V
Deniz yolculuğu sona erdi. Karaya çıktıktan sonra Paris'e geçtik. Çok geçmeden kendimi fazla zorladığımı ve yola devam etmeden önce dinlenmem gerektiğini fark ettim. Babam ilgisini üstümden bir an olsun eksik etmediyse de ıstırabımın gerçek kaynağını bilmediğinden çaresiz hastalığıma şifa olarak hatalı yöntemler denedi. İnsan arasına karışarak moralimi düzeltmemi istiyordu. Bense insan çehresinden tiksinir olmuştum. Ah, hayır, tiksinmiyordum aslında! Onlar benim kardeşlerim, dostlarımdı ve içlerinde en çekilmez olanına karşı dahi, ilahı tabiata sahip, kutsal düzene ait bir varlık olması itibarıyla yakınlık duyuyordum. Ancak sohbetlerine ortak olmaya hakkım yokmuş gibi geliyordu bana. Kan dökmekten, çektirdiği acılardan zevk alan bir düşmanı aralarına salmıştım. Kutsallıktan uzak davranışlarımdan, kaynağını benden alan cürümlerden haberdar olsalar, kim bilir her biri benden nasıl iğrenir, nasıl sonumu getirmeye çalışırdı!
Sonunda babam kalabalıktan uzak durma arzuma boyun eğdi ve çeşitli münakaşalarla ümitsizliğimi gidermeye çalıştı. Kimi zaman cinayetle suçlanmış olmaktan dolayı içerlediğimi düşünerek, kibir sahibi olmanın yanlışlığını anlatmaya çalıştı.
"Ne yazık, babacığım!" dedim bir seferinde. "Beni ne kadar az tanıyorsun. Benim gibi bir zavallının kibre kapılması, insan denen varlığa, onun duygu ve tutkularına hakaret olurdu. O zavallı, talihsiz Justine en az benim kadar masumdu, ama aynı cezaya çarptırıldı, sonunda da hayatından oldu. Nedeni ise benim. Onu ben öldürdüm. William, Justine ve Henry; hepsi benim yüzümden öldü."
Babam mahkûmiyetim boyunca aynı iddiayı benden sıkça duymuştu. Kendimi böyle suçladığım zamanlarda bazen bir açıklama yapmamı beklemiş, bazen de duyduklarını, içinde bulunduğum hezeyana yorarak, bu tür fikirlere hastalığım esnasında kapıldığımı ve onları nekahetime de taşıdığımı düşünmüştü. Ben ise herhangi bir açıklama yapmaktan kaçınmış, yarattığım sefil varlık konusundaki sessizliğimi sürdürmüştüm. Aksi takdirde delirdiğimin düşünüleceğine inanıyordum ve başlı başına bu düşünce bile dilime sonsuza kadar kilit vurmama yetiyordu. Bunun da ötesinde karşımdakini hayrete düşürecek, içine korku ve akıl almaz bir dehşet salacak bir sırrı açık etme cesaretini kendimde bulamıyordum. O nedenle sim paylaşmaya duyduğum amansız açlığı bastırıyor, ölümcül sırrımı içimden atabilmek için dünyaları vermeye hazır olduğum halde
sessizliğimi koruyordum. Her şeye rağmen, arada bir kendime hâkim olamayarak babama söylediğim türden sözler sarf edebiliyordum. Sözlerime herhangi bir açıklama getiremesem de gerçeklikleri gizemli ıstırabımı bir nebze de olsa dindiriyordu.
Söylediklerimi duyan babam yüzünde sonsuz bir hayret ifadesiyle, "Sevgili Victor'ım, nasıl bir deliliktir bu böyle? Canım oğlum, yalvarırım, bir daha bu tür iddialarda bulunma," dedi.
"Deli değilim," diye haykırdım var gücümle. "Sözlerimin gerçekliğine ancak teşebbüslerimi bilen güneş ve gökyüzü tanıklık edebilir. O masum kurbanların faili benim. Benim entrikalarım sonucu öldüler. Canlarını kurtarmak uğruna kanımı son damlasına kadar binlerce kez verirdim ama olmazdı babacığım, insanlığı feda edemezdim."
Konuşmamın sonu babamı sapkın fikirlere kapıldığıma tamamen ikna etti ve hemen başka konuya geçiş yaparak düşüncelerimin akışını değiştirmeye çalıştı. İrlanda'da yaşananların anılarını olabildiğince unutturabilmek niyetindeydi, bu nedenle onları hatırlatacak ya da talihsizliklerimden söz etmemi gerektirecek durumlardan kaçınıyordu.
Zaman ilerledikçe biraz daha sakinleştim. Keder hâlâ yüreğimi mesken tutsa da ben eskisi gibi durduk yere günahlarımdan bahsetmiyordum. Onların şuurunda olmam yetiyordu. Varlığını arada bir dünyaya ilan etmek isteyen içimdeki sefilliğin buyurgan sesini ise insanüstü bir çabayla bastırıyordum. Davranışlarım buz denizine yaptığım seyahatten beri hiç olmadığı kadar sakin ve tutarlıydı.
Paris'ten İsviçre'ye doğru yola çıkmamızdan birkaç gün önce Elizabeth'ten şu mektubu aldım:
Sevgili dostum:
Amcamın Paris'ten gönderdiği mektubu almak beni sonsuz memnun etti. Artık aramızda aşılmaz mesafeler yok ve iki haftaya kalmadan görüşebileceğiz. Ah, benim zavallı kuzenim, kim bilir ne acılar çektin! Tahminimce sıhhatin Cenevre'den ayrıldığın zamankinden de fena. Bu endişeli bekleyiş yüzünden kış çok büyük sıkıntılarla geçti. Her şeye rağmen görüştüğümüz zaman yüzünde huzuru görebilmek istiyor, yüreğinin ise ferahlıktan ve sükûnetten tamamen mahrum kalmadığın« umuyorum.
Ancak korkarım ki geçen sene seni perişanlığa sürükleyen sıkıntılar hâlâ sürüyor ve geçen zamanla belki daha da şiddetlendiler. Üstünde bunca talihsizliğin külfeti varken seni rahatsız etmeyi hiç istemezdim, ne var ki seyahatinden önce amcamla yaptığımız bir konuşma, buluşmamızın öncesinde
bir açıklama yapmamı zorunlu kılıyor.
"Açıklama mı?" diyorsundur şimdi muhtemelen. Elizabeth'in açıklayacak neyi olabilir? Eğer gerçekten böyle diyorsan, sorularım cevaplanmış, şüphelerim giderilmiş demektir. Ancak benden uzaklardasın ve bunun aynı anda hem çekineceğin hem de memnun olacağın bir açıklama olması ihtimali de mevcut. Eğer durum böyleyse, yokluğunda sana açabilmeyi çok arzuladığım, ancak bir türlü cesaret edemediğim konuyu açmayı daha fazla ertelemek istemem.
Evliliğimizin çocukluğumuzdan bu yana ailemizin en büyük planı olduğunu gayet iyi biliyorsun, Victor. Bize bunu genç yaşımızda söylediler ve günün birinde mutlaka gerçekleşecek bir hadise olarak görmemizi sağladılar. Küçüklüğümüzde birbirine düşkün iki oyun arkadaşı, ilerleyen yaşlarımızda ise kanaatimce birbirine çok kıymet veren birer dosttuk. Fakat tüm kardeşlerin birbirlerine besledikleri, mahremiyetten uzak o capcanlı sevgi bizim durumumuzu da açıklıyor olabilir mi? Söyle bana, Victor. Yalvarırım cevap ver, müşterek mutluluğumuz adına dile getir gerçeği; sevdiğin başka biri yok mu?
Uzun seyahatlerin oldu; ömrünün birkaç senesini Ingolstadt'ta geçirdin ve itiraf etmeliyim ki dostum, geçen sonbahar seni öyle kederli ve herkesin dostluğundan sakınır halde gördüğümde, elimde olmaksızın aramızdaki bağdan dolayı esef ettiğini, ancak arzularına ters düşse de ailenin dileğini yerine getirmeyi bir onur borcu olarak gördüğünü düşündüm. Ancak bu yanlış bir düşünce tarzı. Şunu söylemeliyim ki dostum, seni seviyorum ve geleceğe dair mutlu hayallerimde daima yakınım ve candaşım olarak yanımdasın, öte yandan hür iradenle gerçekleşmediği sürece bu evliliğin beni sonsuz acılara sürükleyeceğini beyan ederken kendimin olduğu kadar senin mutluluğunu da göz önüne alıyorum. En büyük talihsizliklere maruz kalmış biri olarak seni kendine getirebilecek yegâne şey olan o aşka ve mutluluğa dair ümidinin "onur" denen tek bir sözcükle nasıl da yok olup gidebileceğini düşündükçe şu an dahi gözlerim yaşlarla doluyor. Sana karşı her tür menfaatten uzak bir sevgi besleyen ben, arzularının önünde bir engel gibi dikilerek ıstırabına ıstırap katıyor olabilirim. Ah, Victor! Bil ki kuzenin ve can dostun sana böyle bir ihtimalle sarsılamayacak kadar samimi bir sevgiyle bağlı. Mutlu ol, canım dostum; ve şu biricik ricama sadık kalırsan, hayatta hiçbir gücün huzurumu kaçıramayacağından şüphe duyma.
Bu mektubun seni üzmesine izin verme sakın. Cevabını hemen yarın ya da öbür gün, hatta sana acı verecekse buraya gelene kadar dahi vermek zorunda değilsin. Amcam sıhhatinle ilgili haberleri bana ulaştırır. Eğer buluştuğumuzda bu veya başka herhangi bir gayretim sonucu dudaklarında tek bir gülücük görebilirsem, başka mutluluk istemem.
Elizabeth Lavenza
Cenevre, 18 Mayıs 17..
Bu mektup iblisin unuttuğum sözlerini anımsattı bana; "Düğün gecende görüşeceğiz!" Hakkımdaki hüküm işte buydu ve iblis o gece beni mahvetmek için elinden geleni ardına koymayacak, ıstırabımı bir nebze de olsa yatıştırabilecek mutluluk kırıntısını elimden alacaktı. O gece beni öldürerek nihayete erdirecekti cinayetlerini. Madem istiyor, öyle olsun; ölümcül bir mücadele kaçınılmazdı bu durumda. O galip gelirse üstümdeki kudreti son bulacak, ben de huzura erecektim. Ben galip gelirsem de özgür bir insan olacaktım. Heyhat! Ne özgürlüğü? Ailesi gözleri önünde katledilmiş, kulübesi ateşe verilmiş, ekini tahrip edilmiş, kendisi ise evsiz, meteliksiz ve yapayalnız bir avareye dönmüş bir köylünün özgürlüğünden farksızdı bu. İşte böyleydi benim de hürriyetim, Elizabeth gibi bir hâzineye sahip olmanın dışında. Ne yazık ki ölümüme kadar yakamı bırakmayacak olan vicdan azabının ıstırabıyla gölgelenecekti hâzinem.
Ah, benim tatlı, sevgili Elizabeth'im! Mektubunu tekrar tekrar okudum ve tatlı birtakım duygular yüreğimi ele geçirerek bana, aşka ve mutluluğa dair cennet gibi güzel düşler ilham etti. Ancak o meşhur elma çoktan ısırılmış, tüm ümitlerimi elimden alacak meleğin kolları açılmıştı. Yine de Elizabeth'in mutluluğu için seve seve ölürdüm. Canavar tehdidini yerine getirdiği takdirde ölüm zaten kaçınılmazdı, ancak evliliğimin sonumu çabuklaştırıp çabuklaştırmayacağını düşünmeden edemedim. Sonum gerçekten de birkaç ay önceden gelebilirdi, ama eğer canavar tehditleri yüzünden o sonu ertelediğimden şüphelenirse kuşkusuz intikam almanın daha başka, hatta daha korkunç yollarını bulacaktı. Düğün gecemde görüşeceğimize ant içmiş ama bu tehdidin kendisini o güne kadar ateşkesle sınırladığını düşünmemişti. Gözünün kana doymadığını bana kanıtlamak istercesine tehditlerinin hemen ardından Clerval'i öldürmüştü. İşte bu nedenlerle kuzenimle hemen evlenmemiz, kuzenimi ya da babamı mutlu edecekse, düşmanımın canıma kasteden planları bu mutluluğu bir saat dahi olsun geciktirmemek, diye düşündüm.
Böyle bir ruh hali içinde Elizabeth'e mektup yazdım. Mektubum sükûnet ve sevgi doluydu. "Korkarım ki biricik sevgilim," dedim, "şu dünyada tadacak çok az mutluluk kaldı bize. Ancak kalan mutluluğumun tamamı sende başlayıp sende bitiyor. Def et yersiz kaygılarını. Yalnız sana adadım ben ömrümü ve hoşnutluğa dair tüm gayretlerimi. Ama bir sınırı var Elizabeth, hem de korkunç bir sır. Açıkladığım zaman içini dehşet saracak ve ıstırabımdan çok, çektiklerime rağmen hâlâ hayatta oluşuma hayret edeceksin. Bu ıstırap ve dehşet dolu hikâyeyi evliliğimizin ertesi günü sana açıklayacağım, çünkü sevgili kuzenim,
aramızda sonsuz bir itimat olmalı. Ancak o güne kadar yalvarırım bundan bana hiç söz etme ya da imada bulunma. Bunu senden tüm yüreğimle diliyorum ve beni kırmayacağını biliyorum."
Elizabeth'in mektubunun gelişinden bir hafta kadar sonra Cenevre'ye döndük. Dünyalar tatlısı Elizabeth, beni samimi bir sevgiyle karşıladı, ama bir deri bir kemik çehreme, hummalı yanaklarıma baktıkça gözleri yaşlarla doldu. Ben de onun değiştiğini fark ettim. Daha zayıftı ve beni cezbeden eşsiz canlılığını hayli yitirmişti. Yine de nezaketi ve şefkatli bakışları benim gibi perişan ve sefil biri için bulunmaz bir nimetti.
Ancak keyfine varmaya başladığım huzur pek uzun sürmedi. Anılar beraberinde sapkın bir ruh halini de getirdi ve olup bitenleri düşündükçe gerçek bir deliliğe kapıldım. Kimi zaman öfkeden kavruluyor, kimi zaman da moralsiz ve karamsar oluyordum. Ne konuşuyor ne de kimsenin yüzüne bakıyordum. Sadece çektiğim bitmez tükenmez ıstırapların şaşkınlığıyla kıpırdamadan öylece oturuyordum.
Beni bu nöbetlerden uzaklaştırma gücüne sahip tek kişi Elizabeth'ti. Hırsıma yenik düştüğüm zamanlarda tatlı sesi ruhumu yatıştırıyor, donuklaştığımda duygularımı canlandırıyordu. Aklım başıma geldiğinde bana sitemler ediyor, tevekküle davet ediyordu. Ah, ah! Talihsizler için tevekkül iyidir, ama suçu olana huzur yasaktır. Vicdan azabı denen şey, sınırsız kederlere kapılmanın insana kimi zaman yaşattığı iç rahatlığını zehirler.
Eve dönüşümden kısa süre sonra babam, Elizabeth ile hemen evlenmemiz konusunu açtı. Ben ise sessiz kaldım.
"O halde başka birine bağlılığın mı var?" diye sordu.
"Asla. Elizabeth'i seviyorum ve evliliğimizi dört gözle bekliyorum. O nedenle günü belirleyelim ki hayatta ve ölümde kendimi kuzenimin mutluluğuna adayayım."
Babam, "Sevgili Victor'ım, böyle sözler söyleme, ne olur. Büyük talihsizliklere uğramış olabiliriz, ama bırak da geride kalanlara daha sıkı sarılalım ve yitirdiklerimize duyduğumuz sevgiyi, hayatını sürdürenlere yöneltelim. Bizimkisi çok kalabalık olmasa da sevgi ve müşterek talihsizliklerin bağlarıyla sıkı sıkıya bağlı bir aile olacak. Nihayetinde zaman acılarını dindirdiğinde, şimdiye kadar zalimce mahrum edildiğin güzelliklerin yerini yepyeni ve kıymetli başka güzellikler alacak," dedi.
İşte böyleydi babamın nasihatleri. Ancak canavarın tehditlerini anımsatmaktan başka bir anlamı yoktu, üstelik iblisin kanlı eylemlerinde ne denli kudretli olduğu düşünülürse onu yenilmez görmem ve "Düğün gecende görüşürüz,"
sözlerine kaçınılmaz yazgı gözüyle bakmam doğaldı. Ne var ki Elizabeth'in yokluğuyla kıyaslandığında ölüm benim için bir hiçti. İşte bu nedenle takındığım memnun, hatta neşeli ifadeyle, kuzenim razı olduğu takdirde düğünün on gün içinde gerçekleştirilmesini babamla birlikte karara bağladım ki bu da bir yerde kaderimin mühürlenmesi anlamına geliyordu.
Yüce Tanrım! O zalim şeytanın karanlık emellerini bilseydim bu acı dolu evliliğe rıza göstermektense sonsuza kadar vatanımdan uzaklarda, yalnız başıma dolanır dururdum. Ancak canavar adeta sihirli bir güçle gerçek niyetlerine karşı gözlerimi kör etmişti, bense kendi ölümümü hazırladığımı düşünürken canı gönülden sevdiğim birinin sonunu hızlandırmıştım.
Düğün günümüz yaklaştıkça bir tür korkaklık ya da belki önseziden dolayı yüreğimin ağırlaştığını hissetmeye başladım. Hislerimi, babamın çehresinde gülücükler açtıran, keyfîni yerine getiren neşeli tavırlarımla perdelediysem de Elizabeth'in her daim dikkatli ve hassas gözlerini yanıltamadım. Elizabeth biraz da geçmiş felaketlerin etkisiyle, bugün mutlak ve elle tutulur gibi görünen mutluluğun pek yakında geriye derin ve sonsuz bir pişmanlıktan öte iz bırakmayacak bir rüyaya dönüşmesi ihtimalinden dolayı duyduğu endişeyle karışık, sakin bir hoşnutlukla bekliyordu evliliğimizi.
Nihayet hazırlıklar başladı, kutlama ziyaretleri kabul edildi. Herkes güler yüzünü takınmıştı. Bense yüreğimi kemiren endişelere gem vuruyor, samimi görünmeye çalışarak elimden geldiğince babamın trajedimi renklendirmekten öte anlam taşımayacak olan planlarına eşlik etmeye çalışıyordum. Yine babamın gayretleri sayesinde Avusturya hükümeti Elizabeth'e mirasının bir kısmını iade etmişti. Como Gölü kıyısında küçük bir mülkü vardı Elizabeth'in. Düğünümüzün ertesinde Villa Lavenza'ya gitmemiz ve mutluluğumuzun ilk günlerini evin yakınındaki o güzel gölün kıyısında geçirmemiz kararlaştırılmıştı.
Bu arada ben de iblisin açıkça saldırması ihtimaline karşı kendimi savunabilmek için her türlü önlemi alıyordum. Yanımda sürekli tabanca ve hançer taşıyor, herhangi bir hileyi engelleyebilmek için ihtiyatı elden bırakmıyordum. Bu sayede ruhum büyük bir sükûnete kavuştu. Hatta vakit yaklaştıkça ve herkesin evliliğimden hiçbir aksiliğin engel olamayacağı bir hadise olarak bahsettiğini duydukça beklediğim mutluluk daha belirgin bir kisveye büründü, tehdit ise gözüme huzurumu bozmaya değmeyecek türden boş bir kuruntu gibi görünmeye başladı.
Elizabeth de mutlu gibiydi. Sakin davranışlarım onu da yatıştırmıştı. Ancak dileklerimin gerçekleşip yazgımın belirleneceği o gün geldiğinde Elizabeth'in üstüne bir hüzün çöktü ve felakete delalet eden hisler ruhunu ele geçirdi. Belki
ertesi gün kendisine açıklamaya söz verdiğim korkunç sır da aklını kurcalıyordu. Bu arada babam etrafına neşe saçıyor, hazırlıkların telaşı içinde yeğeninin melankolisini, her gelinin yaşayabileceği türden tedirginliklere yoruyordu.
Düğün töreninden sonra babamın evinde kalabalık bir grup toplandıysa da Elizabeth'le benim tekneyle yola çıkmamıza, geceyi Evian'da geçirdikten sonra ertesi gün yola devam etmemize karar verildi. Hava güzel, rüzgâr elverişliydi. Her şey yolculuğumuzun üstüne titrer gibiydi.
İşte bunlar hayatımda mutluluğun tadına varabildiğim son anlardı. Hızla ilerliyorduk. Hava sıcaktı ama biz bir gölgeliğin altında güneşten korunuyor, manzaranın keyfine varıyorduk. Kimi zaman Mont Salêve'yi görebildiğimiz gölün bir yakasını, Montalêgre'nin güzelim kıyılarını, daha da uzaklarda tüm manzaranın üstünde yükselen şahane Mont Blanc'ı ve ona boş yere gıpta eden karlı dağları izledik, kimi zaman da karşı kıyı boyunca ilerlerken, ülkesini terk etmeye niyetli ihtirasa karanlık yüzünü gösteren ya da onu esarete sürüklemeyi aklına getirenlere aşılmaz bir engel teşkil eden muhteşem Jura' yı gördük.
Elizabeth'in elini tuttum. "Üzgün görünüyorsun, sevgilim. Ah, ah! Şimdiye kadar çektiğim ve bundan sonra beni bekleyen acıları bir bilseydin, yaşadığımız şu bir tek günün bana bahşettiği ümitsizlikten kaçış ve sükûnet duygusunu hissedebilmem için çırpınırdın."
"Hiç üzülme, sevgili Victor'ım," dedi Elizabcth, "canını sıkacak hiçbir şey olmayacağını ümit ediyorum. Şunu da bil ki yüzüm tatlı bir neşeyle aydınlanmasa da yüreğim mutlulukla dolu. İçimden bir ses önümüzde uzanan ümit dolu geleceğe çok fazla bel bağlamamamı söylüyor belki, ama ben o uğursuz sese kulak vermeyeceğim. Bak ne kadar hızlı ilerliyoruz ve bak Mont Blanc'ı kimi zaman gölgeleyip kimi zaman da onun zirvelerinde gezinen şu bulutlar güzelim manzarayı nasıl da ilginçleştiriyor. Bir de derinlerinde yatan her bir taşını görebildiğimiz şu berrak sularda yüzen balıklara bak. Ne şahane bir gün! Tabiat nasıl da mutlu ve huzurlu görünüyor!"
Elizabeth böylece hem kendisinin hem de benim düşüncelerimi hüzünlü konulardan uzaklaştırmaya çalıştı. Ancak inişli çıkışlı bir ruh hali içindeydi. Bakışları birkaç dakikalığına sevinçle ışıldarken, hemen ardından dalgınlaşıyordu.
Güneş giderek alçaldı. Biz ise Drance Irmağı'nı aştık, onun yükseklerdeki kanyonlardan, daha aşağılardaki vadilerden geçen yolunu seyrettik. Burada Alpler göle daha yaklaşıyordu, biz de dağların doğu sınırında oluşturduğu amfitiyatronun yakınlarındaydık. Evian, çevresini kuşatan ormanın ve üstünde yükselen sıra sıra dağların altında parıldıyordu.
Bizi o âna kadar inanılmaz bir hızla taşıyan rüzgâr, gün batımında tatlı bir melteme dönüşüverdi. Yumuşacık esinti suyu hareketlendiriyor, birbirinden güzel çiçek ve ot kokularının yükseldiği kıyıya yaklaştığımız sırada, ağaçların arasında hoş bir dalgalanma yaratıyordu. Karaya çıktığımızda güneş ufkun ardında gözden kayboldu ve ben adımımı karaya attığım anda yakında üstüme çökecek, yakamı sonsuza kadar bırakmayacak olan kaygı ve korkulan yeniden hissettim.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro