Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

V


Zorlu çalışmalarımın başarıyla tamamlandığını görmem, kasvetli bir kasım gecesine rast geldi. Ayağımın dibinde boylu boyunca uzanan cansız varlığa hayat aşılayabilmek için neredeyse işkenceye varan bir kaygıyla yaşam gereçlerini etrafıma topladım. Saat sabahın biriydi; yağmurun kederli damlaları pencerenin pervazını dövdüğü ve yaktığım mum bitmeye yüz tuttuğu sırada yaratığın donuk sarı gözlerinin titrek ışık altında aradığını gördüm. Derin bir nefes aldı ve kollarıyla bacakları şiddetli bir sarsıntıyla kasıldı.
Bu felaketin, daha doğrusu sonsuz ıstırap ve titizlik sonucu şekillendirdiğim bu hilkat garibesinin karşısındaki duygularımı nasıl tarif etsem, bilmem ki? Kol ve bacakları orantılıydı, yüz hatlarını da gayet güzel seçmiştim güya. Ne güzeli! Yüce Tanrım! Sapsan teni kaslarını ve altlarındaki damarları zar zor örtüyordu. Saçı parlak siyah ve dalgalıydı. Dişleri inci gibi beyazdı ama tüm bu özellikleri, göz çukurlarının kirli beyazıyla neredeyse tıpatıp aynı renkteki buğulu gözleri; buruş buruş çehresi ve kapkara dudaklarıyla dehşet bir tezat oluşturmaktan başka işe yaramıyordu.
Hayatın akışında yer alan çeşitli kazalar, insan duyguları kadar değişken değildir. Cansız bir bedene can aşılayabilmek için neredeyse iki yıl boyunca durmaksızın çalışmıştım. Sırf bu yüzden dinlenmekten ve sağlıktan mahrum kalmıştım. Bunu gerçekleştirmeyi, alçakgönüllülüğü fazlasıyla aşan bir tutkuyla istemiştim. Oysa şimdi her şey bitmiş, hayalin tüm güzelliği yitip gitmişti. Kalbim donuk bir dehşet ve tiksintiyle dolmuştu. Yarattığım varlığın görüntüsüne dayanamayarak kendimi hızla yatak odama attım ve aklımı uykuya veremeden, odayı arşınlamaya başladım. Sonunda halsizlik, sıkıntılarıma ağır bastı ve zihnimi birkaç dakikalığına da olsa boşaltabilmek için üstümdeki giysilerle kendimi yatağa attım. Hiç faydası yoktu; uyudum uyumasına ama kâbuslarla sarsıldım. Rüyamda Elizabeth'i kanlı canlı, Ingolstadt sokaklarında yürürken gördüm. Mutluluk ve şaşkınlık içinde ona sarıldım, ama ilk öpücüğümü kondurduğum anda dudakları ölümün rengine büründü. Yüz hatları değişir gibi oldu ve bir anda kollarımdaki şey, ölmüş annemin cesedine dönüşüverdi. Ceset bir kefenle kaplandı ve kefenin boşluklarından içeri mezar solucanları girmeye başladı. Dehşet içinde uyandım. Alnımda soğuk ter damlacıkları birikmişti, dişlerim zangırdıyor, tüm kaslarım atıyordu. Ayın soluk san ışığı panjurların arasından içeri sızınca, o sefil şeyi, yarattığım rezil canavarı görüverdim. Yatağımı saran tülü kaldırdı ve gözlerini (tabii onlara göz denirse) üstüme dikti. Sonra ağzını açtı ve yanaldan bir gülümsemeyle buruşurken

anlaşılmaz birkaç kelime mırıldandı. Bir şeyler söylediyse de ben duyamadım. Bir elini beni bastırmak istercesine öne doğru uzattı, ama ben kaçarak merdivenlerden aşağı indim. Oturduğum evin bahçesine saklandım ve gecenin geri kalanını orada, büyük bir sıkıntı içinde bir aşağı bir yukarı yürüyerek etraftaki seslere kulak kabartarak ve duyduğum her sesi rezilce can verdiğim o şeytani cesedin sesi sandığım için ürkerek geçirdim.
Ah! Hiçbir ölümlü yoktur ki o çehrenin dehşetine katlanabilsin. Canlanmış bir mumya dahi o yaratığın çirkinliğiyle yarışamaz. Henüz tamamlanmadığı bir sırada incelemiştim onu; o zaman da çirkindi ama kasları ile eklemleri hareketlenince, Dante'nin dahi hayal edemeyeceği bir şeye dönüşüverdi.
Geceyi perişan halde geçirdim. Nabzım bazen öyle hızlı ve gürültülü atıyordu ki her bir damarımın çarpıntısını hissedebiliyordum. Kimi zaman da halsizlik ve takatsizlikten yere yığılacak gibi oluyordum. Bu korkularla birlikte bir hayal kırıklığı da yaşıyordum. Onca zamandır ruhumu besleyen ve mutluluk veren hayallerim, artık cehenneme dönmüştü. Çok hızlı bir değişimdi bu, gerçek bir yıkımdı!
Sonunda kasvetli ve ıslak gün doğdu ve uykusuz, acıyan gözlerim, Ingolstadt Kilisesi ile onun beyaz saat kulesini ayırt edebildi. Saat altıyı gösteriyordu. Kapıcı, gece sığındığım bahçenin kapılarını açınca kendimi sokağa attım ve döndüğüm her köşede karşıma çıkmasından korktuğum o hilkat garibesinden kaçarcasına, sokakları hızlı adımlarla arşınladım. Kaldığım daireye dönmeye cesaretim olmasa da kapkara, kasvetli gökten yağan yağmurdan sırılsıklam olmama rağmen, acele etmem gerektiğini hissediyordum.
Bu şekilde bir süre bedenimi çalıştırarak zihnimdeki yükü boşaltmayı denedim. Nerede olduğumun ya da ne yaptığımın farkına varamadan sokaklarda bir aşağı, bir yukarı dolandım. Kalbim korkuyla çarparken etrafıma göz gezdirmeye cesaret edemeden, düzensiz adımlarla ilerliyordum.
Korku ve dehşet içinde,
Issız yolda yürüyen biri gibi,
Bir kez ardına baktıktan sonra
Dönmez bir daha geri,
Bilir çünkü korkunç bir iblisin,
9
Bu halde yürüyerek sonunda çeşitli posta ve yolcu arabalarının durduğu hanın önüne vardım. Nedendir bilinmez, orada durakladım ve birkaç dakika boyunca gözlerimi sokağın diğer ucundan bana doğru gelen arabaya diktim. Yaklaşanın
Bir adım berisinden geldiğini.

İsviçre posta arabası olduğunu fark ettim. Tam yanımda durdu ve açılan kapının ardında Henry Clerval'i gördüm. Beni gören Henry arabadan fırlayarak, "Sevgili Frankenstein'ım!" diye seslendi. "Seni gördüğüme nasıl sevindim bilemezsin! Tam arabadan indiğim sırada karşıma çıkman ne hoş tesadüf!"
Clerval'i gördüğümde hissettiğim sevincin eşi benzeri olamaz. Varlığı aklıma babamı, Elizabeth'i ve evimle ilgili tüm anılarımı getirdi. Elini avucuma aldığım anda korku ve talihsizliklerim aklımdan uçup gitti. Aniden ve aylardır ilk kez, içimde bir sükûnet, bir huzur hissettim. Bunun üstüne dostumu büyük bir içtenlikle karşıladım ve birlikte üniversiteme doğru yürüdük. Clerval bir süre ortak dostlarımızdan ve Ingolstadt'a gelme iznini aldığı için ne denli şanslı olduğundan bahsetti. "Babamı hayatta gerekli tüm bilgilerin asil muhasebecilik mesleğinde yatmadığına ikna etmemin ne kadar zor olduğunu tahmin edersin," dedi. "Sanırım son âna kadar bana inanmadı çünkü bitip tükenmez yakarışlarıma,Wakefield Papazı10romanındaki Hollandalı öğretmenin verdiği yanıtı vermekten hiç vazgeçmedi:
"Yunanca bilmeden de yılda on bin florin kazanıyorum, Yunanca bilmeden de karnımı gönlümce doyuruyorum."
Ama uzun vadede bana olan sevgisi, öğrenmeye olan nefretini yendi ve bilgi diyarında bir keşif gezisine çıkmama razı oldu.
"Seni gördüğüme sonsuz sevindim ama söylesene, babam, kardeşlerim, Elizabeth nasıllar?"
"Gayet iyiler ve hallerinden memnunlar. Yalnızca senden pek haber alamadıklarına üzülüyorlar. Bu arada yeri gelmişken onların adına sana biraz nasihat vereceğim, bilmiş ol. Ama sevgili Frankenstein'ım," dedi ve bir an durup yüzüme şöyle bir baktıktan sonra, "Ne kadar bitkin göründüğünü fark etmemişim. Nasıl da zayıf ve solgunsun. Geceler boyu nöbet tutmuş gibi bir halin var," diye sözlerine devam etti.
"Doğru bildin. Son zamanlarda bir işimle öyle meşgulüm ki gördüğün üzere yeterince dinlenmeye fırsatım olmadı. Ama içtenlikle umuyorum ki bütün uğraşlarım artık geride kaldı ve nihayet özgürlüğüme kavuştum." Şiddetle sarsıldım; bir önceki gece olanları, değil anlatmaya, düşünmeye dahi cesaret edemiyordum. Adımlarımı hızlandırdım, kısa süre sonra üniversiteye geldik.
O anda aklıma geride bıraktığım yaratığın hâlâ capcanlı dairemde geziniyor olabileceği geldi ve bu düşünceyle içim ürperdi. O canavara bakmaktan büyük bir korku duyuyordum, ama Henry'nin onu görmesinden daha da Çok korkuyordum. Bu nedenle de Henry'den birkaç dakika aşağıda beklemesini rica ederek koşar adımlarla odama çıktım. Kendime geldiğimde elim kilidi açmıştı

bile. Ardından bir an duraksadım ve içimden soğuk bir ürperti aktı. Tıpkı karşılarında bir hayalet bulmayı bekleyen çocuklar gibi, kapıyı iterek açtım, ama görünürde hiçbir şey yoktu. Ürkek adımlarla içeri girdim. Salon bomboştu ve iğrenç misafirim, yatak odamı da terk etmişti. Bu kadar şanslı olabileceğim aklımın köşesinden geçmezdi. Düşmanımın gerçekten de kaçıp gittiğinden emin olduğumda ellerimi mutlulukla çırparak alt kata, Clerval'in yanına indim.
Birlikte odama geçtik, hizmetçi hemen kahvaltı getirdi. Ancak benim içim içime sığmıyordu. Yalnızca sevinç değildi hissettiğim şey; tenimin aşın bir duyarlılıkla gıdıklandığını ve nabzımın hızlı hızlı attığını hissediyordum. Bir an olsun yerimde duramıyordum. Koltukların üstünden atlıyor, el çırparak kahkahalarla gülüyordum. Clerval, benim bu sıra dışı halimi ilk başta onu görmekten dolayı duyduğum sevince verdiyse de dikkatle inceledikten sonra bakışlarımda anlamlandıramadığı bir çılgınlık olduğunu fark etti ve gürültülü, kontrolsüz, donuk kahkahalarım onu hem korkuttu hem de şaşırttı.
"Benim sevgili Victor'ım," diye haykırdı, "Tanrı aşkına söyle, neyin var senin? Şöyle kahkahalar atmayı bırak, ne olur. Çok hastasın sen! Nedir bunların sebebi?"
O anda korkunç hayaletin odaya girdiğini sandığım için, ellerimle gözlerimi kapatarak, "Hiç sorma,'' dedim. "O anlatsın sana. Ah, kurtar beni, ne olur! Kurtar!" diye yalvardım. Canavarın beni yakaladığını sandım ve delice çırpınarak, bir nöbet içinde yere düştüm.
Ah zavallı Clerval! Kim bilir neler hissetti o anda? Büyük bir sevinçle beklediği buluşma, tuhaf bir buhrana dönüşü vermişti. Ama ben onun üzüntüsünü görecek halde değildim çünkü kendimden geçmiştim ve uzunca bir süre de toparlanamadım.
Bu beni birkaç ay boyunca yatağa düşüren hummanın başlangıcıydı. Tüm bu süre boyunca tek bakıcım Henry oldu. Yaşı ve sağlığı dolayısıyla babamın uzun bir yolculuğa dayanamayacağını ve hastalığımın Elizabeth'i ne derece perişan edeceğini bilen Henry'nin, durumun ciddiyetini gizleyerek onları bu acılardan sakındığını sonradan öğrendim. Kendisinden daha iyi ve ilgili bir bakıcı bulamayacağımı biliyordu ve iyileşeceğime olan sağlam inancına da dayanarak onlara zarar vermekten çok, büyük bir iyilik yaptığından şüphe etmemişti.
Ancak ben gerçekte ağır hastaydım ve dostumun sınırsız ve kesintisiz ilgisinden başka beni hayata döndürecek hiçbir şey yoktu. Hayat bahşettiğim canavarın görüntüsü gözümün önünden gitmiyordu ve sık sık onu sayıklıyordum. Sözlerim, Henry'yi doğal olarak şaşırtıyordu. önceleri bunların çarpık hayallerimden kaynaklandığını düşündü, ama inatla aynı konuya

döndüğümü görünce rahatsızlığımın gerçekten de sıra dışı ve korkunç bir olaydan kaynaklandığına ikna oldu.
Arkadaşımı korkutacak ve üzecek sıklıkta nükseden hastalığım, yavaş yavaş iyileşti. Etrafımdaki nesneleri keyifle izlediğim ilk ânı hatırlıyorum. Solup düşen yaprakların ortadan kalktığını ve penceremi gölgeleyen ağaçların tohumlandığını fark ettim.
Muhteşem bir bahar başlamak üzereydi ve mevsimin iyileşmeme büyük katkısı oluyordu. Sevinç ve şefkat gibi duyguların da içimde yeniden canlandığını hissettim. Karamsarlığım kaybolmuştu ve kısa sürede ölümcül tutkuma yakalanmadan önceki neşeme dönüverdim.
"Sevgili Clerval," diye haykırdım, "bana karşı ne kadar kibar, ne kadar iyisin. Şu koca kışı kendine söz verdiğin üzere çalışarak geçirmek yerine, benim hasta odamda tükettin. Sana borcumu nasıl ödeyeceğim? Neden olduğum hayal kırıklığı için çok üzgünüm, umarım beni affedersin."
"Yine kendini dağıtmaz, olabildiğince çabuk iyileşirsen, bana olan borcunu tamamen ödemiş olursun. Hazır böyle keyfin yerindeyken seninle bir konuyu konuşabilirim herhalde, değil mi?"
Ürperdim. Bir konuyu! Ne olabilirdi? Düşünmek bile istemediğim o şeyden mi bahsediyordu acaba?
Rengimin attığını gören Clerval, "Kendine gel," dedi. "Canını sıkıyorsa hiç bahsetmem, olur biter. Ama bil ki baban ve kuzenin senden, kendi elyazınla bir mektup alırlarsa çok memnun olacaklar. Ne kadar ağır bir hastalık atlattığından haberleri yok ve uzun süredir sessiz kalmandan çok rahatsızlar."
"Söyleyeceğin bu muydu, sevgili Henry? İlk düşüncelerimin o çok sevdiğim ve sevgimi sonuna kadar hak eden dostlarımla dolup taşmayacağını nasıl aklına getirirsin?"
"Madem şu anki ruh halin böyle dostum, o zaman birkaç gündür şurada bekleyen mektubu gördüğüne sevineceksin. Kuzeninden geliyor sanırım."

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro