VII
Tüm düşüncelerimin dağılıp gittiği bir ruh hali içindeydim. Hiddete kapılmış sürükleniyor, bütün gücümü ve desteğimi intikam duygusundan alıyordum. Bu duygu hislerimi yoğuruyor, başka şartlar altında deliliğe ya da ölüme gidebileceğim bir zamanda, ihtiyatlı ve sakin olmamı sağlıyordu.
Öncelikli kararım Cenevre'den; mutlu olduğum ve sevildiğim zamanlarda benim için çok şey ifade eden ancak felaketlerimin sonucunda nefret eder hale geldiğim memleketimden sonsuza kadar uzaklaşmaktı. Yanıma bir miktar para ve anneme ait birkaç mücevheri alarak oradan ayrıldım.
Artık ancak hayatımla birlikte son bulacak göçebe günlerim başlamıştı. Dünyanın çok yerini dolaştım, çöllerde ya da vahşi topraklarda gezenlerin karşılaştıkları zorluklara katlandım. Nasıl oldu da hayatta kaldım, bilemiyorum. Dermansız bedenimi kumların üstüne bırakıp ölmek için dua ettiğim zamanlar çok oldu. Ancak intikam arzum beni ayakta tuttu, ölüp de düşmanımı geride bırakmaya cesaret edemiyordum.
Cenevre'den ayrıldığımda ilk işim şeytani düşmanımın izini sürmeme yarayacak ipuçlarının peşine düşmek oldu. Ancak planımı henüz tamamlamadığım için ne tür bir yol izleyeceğimi bilemeden, şehrin etrafında saatlerce dolandım durdum. Gece vakti geldiğinde kendimi William, Elizabeth ve babamın mezarlarını barındıran mezarlığın kapısında buldum. İçeri girdim ve mezarların başına gittim. Rüzgârın hafifçe kıpırdattığı yaprakların hışırtısı dışında hiç ses yoktu. Gece neredeyse kapkaranlıktı ve manzara en duyarsız insana bile huşu verebilecek, etkileyici bir havaya bürünmüştü. Dünyayı terk edenlerin ruhları sanki etrafta uçuşuyor, matemlilerin başı üstüne görünmez ama hissedilir bir gölge düşürüyordu.
Manzaranın bende ilk anda yarattığı derin keder yerini hızla öfke ve çaresizliğe bıraktı. Sevdiklerim ölmüştü, bense hayattaydım. Katilleri de yaşıyordu ve onu yok etmek için bıkkın ruh halimden kurtulmam gerekiyordu. Yeşilliklerin üstüne diz çöküp toprağı öptüm ve titreyen dudaklarımla, "Üstüne diz çöktüğüm şu kutsal toprak, etrafımda dolaşan gölgeler, içimde hissettiğim derin ve sonsuz keder adına yemin ederim ki ve ey gece senin ve üstünde gezinen ruhlar adına yemin ederim ki bu ıstırabı yaratan iblisin peşine düşecek, birimizden biri ölene kadar da pes etmeyeceğim. Hayatımı yalnız bu amaca adayacak, ancak bu çok değerli intikamı gerçekleştirebilmek için gün yüzü görecek, gözlerimin önünden sonsuza kadar silinmesi gereken dünyanın
yeşilliklerini ancak bu amaçla arşınlayacağım. Ve sizlere sesleniyorum ölülerin ruhları, sizlere sesleniyorum intikamın gezgin hizmetkârları; bana yol gösterin, görevimi yerine getirmeme yardım edin. Bırakın o lanet olası, cehennem kaçkını canavar derin ıstıraplardan tatsın. Bırakın ruhuma eziyet eden çaresizliği kendi içinde hissetsin."
Yakarışlarıma sükûnet ve huşu içinde başlamış, katledilmiş sevdiklerime ait gölgelerin yeminimi duyduklarına ve onayladıklarına neredeyse ikna olmuştum ki birden öfkeme esir düştüm ve hiddetim yüzünden tıkanıp kaldım.
Gecenin sessizliği içinden bana gürültülü, şeytani bir kahkaha karşılık verdi. Kahkaha tüm şiddetiyle kulaklarımda çınladı. Dağlar onunla yankılandı ve etrafımı saran cehennemin benimle alay ettiği, bana güldüğünü hissettim. Yeminim duyulmamış, intikam için hayatta bırakılmamış olsam, şüphesiz ki o anda aklımı yitirir, sefil hayatıma bir son verirdim. Kahkahanın yankısı kesilince, belli ki çok yakınımdan gelen o tanıdık ve iğrenç ses bana bir fısıltıyla seslendi. "Artık tatmin oldum, zavallı yaratık! Sen yaşamaya karar verdin ve ben tatmin oldum."
Sesin geldiği yöne doğru yerimden ok gibi fırladım, ama iblis elimden kurtuldu. Ay bir anda gökte yükselip iblisin tüyler ürperten, şekilsiz bedenini gözler önüne serince o, insan ötesi bir hızla oradan uzaklaştı.
İblisin peşine düştüm ve aylar boyu tek işim bu oldu. Belli belirsiz bir ipucunun peşinde Rhône Irmağı'nın kıvrımlarını takip edip durdum ama boşuna. Ardından masmavi Akdeniz çıktı karşıma ve bir tesadüf eseri canavarın gece vakti Karadeniz'e giden bir gemiye binerek saklandığını gördüm. Ben de aynı gemiye bindim, ama canavar nasılsa yine elimden kaçmayı başardı.
Tataristan ve Rusya'nın ıssız topraklarında beni hep atlatsa da durmadan izini sürdüm. Kimi zaman onun korkunç görünümünden ürken köylüler yol gösterdi bana, kimi zaman da izini tamamen yitirdiğim takdirde ümitsizliğe kapılarak ölmemden korkan iblisin kendisi takip etmem için bir işaret bıraktı geride. Kar bastırdığında bembeyaz ovada dev ayak izlerini gördüm. Senin gibi hayata henüz atılmakta olan, dert ve tasayla yeni yeni tanışıp ıstırabı hiç tanımayan biri, geçmişte ve şimdi hissettiklerimi nasıl anlayabilir ki? Soğuk, yoksulluk ve bitkinlik, çektiğim acıların içinde en önemsizleriydi. Şeytanın biri tarafından lanetlenmiş, sonsuz cehennemimi yanımda sürüklüyordum. Yine de iyilik dolu bir ruh adımlarımı takip ediyor ve yönlendiriyor, en çaresiz anlarımda aşılmaz gibi görünen zorluklardan beni kurtarıyordu. Açlıkla yıpranan bedenim büsbütün bitap düştüğündeyse kimi zaman çölde karşıma yiyecekler çıkararak beni yeniden kendime getiriyor, canlandırıyordu. Köylülerin yediği türden sade
yiyeceklerdi bunlar, ama yardıma çağırdığım ruhlar tarafından karşıma çıkartıldıklarına hiç şüphem yoktu. Her yer kuruyup gökyüzü bulutsuz kaldığında ve ben susuzluktan kavrulduğumda ise küçük bir bulut göğü gölgeliyor, beni hayata döndüren birkaç damla yağmuru indirdikten sonra gözden kayboluyordu.
Fırsat buldukça ırmak yolunu takip ediyordum, ama taşra nüfusu genelde ırmak civarında yoğunlaştığından, iblis oralardan kaçınıyordu. Diğer bölgelerde ise nadiren insana rastlıyor, genellikle yoluma çıkan yabani hayvanlarla hayatımı sürdürüyordum. Yanımdaki parayı dağıtarak köylülerin dostluğunu kazanıyordum. Bazen de avladığım hayvanlardan birini taşıyor, kendime küçük bir parça ayırdıktan sonra kalanını bana ateş ve yemek pişirmem için kap kacak verenlere takdim ediyordum.
Bu şekilde sürüp giden hayatımdan hakikaten nefret ediyordum ve mutluluğun tadına ancak rüyalarımda varabiliyordum. Ah, o kutsal uyku yok mu? En perişan zamanlarımda kendimi onun kollarına bırakıyordum. Rüyalarımda coşkuyla kendimden geçtiğim anlar bile oluyordu. Bu mutluluk anlarını, hatta saatlerini, koruyucu ruhlarım, yolculuğumu tamamlayacak gücü bulabilmem için sağlıyordu. O kadarcık rahat nefes almasam yaşadığım güçlükler altında ezilir giderdim. Gün boyu beni ayakta tutan şey, ümitle beklediğim gece vaktiydi çünkü uykumda dostlarımı, karımı ve sevgili memleketimi görüyordum. Sonra yine babamın müşfik yüzünü görüyor, Elizabeth'imin kadife sesini duyuyor, Clerval'in gencecik, sağlıklı halini izlemekten haz duyuyordum. Yorucu yürüyüşler yüzünden takatten düştüğüm zamanlarda ise kendimi rüya gördüğüme, gece vakti sevdiklerimin kollarında gerçeğin keyfini çıkaracağıma inandırıyordum. Ne eziyet dolu bir düşkünlüktü onlara karşı hissettiğim! Uyanık olduğum saatlerde bile kimi zaman yakamı bırakmadıklarından, o çok sevdiğim suretlerine nasıl da sıkı sıkıya tutunuyor, kendimi hâlâ yaşadıklarına inandırıyordum! Böyle anlarda içimi kasıp kavuran intikam ateşi sönüyor, ruhumu saran tutkulu bir arzudan çok, kutsal bir emri yerine getirircesine ve adeta şuurumun dışındaki bir gücün mekanik dürtüsüyle, iblisin peşine düşüyordum.
İzini sürdüğüm yaratığın duyguları nelerdi bilemiyorum. Kimi zaman ağaç gövdelerine ya da kayaların üstüne, bana yol gösteren birtakım yazılar yazıyor, öfkemi körüklüyordu. Bu yazılardan biri, "Saltanatım henüz sona ermedi, sen hayattasın, benimse gücüm yerinde. Peşimden gel; kuzeyin uçsuz bucaksız buzullarına gideceğim. Sen soğuğun ve buzun pençesine düşeceksin, bense hiç etkilenmeyeceğim. Fazla yavaş ilerlemezsen yakınlarda ölü bir tavşan göreceksin. Onu ye ve gücünü topla. Ha gayret düşmanım, ölümüne dövüşeceğiz
daha seninle. Ama o zamana kadar önünde ıstırap dolu, zorlu saatler var," diyordu.
Seni alaycı şeytan! Bir kez daha intikam yemini ediyorum, bir kez daha seni eziyete ve ölüme mahkûm ediyorum, sefil yaratık. Birimizden biri yok olana kadar asla vazgeçmeyeceğim takibimden. İşte o zaman tüm coşkumla kavuşacağım zorlu çabalarımın ve korkunç yolculuğumun ödülüne beni şimdiden hazırlayan Elizabeth'ime ve kaybettiğim sevdiklerime!
Kuzeye doğru yolculuğuma devam ettikçe karlar kalınlaştı ve soğuk dayanılmaz bir hal aldı. Köylüler kulübelerine kapanmışlardı. Yalnızca birkaç gözüpek, açlıktan sığınağından çıkıp av peşine düşen hayvanları yakalamak üzere yollara düşmüştü. Irmaklar buz tuttuğu için balık tutmak mümkün değildi. Bu nedenle de ana besin kaynağımdan mahrum kalmıştım.
Çektiğim zorluklar arttıkça, düşmanımın zaferi de güçlendi. Arkasında şöyle bir yazı bırakmıştı: "Hazır ol! Daha hiçbir şey görmedin. Kürklere sarın ve yanma bol yiyecek al, çünkü pek yakında öyle bir seyahate çıkacağız ki sonsuz nefretimi belki de bu yolculukta çekeceğin acılar dindirecek."
Bu alaycı sözler cesaretimi ve azmimi körükledi. Yolumdan dönmemeye ant içtim ve Tanrı'dan yardım diledim. Tükenmek bilmez bir gayretle uçsuz bucaksız çölleri geçtim, ta ki uzaklarda okyanus görünene, okyanus ufkun her yanını kaplayana kadar. Ah, nasıl da farklıydı burası masmavi güney yörelerinden! Buzla kaplı okyanusu topraktan ayıran tek şey, olağanüstü ıssızlığı ve çetin görüntüsüydü. Yunanlılar, Asya tepelerinden Akdeniz'i gördüklerinde sevinçten gözyaşlarına boğulmuş, zorlu yolculuklarının nihayete erdiği sınırları coşkuyla selamlamışlardı. Bense gözyaşı dökmedim, yalnızca diz çökerek can düşmanımın alaylarına rağmen onunla buluşup çarpışacağım yere sağ salim varmamı sağladığı için, bana yol gösteren ruha içtenlikle şükrettim.
Bundan birkaç hafta önce bir kızakla birkaç köpek edinmiş, bu sayede buzulları akıl almaz bir hızla aşabilmiştim. İblisin de aynı imkânlara sahip olup olmadığını bilemiyordum, ama daha önceleri oldukça geride kaldığım halde şimdi arayı kapattığımı anlıyordum. Okyanusu ilk gördüğümde canavar sadece bir günlük mesafe önümdeydi ve ben, kıyıya varmadan önce onun önünü kesmeyi ümit ediyordum. Bu nedenle de yepyeni bir şevkle kendimi zorlamış, iki gün içinde sahildeki yoksul bir köye varmıştım. Köy halkına iblis hakkında sorular sordum ve sağlam bilgiler edindim. Dediklerine göre köye bir gece önce bir tüfek ve birkaç tabancayla kuşanmış devasa bir canavar gelmiş, korkunç görüntüsüyle kıyıda kalan kulübelerden birinin sakinlerini korkutup kaçırmıştı. Canavar kulübe sakinlerinin kışlık erzakını alarak eğitimli birkaç köpeği koştuğu
bir kızağa yüklemiş ve aynı gece dehşet içindeki köylülere rahat bir nefes aldırarak hiçbir kara parçasına varmayan bir yöne doğru, deniz üzerinden yolculuğuna devam etmişti. Köylüler ise onun parçalanan buzullar yüzünden kısa süre sonra öldüğüne ya da soğuktan donduğuna kanaat getirmişlerdi.
Bu bilgileri edinmemle birlikte bir süre ümitsizliğe kapıldım. Canavar elimden kaçmıştı ve ben okyanusun dağ gibi buzulları arasında yıkıcı ve neredeyse sonsuz bir yolculuğa çıkmak, yerli halktan çok az kişinin katlanabildiği, benim gibi ılık ve güneşli iklime alışkın birininse kesinlikle dayanamayacağı bir soğuğa karşı koymak zorundaydım. Ancak yine de iblisin hayatta kalarak zafere ulaşacağı düşüncesi öfkemi ve intikam tutkumu dev bir dalga gibi kabartıyor, tüm diğer duygularımı alt ediyordu. Yakardığım ruhların etrafımda uçuşarak gayrete gelmem, öç almam için beni teşvik ettiği kısa süreli bir uykunun ardından yolculuğuma hazırlanmaya başladım.
Kara kızağımı okyanus kızağıyla değiş tokuş ettim ve yanıma bolca erzak alarak yollara düştüm. O zamandan bu yana kaç gün geçti bilemiyorum. Tek bildiğim, ancak yüreğimde tutuşan haklı intikam arzusunun verdiği güç sayesinde katlanabildiğim çok derin acılar çektiğim. Yolculuğum sırasında heybetli ve çetin buz dağları sık sık yolumu kesti ve buzun altında kabaran denizin hayatımı tehdit eden gümbürtüsünü duyduğum zamanlar çok oldu. Ne var ki hava yeniden buz kesince deniz güvenli hale geldi.
Tükettiğim erzaka bakılırsa bu yolculuğum üç hafta kadar sürmüştü. Kaybolan ümidimi sürekli ayakta tutma çabası sık sık gözlerimi çaresizlik ve keder yaşlarıyla dolduruyordu. Ümitsizlik avını avucunun içine almıştı ve ben acılarımın ağırlığı altında ezilmek üzereydim. Bir keresinde kızağımı çeken zavallı hayvanlar büyük bir çabayla beni bir buz dağının zirvesine çıkardığında ve içlerinden biri yorgunluktan düşüp öldüğünde, büyük bir ıstırap içinde önümde uzayıp giden manzaraya bakıyordum. Tam o sırada kasvetli ovada gözüme bir karaltı ilişti. Ne olduğunu anlayabilmek için gözlerimi kısarak baktım ve bir kızağın içindeki o tanıdık ucubeyi fark edince çılgınca haykırmaya başladım. Ah! Ümit o anda nasıl da taşkın bir coşkuyla yeniden sarıverdi yüreğimi! Canavarı görüşümü engellemesinler diye gözlerimden süzülen ılık yaşları çabucak sildim. Ancak acı dolu gözyaşlarım görüş alanımı hâlâ bulanıklaştırıyordu. Yüreğimi sıkıştıran duygulara teslim olana kadar hıçkırarak ağladım.
Ne var ki oyalanmanın vakti değildi, ölen köpeği dostlarından ayırdım ve diğerlerine bolca yiyecek verdim. Hiç istemediğim halde bir saat kadar dinlendikten sonra yola koyuldum. Kızağı hâlâ görebiliyordum ve araya sarp buz kütlelerinin girdiği zamanlar dışında bir daha da hiç gözden kaybetmedim.
Kızakla arayı hayli kapamıştım. İki günlük bir yolculuğun ardından düşmanıma bir mil kadar yaklaştığımda kalbim gümbürdemeye başladı.
Ancak tam düşmanımı ele geçirdiğim sırada tüm ümitlerim suya düştü ve onun izini hiç olmadığı kadar kaybettim. Buzulun altında kabaran denizin sesi duyuldu. Altımda çalkalanarak yükselen suların gürlemesi her an daha uğursuz, daha korkunç bir hal aldı. Var gücümle kızağa asıldıysam da bir faydası olmadı. Rüzgâr çıktı, deniz gürledi, buzlar deprem gibi bir sarsıntıyla çatladı ve kulakları sağır eden bir gümbürtüyle parçalandı. Kısa süre içinde olan olmuş, birkaç dakika sonra düşmanımla arama çalkantılı bir deniz girmişti. Gittikçe küçülerek tüyler ürpertici ölümümü hazırlayan bir buzulun üstünde öylece kalakalmıştım.
Bu şekilde korku dolu saatler geçirdim. Köpeklerimin birkaçı öldü, bense felaketlerin altında ezilmek üzereydim ki demir atmış geminizi fark ettim ve kurtarılma ümidine tutundum. Gemilerin bu kadar kuzeye açıldığından hiç haberim olmadığı için hayrete düşmüştüm. Kızağımın bir kısmını parçalayarak kürek yaptım ve bu sayede yorgunluktan bitap halde salımı geminize doğru hareket ettirdim. Rotanız güney olsaydı, amacımdan vazgeçmektense kendimi yeniden denizlerin insafına bırakacaktım. Ümidim düşmanımı izleyebileceğim bir tekne vermeye sizleri ikna edebilmekti. Ancak siz zaten kuzeye gidiyordunuz. Tüm gücümü yitirdiğim bir anda beni geminize aldınız. Ne var ki ben pek yakında sonu gelmez felaketlerimin ağırlığı altında ezilerek, henüz yerine getiremediğim görevim yüzünden hâlâ içime korku salan ölüme esir düşeceğim.
Ah, ah! İblise giden yolda rehberim olan ruh, sonsuz arzuladığım o istirahate ne zaman kavuşturacak beni? Yoksa ben ölüp gideceğim de, iblis hayatta mı kalacak? Eğer ölürsem, söz ver bana Walton, kaçmasına izin vermeyeceksin. Onun peşinden gidecek, ancak ölümüyle gerçekleşecek intikamımı sen alacaksın. Peki, yolculuğumu benim yerime üstlenmene, çektiğim zorlukları çekmene gönlüm razı olur mu? Hayır, o kadar bencil değilim. Yine de ölümümden sonra iblis ortaya çıkar, intikam ruhları onu ayağına getirirse, söz ver hayatta kalmasına izin vermeyeceğine. O canavarın sonsuz felaketlerimin üstüne zafer bayrağını dikmesine, karanlık cürümlerini sürdürmesine izin vermeyeceğine söz ver. Sözleri çok dokunaklı, konuşması çok ikna edicidir. O sözlerin yüreğime hükmettiği zamanlar dahi oldu. Ancak sen sakın kanma. Ruhu da sureti kadar çirkin, hainlik ve kötülük doludur onun. Sözlerine kulaklarını tıka; William'in, Justine'in, Clerval'in, Elizabeth'in, babamın ve biçare Victor'ın isimlerini an ve sapla hançerini yüreğine. Ruhum sana eşlik edecek ve hançerin yerini bulmasını sağlayacaktır.
WALTON, devam 26 Ağustos 17..
Bu garip ve tüyler ürpertici hikâyeyi okudun, Margaret. Benim şu an bile hissettiğim gibi, sen de hissetmiyor musun, dehşetten kanının donduğunu? Misafirim bazen ani bir kedere kapılıp öyküsünü yarıda kesiyor, bazen de çatlak ama dokunaklı sesiyle dile getiriyordu ıstırabını. Anlamlı ve güzel bakışları kâh öfkeyle ışıldıyor kâh hüzünle yumuşuyor ya da sonsuz bir üzüntüyle donuklaşıyordu. Kimi zaman da yüz ifadesine ve ses tonuna hâkim oluyor, her tür heyecanını bastırarak, en dehşetli hikâyeleri sakin bir sesle anlatıyordu. Sonra aniden bir volkan gibi patlıyor, kendisine eziyet edene lanetler yağdırırken yüzüne vahşi bir öfke yayılıyordu.
Hikâyesi gerçeklerle bağlantılı ve tutarlı gibi görünüyor. Ancak yine de itiraf etmeliyim ki Felix'le Safiye'nin mektupları ve canavarı gemiden kendi gözlerimizle görmüş olmamız, tüm samimiyetine rağmen sarf ettiği sözlerden daha inandırıcı oldu benim için. Demek ki böyle bir canavar gerçekten mevcut! Her ne kadar doğruluğundan şüphe edemesem de şaşkınlık ve hayranlığa kapılmaktan kendimi alıkoyamıyorum.
Kimi zaman Frankenstein'dan yaratığı ortaya çıkarışıyla ilgili bilgiler edinmeye çalıştım, ama o en ufak bir sır vermedi.
"Aklını mı yitirdin sen, sevgili dostum?" dedi. "Şuursuz merakın seni nelere sürüklüyor böyle? Sen de mi kendine ve dünyaya şeytani bir düşman kazandırmak niyetindesin? Aklını başına topla! Benim yaşadıklarımdan ders al da kendi başına işler açma."
Frankenstein hikâyesiyle ilgili notlar tutmuş olduğumu öğrendi. Onlara bakmak istedi. Notların üstünde birçok düzeltme ve ilaveler yaptı; özellikle de düşmanıyla yaptığı konuşmaların anlatıldığı bölümlerde. "Madem hikâyemi saklamaya karar verdin, o halde eksik aktarılmasın gelecek nesillere," dedi.
Hayal gücünün bu en tuhaf öyküsünü dinleyerek tam bir hafta geçirdim. Düşünce ve duygularım hikâyenin ve misafirimin uyandırdığı merakla sarhoşa döndü. Misafirimi biraz olsun teskin edebilmek istedim ama böylesine perişan, umuttan böylesine yoksun birini nasıl avutabilirim ki? Yo, hayır! Bundan sonra onu memnun edecek tek şey, o harap ruhunun huzura ve ölüme kavuşması olabilir. Ancak yine de yalnızlık ve hezeyandan kaynaklanan bir tesellisi var; rüyalarında dostlarıyla konuştuğunda bunu dertlerine teselli, intikamı için cesaret bulduğunda da, bunun hayal gücünün bir ürünü değil, onu uzak diyarlardan ziyarete gelen sevdiklerinin kendileri olduğuna inanıyor. Bu inancı hülyalarına öyle bir vakar kazandırıyor ki gözüme neredeyse gerçeğin ta kendisi kadar
muhteşem ve ilginç görünüyorlar.
Sohbetlerimiz her zaman onun geçmişi ve talihsizlikleriyle sınırlı kalmıyor. Edebiyatın her alanında sonsuz bir bilgiye, kıvrak ve keskin bir kavrayışa sahip. Konuşması ikna edici ve dokunaklı. Üzücü bir olayı aktardığında ya da merhamet ve sevgi uyandırmaya çalıştığında onu dinlerken gözyaşlarımı tutamıyorum. Şu perişan haliyle bile böylesine asil ve muhteremse kim bilir hali vakti yerindeyken ne muazzam biriydi! Kendisi de değerinin ve büyük çöküşünün farkında gibi.
Bir keresinde, "Gençliğimde yüce işler başaracağıma inanırdım," dedi. "Duygularım engindi, ama bir yandan da büyük başarılara imza atmamı sağlayacak serinkanlı bir muhakeme gücüne sahiptim. Kendime verdiğim bu değer, çoğu insanın katlanmayacağı durumlarda ayakta kalmamı sağladı, çünkü anlamsız bir kedere saplanarak insanlığa faydalı olabilecek yeteneklerimi boşa harcamanın büyük bir günah olduğuna inanıyordum. Ortaya koyduğum işe, duyarlı ve akıl sahibi bir varlığın yaratımına dönüp baktığımda, kendimi sıradan hevesliler sürüsüyle aynı kefeye koyamıyordum. Ne var ki meslek hayatımın gelişimi içinde bana güç veren bu düşünce, şimdi beni yerin iyice dibine batırmaktan başka işe yaramıyor. Tüm tahminlerim ve ümitlerim boş çıktı ve Tanrı'ya öykünen melek misali sonsuza kadar cehenneme zincirlendim. Muhayyilem capcanlı, analiz gücüm ve uygulama kabiliyetimse güçlüydü. İşte bu niteliklerimin bir araya gelmesi sayesinde bir insan yaratma fikrini geliştirip gerçekleştirebildim. İşimi tamamladığım zamanki duygularımı şu an bile heyecanla anıyorum. Kâh gücümün coşkusuna kapılarak kâh muhtemel sonuçlarına kafa yorarak hayallerimde cennetin bahçelerini arşınladım. Çocukluğumdan beri bana büyük umutlar ve tutkular aşılanmıştı, oysa şimdi bak nasıl da yıkıldım! Ah, ah, sevgili dostum! Beni eskiden tanısan şu perişan halime inanmakta güçlük çekerdin. O zamanlar ümitsizlik nadiren yüreğimi mesken tutardı ve önümde parlak bir gelecek var gibiydi; ta ki ben bir daha hiç mi hiç ayağa kalkmamak üzere yere düşene kadar."
Peki, bu hayran olunası kişiyi yitirecek miyim? Bir dost özlemiyle yanıp tutuşuyordum. Beni anlayacak ve sevecek birini arıyordum. İşe bak ki şu engin denizlerde öyle birini buldum, ama korkarım kıymetini anlar anlamaz kaybetmek var onu kaderimde. Bu insanı hayata döndürmeyi canı gönülden isterdim ama kendisi bu fikirden nefret ediyor.
"Şu zavallı adama gösterdiğin nezaket için teşekkür ederim sana, Walton," dedi bir keresinde. "Ancak yeni beraberliklerden, sevgilerden söz ederken, kaybettiklerimin yerini doldurabileceklerine gerçekten inanıyor musun? Benim için hiçbir erkek Clerval'in ya da hiçbir kadın Elizabeth'in yerini tutabilir mi?
Duyguların çok güçlü olmadığı durumlarda dahi çocukluk arkadaşlıkları daima zihnimizde, sonradan edinilen dostların sahip olamadığı bir güce sahiptir. İleride değişecek de olsa, hiçbir zaman tümüyle yok olmayan çocukluk mizacımızı ancak onlar bilir. Davranışlarımızın ardında yatan gerçek niyet hakkında daha kesin hükümlere onlar varabilir. Geçmişte örneği olmadığı sürece hiçbir kardeş, kardeşinin hile ya da düzenbazlığını aklına getirmez. Oysa ne denli yakın olursa olsun bir dosta şüpheyle yaklaşılabilir. Ne var ki ben sadece alışkanlık ve yakınlıktan dolayı değil, erdemleriyle de sevgimi kazanan dostlar edinme şansına sahip oldum. Üstelik gittiğim her yerde Elizabeth'imin teskin edici sesi ve Clerval'in sohbetleri kulaklarımda çınlardı. Şimdi hayatta değiller ve şu yalnızlığımın içinde beni yaşamaya ikna edebilecek tek bir duygu var. İnsanlığa büyük faydası dokunacak herhangi bir işim ya da planım olsa işte onu gerçekleştirebilmek için yaşamımı sürdürürdüm.
Ne var ki alın yazım hiç de öyle değil. Can verdiğim varlığın izini sürmek ve onu yok etmek zorundayım. Ancak o zaman payıma düşeni yerine getirmiş ve ölmeye hazır olacağım."
2 Eylül
Sevgili kardeşim;
Etrafım tehlikeyle kuşatılmış, İngiltere'yi ve oradaki sevgili dostlarımı bir daha görüp göremeyeceğimden habersiz halde yazıyorum sana. Çevrem, gemime her an çarpacakmış gibi görünen, geçit vermez buz dağlarıyla çevrili. Yanıma aldığım cesur adamlar bir çare bulmam için gözümün içine bakıyorlar, ama ben hiçbir şey yapamıyorum. Durumumuz fazlasıyla ürkütücü olsa da cesaretim ve ümidim henüz beni terk etmedi.
Yine de bu adamların hayatlarının benim yüzümden tehlikeye girdiğini düşünmek çok korkunç. Kaybolup gidersek, nedeni benim çılgın hayallerim olacak. Peki, senin halin ne olacak, Margaret? ölümümün haberini bile alamayacaksın ve tedirginlik içinde dönüşümü bekleyeceksin. Yıllar gelip geçecek ve sen ara ara çaresizliğe kapılsan da ümit yakanı asla bırakmayacak. Ah, benim canım kardeşim! Ümitlerinin yıkılması benim için ölümden de beter. Neyse ki kocan ve birbirinden güzel çocukların var. Onlar sayesinde mutlu olabilirsin. Tanrı seni korusun ve mutlu etsin!
Talihsiz misafirim bana büyük bir şefkatle yaklaşıyor. Yüreğimi ümitle doldurmaya çalışıyor ve hayattan, değer verdiği bir şeymişçesine bahsediyor. Bu denizlere açılmaya kalkışan diğer gemicilerin başına gelen benzeri kazalardan örnekler verip duruyor. Tatlı diliyle gemicilerimi bile etkiliyor; onu dinleyince ümitsizlikten kurtuluyorlar. Misafirim gemicilere enerji aşılıyor ve onun sesini
duyanlar, yüce buz dağlarının, insanoğlunun kararlılığı karşısında yok olup gidecek küçük birer köstebek yuvasından farksız olduğuna inanıyor. Ancak bu duyguların hepsi geçici. Ümitlerin ertelendiği her gün, içlerini yepyeni korkularla dolduruyor ve ben bu çaresizlik hissinden dolayı her an bir isyanın patlak vermesinden çekiniyorum.
5 Eylül
Öyle olağanüstü bir olay yaşadık ki bu mektubun sana hiç ulaşmama ihtimali olduğunu bildiğim halde yazmaktan kendimi alamıyorum.
Etrafımız hâlâ buz dağlarıyla çevrili ve biz hâlâ çarpışma tehlikesiyle karşı karşıyayız. Soğuk had safhada ve talihsiz yoldaşlarımın çoğu bu ıssız manzaranın ortasında bile kendilerine bir mezar buldular. Frankenstein'ın sağlığı günbegün kötülüyor. Gözlerinde hâlâ bir kıvılcım ateşi yansa da kendisi hayli bitkin. Arada bir aniden bana yardım için aşka geliyor, ama çok geçmeden bitap haline dönüveriyor.
Son mektubumda muhtemel bir isyan konusundaki tedirginliğimden söz etmiştim. Bu sabah oturduğum yerden dostumun yan kapalı gözleri, iki yana sarkmış kollarıyla solgun çehresini izlerken yarım düzine gemici kamarama girmek için izin istedi. İçeri girdiler ve sözcüleri benimle konuşmaya başladı. Diğer gemicilerin onu ve yanındakileri, kendi adlarına haklı bir talepte bulunmak üzere gönderdiklerini söyledi. Buzun ortasında hapsolmuştuk ve belki de hiç kurtulamayacaktık. Korktukları şey, buzun dağılması ve bir kanalın açılması halinde, böyle büyük bir zorluğu aşabilmişken, benim yolculuğa devam ederek onları yepyeni tehlikelere sürükleme düşüncesizliğini göstermemdi. Bu nedenle geminin serbest kalması durumunda rotayı hemen güneye çevireceğime dair söz vermem konusunda ısrarcıydılar.
Bu konuşma hayli canımı sıktı. Ümitsizliğe kapılmış değildim, ama kurtulduğumuz takdirde geri dönmeyi de düşünemiyordum. Ancak haksızlığa mahal vermeksizin böyle bir talebi geri çevirebilir miydim? Yanıt vermeden tereddüt içinde duraksamaktaydım ki ilk başlarda sessiz sedasız duran ve gerçekten de konuşacak hali yokmuş gibi görünen Frankenstein birden yerinde doğruldu. Anlık bir gayretle gözleri parladı, yanaklarına renk geldi. Adamlara doğru dönerek şöyle dedi: "Ne demek istiyorsunuz siz? Kaptanınızdan talep ettiğiniz şey nedir? Yolunuzdan böyle kolay mı dönüyorsunuz? Siz değil miydiniz buna anlı şanlı keşif seferi, diyen? Peki, neden anlı şanlıydı bu sefer? Denizleri, güneyin denizi gibi durgun ve sakin olduğundan değil herhalde? Tehlikelerle ve korkuyla dolu olduğundan; karşınıza çıkan her yeni zorluk, metanet ve cesaret gerektirdiğinden; tehlike ve ölüm etrafta kol gezdiğinden ve
sizler bunlara göğüs gerecek, onları alt edecek insanlar olduğunuzdan. İşte bu yüzden şanlıydı seferiniz, bu yüzden şerefli bir görevdi. Bu seferin ardından insanlığın velinimeti olarak saygı görecektiniz. İsimleriniz, onurları uğruna ve insanlık yararına ölümle yüzleşen gözüpek adamlar, diye anılacaktı.
Oysa şimdi önünüze çıkan ilk tehlikenin gölgesi ya da cesaretinizi sınayan ilk büyük zorluk karşısında geri adım atıyor, soğuğa ve tehlikeye dayanamayan, üşüyünce sıcacık şöminelerinin başına koşan adamlar olarak görülmeye razı oluyorsunuz. Bunun için bu kadar uğraşmanıza gerek yoktu; ödlekliğinizi kanıtlamak adına öyle uzaklara gitmeniz, kaptanınızı yenilginin utancına sürüklemeniz şart değildi. Ah, adam olun, adam! Ya da adamdan fazlası olun. Amacınıza sadık kalın, kaya gibi sağlam durun. Şu gördüğünüz buzların hamuru, yüreğinizin hamuruyla bir değil; onlar değişkendir ve siz istemezseniz karşınızda duramazlar. Ailelerinize alnınızda bir lekeyle dönmeyin. Savaşıp zafere ulaşan, düşmandan kaçmak nedir bilmeyen kahramanlar gibi dönün."
Ses tonunu, konuşmasında dile getirdiği farklı duygulara göre öylesine güzel ayarladı, bakışları öyle mağrur ve cesaret doluydu ki adamların etkilenmesine şaşırmamak lazım. Adamlar önce birbirlerine baktılar, nutukları tutuldu. Bunun üstüne ben konuştum; onlara artık çekilmelerini ve konuşulanları düşünmelerini söyledim. Israrcı oldukları takdirde daha kuzeye çıkmayacağımızı, ama oturup düşündüklerinde cesaretlerine kavuşmalarını umduğumu belirttim.
Onlar çekilince dostuma döndüm, ama o mecalsiz halde uzanmıştı ve beti benzi iyice atmıştı.
İş nihayetinde nereye varacak bilemiyorum fakat amacımı gerçekleştiremeden, utanç içinde geri dönmektense ölmeyi yeğlerim. Ancak korkarım ki kaderim bu olacak; şan ve onur düşünceleriyle cesaretlendirilmekten yoksun kalan bu adamlar, asla kendi rızalarıyla güçlüklere kapanmayacaktır.
7 Eylül
Ok, yaydan çıktı. İçine düştüğümüz durumdan sağ salim kurtulursak geri dönmeye razı oldum. Böylece korkaklık ve tereddüt yüzünden tüm ümitlerim suya düştü. Bilgiye ulaşamadan ve hayal kırıklığına uğramış halde geri dönüyorum. Böylesi bir haksızlığa göğüs gerebilmek için benim olduğumdan çok daha serinkanlı olmak gerekir.
12 Eylül
Her şey geride kaldı, artık İngiltere'ye dönüyorum. İnsanlığa faydalı olma ve üne erişmeye dair tüm ümitlerim tükendi; dostumu kaybettim. Yine de bu acı dolu olayları olabildiğince aktarmaya çalışacağım canım kardeşim ve İngiltere'ye, sana doğru sürüklenirken moralimi bozmamaya çalışacağım.
9 Eylül'de buzlar hareketlendi ve dört bir yanımızdaki kütleler çatlayıp parçalanırken uzaklardan gök gürültüsü gibi sesler duyuldu. Tehlikenin tam anlamıyla kıyısındaydık, ama elimiz kolumuz bağlı beklemekten başka çaremiz olmadığı için ben tüm ilgimi talihsiz misafirimin üstüne yoğunlaştırmıştım. Hastalığı o derece ilerlemişti ki yataktan çıkamaz haldeydi. Bir süre sonra ardımızdaki buzul çatladı ve kuzeye doğru sürüklenmeye başladı. Batıdan bir rüzgâr yükseldi ve ayın on birinde güney yönüne giden geçit tamamen açıldı. Bunu gören ve memleketlerine rahatça dönebileceklerini anlayan gemiciler uzun süre sevinç gösterileri yaptılar. Uyuklamakta olan Frankenstein ise uyanarak, patırtının nedenini sordu. "Sevinç çığlıkları atıyorlar, çünkü yakında İngiltere'ye dönecekler," dedim.
"Gerçekten dönecek misin yani?"
"Ne yazık ki evet! Taleplerine daha fazla direnemeyeceğim. Onları zorla tehlikeye sürükleyemem, mecburen döneceğim."
"Sen dön istiyorsan. Ben dönmeyeceğim. Sen amacından vazgeçebilirsin belki, ama benimki İlahî bir emir olduğu için ben vazgeçemem. Gücüm yerinde olmasa da eminim intikamım için önümü açan ruhlar, gerekli enerjiyi de bahşedeceklerdir." Bu sözlerin ardından yatağından çıkmaya çalıştı, ama takati yetmeyince olduğu yere yığılarak bayıldı.
Kendine gelmesi hayli uzun sürdü ve ben sık sık onu tamamen kaybettiğimi düşündüm. Nihayet gözlerini açtı. Güçlükle nefes alıyor, hiç konuşamıyordu. Doktor ona yatıştırıcı verdi, bize de hastayı rahatsız etmememizi söyledi. Bu arada bana dostumun pek fazla zamanı kalmadığını haber verdi.
Ferman okunmuştu artık. Kederlenmekten ve sabırlı olmaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu. Yatağının başucuna oturarak onu izlemeye koyuldum; gözleri kapalı olduğu için uyuduğunu sanmıştım, ama birden cılız bir sesle bana hitap ederek, iyice yanına yaklaşmamı istedi ve konuşmaya başladı, "Ne yazık ki çok güvendiğim gücümü artık yitirdim. Yakında öleceğimi hissediyorum, halbuki o, yani can düşmanım ve felaketlerimin sorumlusu belki de hâlâ hayatta. Ömrümün şu son dakikalarında içimi kavuran o öfkeyi ve sonsuz intikam hırsını hâlâ hissettiğimi sanma sakın, Walton, ama düşmanımın ölümünü istemekte haklı olduğumu düşünüyorum. Şu son birkaç günde, geçmişte yaptıklarımı düşünüp durdum ve kendimi çok da suçlayamadım. Hezeyana kapıldığım bir dönemde akıl fikir sahibi bir yaratığa can verdim ve onun mutluluk ve refahını elimden geldiğince sağlamakla yükümlüydüm. Bu benim sorumluluğumdu, ancak onun da ötesinde bir şey vardı; kendi türüme karşı görevlerim benim için daha önemliydi, çünkü orada daha büyük bir
mutluluk ya da keder söz konusuydu. Bu düşüncelerin de etkisiyle ilk yaratık için bir eş yaratmayı reddettim ve böyle yaparak iyi de ettim. Yaratık akıl almaz kötülükler ve bencillikler yaptı; sevdiklerimi yok etti, son derece hassas, mutlu ve bilgili varlıkları mahvetmeye adadı kendisini. Üstelik bu intikam açlığının ne zaman sona ereceğini hâlâ bilemiyorum. O sefil yaratığın başkalarını da felakete sürüklememesi için ölmesi gerekiyor. Onu yok etmek benim sorumluluğumdu, ama başarılı olamadım. Daha önce kötü ve bencil duyguların etkisiyle senden yarım kalan görevimi üstlenmeni istedim. Şimdi ise sadece sağduyunun ve doğruluğun sesine kulak vererek bu ricamı yineliyorum;
Ancak senden bu görevi yerine getirmek için ülkeni ve sevdiklerini terk etmeni isteyemem. Üstelik artık İngiltere'ye döneceğine göre onunla karşılaşma ihtimalin de çok düşük. Fakat bu durumun muhakemesini ve görev bellediğin şeylerin dengesini kurma işini sana bırakıyorum. Benim yargı ve düşüncelerim, yaklaşan ölümümle şimdiden zedelenmiş durum da. Kendi doğrumu sana dayatmak haddime değil çünkü hâlâ tutkularımın etkisi altında olabilirim.
Onun kötülüklerini sürdürecek olması beni rahatsız ediyor, ama bu düşünceyi saymazsak, kurtuluşumu beklediğim şu saat, uzun yıllardır yaşadığım tek mutlu saat. Bu dünyadan göçmüş olan sevdiklerimin suretleri gözlerimin önünden gelip geçiyor ve ben kendimi onların kollarına atmak için sabırsızlanıyorum. Elveda Walton! Mutluluğu huzurda ara ve bilimde, keşifte öne çıkmak gibi masum amaçlarla dahi olsa, kendini hırslara kaptırmaktan kaçın. Yine de neden böyle konuşuyorum ki? Benim ümitlerimin suya düşmüş olması, başkasının başarılı olamayacağı anlamına gelmez."
Konuşurken sesi kısıldıkça kısıldı, nihayet yorgunluktan bitap düşerek konuşamaz oldu. Bundan yarım saat kadar sonra tekrar konuşmayı denedi, ama başaramadı. Elimi hafifçe sıktı ve dudaklarından tatlı bir gülümsemenin ışıltısı gelip geçerken, gözlerini sonsuza kadar yumdu.
Margaret, bu muhteşem insanın zamansız gidişi hakkında ne gibi bir yorum yapabilirim ki? Üzüntümün derinliğini nasıl anlatabilirim? Ne söylersem söyleyeyim yetersiz ve zayıf kalacak. Gözlerimden yaşlar boşalıyor, büyük bir hayal kırıklığı zihnimi bulandırıyor. Ancak yolculuğum İngiltere'ye. Teselliyi belki orada bulurum.
Bir şeyler oluyor. Bu sesler de neyin nesi? Vakit gece yansı, hafif bir rüzgâr esiyor ve güvertedeki nöbetçi ara ara volta atıyor. Yine bir insan sesi duydum, ama bu seferki çok daha boğuk. Frankenstein'ın hâlâ yattığı odadan geliyor. Gidip kontrol etmem lazım. İyi geceler sevgili kardeşim.
Ulu Tanrım! O nasıl bir manzaraydı! Aklıma geldikçe hâlâ başım dönüyor.
Ayrıntısıyla anlatmaya gücüm yeter mi, bilemiyorum ancak bu nihai ve olağanüstü felaketten bahsetmezsem şimdiye kadar kaydını tuttuğum hikâye eksik kalacak.
Az önce talihsiz ve muhteşem dostumun cesedinin bulunduğu kamaraya gittim. Kelimelerle ifade edemeyeceğim, devasa ama biçimsiz ve orantısız bir yaratık cesedin üstüne eğilmiş duruyordu. Tabuta bakan çehresi upuzun, karmakarışık buklelerin ardına gizlenmişti fakat mumya rengine ve dokusuna sahip kocaman elini öne doğru uzatmıştı. Geldiğimi duyunca keder ve dehşet dolu haykırışlarına son verdi ve lomboza doğru atıldı. Onun yüzü kadar korkunç bir görüntüyü, öyle bir iğrençlik ve çirkinliği hayatımda görmemiştim. Elimde olmadan gözlerimi yumdum ve bu zalime karşı sorumluluklarımın neler olduğunu anımsamaya çalıştım. Seslenerek gitmemesini söyledim.
Şaşkınlıkla bana bakarak duraksadı. Bir kez daha yaratıcısının cansız bedenine doğru döndüğünde benim varlığımı unutmuş gibiydi. Yüzündeki her ifade ve tüm hareketleri kontrolsüz bir tutkudan doğan vahşi bir öfkeyle tetiklenmiş gibiydi.
"Bu gördüğün de benim kurbanım!" diye haykırdı.- "Günahlarım onun ölümüyle birlikte nihayete erdi; varlığımla doğan sefillikler silsilesinin sonu geldi. Ah, Frankenstein! Yüce gönüllü, fedakâr insan! Şimdi beni bağışlamanı dilesem, ne faydası var? Tüm sevdiklerini mahvederek seni de mahveden kişiyim ben. Ne yazık ki artık bedeni buz kesmiş, bana cevap veremiyor!"
Sesi boğulur gibi oldu ve benim ilk başta hissettiğim, dostumun düşmanını öldürmem konusundaki son dileğini yerine getirme dürtüsü, merak ve acımayla karışık bir duygu yüzünden sekteye uğradı. Heybetli yaratığın yanına yaklaştım, ancak çirkinliği öyle ürkütücü ve tuhaftı ki başımı kaldırıp bir kez daha yüzüne bakmaya cesaret edemedim. Konuşmaya çalıştıysam da nutkum tutuldu. Canavar çılgınca ve kendini suçlamaya yönelik tutarsız birtakım sözler söylemeyi sürdürüyordu. Sonunda, hezeyanına ara verdiği bir anda cesaretimi toplamayı başardım. "Şu anki pişmanlığın göstermelik olmaktan öte değil," dedim. "Vicdanının sesini dinleseydin ve şeytani intikamını bu raddeye vardırmadan önce pişmanlığın acısına kulak verseydin, Frankenstein şimdi hayatta olurdu."
"Ne sanıyorsun ki sen?" dedi canavar "Hiç acı çekmedim ya da pişmanlık duymadığımı mı düşünüyorsun?" Cesedi göstererek devam etti, "Görevini yerine getirirken hiç acı çekmedi ki o. Ah, ah! İşlediğim suçların her ânında çektiğim ıstırabın on binde birini bile yaşamadı. Bir yandan pişmanlık duygusu yüreğimi zehirlerken bir yandan da akıl almaz bir bencillik körükledi beni. Clerval'in inlemeleri kulağıma müzik gibi mi geldi sanıyorsun? Kalbim sevgiye ve anlayışa
duyarlı yaratılmıştı. Ancak çektiğim acıların kötülük ve nefrete yol açmasıyla birlikte o kalp, senin hayal dahi edemeyeceğin bir ıstırap içinde bu değişikliğin şiddetine dayanamaz hale geldi.
Clerval'ı öldürdükten sonra perişanlık ve yılgınlık içinde İsviçre'ye döndüm. Frankenstein'a acıyordum. Acıma duygum bir süre sonra dehşete dönüştü; kendimden tiksinmeye başlamıştım. Ancak onun, yani hem varlığımın hem de akıl almaz acılarımın yaratıcısının mutluluk hayalleri kurduğunu; beni sefalet ve kedere sürüklerken, sonsuza kadar mahrum bırakıldığım duygu ve ihtiraslardan tatmayı arzuladığını öğrenince hissettiğim aciz bir kıskançlık duygusu ve buruk bir öfke, içimi doymak bilmez bir intikam hissiyle doldurdu. İşte o zaman savurduğum tehdidi hatırladım ve onu gerçekleştirmem gerektiğine karar verdim. Kendimi ölümcül bir eziyete hazırladığımın farkındaydım, ancak tiksindiğim halde karşı koyamadığım bir dürtünün efendisi olmaktan çok, kölesiydim. Fakat Elizabeth öldüğünde, nasıl da kahroldum! Sonu gelmez çaresizliğime isyan ederken duygularımı bir kenara attım, ıstırabıma boyun eğdim. O andan sonra kötülük benim için iyilik oldu. Bu aşamada tabiatımın bilinçli olarak seçtiğim bir yönüne uyum sağlamaktan başka çarem yoktu. Hain planımı nihayete erdirmek benim için dindirilemez bir tutku haline gelmişti. Şimdi ise olan oldu, biten bitti; işte karşında en son kurbanım."
İlk başta acılı hali dokunmuştu yüreğime ama canavarın etkili konuşma ve ikna kabiliyeti hakkında Frankenstein'ın söylediklerini hatırlayınca ve bakışlarımı bir kez daha dostumun cansız bedenine kaydırınca içimdeki öfke yeniden kabardı. "Seni alçak!" dedim. "Yol açtığın yıkımın ardından buraya gelerek ahlanıp vahlanman pek de güzel. Bir yığın binanın orta yerine bir meşale fırlatıyor, yanıp kül olduklarında ise yıkıntıların arasında oturup feryat figan ediyorsun. Riyakâr iblis! Matemini tuttuğun kişi şimdi hayatta olsa, yine lanet olası intikamına bir hedef, bir yem olacaktı. Merhamet değil senin hissettiğin; ağlayıp sızlanıyorsun, çünkü eziyetlerinin kurbanını artık parmağının ucunda oynatamayacaksın."
"Hayır, hiç de öyle değil, yanılıyorsun," diye sözümü kesti canavar. "Ama tabii maksadımın sana öyle görünmesi normal. Yine de ıstırabımı anlayacak biri değil benim aradığım. Kimsenin anlayışını kazanamam bundan sonra. İlk arayışlarım doğruluk aşkı, mutluluk ve yüreğimden taşan, paylaşmak istediğim sevgi gibi duygulardı. Oysa şimdi doğruluk benim için bir hayalden başka bir şey değil. Mutluluk ve sevgi ise buruk ve tiksinti dolu bir ümitsizliğe dönüştü. Kimden anlayış bekleyebilirim ki? Acılarım sürdükçe onlara tek başıma katlanmaya razıyım, öldüğüm zaman hafızamın tiksinme ve aşağılanmalarla dolu olmasına bir itirazım yok. Bir zamanlar hayallerimi doğruluk, şöhret ve haz
gibi şeyler süslerdi. Ve bir zamanlar nasıl olduysa, dış görünüşümü önemsemeyerek, sahip olduğum muhteşem özelliklerden dolayı beni sevecek varlıklarla karşılaşmayı ümit etmiştim. Onur ve fedakârlık gibi yüce düşünceler beslemiştim. Oysa şimdi, işlediğim suçlar beni en acımasız hayvandan da alçak bir duruma düşürdü. Benimki gibi bir suçluluk, hainlik, kötülük ve sefillik kimsede yoktur. Geri dönüp işlediğim korkunç suçları düşündüğümde, bir zamanlar düşünceleri yüce ve üstün güzellik hayalleriyle, iyiliğin ihtişamıyla dolup taşan kişi olduğuma inanamıyorum. Ama gerçek bu işte; cennetten kovulan melek hain bir şeytana dönüşür. Oysa o Tanrı ve insan düşmanının bile dostları, yardımcıları vardı; bense yapayalnızım.
Frankenstein'ın dostu olduğunu söyleyen sen, günahlarımdan ve talihsizliklerimden haberdar gibisin. Ancak sana anlattıkları içinde benim aciz tutkularla yanıp tükendiğim günler, aylar yoktur eminim. Çünkü onun ümitlerini bir bir yok ederken, kendi arzularımı tatmin edemedim. Coşkun ve tükenmez arzulardı bunlar. Sevgiyi ve dostluğu hâlâ hayal ediyor, ama hâlâ dışlanıyordum. Sence bunda hiç mi adaletsizlik yok? İnsanlığın tamamı bana karşı günah işlemişken, suçlu olarak bellenecek tek kişi ben miyim? Neden bir dostu kapısından geri çeviren Felix'ten nefret etmiyorsun? Neden çocuğunun kurtarıcısını öldürmeye çalışan köylüye lanetler yağdırmıyorsun? Hayır efendim, onlar erdemli, kusursuz varlıklar! Zavallı ve yapayalnız ben ise dışlanması, tekmelenmesi, ayaklar altında ezilmesi gereken bir ucubeyim. Bu haksızlığı düşündükçe şimdi bile öfkeden kanım kaynıyor.
Ama alçağın teki olduğum doğru. İyi ve çaresiz insanları katlettim, masumları uykularında boğazladım ve bana ya da başkalarına hiç zarar vermemiş olanları boğdum. Yaratıcımı, insanlar arasında sevgiye, hayranlığa en çok layık olan kişiyi perişan ettim. Şu çaresiz hale düşene kadar bırakmadım peşini.
İşte rengi atmış, buz kesmiş bedeniyle orada uzanmış yatıyor. Benden nefret ediyorsun, ama nefretin kendime karşı hissettiklerimle kıyaslanamaz bile. Yaratılışımı gerçekleştiren ellere bakıyorum; o yaratılışın hayalinin düştüğü yüreği düşünüyorum ve şu ellerin gözlerimle buluşacağı, o hayalin düşüncelerime musallat olmaktan vazgeçeceği ânı hasretle bekliyorum.
Bundan sonra kimseye zararımın dokunmasından korkma. Görevim tamamlandı sayılır. Yaptıklarımın son bulması, zorunlu olanın gerçekleştirilmesi için senin ya da başka birinin değil, benim ölmem gerekiyor. Bu fedakârlığı ağırdan alacağımı sanma sakın. Beni buraya getiren buzdan sala binerek geminden uzaklaşacak, olabildiğince kuzeye gideceğim. Benim gibi birini daha yaratmaya kalkacak bir meraklıya ya da günahkâra ışık tutmasın diye kalıntılarımı kül edeceğim. Öleceğim. Şu an içimi kavuran acıları bir daha asla
hissetmeyecek ya da tatmin edilemez ama dinmek bilmez duyguların esiri olmayacağım. Bana can veren artık öldü. Ben de bu dünyadan göçüp gittiğimde ikimize ait anılar zihinlerden hızla silinip gidecek. Güneşi ya da yıldızları bir daha göremeyecek, yanağımda oynaşan rüzgârı hissedemeyeceğim. Ancak ışık, duygular ve hisler kaybolup gittiğinde ulaşabileceğim mutluluğa. Bundan birkaç yıl önce dünyevi görüntülerle ilk karşılaştığımda, yazın tatlı sıcağını hissedip yaprakların hışırtısını, kuşların cıvıltısını duyduğumda ve tüm bildiğim bunlardan ibaretken, ölüm beni ancak ağlatırdı. Şimdi ise tek tesellim oldu. Suçlarımla kirlenmiş, büyük pişmanlıklarla içim parçalanmış haldeyken, huzuru ölümden başka nerede bulabilirim?
Elveda! Ben gidiyorum, sen ise bu gözlerin gördüğü son insan olacaksın. Elveda Frankenstein! Hâlâ hayatta ve benden intikam alma peşinde olsaydın bunu yok oluşumda değil, yaşamımda bulabilirdin. Ama öyle olmadı; daha büyük acılar çektirmemem için beni öldürmeyi amaçladın. Eğer şu anda, vâkıf olamadığım bir surette hâlâ düşünebiliyor ve hissedebiliyorsan, içinde bulunduğum şu durumdan daha büyük bir intikamı arzuluyor olamazsın. Sen de yıkıma uğradın, ama benim acılarım yine de seninkilerden büyüktü, çünkü pişmanlığın sivri uçlu hançeri benim yaralarımı deşmeyi daima sürdürecek; ta ki ölüm o yaraları bir daha deşilemeyecek şekilde iyileştirene kadar."
Sonra, "Pek yakında!" diye haykırdı üzgün ama mağrur bir coşkuyla, "Öleceğim ve şu anki hislerim yok olup gidecek, içimi yakan acılar buhar olup uçacak. Cenaze ateşime zaferle atlayacak, kavurucu alevlerin acısıyla coşacağım. Alevler sönecek, küllerimse rüzgârla birlikte denize savrulacak. Ruhum huzur içinde uyuyacak ve o ruh hâlâ hissedebilirse, şimdikilerden çok farklı olacak hislerim. Elveda."
Bu sözlerle birlikte lombozdan dışarı, geminin yanında duran buzulun üstüne atladı. Çok geçmeden dalgalarla sürüklenip karanlığın içinde, uzaklarda gözden kayboldu.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro