13. BÖLÜM "BİR HAYALETİN NEFESİ"
"Aymira? Tatlım uyan artık. Sabah oldu. Bak, endişeleniyorum ama. "
Kulağıma dolan melodik sesle birbirine kenetlenen gözlerimi güç bir şekilde araladım. Çok tanıdıktı ve istemsizce uyuşmuş bedenimi rahatlatıyordu. Gözlerimi karanlığın kalbinden çekerken karşımda gördüğüm kişi ile bugünkü bilmem kaçıncı şokumu yaşıyordum.
Bugün. Tanrım! Bugün o günse. Dün neler olmuştu? Aron neredeydi? Ya odeller? Peki babam? Mühür?
Lanet olsun! Neler oluyordu?!
"Sadece ufak bir kaza canım. Başını vurdun. Babana o kadar söyledim, şu dolabı koridordan çekelim diye. Dayında kapağı açacağı zamanı bulmuş işte. Bir anda oldu. Ah. Tatlım ağrımıyor değil mi? İstersen ağrı kesici getireyim..."
Gözlerim şaşkınlıkla aralandı. Yatakta doğrulmaya çalıştım. Pikeyi üzerimden çekerken halen bana endişeli gözlerle bakmaya devam ediyordu. Bedenimde bir yerlerde bir hasar ararmışçasına başını üzerimden eksik etmiyordu.
Kalkacağım sırada yatağın kenarından kalktı ve endişeli ses tonunu tellerinden düşürmeden konuşmaya devam etti.
"Tatlım... Senin dinlenmen lazım." Saçlarıma sıcak ellerini dokundururken devam etti. "Ben sana bir ıhlamur getireyim. Baban içmeni söyledi. Bu bitki onu yoğun iş günlerinde rahatlatıyormuş. Senin de rahatlaman lazım, değil mi?" Şevkatli ellerini saçımdan çekerken gözlerinin içi gülüyordu. Yeşil gözlerine ayak uydurmaya çalışan kırmızı dudakları hilal şeklini alırken beyaz yanağındaki ufak çıkıntı her zamanki muhteşemliği ile belirdi. "Hemen dönüyorum." Gülümseyerek odadan çıkarken arkasında şaşkın ve delirmiş bir kız bıraktığının farkında değildi.
Evet. Delirmiştim! Bu kez resmen delirmiştim. Tanrım! Daha dün ya da bugün Aron ve ben mühürlenmiştik... Aslında o gün hiç yaşanmamış mıydı? Belki de o gün bugündü.
Kahretsin! Kahretsin! Binlerce kez kahretsin!
Bu olanlar imkansızdı. Benim annem yoktu! Tamı tamına iki yıl geçmişti aradan. Bu... Bu nasıl olabilirdi? Böyle bir şey olamazdı. İmkansızdı!
Olduğum yerde kendimi yemeden ayağa kalktığımda hissettiğim şey ayaklarımın altındaki ıslaklıktı ve giderek artan su birikintisi. Dehşet içinde gözlerim büyürken etrafı ani bir hareketle kolaçan etmeye başladım. Görünürde hiçbir şey yoktu. Her zamanki odamdı. Kurbağa koltuk bile yerli yerindeydi. Ama basbaya ayağımdaki ıslaklığı hissediyordum ve bileklerime kadar ulaşmıştı. Hızlıca yere eğildim ve ellerimi zemine değdirdim ama ıslanmamıştı. Aksi gibi kupkuru duruyordu.
Ellerimi sinirle kısa saçlarıma daldırdım ve sağa sola aklını yitirmiş gibi gidip gelmeye başladım.
Saçmalıktı! Rüyadan uyandın desen annenin işi ne? Onu yıllar önce kaybettin. Ölümünü gözlerinle gördün. Seni nasıl tembihlediğini daha dün gibi hatırlıyorsun. Rüya desen...? Böyle rüya olmaz olsun!
O annem değildi! Annem olamazdı. Benim annem bu kadar şevkatli değildi. Onun şevkati sadece Aron'aydı. Ben her zaman ilgisiz bir kız evlat olarak kalmıştım. Aron özel okullarda eğitimini tamamlarken ben akıl hastanesinin duvarlarında saatlerce ağlamıştım. Aron için çeşit çeşit çizim malzemeleri alınırken, benim elime kaydolduğum devlet lisesinin disiplin kağıtları geçiyordu. Hayır... Hayır! O annem değildi! Benim annem bu kadar şevkatli değildi.
Annem değilse, kimdi o zaman?
Aklıma ani bir şekilde giriş yapan düşüncelerle ıslak ayaklarımın zeminden kayışını izledim. Yanık et kokusu burnuma nüfuz etmeye başlamıştı. Etraf kararıyordu ve koku yerini kana bırakıyordu. Çürük cesetler her zaman ki morluğu ile karşımdaydı işte! Kalbim kararıyordu!
Gece lambasının masadan ayrılışını umursamadan ellerimi sehpaya dayadım ve gözlerimi kapadım. Lambadan düştüğü gibi kırılan sarı cam parçaları ayağıma saplanmıştı ve çürük kan kokan odamı taze kana boyamıştı. Gözlerimi aralayıp can havli ile ayağımı tuttum. Baş parmağımın ortasında derin kesikler oluşmuştu.
Sersem bir şekilde onları ayıklarken odamın kapısı açıldı. Başımı kanlı cam parçalarından çekerken içeriye annem ve babam girdi. Yardım etmeleri umudu ile gözlerim ışıldadı bir an. Kısık ama belirgin bir tonda seslendim. Fakat beni umursamadan dolaba yöneldiler. Birkaç kez daha babama seslendim ama beni fark etmiyorlardı.
"Tatlım. Sence oğlumuza bu mu daha çok yakışır, yoksa bu mu?"
Annem elinde ki bebek kıyafetini babama doğru uzatırken bugün şokların en alasını yaşıyordum. Bebek! Erkek bir bebek! Annem ve babama ait olan erkek bir bebek.
"Bence mavi olan. Gözleri gibi masmavi. Aslanıma o pembe kazağı giydirmeyi aklının ucundan bile geçirme Delfin Hanım."
"Ama hayatım..."
"İtiraz kabul etmiyorum. Bu dünya da bir tek evladım var benim. Onu da kız gibi giydirmene izin vermem."
Babam annemin sözünü keserken ince belinden tutup kapıya yöneldi ve dışarı çıkmaya başladılar. Bense arkalarından aval aval bakakaldım.
Lanet olsun! Ne tür bir kabustu bu?
Ben... Ben şimdi onların çocukları değil miydim? Kız çocukları olmamış mıydı? Babamın... Annemin... Hatta Aron'un anlattığı her şey birer yalan mıydı?
On yedi yıllık hayatım koca bir yalandan mı ibaretti?
"Kaç yıllık hayatın, Lilith?"
Sorularımda boğulurken yaklaşan kan kokusunun beraberinde getirdiği ses ile ani bir hareketle geriledim. Hatta yerimde sıçradım. Sesin geldiği yöne doğru kafamı çevirdiğimde gördüğüm siluet karşısında az önce devirdiğim gece lambasının yerini almış bulunmaktaydım. Kırılmış, parçalanmış, yıpranmış ve başına gelecek olan şeylerden dolayı gözlerini karanlık dünyaya dehşet içinde açmış bir gece lambası gibi... Tutunduğum sehpaya biraz daha sindim ve karşımdaki siluetin her ne kadar bakmaya korksam da gözlerine bakmaya başladım.
Oyuk gözleri ile nereye baktığını kestiremiyordum. Burnu yoktu ama nefes alırcasına siyah dişlerinin arasından fısıldıyordu. Başının üstündeki gri dumanlarla bana doğru yaklaşıyordu. Her adımında parmak uçları ve başındaki dumanlar gerisinden onu takip ederek esintili bir şekilde ahenkle dans ediyordu. Rüyamdaki ya da her neredeysem, dün gördüğüm yaratığa çok benziyordu.
Yanıma ulaştığında kafasını sağına yatırarak oyulmuş gözlerini gözlerime dikti. Gri boşlukların içinde ince bir tabaka halinde kırmızı çukurluklar vardı. Bir şeyler hareket ediyordu ama o kırmızı şeylerin ne yapmaya çalıştığını anlamıyordum. Gözlerim var olmayan gözlerinde takılı kalmıştı. İstemsizce anısız ya da milyonlarca anı barındıran gözlere bakarken kuruyup, çatlamaktan çürük pembe rengini alan susuz dudaklarını aralamaya başladı. Gözlerim ağız çevresine kaymıştı. Morumsu dudakları ayrıldığında kırışık yüzü gerildi. Siyahi dişleri daha bir kararmıştı ve dişlerinin üzerinde de tıpkı gözlerinde olduğu gibi kızıl pıhtılar vardı. Tanrım! Leş mi yemişti bu yaratık?
"Kaç yıllık hayatın küçük kız...?"
Bu sefer o garip ismi kullanmadan, yinelediği soru karşısında sadece titriyordum. Tanrı aşkına! Gecenin bir yarısı uyanıyorsunuz ve karşınızda bir yaratık! Kim olsa titrer. Elime tava alıp kovalarım diyenlere sesleniyorum! Siz elinize tavayı alana kadar yaratık sizi yer!
Ah! Ne diyorum ben?
Ben saçma sapan düşüncelerimle yeni bir polemik yaratırken beni bir kez daha titreterek bağırdı.
"Kaç yıllık?!"
Ses tonunun yükselmesi karşısında gözlerimi ağzından çekip olmayan burnunun yerine kaydırdım ve gözlerine bakmamanın verdiği cesaretle kısık ama duyulur bir sesle konuştum.
"O.o. On... O. O. On.. O. On yedi."
Her ne kadar gözlerine ve o iğrenç ağzına bakmasam da sesimdeki titremeye engel olamamıştım. Kanayan ayaklarım zangırdıyor ve dizlerimi uyuşturuyordu. Vücudumun salgıladığı adrenalin olmasa kesinlikle yere kapaklanmıştım.
"On yedi yıl..." dedi düşünür gibi. "Senin yüzünden ölen kızın ruhu ile geçirdiğin koca bir on yedi yıl..."
O, yaşımı ağzında gevelerken titremeye devam ediyordum. Benim yüzümden kim, neden ölmüştü?
"Sattara..." dedi, kansı nefesini yüzüme üfleyerek. "Sattara ne demek, Lilith? "
Sesindeki tınıya anlam vermiyordum. Benim olmayan, geçen gördüğüm rüyadaki annemin kurduğu isimle çağrışan o adı, benimle daha geçer gibi telaffuz etmesi tüylerimi ürpertirken cevap veremeyen bana karşılık kendi sorusunu cevapladı.
"Sattara... On yedi demek. Peki sen... On yedinin anlamını biliyor musun?"
Çeneme doğru hangi ara süzüldüğü belli olmayan damlaya dokunmaya çalışır gibi yaptı bir an. Sonra uzun tırnaklarla döşeli dumanlı elini yüzümden çekti. Ayağımdaki acıdan mı yoksa korkudan mı ansızın firar eden göz yaşlarım arasında başımı bilmiyorum anlamında salladım.
"Kime göre Sattara...? Neye göre Sattara...? Küçük kadın?" dedi ve benim olanları idrak etmeme izin vermeden duman oldu.
Dehşet içinde sehpanın yanındaki duvara yaslandım ve olduğundan hızlı atan kalbime elimi koyarak nefesimin düzene girmesini bekledim. Hızlı ve sürekli artan nefesimin arasında oda da kendini bariz bir şekilde belli eden yanık bir et kokusu vardı. Kokuyu almamayı umarak gözlerimi kapadım.
Bir şeyler yapmalıydım! Hemen şimdi! Bir şeyler yapmalıydım!
Korkuyla kapanan gözlerimi de sakinleştirip açtım ve etrafta gezindirmeye başladım. Aklımı çalıştırmalı ve ne olduğunu tam olarak anlamadığım şu alemden kurtulmalıydım.
Bir yerlerime çimdik atsam, fazla peri masalıydı. Kessem... Ayağım zaten paramparçaydı. Belki de şu an da yapmam gereken en olağan şey kaçmaktı. Evet... Evet! Kaçmalıydım!
Ayağımın acısına aldırmadan sendeleyerek kapıya doğru yöneldim. Etim çekiliyordu ve ayağımdaki kemik derime batmaya başlamıştı. Her ne kadar bu tür acılara alışık olsam da burnuma nüfuz eden yoğun kan kokusu tüm dikkatimi dağıtıyordu. Kan kokusu şüphesiz nefret ettiklerim listesinde birinci sırayı paylaşıyordu.
Ayağımdaki derin kesik, yerini sızlamaya bırakırken kapıya ulaşmış bulunmaktaydım. Can havli ile kapı koluna asıldım ve bu lanet odadan kurtulabilme umudu ile kapıyı açmaya çalıştım. Çalıştım çünkü kahrolası kapı açılmıyordu. Korku ile arkamı dönüp etrafı taradım ve kulpa biraz daha asıldım. O yaratığın geri gelme korkusu bedenimi esir almıştı. Yaram zonkluyor ve gözyaşlarım çağlıyordu.
Çenemi yakan damlalar çoğalırken fısıltı ile karışmış sesime nefesimi üfledim. "Lütfen açıl...!" Sesimi yutmuş gibiydim. Korkum göz yaşlarımı esir almış, ayağımdaki derin kesiği çürütmeye yüz bulmuştu.
Ürperti kalbime kazığı her geçirişinde daha fazla asılıyordum kapıya. Kolumdaki kemansı teller, olduğundan fazla belirginleşmiş, damarlarımı kendine mesken tutmuştu. Hızlı nefeslerim morumsu çıkıntılara her çarpışında tüylerim dik açıyı koruyor ve korkumu şiddete çeviriyordu. Kıracak gibi tutunuyordum kulpa. Hızlıydı hareketlerim. Az önce yaşadıklarımın aksine kat be kat hızlıydı.
Son bir kez daha asıldığımda açılmayacağını kavramıştım ama umuduma söz geçiremiyordum.
Hareketlerim yavaşlarken başımı bir türlü açılmayan kapıya dayadım. Nefes alışverişlerim dakikasını azaltmıştı. Gözyaşlarım durmuş, korkuyu çehreme bırakmıştı. Gerilen yüzüm ve büzülen dudaklarım çığlık atmaya üşenir bir yorgunlukla kendini kapıya yaslamıştı.
Kafamı başarısızlığın verdiği hüzünle sallarken ayak tırnaklarımdan bileğime doru süzülen soğukla ürperti bedenimi boğazından tekrar yakalamıştı. Vücut ısım düşüyordu. Sanki az önceki ıslaklık buza dönüşmüş gibiydi.
Soğuk kanıma işlerken aniden açılan pencere ile yerimde sıçradım. Kulağımdaki uğultu yerini haşin rüzgara bırakmıştı. Fevri bir hareketle başımı pencereye çevirdim. Perde havalanıyor ve yanı başındaki masada bulanan notlarımı uçuruyordu. Havada uçuşan notlardan birisi usulca kanlı ayağıma düştüğünde önümdeki kağıda tereddüt içinde baktım. Fakat merakım ağır bastı ve elime kağıdı aldım. Ellerim titrerken çoktan okumaya başlamıştım bile.
"Sonun yaklaşıyor, Lilith. Önünde sonunda sevdiğimi senden alacağım."
Bu canı cehenneme Lilith kimdi? Sevdiği bende ne arıyordu?! Ah! Lanet olsun!
Elimdeki not pencerenin yeniden çarpılışı ile düşerken nefes almaya çalıştım. Uzun bir uğultunun hemen ardından rüzgar diniyor ve salise farkla tekrardan başlıyordu. Kapıya korku ile sinerken devrilen sandalyeye gözüm kaydı. Habire çarpan pencere yanı başındaki kutuyu da devirirken birden bire pencere kapandı ve kilitlendi. Sanki bir el onu kilitlemişti.
Tanrım!
Korku ayak bileğimdeki kanı yutuyordu. Dehşet içinde bedenimi sarmaladım. Hangi lanet olası benimle dalga geçiyordu?! Bu sahneyi yaşamamın üzerinden dört yıl geçmişti ve şimdi tüm çıplaklığı ile bana hatırlatıyorlardı!
Kafamı dizlerime gömdüm ve hıçkırıklarımın dinmesini bekledim. Toparlandığımda kan kokusuna rağmen derin derin nefes almaya çalıştım.
Geçecek ve bu iğrenç yerden kurtulacaktım!
Başımı az da olsa rahatlatmanın verdiği huzurla kaldırırken birden bire etraf karardı. Işıklar sönmüş ve oda, göz gözü göremeyecek kadar siyahlaşmıştı. Dehşet içinde kafamı dizlerime gömdüm ve geçmesini bekledim. Geçecekti! Biliyordum, geçecekti!
Ellerim, dizlerimi kanatırcasına sıkarken odadan gelen birkaç kıkırdama sesi duydum ve ardından gelen kıpırdanmalar.
Lanet olsun! Kafamı bile kaldıramıyordum.
Kıkırdamalar artarken sesler aniden kesildi. Daha doğrusu hareketler ama birkaç garip ses duyuyordum. Fısıldar gibi birbirine bir şeyler anlatıyorlardı. Fakat ne demeye çalıştıklarını anlamıyordum. Sesler giderek garip bir hal aldığında ışıklar açıldı. Ayaklarıma düşen ışıktan anlamıştım. Ancak başımı kaldırıp kaldırmamak konusunda tereddütteydim. Aklımda hep "Ya tekrar sönerse?!", düşüncesi vardı ve içim içimi yiyordu.
Düşüncelerimin beynimdeki pençelere kanat çırptığı sırada dakikaların geçtiğini fark ettim. Lakin korkum gözlerimi açmama konusunda beni uyarıyordu. Farkındalığımın getirdiği merak duygusu artarken başımı ürkek adımlarla kaldırdım.
Kaldırır kaldırmaz ışıklar tekrar söndü ve ben boş gözlerle karanlığa bakmaya başladım. Göz yaşlarım kirpiklerimi tekrardan ıslatmak için hazırlık yapıyorlardı. Nefes alışverişlerim hızlanmış ve merakımın körüklediği o dehşet tınısı kulaklarımı esir almayı başarmıştı. Tek hissettiğim ayak parmaklarımın şişen bileğime karşılık buz gibi oluşuydu. Soğuk yine artmaya başlamıştı.
Kafamı korkuyla gömeceğim sırada önümden beyaz bir şey geçti. Duman gibi desen değildi. Dahası canlı bir şeydi. Dehşet içinde öylece kalakaldım. Nefesim azalıyordu çünkü oda da anlam veremediğim bir hava peyda olmaya başlamıştı. Boğazımdan sesli bir hıçkırık koparken önünden bir kez daha geçtiler. Ani bir hareketle elimi ağzıma götürdüm. Fakat dikkat edilmiş olacağım ki saniye farkla birisi daha geçti!
Ya birden fazlaydılar ya da bu lanet olası, güç yetmeyecek derecede hızlı hareket ediyordu!
Karanlık gözlerime alışırken net görmeye başladığımın farkına vardım ve tam o sırada ışıklar yeniden açıldı. Korkunun da bir başka aşamasındaydım. Sinir krizinin değişik versiyonu gibiydi. Birisi kesinlikle benimle dalga geçiyordu!
"Lanet olsun! Kimsin?!"
Çığırından çıkan bilinçaltım kendini kontrol edemeden bağırıvermiştim. Yaptığım hatanın farkına varıp titremeye başlamıştım. Fakat titremem kinimin önünü kapatamamıştı. Sinirle yerden destek alarak ayağa kalktım ve göz yaşlarım arasında bağırdım.
"Kimsin?!"
Tam o sırada ışıklar tekrar kapandı ve aniden önüme birisi çıktı. Karanlıkta tek seçebildiğim oyuk, kırmızı pıhtılı gözleriydi. Kafasını yan yatırmış bana bakıyordu. Ne olduğunu anlamadan ansızın boğazıma yapıştı ve ayaklarımın buz gibi soğuk sudan ayrılmasını sağlayarak havaya kaldırdı. Elleri olduğunu tahmin ettiğim şeye dokunarak boğulmamak için direndim. Ben kuru ellerini çekmeye çalışırken daha fazla sıktı boğazımı. O kadar sıkıyordu ki gözlerimin az sonra yuvalarından ayrılacağına kalıbımı basardım.
Bir hayalet tarafından öldürülmemek için çırpınırken beni bir anda yere bıraktı. O sırada ışıklar yeniden açıldı. Gerçekten delirmek üzereydim!
Islak zeminde boğazımı tutarak öksürmeye başladım. Lanet olası fena halde morartmış olmalıydı. Dakikalar birbirini kovalarken ciğerlerim patlarcasına öksürmeye devam ettim. Ta ki... Tam önümde gördüğüm, kanlı su üzerinde duran dumanlı çirkin ayağı fark edene kadar!
Artık anlam verecek hiçbir şey bulamıyordum. Saçmalığın daniskasıydı yaşadıklarım. Önce o yaratık, sonra hayaletler, kanlı su, gizemli not...
Gözlerim tekrardan dolmaya başlamıştı. Kalp atışlarımı hissetmiyor, nefesim kuru dudaklarıma çarpmıyordu. Her şeye rağmen başımı korku ile kaldırmaya başladım. Ürkerek ayağa kalkacağım sırada su daha da kızıllaştı ve kızıl su saniye sonra berraklaştı. Gözlerim değişen suda takılı kalırken boğuk sesi ile bağırdı. Fakat ne dediğini anlamamıştım.
"Ju'õ!"
Yüksek sesi tüylerimi ürperttiği sırada anlamsızca oyuk gözlerine bakmaya başladım.
"Bak..." dedi kanlı ağzı ile. Başı ile bir yeri gösteriyordu. Göstereceği yer sanki onun için çok önemliymiş gibi başımın hareket etmesini sabırla bekliyordu. Onun donuk ifadesine karşılık şaşkın gözlerimle başımı işaret ettiği yöne çevirdim. Gösterdiği yer su dolu tabanın üst kısmındaydı. Berrak suya bakarken suyun üzerinden üç beden yükseldi. Üç tane genç kızın bedeni...
"Vocā..." dedi kısık sesinin arasında. Ve ekledi. "İzle onları..."
Kafamı yaratığa çevirmeden ne dediğini idrak etmeye çalıştım. Bedenler canlanmış gibi karşımızdaydı ve bizi fark etmiyorlardı. Kafamda dört dönen soruları sorma cesareti bulmaya çalışacağım sırada içlerinden birisi konuştu.
"Hadi ama Euryale, her seferinde mızıkçılık yapıyorsun."
Sarı saçlı olan kız kaşlarını çatarak oturduğu yerden kalkıp sitemini dile getirmişti ancak karşısındaki kahverengi saçlı kız elini kalbine koyarak bir şeyler mırıldandı.
"Yüce Zeus aşkına Medusa, kurduğun insanî cümleni geri alır mısın lütfen?"
İnsan olmadıklarına şaşırmamıştım. Çünkü giyimleri bir dünyalıyla uzaktan yakından alakası olmayan birkaç bez parçasından ibaretti. Kıyafetlerine bakınca aklıma taş devri geliyordu fakat taş devrinde giyilen şeyler hatırladığım kadarı ile kısaydı. Bu kızların giydikleri ise uzun ve kalın askılı elbiselerdi... Ah! Doğru ya. Roma kıyafetleri. Hayır hayır... Yunan...
Roma mı Yunanistan mı tartışmasına yol açan beynimi susturacağım sırada kızıl saçlı olan kişi uyarır bir tonda konuştu.
"Euryale haklı, son zamanlarda insanları fazla izler oldun."
Mavi gözlü kıza doğru kurduğu cümleye karşılık, Medusa dedikleri kişi gözlerini devirdi ve elleri ile onaylamaz bir harekette bulundu.
"İnsanları dikizleyen ben değilim, Sthone. Yedi yirmi dört o adamın kuyruğundan ayrılmayan Euryale. Ben değilim."
Kelimeler ufak dudaklarından firar ederken kızıl saçlı kız kaşlarını çattı ve sitem etti.
"Tanrım... Kurduğun şu cümleye bir bak. İnsan gibi konuşuyorsun."
"Yapma Sthone. Kurduğum cümlede bir tek buna mı takıldın yani? Euryale bir dünyalı ile görüşüyor diyorum sana."
Ağzını yayarak konuşmasına iki kızda kaşlarını kaldırırken kahverengi saçları olan kız daha fazla dayanamayarak bağırdı.
"Medusa!"
Fakat sarı saçlı kız omuz silkip devam etti.
"Neden alındın ki şimdi? Sadece gerçekleri söylüyorum."
İki kızda ayakta tartışırken kızıl saçlı kız oturduğu yerden kalkmadan aralarına girdi.
"Şu tatsız tartışmanıza bir son verin lütfen ve sen Euryale... Neler oluyor?"
Ses tonu soru sorar gibiydi. Muhtemelen aralarında bir şeyler gizleniyordu ve Euryale denen kız... Euryale denen... Medusa! Aman Tanrım! Büyük annem!
Ellerim dehşet içinde dudaklarıma giderken Euryale dedikleri kız başını eğerek devam etti.
"Ben... Sanırım şu insanların olduğundan oldum."
Çekinerek kurduğu cümlenin ardından elleri ile sıktığı elbise kumaşını koyverdi ve büyük annemin şaşkın ifadesine bakmamaya çalışarak ekledi.
"Ben... Aşık oldum..."
Sesi tok değildi. Aksine tınısında mutluluk yavruları cıvıldıyordu. Yüzünde bir gülümseme belirmişti ve yanağındaki gamzesi daha bir çukurlaşmıştı. Ancak gülümsemesi uzun sürmedi. Çünkü büyük annem ani bir hareketle yerinden kalkıp bağırdı.
"Euryale! Böyle bir şeyi nasıl yaparsın?! Bir insana..." Sinirden ellerini ellerine vuruyor ve sağa sola dönüyordu. "Bunu nasıl yapabildin?" dedi sesi alçalırken.
O sırada Euryale'in yeşil gözlerinden bir damla yaş süzüldü beyaz yanağına. "Özür dilerim." dedi başını eğerken. Boğazından sessiz bir hıçkırık koparken ekledi genç kız. "Aşık olduğum için üzgünüm..."
Ellerini yüzüne götürürken utancından ne yapacağını bilemiyor gibiydi. Sarı saçlı kız, mavi gözlerindeki pırıltıları düşürürken ellerini destek olurcasına omzuna koydu. "Özür dilerim. Senin suçun değildi." Az önceki dediklerinin pişmanlığını yaşıyordu belli ki.
Büyük annem ikisini de izlerken Euryale'in canını yakacak bir cümle kurmuştu. Aşık olan, saf ve temiz duygular besleyen birine denmeyecek sözler sarf etmişti.
"Unatacaksın Euryale. O adamı unutacaksın! Başka çaremiz yok. İnsanoğlu evren üzerindeki en tehlikeli ırk ve bize düşen onlardan uzak durmak."
Euryale gözlerini büyüterek büyükanneme baktı ve Medusa'nın ellerini omzundan çekerek ona doğru bir adım attı. "Ama.. Ama o bir insan değil, Sthone. Neil, insan değil. "
Umutluydu gözleri. Bir şeyleri kabul ettirmeye çalışıyordu. Son şansı, son cümlesi gibi özenle derdini anlatma çabasındaydı. Büyükannem anlamaz bir şekilde gözlerini kıstı ve Euryale'in devam etmesi için bekledi. "O... O bir kurt."
Medusa ellerini şaşkınlıkla ağzına götürürken büyükannem donmuş bir vaziyette Euryale'e bakıyordu. Toparlandığında kafasını olumsuz bir şekilde salladı.
"Euryale... Aklını yitirmiş olmalısın. Bu... Bu daha da tehlikeli."
Euryale'nin yüzü düşerken Medusa olanları anlamamış bir şekilde şaşkınlıkla ikisini izliyordu.
"A-ama neden?" dedi büyükanneme. Gözyaşları tekrardan akmaya başlamıştı ve acınacak duruma gelmişti. Yere bitkinlikle çöktü ve bedeni sarsılmaya başladı. Tıpkı benim gibi hafif dalgalı olan saçları beyaz tenine çarparak toprağa değiyordu.
Medusa dokunmaya çalışır gibi oldu bir an. Fakat büyükannem konuşunca eli havada kaldı.
"Anla artık Euryale. Biz yarı ölümsüzüz. Ölümlü birine değil aşık olmak onlarla konuşmamız bile yasak." Onu dinlemeyen Euryale daha bir sarsılıyordu. Büyükannem derin bir nefes verdi ve devam etti. "Ona ne diyeceksin, Zeus aşkına? Ben bir ölümsüzüm. Senin ölümünü göreceğim ve çocuklarımında ama seni sonsuza dek seveceğim mi? Buna kim inanır söylesene? Benden yaşca büyüksün ama mantıklı düşünen nedense hep benim."
Sözleri karşısında gözlerini büyüten Medusa, şaşkınlıkla büyükanneme baktı. Dedikleri benim bile canımı yakmıştı. Nasıl bu kadar acımasız olabiliyordu? Göz yaşları kesilen Euryale, inanmaz gibi dikti yeşil gözlerini, karşısında kızıl saçları ile ona bakan büyükanneme. Gözleri donuktu ve yeşillerini Medusa'ya da kızgınlıkla çevirmişti.
"Çok sevdim Sthone. Çok... Anla işte... Seviyorum. Ne yapayım? Söyle bana... Bir gülüşü içimi yakıyor. Yürüyüşü, konuşması... Her şeyi. Bazen sinirleniyor... Biliyor musun?" dedi trajik bir şekilde gülümserken. "Sinirlenmek en çok ona yakışıyor." Durakladı ve başını eğdi tekrardan ama ne göz yaşları dinmiş ne de gözlerindeki parıltılar sönmüştü. "Sarının belki de en güzel tonuna sahip saçları... Güneş üstüne örtünmüş sanki. Mavi gözlerine her baktığımda nefes alıyorum Sthohe. Böyle içime hava doluyormuş gibi hissediyorum. Ben... Kalbini seviyorum onun. Kalbinden yansıyan gamzelerini seviyorum. Kalbi olmak istiyorum onun. Sinirlenip ağladığı zaman acılarını sırtlayabileceğim gamzesi... Beni bilmesin, beni görmesin, beni duymasın, tamam... Kabulüm ama ona olan sevgime karışma ne olur... Ben onu sessiz sedasız seviyorum... Çok seviyorum... "
Hıçkırıkları artarken başını tekrardan yere eğdi...
Neredeyse kendi acımı unutup ona ağlayacaktım. Onlara doğru adım atacağım sırada duman olup buharlaşarak kayboldular. Arkamı hızlıca dönüp yaratığa baktım.
"Neler oluyor?"
Başını bana doğru çevirdi ve yaklaşmadan konuştu.
"Manē dhyānathī sāmbha õ!"
Yüzüme doğru fısıldamıştı yine. Ne dediği hakkında en ufak bir fikrim yoktu.
"Lilith..." dedi yine dalga geçer gibi. "Canın yandı mı?"
Sessizce konuşurken gözlerimi kıstım. Ayağımdan mı söz ediyordu? Öyleyse eğer... Evet. Canım yanmıştı.
"İyi dinle beni..." dedi boş gözleri kararırken. "Ölülere bu kadar uzun bir bilmece sunmam ben!" Bağırmamış aksine sesi sert çıkmıştı.
"Sāmbha õ!" Bu sefer bağırmıştı ama bana doğru değil. Yanıma doğru yaklaştı ve yüzüme doğru iğrenç nefesini üfleyerek konuştu.
"Kuşak ayı doladığında toprağa, toprak dönüştü gökkuşağına. Gökkuşağı ki onun aydınlığını bağlayacak. Bağlanan yalancı, atılan düğümleri çözdüğü vakit ruhsuzlara, gerçek dönüşecek karanlığa."
Kurduğu cümlenin hemen ardından başım dönmeye başlamıştı ve yine o zeminden kayma hissi....
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro