Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

18. BÖLÜM "PROFESÖR VE PLANLARI"

Ölüm.

Kurumuş bir bedeni ne denli yakabilirdi? Ya da buz kesmiş bir kalp daha ne kadar soğuğa mahkum edilirdi? Fazlası ile dehşet derecede yakardı, fazlası ile soğuturdu.  belki de. Trajik olayların gölgesinde sinsice pırıldardı veya. Buzdan bir mücevher gibi beynine kazınırdı, sen farkına dahi varamadan.

Yüzüme indirilen soğuk sularla ayılmaya çalıştım. Fakat boynumdaki ağrı yerini sızıya bırakmıştı. İçimdeki bir ses kırılmadığına şükret derken akıl hastanesinin katil kızı, kötü Aymira, o lanet olası hayvanı öldürmek istiyordu. Kafamı yanı başımdaki suya uzanmak için çevirirken acı içinde inledim.

"Ah!"

Ağrıyan ellerimi omzumun zonklamasına aldırmadan boynuma götürdüm. Açıkçası hangisinin daha fazla kıvrandığını düşünemiyordum. Zira bütün bedenim acı içinde kıvrılmayı iyi beceriyordu.

"Dikkat et." diyen Aron ile kaşlarımı çattım. Alnımın bile ağrıdığını hissetmiştim. Oynatamadığım dudaklarım arasından zar zor tısladım. "Seni ilgilendirmez."

Aron öfke ile solurken bardağa uzandı ve bana doğru atik bir hareketle suyu yaklaştırdı. "Seni ilgilendiren her şey beni de ilgilendirir baş belası." Suyu içmeme yardım ederken göz göze geldik. Sözlerini bitirdiğinde bardağı siyah masanın üzerine koydu. "Yaaa. O zaman Uraz ile de ilgileniver, dayı." dedim kendimden emince. Dayı kelimesini bilerek vurgulamıştım. Böylece kendimi saçma sapan düşüncelerden arındırabilirdim.

Aron'un gözlerinden geçen öfke dalgası salise salise arttı. Yumruk yaptığı elinde takılı kaldı gözlerim. Gözlerinde gördüğüm saf nefreti bana kızarken bile görmediğime yemin edebilirdim. "O herifin bırak yanında bulunmayı, adını dahi anmayacaksın." Sesini yüksek çıkarmamakta kararlıydı ama baskın tonunu iliklerimde hissediyordum. Kızacağını bilsem de çekinmeden konuştum. Sonuçta Ada'ya gülümsemişti! "Ne o? Ada'yı paylaşamıyor musun? Çok mu gücüne gidiyor Ada'nın Uraz'ı sevmesi? Çok yazık."

Sözlerimin ardından masaya inen yumruk bir oldu. Ağrıyan bedenimin sıçradığını hissettim. Bardak yerde tuz buz olurken sandalyeden kalktı ve okulu inletecek derecede bağırdı.

"O kuruntulu beyninde neler geçiyor? Lanet olsun! O sürtüğü sevdiğimi nasıl düşünürsün?! Ben sadece se... Ben... Kahretsin! Hiçbir şey anlamıyorsun!"

Şaşkın bir şekilde hareketlerini izledim. Bir süre sonra hışımla dışarı çıktı. Çıkarken kapıyı kırarcasına çarpması ile yine yerimde sıçramıştım. Dengesizliği hız kesmeden kaldığı yerden devam ediyordu.

Peki... Ada'yı sevmiyorsa ona neden gülmüştü? Neden? Madem senin için bir sürtükten ibaret neden yanından kovmadın?! Ben neyi anlamıyorum?! Neyi?! Yaşadığım duygular zaten fazlası ile yasak!

Neden tüm belalar beni bulmak zorundaydı?!

Adının Yalancı Asperatus olduğunu öğrendiğim tüyleri olmayan yeşilimsi, maviye sahip kanatlarla, attığı sağır edici çığlıklarla oldukça çirkin devasa bir yaratık tarafından önce havalanmış, ardından da ormanlık bir alana kaç metre olduğunu tahmin edemediğim bir yükseklikten aşağı bırakılmıştım. Cidden... Bu şehir benden ne istiyordu?

Yaşananların ardından yapılan açıklamaların artık aslının olduğunu düşünmüyordum. Yok efendim birden fazla olan yaratıklar bu şehirde bulunurmuş, yok efendim benim o devasa canlı tarafından havalanmam çok normalmiş... Topluca akıl hastanesine yatmaları gerekiyordu. Bir aptal bile bu söylenenlere inanmazdı, kaldı ki ben inanacaktım? Kendini bir şey sanan aptal herifler! Hiçbirinin bir halt bildiği yoktu ya da bildikleri için saçma sapan sebeplerle olayların üstünü kapatıyordular.

Düşüncelerim ve ağrılarımla boğuşurken kapı yavaşça aralandı ve içeri Sona ve Melisa girdi. Ellerinde kantinden aldıkları birkaç abur cubur vardı. Muhtemelen gönlümü alma çabası içindeydiler fakat ben bu abur cuburlara kanar mıydım? Orası muamma...

Az önce Aron'un kırdığı bardağı görünce bana soru soracak gibi oldular ama ağızlarını bir açıp bir kapayarak pek de becerdikleri söylenemezdi. Huzursuzca "Aron kırdı." dedim. Yüz ifadem oldukça donuktu. Sona ağzında bir şeyler geveledi. Devamı gelmeyince Melisa dışa dillenmeyi başardı. "Aymim... Yapma böyle ama... Ada ile dalga geçiyorduk işte. Senin yemeğe gelmeyeceğini söyledi Yiğit. Nereden bilebilirdik."

Acıyan kafamı kızgınlıkla çevirdim. Demek, o Yiğit denen kızıl kafanın altından çıkmıştı bu iş. Bakışları beni bulduğunda bir gerçeği yineledim. "Arkadaş dediğin, başkalarının sözüne inanmaz." Sözlerimle Melisa'nın yüz ifadesi düşse de aldırış etmedi ve yanıma oturdu. "Bir daha, isterse profesör olsun, kimsenin sözüne inanmayacağım." Gözlerimin içine bakarak kurduğu cümle karşısında başımı acıya aldırmadan yana çevirdim.

"Aymim..." Parmakları karnımda gezinirken beni güldürmeye çalıştığının farkındaydım. "Hırçın arkadaşım benim." Huylandığım kısımda gezen parmaklarla hafifçe gülerken Sona elinde sallandırdığı kekleri gözlerimin önüne getirdi. "Feriştahı gelse inanmayacağım bir daha. Gerçekten..."

Yaptıkları karşısında daha fazla dayanamayıp gülmeye başladım ama bu hareketim bütün kemiklerimi kırmakla kalmamış, fazlası ile acıtmıştı. Acıyla karışık gerildim ve "Söz mü?" dedim. Samimi soruma karşılık ikisi de başını 'evet' anlamında sallamıştı.

Affettiklerimin sayısı gün geçtikçe artıyordu. Kim bilir? Belki bir gün bu iyiliğim suistimal edilecekti? Belki... Affetmek nefes aldığım her gün yüreğimi kazığa yatıracaktı.

Kim bilebilirdi?! Cesedimin ölüm çiçeği kokusunda pembe tabutuna konulurken affetmenin çok yanlış bir karar olduğunu...





"Barış Çetiner! Rakibine karşı daha sert olacaksın!"

"Yeşim Günay! Hamster gibi arada dolaşmaktan vazgeç ve gardını al!"

"Ali Boral! Kız gibi davranmayı kes koçum! Atik davran!"

Hızlanan eğitimimizle birlikte artık bizim sınıfın da dövüş derslerine giren Aron, elini saçlarından geçirip daha sert bağırdı.

"Uyuşuk bir böcek gibi davranmayı kesin beyler ve adam gibi dövüşün! Rakip sen kolunu kaldırmadan seni öldürmüş olacak! Bu yüzden ilk öğreneceğiniz şey hız! Hızlı olmadan vurduğunuz sert darbeler rakibinize sadece zaman kazandırır. Sizinse gücünüzü azaltır!"

Kızların olduğu tarafa dönerken dalga geçer gibi gür tonda konuştu. Sesi duyan kızların gözü dolarken ince ve dar kıyafetlerin içinde iki büklüm olmuşlardı. Haktı! Ne diyeyim... Bol giyinmek varken seksi görünme çabasında idiler ve Aron, bırak onlara bakmayı, kızları resmen dayaktan geçirmişti.

"Pahalı yerlerde teninizi yaktığınız solaryum değil burası! O kıyamadığınız narin bedeninizi kaldırın ve dövüşün hemen! Yoksa birazdan sizi diri diri ben yakacağım!"

Başını Tuğçe cadısına çevirirken hepimizden fazla bağırdı. Çünkü Tuğçe, dövüştüğü kız ile sırf aynı eşofmanı giyindi diye kızı saçından sürüyordu. Güleyim mi bilemedim doğrusu. Yanımdaki Ahmet de bana eşlik ederek gülerken Tuğçe birazdan kesinlikle ağlayıp kaçacaktı.

"Düşmanın saçını çekmeyi kes aptal! Yanına gelip kemiklerini kırmamı istemiyorsan suratına vurmaya başla!"

Tuğçe, korku ile ellerini kızın saçından çekerken ağzında özür diler gibi bir şeyler geveledi ama Aron'un umurunda olmadığı aşikârdı.

Ciddi anlamda öğrencilere kök söktürüyordu!

Ahmet'in omzuma vurarak gülmesiyle başımı ona çevirdim.

"Şanslıyız ha?" Sesindeki eğlenir tını gamzelerine de yansımıştı ya da bizim bugünlük de olsa dersten yırtmış olmamıza gerçekten de seviniyordu. Ona ayak uydururcasına gülümsedim. "Ne demezsin?" Her ne kadar dalga geçer gibi konuşsam da pek üstelemedi. Çünkü şu an tek dikkati acıya dayanamayıp bayılan kızlardı.

Aron... Çevresine emir verirken bir yandan da denek olarak erkeklerden birkaçı ile dövüşüyordu. Kahveye yakın koyu kumral saçları terlemiş saçlarını alnına düşürürken kızların neden bu kadar Aron'cu olduğunu düşündüm. İndirdiği her darbede gerilen vücuduna aldırmadan bir yumruk daha atıyordu. Mavi gözleri tehdit edercesine bakarken karşısındaki iri yarı çocuk da burnundan soluyordu ama elinden bir şey gelmiyordu. V yaka, göğsünü resmen gözler önüne seren, koyu lacivert tişörtü üzerine bol geliyordu ve boynundan göğsüne doğru uzanan muskaya benzer siyah zincirli kolye rakibine karşı kullandığı her taktikte ona farklı bir hava katıyordu.

Zaten Aron, çocukluğundan beri bu zinciri takıyordu. Küpe takan erkeklere karı kız deyip geçiştirmesi ve onları çevremden uzak tutması belki de küpe mevzuatının konusuydu. Gerçi akıl hastanesine yatmadan önceki zamanı hatırladığım söylenemezdi ve işin garibi Aron'u ve ailemi de hatırlamıyordum. Tüm suçlu, isyanlarıma rağmen vücuduma enjekte ettikleri lityumlardı. Hafızamı... Benden izinsiz şekilde alınan çocukluğumu uçurmuştu gökyüzüne. Kanat açarken kirletilen bir ruhu umursamadan...

Aklıma gelen, beni tüketen anılarla boğulduğumu hissettim. Acı dolu inleme sesleri arttıkça kulağıma dolan feryatlar da artıyordu. İçerisi fazla mı soğumuştu? Bir an önce dışarı çıkmalıydım.

Aron'un öğrencilerle ilgilenmesi ve saniyelik bile olsa gözlerini benden kaçırması üzerine kendimi kapıya attım. Kan emicilerin gelme ihtimaline karşı saate baktıktan sonra dışarı çıktım. Gündüz vakti de gelecek değillerdi. Aslında şu an yaptığım şeyin adı dersten kaçmaktı ancak bu benim suçum değildi. Sırf gözü önünden ayrılmayayım diye Aron yüzünden aşağı indirilmiştim. Acımasız olduğunu her yerde belli ediyordu ve adım kadar eminim, sırf Uraz ile ilgileniyorum dedim diye ceza olarak aşağı indirmişti.

Dile getirmek benliğimi hüsrana boğsa da her şey Aron'u kıskanmamla başlamıştı. Onun, boya badanası Ada'yı sevdiğini nasıl düşünürdüm? Zaten başıma ne geliyorsa bu düşüncesiz hareketlerim yüzünden geliyordu.

Düşüncelerimin verdiği yasaklarla banklardan birine oturdum. Açık hava hangi boyutta olursak olalım dilsiz düşlerimizin, âmâ kesilen ruhlarımızın üzerine amansız nefsini üflüyordu. Nasibimizi alsak da çoğu zaman, bir uyuşturucu misali ilk çekişte rahatlattığı paha biçilmez bir gerçekti. Tek fark işlenen suçların bilinçli bir şekilde yapılması idi.

Gözlerimi kapatıp başımı geriye atmamla boynumdan gelen çıtırdı bir oldu. Sesli bir lanet savururken elimi boynuma götürdüm. Kahrolası yaratık kim bilir kaç metre yüksekten aşağı bırakmıştı. Geniş yapraklı bir ağacın üzerine düşmesem bu sefer gerçekten ölmüştüm.

Sebebi...

Bu akademiye kaydın yapılır yapılmaz her öğrencinin güçleri elinden alınırmış. Çoğu itiraz etse de elinden gelmeyen sebeplerle evet demek zorunda bırakılırmış. Büyücüler... yarı tanrılar... Sona "Eğer güçlerim elimden alınmasaydı ilk işim profesörü öldürmek olurdu." dedikten sonra daha iyi anlıyordum her şeyi. Bu öğrenciler konseye o kadar kin ve nefret besliyordu ki... Güçleri ellerine verilir verilmez ele başlarını öldürecek kadar.

Ciddi anlamda düşününce burada çok değişik şeylerin olduğu kanısına varmıştım. Dokunamadıkları tek kesim kara büyücülerdi ve sırf onların gücünü ele geçiremedikleri için öldürme hedefinde idiler. Ah bir de galan halkı vardı tabii. Benim halkım...

Güçlerimin ne olduğunu tam olarak bilmiyordum ama kötü güçler olduğunun bilincindeydim. Gorgonlar babamın anlattığına göre gözleri ile karşısındakini taşa çevirebiliyordu ve yılanlarının attığı derin çığlıklarla kurbanlarını acı bir ölümün pençesine bırakıyorlardı. Ama ben tam anlamıyla bir gorgon değildim. Bir galandım, kötülükle harmanlanmış bir galan...

Ellerimi saçlarımdan geçirirken yanımda oluşan hareketlenmeye kafamı çevirdim. Ve onu gördüm.

Ne işi vardı yine bunun?!

Huzurumun içine etmesi ile ayaklanmaya başladım. Bir yerde de rahat bıraksalar olmazdı sanki. Hayır. Bende ciddi derecede devasa bir erkek mıknatısı vardı. Başka bir açıklaması olamazdı tüm bunların.

Kalkmama izin vermeden kolumdan tuttu ve gözlerimin içine bakmaya başladı. "Anlatacaklarım çok önemli, Yosun." Yerime tekrardan oturmama sebep olurken devam etti. "Dinlemelisin."

Derin bir of çektikten sonra kafamı salladım. Hayır desem eminim geçen akşam yaşananlar gibi bir rezillik peyda olacaktı ve nasibimi alacaktım. Kolumu bırakması için kaşlarımı çattığımda elini yavaşça üzerimden çekti ve kollarını dizine dayayarak saçlarını karıştırdı. Dizleri sinirden mi sabırsızlıktan bilemiyordum ama garip bir şekilde titriyordu. Okul formasının ceketini çıkarmış ve gömleğinin kollarını dirseğine kadar çekmişti. Saçları özgürlüğünü yitirmiş gibi geriye taranmıştı.

Sabırsızlığıma yenik düşüp "Seni dinliyorum." dedim. Ben de merak etmiştim artık. Kötü bir şeyler olduğu kesindi.

Derin bir nefes aldıktan sonra ellerini saçlarından geçirip mümkünmüş gibi daha da geriye attı ve başını bana çevirdi. Mavi gözleri her ne kadar nefret ve sinir barındırsa da acı çeker gibi bakıyordu.

Evet! Kötü bir şey olmuştu!

"Başımızda büyük bir belâ var, Yosun." Endişe içinde kurduğu cümleye gözlerimi devirdim. Bunu konseyde söylemişti, değil mi?

"Bunun zaten hepimiz farkındayız ingiliz azması. Yani... Üzülmene gerek yok."

Kaşlarını çatarken elini tekrardan saçlarından geçirdi. Bu çocuğun sinirlenmesi hiç hoşuma gitmiyordu ve sanırım sinirli halini ilk defa görüyordum.

"Başımızdaki asıl belâ..." dedi. Gözleri, gözlerimi buldu. "Babam."

Şimdi kaş çatma sırası bende idi. Buğra'nın babası şehrin efendisiydi. Yani Profesör ve bizi sözde yaratıklardan korumak için eğiten adam. İmkansız gibi görünüyordu. Konsey dese belki daha inandırıcı olabilirdi.

"Babanı ne ile suçladığının farkında mısın?"

"Anlamıyorsun Yosun. Bak. Bu akademiye giriş yaparken hepimizin güçlerine kilit vurulur. Kendi çocuğu olmama rağmen benim de güçlerim elimden alındı. Peki bu güçler ile ne yapıyorlar biliyor musun?" Heyecan ve sinirle sorduğu soruya karşılık tek kaşımı kaldırıp "Ne?" der gibi baktım. "Güçlerimiz üzerinde deney yapıyorlar."

Şaşkınlıkla ağzım aralandı. "Nasıl olur ya? Ne deneyi?" dedim. Önüne tekrardan dönerken gözlerini kaçırdı. "Ölüm deneyi."

Gözlerim şimdi de hayrete bürünmüştü ve merak duygum daha da artmıştı. "Ölüm deneyi?" derken adı bile ürkütücü olan deneyi sormaya çalıştım. Önünü tekrardan bana döndü ve sol kolunu oturma bankının üst kısmına koydu. "Bu anlattıklarım saçma gelebilir ve inanmaya da bilirsin. Neden sana anlattığıma gelince güvendiğim tek kişisin ve bu konu seni fazlası ile ilgilendiriyor."

Kafasını banka dayadığı kolunun üzerine koyarken rahat görünmeye çalışıyordu ama pek becerdiği söylenemezdi.

"Biliyorsun ki Profesör benim babam ve neredeyse her yaptığından haberim oluyor. Yani genelde... Bu yaptıklarından birkaç ay önce haberim oldu. Eğitim düşüncesi ile öğrencilerin güçlerini çalıp onlara dehşet derecede kötü güçler veriyorlar. Bunu yaparken kimsenin ruhu duymuyor, konseyin bile. Fakat bu, konseyin suçsuz olduğu anlamına gelmiyor."

Kaşlarım anlamazlık içinde havalandı. Devam etmesi için işaret yaptım. Çok geçmeden devam etti.

"Konsey babama çalışıyor. Bu iğrenç şeyin yapıldığından haberleri yok ama bizleri birer piyon olarak kullandığından haberleri var."

Ellerimi saçlarımdan geçirip derimi parçalayacak derecede sıktım. Biliyordum! Konseyin bir şeyler çevirdiğini biliyordum!

"Yosun... Yakın zamanda hepimiz öleceğiz. Yıllar önce yapılan deney tekrarlanmak üzere bizi bekliyor. Tek bir kişi bile sağ çıkamayacak."

Kafasını kaldırıp doğrulurken şaşkınlık içinde konuştum. "Bu konu seni fazlası ile ilgilendiriyor dedin?"

Kolunu da banktan çektikten sonra daha dik bir şekilde doğruldu. Gözleri yine beni bulmuştu.

"Senin güçlerini ele geçiremedi ve birkaç öğrencinin daha. Şu an odasında sinirden dört dönüyor ve senin gibi birkaç öğrenci için çok kötü şeyler düşünüyor."

Kimliğimi bilmiyordu fakat öğrenmelerine ramak kalmıştı! Tanrım!

Ellerini dizlerine koyarak ayaklanmaya başladı ve başını yavaş yavaş bana çevirdi.

"Bu öğrencileri..." Sesi pürüzlüydü. "... öldürmeyi düşünüyor. " Bedenim buz kesildi, önce. Bu kısa cümle hücrelerimi dilim etmişti. Nefes alamadım. Oturduğum yere mıhlanmıştım.

"Seni öldürmeyi planlıyor, Aymira."

Ayaklarım yine istemsizce titremeye başladı. Ölüm korkusu... Katil birinin ölümden korkması... Her ne yaşarsam yaşayım, ölüm şu hayatta en çok korktuğum şey olarak kalacaktı. Her zaman kabuslarımı süsleyecekti. Gerginliğini dudaklarıma üfleyecek ve gizem dolu çığlıklarına anılarımda can bahşedecekti.

Düşüncelerim sağa sola hırpalanırken onu duydum. Sesi tok ve pürüzlüydü.

"Aymira'yı kim, neden öldürüyor?!"

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro