erkeklerden çıkardım hırsımı. Babama olan kızgınlığımı bu şekilde dindirmeye çalıştım. İlk zamanlar ölene kadar dayak yiyordum. Zaman geçtikçe hırsım daha da büyüdü ve dövmeye başladım. Ama zevk için yapmadım hiçbir zaman. Kızları rahatsız eden zibidileri dövdüm ben. Benim annem babam yüzünden çok acı çekti Barış. Hırpalanan kızları görünce annem geliyordu aklıma. Arkadaşım yok denecek kadar azdı. Bir tek Sirena vardı. Bulaşmadığım bela kalmadı. Öyle ki tefecilerden borç bile aldım. Sirena'nın babasının ameliyatı için. Birkaç defa okuldan atılmaya kalkıştım. Ama her seferinde yine orada buldum kendimi. Anlayacağın berbat biriydim. Sanırım ceza olarak da gözlerimi aldı elimden. Hak etmişim değil mi?"
Sanki tekrar yaşarcasına anlatmıştım yaşadıklarımı. Ama yine de en büyük sırrımı paylaşmamıştım. Bu sır ya benimle ölecekti ya ölecekti. Başka türlü açığa çıkamazdı.
Barış'ın derin bir nefes aldığını duydum. Sanırım birazdan yanımdan kaçacaktı. Tiksinecekti benden. Bunlar aklımda koşuştururken yanılmam bir oldu.
"Benim babam ben küçükken ölmüş. Annem de yalnız büyümeyim diye evlenmiş. On üç yaşıma kadar sorunsuz büyüdüm ben. Sonra annemi de kaybettim. Annemin acısını atlatamamışken babam dediğim adam kapı dışarı etti beni. Kimsem yoktu. Kimsesizdim... Bir gün sokakta serseriler tarafından dayak yerken okul müdürü Selçuk amca buldu beni. Evlat edindi. O gün bu gündür öz babam gibidir. Beş senedir onun yanındayım."
Barış için içim yanarken babamı babası olarak görmesi içimi parçaladı. Beni bir kez arayıp sormayan adam başkasını evlat yerine koymuştu. İstemeden de olsa kelimelerin ağzımdan dökülmesine izin verdim.
"Babam... Bir kızı olduğundan söz etti mi?"
"Sen... Sen osun."
Seslenmedim. Sustum ve hazmetmeye çalıştım. Zaten başka bir yeteneğimde yoktu. Sus ve döv. Beni tanımlayan doğal ya da anormal iki şey.
"Sen gerçekten de onun kızısın. Nasıl anlamadım?" Kısa bir süre durdu ve konuşmaya başladı. Muhtemelen düşüncelerini tartıyordu. "Babam... Yani baban... Senden her zaman bahsederdi Aymira. Onu çok özlediğini söylerdi hep."
"Yalan..." diye geçiştirdim, suratım ifade vermezken. "Öyle olsa beni hastaneye kapatmalarına ses çıkarırdı. İtiraz ederdi. Susup benden, kızından vazgeçmezdi."
"Annen..." dedi Barış. Onunla ne ilgisi vardı konunun? "Babanı tehdit etmiş. Bilmiyorum aralarında ne geçti ama... Seni bir daha göstermemek ile tehdit etmiş onu."
Duyduklarımla tokat yemiş gibi oldum. Annem... O yapmazdı ki böyle bir şeyi. Annem bırak babamı tehdit etmeyi, düşünmeden verirdi beni ona. Kısa ve net. Anlattıkları saçmalıktı.
"Bence onunla konuş Aymira. Çok acı çekti. Beni senin yokluğunu doldurmam için evlat edindi biliyorum. Ama aklında hep sen varsın. Bugün eve dönüyorum hem. Beraber konuşuruz istersen."
"Bilmiyorum..." dedim umursamazca. Şu an bunları düşünmek istemiyordum. "Konuyu kapatalım mı?" dedim. Karşı çıkmadı ve başka şeylerden konuştu.
Hep bir kardeşi olsun istiyormuş. Anlaşılan beni gerçekten kardeşi olarak görüyor. Bende aynı şeyleri söyledim. Zaten ne konuşabilirdim ki? Kısa mantık. Evet, hayır ve sustur.
Geçen dört saat hem sıkıcı dersleri zorda olsa dinlemeye çalışıp hem de Barışla sohbet ederek geçmişti. Barış gerçekten iyi bir kardeşti. Tahminimden de iyi... Onun hakkında ki düşüncelerim aklıma geldikçe patlıcana benzemekten kendimi alamıyordum.
Öğle arasına girdiğimizde Barış elimden tutarak yemekhaneye götürmüştü. Arada bir fısıldarcasına küfür ediyordu. Ellerimi sıktığı da cabası. Sanki fazla sahipleniyordu. Biraz daha ilerleyince durdu ve beni bir sandalyeye oturttu. Yemek alacağını söyleyip uzaklaşmıştı benim bir şey söylememe fırsat vermeden. Sesimi çıkarmadım ve beklemeye koyuldum.
Henüz birkaç dakika geçmeden masada bir hareketlilik oldu. Biraz fazla erken gelmemiş miydi? Her halde müdürün oğlu olduğu için kıyak geçmişlerdir deyip üstelemedim. Ancak ses gelmemesiyle gerçekten ters giden bir şeyler olduğunu anlamam uzun sürmedi. Birkaç kez seslendim. Ama seslenmedi. Karşımdaki kesinlikle Barış değildi. Umursamadım, muhtemelen gereksiz insan ya da her neyseler işte, büyücü topluluğu canımı sıkmaya çalışıyordu. Çok geçmeden tezim doğrulandı. Bu sefer de gülme sesleri gelmeye başlamıştı.
Masaya dökülen sıvıyla sinirim tavan yaptı. Şakanın dozunu kaçırmışlardı. Hala gülüyorlardı üstelik. Öfkelendirme çabalarına aldırmadım çünkü şuan sinirlendiğim için kendime kızıyordum. Şunlara haddini bildirememek daha da çok kızmama sebep oluyordu. Ben deliye dönmeye devam ederken topuk sesleri ile yaklaştığını anladım. Sakın dedim... Sakın düşündüğüm şeyi yapma!
Kafamdan aşağıya dökülen sıvı ile içimden ettiğim ikazların bir işe yaramadığını anladım. Bir süre öyle kaldım. Öyle ki kahkaha seslerini tartamayacak kadar küfrediyordum kendime.
" Dilini mi yuttun be? Konuşsana. Kör kızımız yürek de yememiş anlaşılan arkadaşlar. "
Herkes kahkahayı bırakmış kulak kesmişlerdi adı her ne haltsa artık. Konuşmamam onu daha sinirlendirmiş olacak ki yakamdan birini tutup yere yapıştırması uzun sürmedi. Bense tepki vermemekte kararlıydım.
Eteğin kısa olmasına mı yanayım, yaşadığım rezilliğe mi ya da şu sürtüğün karşısında ağzımı açamama mı? Bilemiyordum... Belki net görebilseydim saçından sürür ve kafasını duvara vura vura pestilini çıkarırdım ama şu an bu hayaller öyle gereksizdi ki...
Yanağım da patlayan tokatla yüzümde bir tebessüm belirdi. Sert vuramamıştı ama vurmuştu işte. Yapılan işkencelerin yanında belki ufak bir şakaydı benim için. Ama hatırlatıyordu anılarımı. Pis anılarımı.... Gözlerimin önüne gelen anılarla aklımı kaybetmişçesine gülüyordum. Halime gülüyordum. Yaşadığım rezilliğe gülüyordum. Bu kadar vicdan mahkumunun iğrençliğine gülüyordum. Ben... Aymira Çetiner! Ağlanacak halime deli gibi gülüyordum. Normaldi bu... Benim gibi bir deli için oldukça normaldi.
"Ne o... Her dayak yediğinde güler misin sen? Manyak mısın ya?! Konuşsana!"
Hala deli gibi gülüyordum. Niye güldüğümün ben bile farkında değildim. Zaten arada gelen kahkahaların benden bilinçsizce yapıldığının farkına varalı çok olmuştu. Aklımı yitirmişçesine kahkaha atıyordum. Ne yeni gelen Melisa'nın bağırışı umurumdaydı ne de Barış'ın çevreye savurduğu küfürleri. Tek umurumda olan şey deli gibi gülmemdi.
Saçlarımdan akan sıvıyı umursamadan kalktım ayağa. Canım yanmayacaktı benim. Canım yanarsa canımı yakanı öldürürdü Aoran. Öyle değil mi?
Ayağa kalkmamla yemekhane büyük bir sessizliğe büründü. Bunda gülmeyi kesmemin de büyük rolü vardı tabii. Uzun bir süre sessizliği dinledim. Kahkaha atan seslerin durgunlaşmasını dinledim. Bir deliyi izlerken deliren suratları görememenin verdiği buruklukla duygusuz suratım düşerken basitçe dinledim.
Sonrada, ürkütücü derecede hafifçe tebessüm ederek konuşmaya başladım...
"Yemin şart olsun Tanrıya! Ben... Aymira Çetiner! Öldürmemek için gözlerinden vazgeçen kız! Gözlerine kavuştuğunda ilk sizin soyunuzu kurutacak!"
Yemini duygusuzca yaparken gözlerimi kaybettiğim zaman hissettiğim acıyla tuttum gözlerimi. Yine kızgın bir kezzabı hunharca vücuduma enjekte ediyordular. Gerisi... Gerisi karanlıktı işte. Gerisi kollarına düştüğüm bu yabancının karanlığıydı. Bu savunmasızlığımın koruması olan erkekti. Lanet bir erkekti. Yabancıydı. Gerisi... Kulağıma dolan ve bana doğru isminin her haykırılışında içime nefret duygusunu aşılayan Uraz ismi idi!
"Aymira..."
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro