Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

20. BÖLÜM "YALANCIYA VERİLEN SON ŞANS"

Okulun çevresine sıçrayan yangın ve saniye saniye uzaklaşan ikindi güneşi daha şimdiden büyük bir felaketin haberini veriyordu. Dahası şiddetlenen çığlıklar çağladıkça artan soğuk içimizi ürpertiyor ve yaklaşan belayı tetikliyordu. Kararan gökyüzünde beliren ay, mavi bir renge bürünmüştü. Sanki tüm şehir dakikalar sonra donacak gibiydi.

Zaten yükselen sivri buz kütleleri de bunun en büyük kanıtıydı!

Yerde kendinden geçmişçesine öksüren Ada'ya kaydı gözlerim. Boğazını tutmuş ve sarı saçlarını geriye atmıştı. Solgun teni okul formasının üzerine giydiği gri kazakla neredeyse bire bir uyuyordu. Bacaklarını kenara çekmiş ve bir elini de yere sabitleyerek bedenine destek veriyordu.

Aron ise yerde deli gibi öksüren Ada'ya bakmak yerine etrafta birilerini arıyor gibiydi. Sağa yürüyor ardından sıkıntı içerisinde sola adımlıyordu. En sonunda kendini kaldırım taşına bıraktı ve saçlarını çekiştirdi. "Nerede kaldı bunlar? Lanet olsun!" Yumruğunu kaldırım taşına geçirip şaşkın bir şekilde hareketlerini izleyen bana çevirdi başını. "Gidiyoruz..." Sesi kati idi ama ne yapacağını kestiremeyen bir tonda, ses tellerinde sayıyordu.

Nereye gideceğimizi ya da neden bahsettiğini anlamak adına soru soracağım sırada ileriden gelen gürültüyle kafamı Ada'nın arkasında kalan geniş araziye çevirdim. Barış ve uzaktan seçemediğim birkaç oğlan bize doğru hızlı bir şekilde geliyordu. "Herkes bizi bekliyor. Çabuk olun!"

Aron sinirli bir şekilde ayağa kalkarken Barış'a doğru huysuzca konuştu. " Hangi cehennemdesin ha? Hava soğumaya başladı ve zaman daralıyor. Selçuk ve şu huysuz adam girişi açtı mı?"

Barış, Aron'un babama ismi ile hitap etmesine aldırmayıp yerdeki buz kütlelerine baktı ve sesli bir lanet savurdu. Aron, Barış'ı soru yağmuruna tutarken arkadaki oğlan yanılmıyorsam ismi Yiğit idi, evet anlamında başını salladı. Barış'a baktım bir şeyler söylemesi umudu ile. Fakat Barış şoka girmiş gibi arkamıza bakıyordu. Daha doğrusu benim arkama. Sanki arkamda kötü bir şeyler oluyormuş gibi yutkundu. İşin fena yanı az önce çığlık çığlığa bağıran okul ahalisinin sesi kesilmişti.

Neler oluyor der gibi başımı salladım ve Aron'a baktım. Kafasını Barış'tan çevirip bana bakmaya başladı. Gözlerinde gördüğüm şey korku ve endişe idi. Bir şeyler diyecek gibi oldu fakat kısa sürmeden ağzını kapadı. Elleri ile anlam veremediğim hareketler yaparken sakin ol anlamında dudaklarını oynattı.

İşte o an tam arkamda hissettiğim soğuk ve pis nefesle ben de yutkundum. Bu varlıklar önce rüyamda gördüğüm, ardından da koridorda görerek gerçeklik damgasını eklediğim odellerden başkası değildi.

Yerimde ölümü yavaş yavaş beklerken endişeli gözler üzerimdeydi. Koca bir sessizlik hakimdi şehre. Esen soğuk yel boynumu yalayıp geçerken tıpkı benim gibi oradaki öğrencilerin de titrediğini hissettim. Keza odellerin adından ve şanından haberleri yoktu. Onlar hakkında tek bildikleri, belirli saatlerde, ki bu genelde ikindi güneşi çekilir çekilmez gerçekleşen bir şeydi, okulda başı boş gezen öğrencilerin kanını içtikleri idi.

Ani bir dürtü ile adım atacağım sırada arkamdan gelen çığlık sesi ile bu hareketlenmeye gerek kalmadan fevri bir şekilde çığlık sesine çevirdim bedenimi ve çevirir çevirmez gördüklerim karşısında kendime hakim olamadan ben de bağırdım. Az önce bizimle beraber kaçan öğrenciler odeller tarafından katledilmeye başlanmıştı ve ilk kurban az önce babası için çığlık çığlığa haykıran kızıl saçlı kızdı. Şimdi ise cesedi bir ağacın dibinde sessizce çürümeyi bekliyordu.

Ruhu emilmişti!

Yaşananlardan mıdır ya da içimdeki anlam veremediğim kötü Aymira'dan mıdır bilinmez. Şu an hepsini mahvedecek kadar öfkeli idim. Öyle ki burnumun dibindeki odelin olmayan gözlerine bakacak kadar. Ve o an bir şey daha anladım. Bunlar göremiyordu! Tanrım... Aron ve diğer çocuklar demek ki o yüzden sakin olmamı söylemişti. Bu çocuklar da odellerin varlığından haberdardılar!

Öğrenciler kaçacak yer ararken biz hareket etmeden sadece bekliyorduk. Taki Barış, ağzında yüksek sesle bir şeyler mırıldanana kadar. Anladığım kadarı ile kara büyü dedikleri şeyi yapıyordu. Çünkü gözleri kararmış ve belirli bir yere odaklanmıştı.

O sırada esen yel ısınmaya ve olduğundan kat be kat daha hızlı esmeye başladı. Hani uzay ile ilgili izlediğimiz zaman yolculuğu filmlerinde halkalardan oluşmuş ve silindire benzer bir tür cismin içinden geçerler ya, şu an bunun çok çok farklı versiyonunu yaşıyorduk. İçine hapsolduğumuz şey zifiri karanlık bir kutuydu ve göz gözü görmüyordu. Sanki bir kara deliğe hapsolmuş gibiydik.

Karanlık hazne büyürken nefes alamadığımı hissettim. Bağırmak istiyordum fakat ses tellerim yoktu, sanki. Ağzımı oynatmaktan başka bir şey yaptığım söylenemezdi.

Gözlerimin havasızlıktan kapanacağı sırada ayaklarımın zeminden kalkışını hissettim. Etrafta kimse yoktu! Koca bir karanlık hakimdi hazneye. Kaybolmuş gibi hissediyordum ve bu hisse ayak uyduran tek șey, benliğimin içinde yaşayan bir başka bendi.

Düşüncelerimle birlikte aldığım ufak hava tanecikleri de uzaklaşmaya başlamıştı. Muhtemelen birazdan odeller tarafından değil yapılan büyü yüzünden ölümün bıçağını damarlarımda hissedecektim.

Kendimi kurtarmaktan vazgeçtiğim anda ellerim de bedenim gibi salıvermişti benliğini hiçliğe.... Ellerimi boğazımdan çekip kendimi ölümün pençesine atarken nefesimin tükendiğini hissettim ve bedenimi boşluğa bıraktım. Gördüğüm şey ne yeşil bir kapıydı ne de kırmızı... Şu an gördüğüm tek şey koca bir boşluktu. Renkler, içine düştüğüm boşlukta kararmış ya da grileşmişti. Hiçbir şeyi seçemiyordum ve şu an uçar gibi havalanmış bedenimin ne yapmaya çalıştığını anlamıyordum.

Bir süre sonra görüntü netleşmese de sesler duyulmaya başlamıştı. Bir bakış görüyordum uzaklarda. Bir günahın bedeli olan intikam hırsı hazineleri uzaklarda, çok uzaklarda elini tutmamı istiyordu. Tıpkı bana benzeyen kahve saçlı bir karartı ellerini açmıştı ve sürekli özür diliyordu. Merak edip yanına koşacağım sırada kayboldu ve o kaybolur kaybolmaz gözlerim daha net görmeye başladı.

Bir tür mağaranın önündeydik. İçimizde tanımadığım birkaç çocuk daha vardı. Giyimlerinden anladığım kadarı ile bizim akademinin öğrencileri olduğu belliydi. Belli ki saldırıdan kurtulan öğrencilerdi bunlar.

Barış yere çökmüş, başını dizlerine koyup elleri ile saçlarını çekiştiriyordu. Aron ise Barış'ın yanında sakin olması için bir şeyler geveliyordu. Diğer çocuklar da Barış'ın yanında gözleri kocaman açılmış bir şekilde onun hareketlerini izliyordu. Olaya hakim olamayan tek kişi bendim.

Barış'ın kimliği deşifre olmuştu! Lanet olsun! Eğer o kara büyülerden birini yapmasaydı ben herkesin gözü önünde bir yılana, daha doğrusu bir gorgona ya da galana dönüşecektim. Kendini heba etmişti! Benim yüzümden...

Hızlı bir şekilde kalabalığı geçip Barış'ın yanı başına oturdum. Delirmiş gibi davranıyordu. Ona neler oluyordu böyle? Akıl hastanesinde, arka bahçedeki sarı süs ağacını kemiren Peter gibi davranıyordu. Yaptığı yumruklarını ısırmaması için uzanacağım sırada dehşet içinde bana bakıp tekrar gözlerini yerdeki çamura dikti.

"Ona neler oluyor?! Lanet olsun!" Aron, Barış'a bağırırken Ahmet de aynı şekilde ona bağırdı. "Büyü geri tepmeye başladı. Ona zarar veriyor!" Endişe içinde Barış'ın ayılması için ben de sesimi yükseltirken Barış anlamını bilmediğim bir şeyler mırıldanıyordu. En sonunda dayanamayıp eline dokundum ve dokunur dokunmaz Barış'ın sağ elinde iç içe girmiş iki üçgen belirdi. Ve biz ne olduğunu anlayamadan Barış'ın hareketleri yavaşladı. Öğrenciler korku içinde etrafa dağılıp birkaç adım uzaklaşmıştı.

Gözlerindeki saf, rota değiştirmiş ve bana yönelmişti sanki. Ellerini ateşe değdirmiş gibi çeken Barış, normale dönmüş gözlerini bana çevirdi. "Şeytan..." diye fısıldarken korku içeresinde ayağa kalktım ve Aron'a baktım.

Aron elleri ile Ahmet ve Ali'ye işaret yaparken benim yanıma geldi. "O iyi olacak. Saçmalıyor." Emin misin der gibi baktım gözlerinin içine. Başı ile de onay verdikten sonra elimi tuttu. O sırada bizim çocuklar Barış'ın koluna girmişti.

Kara büyünün tehlikeli olduğunu duymuştum ve dikkatli yapılmaz ise geri tepeceğini de... Fakat böyle bir sonuç doğuracağını bilmiyordum. Her şey bir anda gerçekleşmişti. Muhtemelen odellerin net görmeyen gözlerini kullanarak etrafı daha da karartmıştı. Ne tür bir kara büyü olduğunu bilmiyordum ama Barış'ı bu hale getirdi ise gerçekten de tehlikeli bir şey olmalıydı.

Aklım almıyordu. Nereye gidiyorduk, neden gidiyorduk? Aptal değildim ama yine de bu yaşadıklarım fazlası ile saçmaydı. Kafamı kurcalayan ilk soru okulu kimin yaktığı idi. Yani diğer galan kimdi? İkinci soru şu an nereye gidiyorduk? Ve en önemlisi neden Barış, Ahmet, Ali ve Yiğit bu olacaklardan zaten haberdarmış gibi davranıyordu?

Öyle ise eğer şu an hepsi birer katildi. Okulun önünde yatan onlarca cesedin katilleriydiler.

Daha fazla dayanamayıp içimi kemiren sorulardan birini yanımda yürüyen Aron'a çevirdim. "Nereye gidiyoruz?" Aron bana bakmadan yüz hatları gergin bir şekilde konuştu. "Yer altı kütüphanesine. Baban ve kurtulan diğer öğrenciler bizi orada bekliyor." Babamın yaşıyor olması içimi rahatlatırken diğerleri düştü aklıma. "Peki bizimkiler?" Aron bıkkın bir nefesi dışarı verirken yüzünü bana döndü. "Neden kurtulduğuna sevinip önüne bakmıyorsun?" Kaşlarım şaşkınlıkla havalanırken ellerimi kaldırdım. Sonra kızacağı için indirdim. Kaşlarımı çatacağım sırada vazgeçtim. Ağzımı cevap vermek adına açtım fakat sonra kızmaması için geri kapattım.

Mimiklerimi izleyen Aron'un yüzünde alaylı bir gülümseme belirdi ve aniden soldu. Başını önümüzde ilerleyen öğrencilere çevirirken ciddiyetle konuştu. "Onlar iyi." Hepsi mi diye sorarsam aklına Uraz gelir düşüncesi ile önüme döndüm ama sanki düşüncelerimi okuyor gibi iç sesime cevap verdi. "Hepsi."

Rahatlamış bir şekilde ilerlerken iki de bir düşen Ada vaktimizi harcıyordu. Barış bile az önce yaşadığı olaydan sonra hızlı olabiliyorsa onunda hızlı olması gerekirdi.

Ada üzerinde çok fazla durmamaya karar verdim. Biraz sonra bir yerde durduk. Bir başka mağaranın önündeydik ama içeri girecekmiş gibi de durmuyorduk. Yiğit etrafına bakındıktan sonra Ali'ye kısa süreli bir bakış attı. Ali karanlıkta parlayan kahve rengi gözlerini mavi bir ışık halkasına çevirirken gözleri ile yerde bir oyuk açtı. Açılan oyukla beraber gözleri normale dönerken bizler şaşkınlıkla ona bakıyorduk.

Konseyin daha doğrusu profesörün neden listeye Ali'yi de aldığını şimdi anlıyordum. Güçleri yerindeydi ve o bir büyücü değildi. Tıpkı benim gibi farklı bir varlıktı. Tıpkı Ahmet gibi... Sahi onlar neydi?

Yine beynimi cevabı güç olan sorularla meşgul ederken Yiğit "Hadi. Acele etmeliyiz." dedi. Çekilen mavi ayla birlikte etraf daha da kararırken sıra sıra aşağı indik. Ali, toprağı oymakla kalmamış ve merdivene çevirmişti. Çevrilen merdiven işimizi kolaylaştırmıştı. Hızlı bir şekilde aşağı indiğimizde Ali aynı şekilde toprağı ve merdiveni yok etti.

"Buradan..." diyen Yiğit'i takip etmeye başladık. İçerisi zifiri karanlıktı ve az önce Ada'ya iki de bir düşmese olmaz dediğim için pişmandım. Çünkü önümü göremiyordum ve bende her dakika yere düşüyordum. Ve Aron, oflasa da bir Ada'yı bir beni kaldırıyordu. Çünkü Yiğit yolumuzu gösteriyor, Ali ve Ahmet de Barış'ın yürümesine yardımcı oluyordu. Diğerleri ise kendi canının derdindeydi.

"Biriniz güçlerini kullanarak şu lanet ışığı yaksın!" diye kükreyen Aron, yanılmıyorsam Ada'yı yerden kaldırıyordu. Tek düşen biz değildik tabii ki de. Arkamızdan gelen öğrencilerde düşüyordu. Çünkü yol büyük taşlarla çevriliydi ve ilerlememize hiç de yardımcı olmuyordu. Sanırım taştı bunlar. Gerçi içimden bir ses taş olmadığını söylüyordu.

Ahmet olduğunu düşündüğüm kişi tarafından önümüze yeşil bir ışık tutulunca rahatlamıştık. Tabii bu his ancak görüntü sabitlenene kadar sürmüştü. Işık kütlesi gözlerimiz önünde büyüyüp korkularımızı kuru kafalar ve çürümüş cesetlerin üzerinde gezinen siyah böceklere akıtırken Ali yüksek sesle gerilimi dışarı tükürdü.

"Yüce Zeus aşkına! Bu da ne demek oluyor böyle?"

Ağlamaklı sesi ile "Hepimiz burada öleceğiz." diyen Ada gibi kocaman açılmıştı gözlerim. Arkada birkaç kız yere çökmüş hüngür hüngür ağlıyordu. "Ölmek istemiyorum." Üstü başı odellerin siyah kanına bulanan kısa kıvırcık saçlı kız, saçlarını eline daldırıp çekiştirdi. "Ölmek istemiyorum..." Korkudan ve yaşadığımız durumdan şok geçirirken diğerleri de ondan farksız değildi.

Yiğit ve Aron sinirli bir soluğu dışarı verdiğinde ben cesetlere bakmakla yetiniyordum. Üzerlerinde sanki birkaç hafta öncesinden dayak yemiş gibi kırmızı pıhtılar vardı ve bir kısmı çıplaktı. Solgun tenleri mora kesmiş ve göz altlarını mavi bir tabaka halinde örtmüştü. Göz torbalarında derin ve pembe kabuklu, su toplayıp patlamış yanıklar vardı. Bir varlık tarafından diri diri yakılmış gibiydiler. Bir yaratık tarafından...

Aklıma gelen canavarla gözlerim mümkünmüş gibi daha da açıldı ve sesli bir şekilde dudaklarımdan o varlığın isminin dökülmesini sağladım.

"Galanlar...!"

Öğrenciler dehşet içinde bana bakarken az önce şoka giren kız şiddetli bir şekilde bağırmaya başladı. Taki... Ahmet, kızın ağzını kapatıp sesini kesene kadar.

"Ölmek istemiyorsanız acele edin!" Bağırmasa da sesindeki tehlikeli tını ile kalabalığı susturan Yiğit, hızlı bir şekilde önümüzden ilerlemeye başlamıştı. Korku ile kalkan öğrenciler de onu takip ederken derin düşüncelerden sıyrılan Aron elimi tuttu ve sanki bıraksa kaybolacakmışım gibi peşinden sürüklemeye başladı. Ayağıma değen kemik parçaları içimi bir buz misali yakıyordu. Titremeye engel olamıyordum. Katili olduğum cesetler önümde gibi bir hissiyat oluşuyordu ve vicdan azabı ile kahroluyordum.

Uzun yolun ardından bir tünele giriş yapınca nefes alıp verme sesleri duymaya başladım. Yakınlarda birileri varmış gibiydi. Devasa yılanlar ve gözleri oyuk oyuk olan odel halkı aklıma geldikçe titreme daha da artıyordu. Korkumu bastırmak adına soru soracağım sırada Ada benim yerime konuşmuştu. Muhtemelen o da tıpkı benim gibi korkusunu bastırmak adına konuşuyordu.

"Daha çok var mı?" Elleri iki yanında kendinden habersiz hareket eden, saçı başı dağılmış bir Ada vardı yanımızda. Yüzü gözü dağılan makyajından dolayı değişik bir hal almıştı. Gri kazağı tıpkı benim okul formam gibi şekilden şekile girmişti. Şu anki Ada ile boya badanası Ada yan yana getirilse konuşmak için birkaç kez daha düşünürdüm. Tıpkı şu an askıda kalan sorusunun sallanması gibi...

Kaşlarını çattığı sırada tekrardan konuştu. "Ne kadar kaldı?" Yiğit sinirle arkasını dönerken Ada'ya kötü bir bakış attı ve yoluna aynı ciddiyetle devam etmeye koyuldu. O ise bir anlık korku ile geri çekilse de tekrardan konuştu. "Daha ne kadar var dedim size?"

Yiğit bu sefer hışımla başını arkasına çevirirken "Kapa şu çeneni." diye tısladı. Ada ise sinirlenmek yerine gözlerini devirip başını başka bir yere çevirdi.

Geniş bir duvarın önünde yolumuz son bulurken etrafımıza baktım. Gerçekten de son durak gibi bir yerdi. Çıkmaz bir yolda kapana kısılmış gibiydik. O sırada Ali, Barış'ın kolundan çıkıp toprakla örülmüş duvara elini koydu ve bir şeyler söyledi. Duvara doğru konuşurken koyduğu elinden kırmızı bir dalga yükseldi ve dörde ayrılıp duvarın köşelerine tutundu. Dalga duvarı boylu boyunca boyarken duvarın ortasında mor bir halka belirdi ve dönmeye başladı. Her bir tam turunda bizdeki gerilim artarken artık yaşananlara şaşırmaz olmuştuk.

Biraz sonra duvar büyük bir gürültü ile yıkılırken Ali eli ile geçmemizi işaret etti. "Bu taraftan." derken sesi oldukça tedirgin çıkmıştı ve ister istemez bizi de ürkütmüştü.

Temkinli adımlarla içeri girdiğimizde dağılan duvar tekrardan birleşti. Gördüklerim karşısında biraz şaşırsam da fazla belli etmeden gözlerimi içeri çevirdim ve çevirir çevirmez Aron'un ellerinden koparılıp ince bir bedenin kollarına düştüm. Daha doğrusu iki çift kolun eline. Sona ve Melisa sıkı sıkı sarılıyordu. Onları iyi görmenin verdiği sevinçle kollarından çıkıp babamı aradım ama gördüğüm söylenemezdi. Korku içinde, gözlerim etrafta babamı ararken Aron'a çevirdim başımı. "Babam yok."

Aron yanıma gelirken sağ tarafımda diğerleri belirdi. Rüzgar, Tuğçe, Tuğba, Rüya, Buğra ve Uraz... Rüzgar benim iyi olduğum kanısına varıp Melisa ile birlikte Barış'ın yanına gitmişti. Diğerleri ise tanıdıklarını aramaya koyulmuştu. Bense askıda kalan sorumun cevaplanmasını bekliyordum. Beklediğimi fark eden Sona hızlıca konuşmaya başladı.

"Konsey üyeleri profesörü aramaya gitti. Saatlerdir kayıp, yangından çıkmasını umuyorlardı." Bu cümleleri tiksinir gibi kurmuştu. Haklıydı da. O lanet adamı ne diye arıyorlardı ki? Hem de gece vakti! Aynı şekilde bende kaşlarımı çattım. Aron, gözlerini üzerimden çekip Buğra'ya hitaben konuştu. "Her şey hazır mı?" Buğra başını 'evet' anlamında sallarken mutsuz gibiydi. Muhtemelen kayıp babası için endişeleniyordu.

Hem sabahtan beri ortada dönen garip bir plan vardı ve şu saatten sonra anlamıştım ki tıpkı Buğra gibi Uraz ve Aron'un da bu plandan haberi vardı ve planları yangınla birlikte alt üst olmuştu. Yine de kısmen de olsa onlarca kişinin katili olmuşlardı.

Düşüncelerimden Uraz'ın sesi ile ayılırken başımı ona çevirdim. "Zamanımız kalmadı. Bir an önce gitmeliyiz." Kaşlarım bir şeyleri kavramak amaçlı kısılırken Sona elimden tutmaya başlamıştı. Hızlı adımlarla saniyeler sonra geniş bir alanda, dikili bir taşın etrafında toplanmıştık.

Etrafıma bakındığımda pek bir ayrıntı göremedim. Ancak etrafına toplandığımız şeyin üzerindeki kırmızı kapaklı defter fazlası ile dikkat çekiciydi. Dikili taşın hemen hemen sivri ucuna yerleştirilmiş olan defterin orada sabit bir şekilde durduğu aşikardı. Yoksa şimdiye kadar etraftaki öğrencilerin nefesinden ve hareketlerinden yıkılmış olması gerekiyordu.

Benim gibi diğerleri de itina ile defteri incelerken Uraz konuşmaya başladı. "Buradan kurtulmamızın tek yolu boyut değiştirmek. Bu yüzden hemen şimdi yeminlerimizi edip şehirden uzaklaşıyoruz. Kalırsak hepimiz o yaratıklar tarafından öldürüleceğiz." Hiçbir şey anlamayan gözler çoğalırken Uraz sıkıntı içerisinde bir nefes verdi.

"Bu kitap bizi yer altı kütüphanesine çıkaracak ve oradan da odel ve galanlardan uzak bir şehre. Şu an güçsüzüz ve çoğumuz bir tehlikeyi daha kaldırabilecek durumda değiliz. En azından güçlenene kadar sabretmelisiniz. Ne zaman ki tam anlamıyla kendimizi bir savaşa hazır hissederiz, işte o zaman geri döner ve şehrimizi kurtarırız."

Uraz'ın konuşması bittiği zaman herkesin yüzünde bir umut ışıltısı belirmişti. "Bu yüzden şimdi yeminleri ediyor ve söz veriyoruz. İlk ben başlıyorum. Sizler de benim yaptığım gibi yeminlerinizi edeceksiniz." Öğrenciler anladım anlamında başını sallarken Uraz kitaba doğru adımlamaya başladı. Tam önünde durduğu sırada elini kitabın üzerine koyarak konuşmaya başladı.

"Ben, Athena'nın manevi torunu yarı tanrı Uraz Doğanay. Soyumu ve halkımı koruyacağıma yemin ediyorum."

Uraz, sözlerini bitirir bitirmez kitabın önündeki duvara kırmızı bir ışık düştü. Demek ki boyut kapısı bu şekilde açılıyordu.

Uraz 'bu şekilde' der gibi başını sallarken bir başka kişi geçti ve yemini aynı şekilde yaptı. Yaklaşık bir otuz kişi yemin ederken ışık geniş bir şekilde duvara şeritler halinde yayılıyordu.

"Ben, Kirke torunu büyücü Melisa Doğanay. Soyumu ve halkımı koruyacağıma yemin ediyorum."

"Ben, Kirke torunu kara büyücü Barış Çetiner. Soyumu ve halkımı koruyacağıma yemin ediyorum."

"Ben, Kirke torunu büyücü Sona Aliyeva. Soyumu ve halkımı koruyacağıma yemin ediyorum."

"Ben, Sardexia torunu yenula Ahmet Şafak. Soyumu ve halkımı koruyacağıma yemin ediyorum ediyorum."

"Ben, Kasehi torunu alfilik Tuğçe Demir. Soyumu ve halkımı koruyacağıma yemin ediyorum."

"Ben, Eemes torunu efilya Tuğba Kaplanoğlu. Soyumu ve halkımı koruyacağıma yemin ediyorum."

"Ben, Afrodit torunu yarı tanrı Ada Kaplanoğlu. Soyumu ve halkımı koruyacağıma yemin ediyorum."

"Ben, Ares torunu yarı tanrı Yiğit Karakuyu. Soyumu ve halkımı koruyacağıma yemin ediyorum."

"Ben, Apollon torunu yarı tanrı Buğra Kantekin. Soyumu ve halkımı koruyacağıma yemin ediyorum."

"Ben, Eemes torunu efilya Ali Boral. Soyumu ve halkımı koruyacağıma yemin ediyorum."

"Ben, Kirke torunu büyücü Rüzgar Soyhan. Soyumu ve halkımı koruyacağıma yemin ediyorum."

Sıra Aron'a geldiğinde tereddüt etmeden deftere doğru adım atmaya başladı. Ancak her ne kadar ciddi görünse de gözlerinde ikinci defa bir korku belirmişti. Bu hiç de normal bir şey değildi. Kısa süre sonra o da başına geçti. Elini kapağın üzerine koyduğu sırada konuşmaya başladı.

"Ben, Lupa torunu yarı tanrı kurt Aron Steinfeld. Soyumu ve halkımı koruyacağıma yemin ediyorum."

Aron yeminini ettikten sonra sadece iki ışık şeridi kaldı duvarın açılması için. Yeminlerini etmeyen bir tek Rüya ve ben vardık. Nedense içimde bir tedirginlik yer edinmişti. Galan olduğumu herkes öğrenecekti. Ama korkum bu kadar basit bir sebepten değildi. Hoş! Ben de onların gerçek kimliklerini öğrenmiştim ve bu saatten sonra hiçbir şeyin anlamı kalmamıştı. Aron bile ilk defa pes etmiş görünüyordu. Zaten Barış'ın kimliğimi açığa çıkarmamak için yaptığı büyüden sonra artık geri dönüşü olmayan bir şekilde herkese galan olduğumu söylemek istiyordum.

Adım adım ilerlerken Rüya eli ile kolumu tutup önüme geçti ve gözlerime baktı. Yine anlamsız bir hüzün geçmişti kirpikleri arasından. Bana derin bir şekilde bakıp deftere doğru adım atmaya başladı. Önüne geldiğinde başlarda tereddüt etse de aldırmadan elini kitabın üzerine koydu ve yeminine başladı.

"Ben..., Sthone torunu galan Aymira Çetiner. Soyumu ve halkımı koruyacağıma yemin ediyorum."

Yemin biter bitmez herkesten şaşkınlık nidaları yükselmişti. Tanrı aşkına! Bu aptal... Tanrım... Benim adımla benim soyumla yemin etmişti ve işin en iğrenç yanı ışık şeridi doğruluğu kabul edip duvarda yerini almıştı. Ne yani? O ben miydi? Ben diye bir şey hiç olmamış mıydı? Lanet olsun! Hayır, hayır, hayır... Bu... Çok saçmaydı!

"Saçmalık!" diyen Aron'un yüz ifadesi herkesten beterdi, yüzünde ciddi derecede hayret ve korku vardı ama asla benim çarpılmışlığımın yerini alamıyordu.

İtirazlara aldırmadan hızlı bir şekilde lanet kitabın yanına gittim ve Rüya denen ya da her ne haltsa işte, deliyi hışımla itip kitabın üzerine elimi koydum. Sabırsızdım ve olacaklardan korkuyordum. Benden iki tane olamazdı, değil mi?

"Ben, Sthone torunu galan Aymira Çetiner. Soyumu ve halkımı koruyacağıma yemin ediyorum."

Yerimde duramaz bir şekilde ışığın belirmesini beklerken mavi bir ışık belirdi. Ve kitap dillendi.

"Yalancıya verilen son ikinci şans."

Konuşan şeye mi şaşırsam yoksa bana, benim hayatıma, gerçekliğime yalan demesine bilemiyordum. Öfke ile başımı yerde yatan Rüya'ya çevirip kolundan sinirle tutup kaldırdım. "Bütün bunlar da ne demek oluyor?!" Rüya kollarını öfke ile çekerken yüzüme doğru tısladı. "Benim hayatımı çaldın demek oluyor!" Şaşkınca ona baktım. O ise, elimi kitabın üzerine koydu ve şaşkınlıkla bizi izleyen kalabalığa aldırmadan konuştu. "Dediklerimi tekrarla." O utangaç kız nereye gitmişti? Karşımda resmen saatli bir bomba varmış gibi dikiliyor ve emir veriyordu. Elimi defterden öfke ile çekeceğim sırada daha sıkı tutup tısladı. "Dediğimi yap." Debelenmeyi bırakıp konuşmasını bekledim.

"Ben..." Dediklerini tekrarlamak amaçlı dudaklarımı araladım. "Ben..." Gözlerime bakıp devam etti. "Mavris kızı, karanlık, kayıp kraliçe odel Lilith." Gözlerim kocaman olurken elimi kitaptan hışımla çektim ve kitap tekrardan konuştu. Tabii tek konuşan o değildi. Zira herkes şaşkınlık içerisinde bir şeyler fısıldıyor ve korku dolu gözlerle bize bakıyordu.

"Yalancı sözünü tamamlamadı. Verilen son şans." Gözlerim duvara kayarken ışık yeşile dönmüştü. Rüya sıkıntı ile bir nefes verirken elimi tekrardan kitabın üzerine koydu ve "Dediğimi yapmazsan buradan hiç çıkamayız."

Bilemiyordum! Bundan sonra ne olacağını bilemiyordum. Ben diye bir şey olmamıştı. Annem olmamıştı, babam yoktu, Aron yoktu... Hayatım koca bir yalandı! Yalanların ağında yıllarca boşu boşuna dolanmıştım. Pençelerine aldığı beni, kukla gibi oynatmıştı hayat. Boşluktum ben! Hiçtim! Olan oldu inancı ile sinirle bağırarak, dile getirirken bile tiksindiğim gerçek kimliğimi haykırdım duvara.

"Ben! Mavris kızı, karanlık, kayıp kraliçe odel Lilith! Soyumu ve halkımı koruyacağıma yemin ediyorum!"

Öfke ile kurduğum yemin karşısında, yeşil ışık, kırmızı şeride döndü ve duvar bir tünele dönüştü.

Ve işte!

Koca bir şaşkınlık daha!







Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro