Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

1. BÖLÜM "YANIYOR"

Önümdeki bonfileyi belki de milyonuncu kez parçaladıktan sonra ağzıma götürdüm. Örselenmiş etlerin çiğ olduğu güpegündüz ortadaydı ve gözlerini kocaman açarak 'yeme beni' diye bağırıyordu. Başımı hafifçe kaldırıp Aron'a, yani Aoran'a baktım. Sırtı dönük bir şekilde pişirmeye koyulduğu etlerle uğraşıyordu. Bana doğru döndüğünü fark ettiğim an kafamı hüsrana uğramış tabağa gömdüm ve sırf tartışmamak için sustum. Bir kaçış yolu ararken parçalama işine zaman kaybetmeden geri döndüm.

Daha ne kadar ete işkence etmeyi düşünüyorsun? dedi iç sesim. Aoran'ın bana baktığını fark ettim ve ağzıma bir parça daha götürdüm. Kahretsin! Bu tam bir işkenceydi! "Yemek vakti işkenceleri" adlı bir kitap yazsam kesin tutulurdu. diye konuştu yine benliğim. Ne çok konuşur olmuştu!

Bulanan midemin getirisi olan hafif baloncuklar içimde oynaşırken bir elimi karnıma koydum. Midemde üçüncü bir dünya savaşına hazırlanan çiğ etler belirli araklıklarla ritim tutarken saatli bir bombayı andırıyordu. Kafamı saçmaladığımı fark ederek salladım ve salataya dikkatli bakışlar atmaya başladım. Hemen şimdi onu yemeli idim. Yoksa midemdeki çiğ et buraya boşalabilirdi. Ama bana öldürecekmiş gibi bakan gözlerle nasıl uzanabilirdim? Zaten Aoran'ın şu yemek sırasından da bıkmıştım. Her yemekte aynı şey. Biri bitmeden diğerine geçemezmişim. Anneme çektiği her halinden belliydi.

Ahhh! Bu kadarı da gerçekten fazla.

Aoran'ın hazırladığı yemekleri yemekten ciddi anlamda bıkmıştım ya da her gün yemek yerken bana yaşadıklarımızı hatırlatmasını mı dile getirmeliyim?

Yaklaşık sekiz aydır birbirine benzeyen günler, her gün dayımın olayları kovalayan nasihatleri, Sirena'nın dertleri... Bir de üstüne annemin yokluğu eklenince... Delirmemek elde değildi. Her ne kadar dayıma annemin ölümü umurumda değilmiş gibi davransam da umurumdaydı işte. Dayıma göre , ebeveynsiz ruh hastasının tekiydim. Hayır cidden ruh hastasıydım. Sonuçta altı yılını duvarlarla birlikte geçiren, akıl hastanesinde kendi kendine konuşan, sekiz yaşında aynada canavar gördüğünü iddia eden, ki gördüğüme hala eminim, bendim. Artık gocunmuyordum bile. Ama ebeveynsiz değildim. Türkiye'de yaşadığını bildiğim bir babam vardı. Koskoca Çetiner Holdingi'nin sahibi Selçuk Bey! Ben de onun şizofren kızıydım işte. Belki de o yüzden sahip çıkmamıştı bana. Dayıma her ne kadar sinir olsam da en azından benim gibi sahipsiz birini yalnız bırakmadığı için minnettardım.

Düşüncelerimden, midemden gelen derin gürültü ile sıyrılırken dayım elindeki tahta kaşığı bana doğru sallayarak konuştu.

"Düştüğüm hallere bak. Bir de genç kız olacaksın. Ne bileyim, en azından birkaç ev işi öğren de şu çocuk bakıcısı görevimden terfi edeyim."

Kendini eve ata ata ev hanımı olmuştu iyice. Üstünde önlük elinde tahta kaşık. Gülmemek için duygusuz olmak gerekiyordu. Yüzümden acı bir tebessüm geldi geçti. Basit bir mimikdi. Gözlerim kanarken dudaklarım alayla havalanmıştı.

"Gül sen gül... Ben meraklıyım sanki ablamın katiline bakmaya."

O an da yüzümdeki belirsiz ifade buz tuttu. Dayıma göre tüm suçlu ben, bana göre babam, anneme göre tanrının böyle uygun görmesiydi. Gerçi annem tanrıya inanmazdı. Bu da son nefesinde söyledikleri ile tezat bir durumdu zaten. Belki babam bizi terk etmeseydi tüm bunlar yaşanmazdı. Ben de annemin kokusuna altı yıl hasret kalmazdım. Oydu suçlu işte. Annemi hastalıklı bir kız çocuğu doğurmakla suçlayıp terk eden sorumsuz "zengin" baba!

Gelmemesi gereken bir öfke dalgası beni şaşırtırken kaşığı sıktığımı fark ettim. Dayıma neden bizi terk ettiğini söylemedi annem? Neden kendi isteğiyle ayrıldıklarını söyledi ve neden ölmeden önce beni de anlatmamam için tembihledi? Bunları düşünürken kaşığın kırılma sesini duydum. Yuh! Sende de öküz gücü var be kızım. dedi iç sesim. Bir çatala, bir dayıma baktım ve dayımın dediklerine aldırmadan donuk bir yürüyüşle odama çıktım.

Ağlamak fazla saçmaydı bana göre. Göz yaşlarımı sebepsiz yere dökmek iticiydi. Tıpkı insanlar gibi... Gülmek de gereksizdi. Heyecanlanmak da, sinirlenmek de... Duygu, bu dünyada yaşayan ruhsuzlar ve hastalar için berbat ve işi olmayan bir kavramdı. Ben ağlamazdım, gülmezdim, sevinmezdim, üzülmezdim... Sadece terslerdim ve tüm işe yaramaz, uçkuruna düşkün erkekleri döverdim. Hatta elimde olsa tüm erkek neslini bir daha var olmamak adına kuruturdum. Dünya da var olan taşlar bile daha değerliydi benim için. Aslına bakarsak dengesiz bir karakterim vardı. Gülmeye başlasam saniyeler sonra ağlayabilecek kadar...

Donuk bir ifade ile yavaşça yatağa oturdum ve elime telefonumu aldım. Bir sürü cevapsız arama vardı. Hepsi de şu hayatta sadece onunla konuştuğum ve uzun cevaplarım ile şaşırttığım tek arkadaşım Sirena'dandı. Onu da ihmal etmiştim iyice. Acaba babasının ameliyat parası yetmiş miydi? Umarım yetmiştir. dedi iç sesim.

Telefonu cebime koyup kapüşonlu ceketimi alıp çıktım odadan. Havalar benliğimi dile getirip benimle alay edercesine soğumuştu. Soğuktu... Başımı mutfak kapısından içeri geçirdim ve boş gözlerle etrafta gezdirdim. Aron dışarı çıkmıştı anlaşılan. Ardından kapıya baktım, kilitlememişti. Anahtarımı gizli bölmeden alıp çıktım. Bir yandan da evde olmadığı için tanrıya şükrediyordum. Gizlice dışarı çıktığımı görse kıyameti koparırdı çünkü.

Sahile doğru yürümeye başladım. Acropolis'in sahilleri son baharda daha bir başka oluyordu. Oraya her gidişimde bir saat boyunca dalgalara bakardım. Dalgaları nedense kendime benzetiyordum. Ani parlayıp, ani sönen... Sağı solu belli olmayanlar hani. Sahile geldiğimde boş oturaklardan birine geçtim. En sevdiğim özelliklerinden biride bu sahilin yalnızlara sığınak olmasıydı. Kapüşonumu çekip ellerimi göğsümde birleştirdim. Uzunca bir süre sadece izledim.

Yalnızlığımı düşündüm bir de. Annem yoktu... Bana her ne kadar kötü davransa da anne idi işte. Anne. Babam yoktu. Zaten varlığına bile tahammül edemezken yanımda bulunmasını istemiyordum. Dayım vardı ama pek konuştuğumuz söylenemezdi. Çocukluğumuzda ayrı geçmeyen neşeli günlerimiz arasına şoklanmış bir buz şeridi konmuştu. Yalnızdım, değil mi? Tanrıya mahsus olan yalnızlık sanki benimde üzerime oluk oluk yağmıştı.

Daha fazla kendimi boğmadan kalktım. Ben bu değildim. Ben düşünecek insanlardan değildim. Ben dayımında dediği gibi sorumsuzdum, bencildim... Ben buydum.

Uzun ve asfaltın yeni döküldüğü yolun kenarında ilerlerken boğuk bir ses duydum. Bir kız sesiydi bu. Kızın birine mi sataşıyorlardı onlar? Hem de erkekler? Alayla sırıttım. "Immm. Bela kokusu alıyorum." dedim dudaklarım biraz daha yukarı kıvrılırken ve erkeklerin yanına doğru yürümeye başladım. Birisini dövmeyeli tamı tamına 12 saat geçmişti!

"Vay, vay, vay... Kimleri görüyorum... Kas yarması Ed, ayrılmaz ikili Petter ve Jack ve bu ikilinin arkalarını toplayan Wesley. Ah kırık çıkıkçınızı az kalsın unutuyordum. Naber Issack?"

Alaylı cümlelerimden sonra, önce tir titreyen kızın yakasını tutan Ed ve ardından da Wesley ve diğerleri başını bana çevirmişti. Sinirle soluyarak kafasını yana yatıran Edward, dudaklarını sessiz küfürleri ile dişleyerek kızın yakalarını bıraktı. Boşluğa düşen sarışın kız tökezler gibi oldu ardında hızla uzaklaşmaya başladı.

"Yine ne istiyorsun, Aymira?" Bıkkınlıkla kurduğu cümleden sonra yakasını düzelterek bana yaklaşmaya başladı. Gerilemedim ve olduğum yerde kollarımı birbirine bağlayarak konuşmaya başladım.

"İnanır mısın? Canım sabahtan beri bela çekiyor ve lanet olsun ki etraf çok sakin. İşte... Dolaşırken bir de baktım bizim..." derken gözlerim arkadakilere takıldı. "Çocukların başı yine belada. Bir el atayım dedim. Fena mı etmişim, Edward . Ah hadi ama kanka. Bir gün bu iyiliğimi unutmayacaksın."

Yanıma iyice yaklaşan Ed, son sözlerimde pis bir gülüş sunmuştu. Elleri kot pantolonun cebinde, burnumun dibinde durduğunda başını yana atıp gülüşünü kahkahaya çevirdi. "Sen... Tamam. Sen de bana bir iyilik yap ve uza. Yoksa..." derken daha çok yaklaşmıştı. "Bu sefer acımam."

"Edward... Tanrım. Ne kadar da şakacısın." Gülümserken konuşmak gerçekten berbat bir şeydi. Şu an ikimizde birbirimizi umursamayarak yapmacık davranıyorduk.

"Gerçek yüzümü gören kızlar, nedense farklı cümleler kuruyor güzelim." Gülümsemesi yüzünden düşerken eli kapüşonumun içine yol almıştı.

"Kaç tane yüzün var, Ed? Tanrım. Altı yüz mü yoksa? Biliyor musun, tatlım... Sana yüzü yakıştıramıyorum. Hey! İssack? Sence de Ed, yüzsüz değil mi?"

Edward'ın yüzü de tıpkı boğazımdaki eli gibi kasılırken fırsattan yararlanıp sol elimle yüzüne sert bir yumruğu indirdim. Acıdan inleyerek yerde kıvranan Ed, sağ gözünü ve alt çenesini tutmuş pis bir şekilde küfrediyordu. Haline ufaktan gülümsedim diğer çocuklara başımı kaldırarak konuşmaya başladım. "Wesley, arkadaşın şimdi layığını buldu." Weley bir adım gerilerken ben Edward'a biraz daha yaklaştım ve yanına eğildiğimde kulağına sessizce fısıldadım. "Ed... Ed... Ed... Yüzünü göremiyorum. Yumruğu yerken buralara bir yerlere düşürmüş olmalısın." Kafamı yapmacık bir endişe ile kaldırırken çocuklara bakarak konuştum. "Ed'in yüzü nereye kayboldu Jack? Az önce kardeşi yaşlarında bir kıza ne kadar da güzel gülümsüyordu oysaki?"

Erkeğim diye geçinen aptalları arkamda bırakırken kafeye doğru ilerlemeye başladım. Onlar bana bir şey yapamazdı. Çünkü elimde insanları dehşete düşürecek bir rapor vardı. Öldürsem hak bile iddia edemezlerdi.

Onları umursamayarak kafeye gireceğim sırada kapüşonumun çekilmesi ile geriledim. Tam geriye kaykılıp yüzüne vuracakken kulağıma sesszice fısıldadı. "Ben de ne zaman nefesini kessem diyordum ufaklık? O zaman bela kokusu da, tefeci kokusu da alamazdın. Değil mi, Aymira?" Arkamdakinin dayım olmasıyla bir oh çektim. Sonra dedikleriyse... İşte şimdi altına ettin kızım. dedi iç sesim. Lanet olası azıcık sussa olmazdı.

Kolumdan tuttuğuyla eve kadar sürüdü. Kapıyı bir hışım açıp içeri fırlattı. Bağrışıyla altıma kaçırmadıysam iyidir.

"Şu tefecilerden aldığın parayla ne halt etmeye çalışıyordun Aymira?!"

Yerimde sıçradım. Anlatsam inanır mıydı sanki? Doğal olarak hayır! Sustum. Bağırır bağırır susardı. Değil mi?

"Sana bir soru sordum!"

Yerimde sıçradım bir kez daha. Elini saçlarına götürdü ve... "Bak. Hemen şimdi o heriflerle ne halt yediğini anlatmazsan sonu kötü olacak." dedi sesi daha kısık çıkarken. Bundan umut alarak sustum. Yumuşuyordu sanki.

Tabii tekrar bağırmasıyla bu tezim de çürüdü. "Lanet olsun! Herifler kapımıza para diye dayandı! Aklın nerede senin ha?! Dövdüğün çocuklar yetmiyor mu?! Konuşsana!"

Bir hıçkırık koptu boğazımdan. İlk defa bu kadar bağırıyordu. Sakinleşmeye çalışıp odanın içinde dönmeye başladı. Dikkatli bakınca kaşındaki kanı gördüm. Benim yüzümden kavga etmişti. Ama yaptığımdan pişman değildim. Yine olsa yine alırdım borç.

Dayım belki bilmem kaçıncı kez daha bağıracakken kapı çaldı. Her gün dayıma içimden "Bir kez de sen baksan incilerin mi dökülür?" dediğim kapıya bu gün o kadar çok minnettardım ki. Bir çırpıda kalktım koltuktan açmak için. Ama dayım kolumdan tutup öyle bir baktı ki... Kesin beni öldürüp cesedimi de akbabalara atacaktı. Sonra kapıya yöneldi. Her gün hayalini kurduğum sahne gerçek oluyordu ve ben gariptir bu duruma sevinemiyordum. Dayım kapıyı açtığında içeriye giren Sirena ile az önceki duygum kat be kat arttı. Aptal kız nefes almadan konuşmaya başlayınca susturamadım bile.

"Aymira babam iyileşti. İnanabiliyor musun? Sen ve Aoran abi olmasa babam şu an da yaşayamazdı. Size borcumuzu nasıl öderiz bilemiyorum. Gerçekten minnettarız. Alena babama öyle bir sarıldı ki. Onları öyle görmeyeli uzun zaman olmuştu. Gerçekten teşekkür ederiz."

Aptal. Taramalı tüfek gibi saydırıyordu. "Sirena." dedim susması için. Yok. Dayım bu sefer akbabalara atmak yerine Eyfel Kulesi'nde ibretlik diye sallandıracaktı. Üstelik cesedimi çiğnedikten sonra.

"Sirena." dedi dayım. Küçülsem de şu prize girsem keşke. dedi iç sesim. Anlatma ne olur anlatma. Anlatmazsan en son dövdüğüm çocuktan özür dileyeceğim, gerçekten.

"Yanlış bir şey mi söyledim " dedi biraz gerileyerek. Umarım o küçük beyni ortamın gerginliğini sezmiştir. Dayım zafer kazanmışcasına bana döndü ve... "Hayır. Hatta iyi ki söyledin." dedi. Hâlâ öldürecek gibi bakıyordu. "Anlamadım?" dedi Sirena dayım beni gözleriyle döverken. "Sirena bizi yalnız bırakır mısın? Yeğenimle konuşmam gereken şeyler var." Hayır der gibi baktım. Küçük beyinli yine anlamadı ve gitti. Yine baş başa kaldık. Tanrım ne olur bitsin şu işkence!

"Anlat." dedi Aoran eliyle beni beklediğini ima ederek. Derin bir nefes aldım. Yolun sonuna gelmiştim.

"Sirena'nın babası çok hastaydı. Bende ne yapsam diye düşünürken..."

"Tefecilerden borç alıyım dedin." dedi alayla sözümü keserken. Hala kendini kontrol etmeye çalışıyordu.

"Hayır. Hesabımdan çekmeyi denedim ama reşit olmadığım için yapamadım. Bende son çare tefecilerden borç istedim. Reşit olduğumda ödeyecektim."

"Son çare?''

Evet der gibi salladım başımı. Anlamayacak ne vardı?

"O kuş kadar beyninle tefecilerin borcunu iki sene bekletemeyeceğini düşünemedin değil mi? Ayrıca son çareyi tefecilerden mi buldun? Tanrı aşkına sen daha on yedi yaşındasın."

"Ne yapsaydım? Gelip sana mı sorsaydım? Sanki beni dinleyecekmişsin gibi..." dedim yan tarafa doğru dönerek her bir kelimeyi tükürürcesine.

"Bana soracaksın ufaklık."

"Neden?!" dedim sesim yüksek çıkarken.

"Çünkü ben senin dayınım kuş beyinli!"

Hah! Sonunda akraba olduğumuzu kabullenebildi. Beni hiçe sayarken daha az zorlanıyordu oysaki.

Uzun süren sessizlikten sonra konuştu. Sessizliğinin sonu hayra alâmet değildi.

"Hazırlan. Babanın yanına gidiyoruz."

"Ne?!" dedim şaşkınlıkla. Tamam bu sefer ki fazla büyük bir suçtu ama bu beni o adamın yanına yollaması anlamına gelmiyordu. Tek çabam tartışmaktı. "Gelmiyorum. Anladın mı? Beni o adamın yanına bırakıp gidemezsin? Madem dayımsın, biraz olsun beni anlamaya çalış."

"Tefecilerden borcu alırken böyle demiyordun ama." Hala alay ediyordu. Öfkesini dizginlemek için yaptığı bir şeydi bu.

"Tamam. Bu sefer ki suçum büyük ama bu beni o adama teslim edeceğin anlamına gelmiyor."

"Pekâlâ. En azından suçunu anlamışsın." dedi. Zafer zaten onundu. Daha neyin edasını yapıyordu?

Anladım der gibi başımı salladım. Kuzunun kurda yem olmaması için yaptığım şu rezilliğe bak. Dövdüklerim halime ağız dolusu gülüp geçerdi resmen.

"Dinle. Seni ona vermek gibi bir niyetim yok. Adam olsaydı seni bırakmazdı zaten. Sadece görmek istiyormuş. Bende kabul ettim. Sonuçta onun kızısın. Hem ben de yanında geleceğim. Sağı solu belli olmaz onun."

İçim rahatladı resmen. En azından ne kadar bağırıp çağırsa da benim yanımdaydı. Beni düşünüyordu.

"Odana çık şimdi. Gidene kadar dışarı adımını atmayacaksın. Önce şu tefeci işini halledelim. Akşam eve geç gelebilirim. Kapıyı dışarıdan kilitlerim. Ben gelene kadar hazırlanmış ol. Sabah orada olmamız gerekiyor." dedi dayım. Bir yandan da ceketini giyiyordu.

"Niye? On iki senedir yarım yamalak görüyor zaten. İki gün daha sabretsin, ölmez ya."

" Ölüyorlar Aymira. Yarın ne olacağını bilemiyor insan." dedi ve çıktı. Beni bu sözlerle yaralıyordu. Hep katil süsünü bana damgalıyordu işte. Bana...

Odaya yavaş ve bitkin adımlarla girdim. Yediğim üstü kapalı hakaretlerden sonra enkaza dönen bedenim yine tükenmişti. Dolabın kapağını yorgunlukla açtım. Valize iki üç parça kıyafet koyup kapattım. Sonra sanki çok gerekliymiş gibi birkaç test çözdüm. İçimden logaritmaya saydırırken telefonuma bir mesaj geldi. Sirena'dandı. Neler olduğunu soruyordu. Bir şeyler anlamasın diye her şeyin yerinde olduğunu yazıyordum pencereyi açarken. Ama dışarısı baya soğuktu. Tam kapatacakken yel öyle sert esti ki neredeyse saçımı bir patates gibi kökünden çekecekti. Kaşlarım donuk bir şekilde çatarken kapattım pencereyi. Saçım gibi tepetaklak olan odayı topladığım sırada bir şey dikkatimi çekti. Daha önce görmediğim bir şey. Tam onu yerden alacakken aynada gördüğümle bir an ürktüm. Sonra alışık olduğum şey zaten deyip kağıdı aldım elime. Üzerinde "önemli" yazıyordu. Okusam mı diye düşünürken bir an kendimi mektup tarzı şeyi açarken buldum. Üzerinde "Delfin'inime" diye not tutmuşlardı. Kimdendi acaba? Anneme kim niye mektup yazsın ki? Belki de, notlar tekrardan gelmeye başlamıştı. Belki tekrar benimle uğraşmaya başlayacaktı. Yine de bunları düşünmemeliydim. Çünkü, artık not yoktu. Artık öldürmek yoktu.

Hepsi son ölümden sonra sona ermişti.

Annemin ölümü...

Sabrıma yenik düşüp okumaya başladım.

"Delfin'im... Annem... Biricik kızım benim... Sen bu mektubu bulduğunda huzur içinde dağılmış olacak küllerim. Babana doğru yol alacaklar. Neil'ime... Ömrümü adadığım adama... Çocuklarımın babasına... Kocama...

Şııttt... Ağlama sakın annem. Sen gördüğüm en güçlü kızsın benim. Sen benim kızımsın canım. Ardımdan göz yaşı döküp de üzme beni... Kardeşini, kendini...

Her zaman iyi bir evlat, iyi bir abla oldun. Şimdi senden daha iyi bir abla olmanı istiyorum. Kardeşine, Aoran'ıma sahip çık kızım. Onu küçük yaşta terk etmek istemezdim. İnan bana. Hiçbir anne istemez. Ona olan annelik görevimi sana devrediyorum. İleride olacak çocuklarına davranacağım gibi davran oğluma. Onu asla yalnız bırakma. Çünkü o çok savunmasız kızım. Neden anne diyeceksin... Biliyorum.

Delfin'im. Şimdi yazacaklarımı yalvarırım sonuna kadar oku kızım. Sakın yırtıp bir yerlere atma. Belki benden nefret edeceksin ama oku... Sonuna kadar oku. Sonrasında da affetmez isen boynum kıldan incedir. Hak veririm. Ama kardeşini bırakma. Telaşa kapılıp da onu yanından ayırma.

Yıllar önce her biri farklı diyarlarda ardı ardına üç kız çocuğu doğmuş. Birisini toprak, birisini güneş, birisini de ayın etrafındaki kızıllık öpmüş. O kadar güzellermiş ki bir gören bir daha bakmak istiyormuş. Bembeyaz tenleriyle kalplerindeki temizliği sunuyorlarmış izleyenlere. Ama bilirsin kızım. Bir kusurun yoksa evren hazırdır her zaman seni nefret ve kıskançlığın kollarına atmaya. Bu tanrıçaları bile dehşete düşürecek kadar güzel kızlarda atılmış kötülüğün pençelerine. Kıskançlık yutmuş onları... Lânetlemişler...

Anlatırdım ya küçükken. Ağzını kocaman açıp dinlediğin hikâyeler vardı hani. Aslında anlattıklarımın hiçbiri uydurma değildi. Az önce okuduklarını hatırladığını umuyorum. Sonunda sadece birisi mutlu olmuştu bu kızların. İşte o kız bendim annem. Diğerleri de teyzelerin.

Hayır bir tanem! Buruşturup atma kağıdı. Oku...

Baban... O... O bir kurttu kızım. Mavi gözlü, sarı saçlı kurdumdu benim. Gözlerine her baktığım da yaşama umudu gördüğüm, kaybolduğum, derinliklerinden kaçıp kaçıp tekrar ona sığındığım limanımdı benim. Beni ölümün eşiğinden çekip alan adamdı. Beni Athena' nın elinden kurtaran, kalbimdeki güzelliği görebilen tek erkek, beni yaşadıklarımla yargılamadan seven bana tüm nefreti unutturan, eski beni gün yüzüne çıkaran tek aşkım... Biz birbirimizi yargılamadan sevdik kızım.

Ve ben... Ben... Ben bir gorgondum annem. Şu saçları yılanlarla kaplı, keskin dişleriyle masumların kanı için ölen, kötü kalpli, çirkin, zevk için öldüren canavar kadınlar var ya... Biz oyduk işte. Lanetle kötülüğün kanlı bıçağını bileyen masatlardık biz. Bir zamanlar güzelliğimiz için deliren insanlar lanetlendikten sonra korkudan deliriyordu. Bizler kanla yıkanmış yaratıklardık.

Eğer mektubu buraya kadar okuduysan sana öyle minnettarım ki...

Dinle canım... Teyzelerinin birisi -önceden anlatmış olduğum hikayeden anlam çıkar- ihanet etti. Bana, mavişime... Diğerini de aldılar elimden. Medusa'mı... Senden intikamımızı almanı istemiyorum Böyle bir şeyi isteyemem de zaten. Ama olurda istersen kızmam...

Olacaklardan korkma. Hiçbir zaman... Sen benim kızımsın. Merak etme. Ne babanın özelliği ne de benim özelliğim sana geçmeyecek. Ama kızına... Onu bende tahmin edemiyorum. Fakat paniğe kapılma hemen. Arkada yazdıklarımı uygula. Ve Aoran... Ne yazık ki onun için aynı şeyleri söyleyemem. O da tıpkı babası gibi bir kurt kızım. Ona korkmamasını söyle ve Alex'e götür. O her şeyi öğretecek anlatacak. Sen sadece destek ol ve yanından ayırma.

Ve bu arada. Sana çok çok önemli bir şey daha söyleyeceğim. Evleneceğin adamı iyi seçeceksin. Bundan kastım tabii ki nasihat değil. Yani onun saf insan olmasına dikkat et. Eğer olur da insan çıkmazsa o zaman olacaklardan ben bile korkuyorum.

Sadece dikkatli ol annem. Her zaman güçlü oldun yine öyle ol. Pes etme. Asla eğme başını. Sen bu yüklerden daha diksin kızım.

Seni ve Aoran'ı daima sevecek olan annen.

Not: Emily teyzene git ve ona her şeyi öğrendiğini anlat. Sana yardım edecektir."

Elimdeki kağıtla bende titriyordum. Titremem daha da artarken kafamı kaldırdım yavaşça. Kâğıtta yazanları aynada görünce ilk defa korkudan öylesine bir çığlık attım ki.

"Tanrım... Kimsin sen lanet olası yılan?"

Anlattığı bendim. Yılan saçlı kadın bendim. Bunca yıl aynada gördüğüm canavar bendim. Şizofrenilikle altı yılı heba olan bendim. Göz göre göre soğutmuşlardı beni yaşamdan.

Çığlığım daha da şiddetlenirken içeriye dalan dayımla geriledim ve pencereyi açmaya çalıştım. Ama hala titriyordum. Kağıdı düşürdüm elimden. Korkuyla bakıyordum ona da. En az kendime baktığım kadar. Dayım kağıdı alıp göz gezdirdi ve ardından bana yaklaşmaya çalıştı.

"Aymira... Sakin ol."

Hâlâ pencereyi açmaya çalışıyordum. Bunu neden yapmaya kalkıştığımı düşünemiyordum bile. Hiçbir şey duymuyor, garip tepkiler veriyordum. Gözlerim acı içinde kapanırken tek duyduğum dayımın asla ağzıma almadığım küfürleriydi. Hissettiğim ise gözlerimdeki akıl almaz acıydı. Mangal yaparken kızgın bir demir değer ya elinize siz farkında olmadan şuan o demir gözlerime değiyor gibiydi... Sanki birisi gözlerime kezzap döküyordu.

"Lanet olsun, yanıyorum!"

Nefes almak zorlaşırken ellerimi gözlerime atıp kelimelerim arasında çığlık attım. "Kahretsin! Gözlerim yanıyor!"

Ellerimi gözlerime siper ederken bir kuvvet tarafından önce havaya kaldırılıp ardından ani bir hareketle zemine çakıldım.

Sonrası mı?

Sonrası kararan dünyam ve bundan sonra asla göremeyecek olduğum gerçeğiydi. Çünkü gözlerimdeki yangın, cehenneme açılan lacivert bir hırkaydı.

Kötü bir bedenin altına, bir beden daha imzasını atmıştı.

Lanet olası notlar!

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro