IV
Az sonra sakin ve yumuşak mizaçlı bir ihtiyar olan hâkimin huzuruna çıkarıldım. Ancak bana biraz haşin bakışlarla baktıktan sonra kılavuzlarıma dönerek olayın şahitlerini sordu.
Yarım düzine kadar adam öne çıktılar ve hâkimin söz verdiği bir tanesi, önceki gece oğlu ve kayınbiraderi Daniel Nugent'le birlikte balık avlarken, saat on sularında kuzeyden tuhaf bir rüzgâr esince limana yöneldiklerini söyledi. Çok karanlık bir gece olduğu ve ay henüz yüzünü göstermediği için limana değil, alışageldikleri gibi iki mil kadar aşağıdaki koya yanaşmışlardı. Karaya elinde ağlarıyla önce kendisi çıkmış, diğerleri onu biraz geriden takip etmişlerdi. Kumsalda ilerlerken ayağı bir şeye takılınca boylu boyunca yere serilmişti. Tanıdıkları yardıma yetişmiş ve fenerin ışığıyla baktıklarında ölü gibi görünen bir adama takıldığını anlamışlardı. İlk başta cesedin boğulduktan sonra dalgalarla kıyıya sürüklenen birine ait olduğunu düşünmüş, ama yakından inceleyince adamın giysilerinin ıslak olmadığını, hatta bedeninin Henüz soğumadığını fark etmişlerdi. Adamı hemen yakındaki yaşlı bir kadının kulübesine taşıyarak hayata döndürmeye çalışmış, fakat başarılı olamamışlardı. Buldukları kişi yirmi beş yaşlarında, yakışıklı bir gence benziyordu. Boğularak öldürüldüğü belliydi, çünkü boynundaki mor parmak izlerinden başka mücadele ettiğine dair hiçbir iz yoktu.
Bu ifadenin ilk kısmı en ufak bir şekilde ilgimi çekmedi, ama boyundaki parmak izlerini duyunca kardeşimin öldürülüşünü hatırladım ve müthiş bir sıkıntıya kapıldım. Ardından elim kolum titremeye, gözlerim buğulanmaya başlayınca destek almak için bir koltuğa yaslandım. Hâkim beni dikkatle inceledi ve durumumu doğal olarak olumsuz yorumladı.
Oğul, babasının ifadesini doğruladı, ama sıra Daniel Nugent'e gelince o akrabası takılıp düşmeden hemen önce kıyıdan açıkta, içinde tek bir kişi olan bir tekne gördüğüne yemin etti ve birkaç yıldızın ışığı altında anlayabildiği kadarıyla gördüğü bu tekne, benim az önce karaya yanaştığım teknenin aynısıydı.
Ardından bir kadın sahile yakın oturduğunu ve kulübesinin kapısı önünde balıkçıların dönüşünü beklediği bir sırada, cesedin bulunmasından yaklaşık bir saat kadar önce, içinde tek bir kişi olan bir teknenin, cesedin sonradan bulunduğu yerden denize açıldığını söyledi.
Başka bir kadın, balıkçıların ifadesini doğrulayarak evine bir ceset
getirildiğini ve bedeninin o sırada henüz soğumamış olduğunu söyledi. Adamı yatağa yatırıp vücudunu ovuşturmuşlardı, Daniel ise ilaç almak için kasabaya gitmişti, ama artık çok geçti.
Karaya çıkışımla ilgili birkaç kişiye sorular soruldu ve hepsi de gece çıkan kuzey rüzgârıyla birlikte benim büyük ihtimalle saatlerce denizde sürüklenmiş ve mecburen ayrıldığım noktaya geri dönmüş olduğum konusunda hemfikirdiler. Üstelik görünüşe bakılırsa cesedi başka bir yerden getirmiştim ve karaya çıktığım yeri tanımayışın da yanaştığım limanın... kasabasının cesedi attığım yere uzaklığının farkında olmadığımı gösteriyordu.
Kanıtları dinleyen Mr. Kirwin, cesedin tetkik için alındığı odaya götürülmemi ve vereceğim tepkiyi görmek istediğini söyledi. Bu fikir aklına büyük ihtimalle cinayet şeklinin açıklandığı sırada vermiş olduğum tepkiden gelmişti. Söylendiği üzere hâkim ve birkaç kişi tarafından hana götürüldüm. Geçirdiğim olaylı gecede meydana gelen tuhaf tesadüflere şaşırmamak elde değildi, ama cesedin bulunduğu sırada kaldığım adadaki birkaç kişiyle sohbet ettiğimi bildiğimden, son derece sakindim.
Cesedin bulunduğu odaya girdim ve tabutun yanına götürüldüm. Gördüğüm şey karşısında hissettiklerimi nasıl tarif etsem, bilemiyorum. Şu an bile dehşetle sarsılıyorum ve o korkunç ânı titremeden, acı çekmeden anamıyorum. Henry Clerval'in cansız bedenini önümde boylu boyunca uzanmış görünce, cesedin tetkiki, hâkimin ve tanıkların varlığı gözlerimin önünden bir rüya gibi gelip geçti. Ardından soluğum kesildi ve kendimi cesedin üstüne fırlatarak haykırdım: "ölüm saçan entrikalarım senin de mi canını elinden aldı, sevgili Henry'm? iki kişinin felaketine sebep olmuştum, diğerleri de kaderlerini bekliyordu ama sen, Clerval, dostum benim, can yoldaşım..."
Bedenim çektiğim ıstıraba daha fazla dayanamadı ve şiddetli sarsıntılar içinde odadan dışarı çıkartıldım.
Bunu bir humma takip etti. Aylarca ölümün eşiğinde bekledim. Sonradan öğrendiğime göre korkunç şeyler sayıklamışım; kendimi William'ın, Justine'in ve Clerval' in katili ilan etmişim. Bazen bakıcılarıma, bana eziyet eden iblisi öldürmeme yardım etmeleri için yalvarmışım. Bazen de canavarın parmaklarını boynumda hissederek acı ve korkuyla haykırmışım. Neyse ki anadilimde konuştuğum için söylediklerimi yalnız Mr. Kirwin anlayabilmiş, ama çırpınışlarım ve acı dolu çığlıklarım herkesi korkutmaya yetmiş.
Neden ölmedim? Hiçbir insanın çekmediği çileyi çeken biri olarak neden o şuursuzluk ve istirahat haline kavuşamadım? ölüm tazecik çocukları, sevgi dolu anne babaların tek umudu olan o varlıkları çekip alıyor; kim bilir kaç yeni gelin
ya da genç âşık bir gün önce sağlık ve ümitle doluyken ertesi gün solucanlara yem olmuş, mezarında çürümeye bırakılmıştır! Benim hamurumda ne vardı ki, dönen bir teker misali çektiğim eziyetleri durmaksızın tekrarlayan bunca sarsıntıya katlanabiliyordum?
Ne var ki kaderimde hayatıma devam etmek vardı ve iki ay sonra bir rüyadan uyanırcasına kendimi hapishanede, pis bir yatağın üstüne uzanmış, etrafım mahkûmlar, gardiyanlar, zincirler ve zindanlara has diğer şeylerle kuşatılmış halde buldum. Şuurum yerine geldiğinde sabah vakti olduğunu hatırlıyorum. Olanların ayrıntılarını unutmuştum, sadece büyük bir felaket atlattığımı hissediyordum. Ancak etrafıma bakıp da parmaklıklı pencereleri ve içinde bulunduğum odanın sefaletini görünce tüm anılar zihnime hücum etti ve acıyla inledim.
İnlemem yanı başımdaki sandalyede uyuyan yaşlı kadını rahatsız etti. Gardiyanlardan birinin karısı olan bu kadın ücretli hemşireydi ve çehresi, ait olduğu sınıfa has kötü niteliklerin tamamını yansıtıyordu. Yüz hatları acı çekenleri aldırış etmeden izlemeye alışkın insanlarınki gibi kaba ve sertti. Sesinin tonu da katıksız umursamazlığını aksettiriyordu. Benimle İngilizce konuştuğunda sesini acı içinde kıvrandığım sırada duyduğum seslerden birine benzettim. "Daha iyice misiniz, beyefendi?" dedi.
Cılız bir sesle, aynı dilde karşılık verdim. "İyiyim galiba. Ama her şey doğruysa, gördüklerim bir rüya değildiyse, hâlâ hayatta olup da o acı ve dehşeti yaşayacağım için çok üzgünüm."
"Eğer öldürdüğünüz beyi kastediyorsanız," dedi yaşlı kadın, "Bence de ölseniz daha iyiydi, çünkü tahminimce işiniz zor! Tabii beni alakadar etmez. Görevim size bakmak, sizi iyileştirmek. İşimi vicdanım rahat yaparım ben. Herkes öyle yapsa iyi olurdu doğrusu." ölümün kıyısından dönmüş birine böylesi duygusuz sözler söyleyebilen kadından tiksintiyle çevirdim yüzümü. Ancak kendimi hayli bitkin hissediyor, olup bitenleri kafamda toparlayamıyordum. Hayatım bana baştan sonra bir rüya gibi görünüyordu. Kimi zaman gerçekliğinden dahi şüphe ediyordum, çünkü zihnimde gerçek izlenimi uyandırmıyordu.
Gözlerimin önünden akıp giden görüntüler belirginleştikçe kaygılarım arttı. Yanımda sevgisiyle beni teselli edecek, yardım elini uzatacak kimsecikler yoktu. Doktor gelip ilaçlar yazarak gidiyor, ihtiyar kadın da onları hazırlıyordu. Ancak doktor tam anlamıyla kayıtsız, hemşire ise son derece kabaydı. Bir katilin kaderi, parasını alacak cellattan başka kimi ilgilendirirdi ki?
İşte ilk başlarda düşüncelerim bunlardı, ama kısa süre sonra Mr. Kirwin'in
bana büyük bir merhametle yaklaşmış olduğunu öğrendim. Benim için hapishanenin (sefaletine rağmen) en güzel hücresini hazırlatmış, doktoru ve hemşireyi de yine o bulmuştu. Nadiren ziyaretime geldiği doğruydu, ama insanların acılarını dindirmeyi ne kadar arzulasa da bir katilin ıstırap içinde kıvranışına tanıklık etmek istemiyordu. O yüzden de arada bir uğrayarak iyi bakılıp bakılmadığımı kontrol ediyor, ziyaretlerini uzun aralıklarla, kısa süreli tutuyordu.
Yavaş yavaş toparlandığım günlerden birinde gözlerim yarı açık, yanaklarım ceset gibi kül rengine dönmüş halde sandalyeme oturtulmuştum. Acı ve kederden perişan düşmüş, sık sık sefil bir dünyada yaşamaktansa ölmenin daha iyi olacağını düşünür olmuştum. Bir keresinde zavallı Justine'den daha az masum biri olarak kendimi suçlu ilan edip ceza çekmeyi düşündüm. Hücremin kapısı açılıp da içeri Mr. Kirwin girdiğinde düşüncelerim bunlardı. Mr. Kirwin'in yüzü anlayış ve merhamet doluydu; yanıma bir sandalye çekerek oturdu ve Fransızca konuşmaya başladı. "Bu ortamın sizin için katlanılmaz olduğunu tahmin ediyorum. Rahatınızı sağlamak için yapabileceğim bir şey var mı?"
'Teşekkür ederim, ama bahsettiklerinizin hiçbir önemi yok benim için. Bu dünyada rahata ermem mümkün değil," diye cevap verdim.
"Sizin gibi tuhaf talihsizliklerle boğuşmuş biri için, bir yabancının gösterdiği ilginin fazla kıymeti yoktur bilirim. Ancak yakında kederinizden sıyrılacağınızı umuyorum, çünkü hakkınızdaki suçlamalardan kurtulmanızı sağlayacak kanıtlar kolayca elimize geçecektir," dedi.
"Şu an çok daha ciddi endişelerim var. Tuhaf birtakım olaylar silsilesinin nihayetinde dünyanın en sefil insanı oluverdim. Maruz kaldığım zulüm ve eziyetlerden sonra ölüm gözümü korkutabilir mi?" diye sordum.
"Son zamanlarda yaşanan tuhaf tesadüflerden daha talihsiz ve acı bir şey olamaz hakikaten. Beklenmedik bir kaza sonucu misafirperverliğiyle ünlü bu kıyıya sürüklendiniz, karaya adımınızı atar atmaz ise tutuklanarak cinayetle itham edildiniz. Karşınıza çıkan ilk manzaraysa caninin biri tarafından akıl almaz bir şekilde öldürüldükten sonra yolunuzun üstüne bırakılan dostunuzun cesedi oldu."
Mr. Kirwin bunları söylerken olayların içimde uyandırdığı derin kedere rağmen hakkımda bildikleri karşısında şaşırmadan edemedim. Şaşkınlığım yüzüme de yansımış olmalıydı ki Mr. Kimin hemen sözlerine açıklık getirdi. "Hastalanıp yatağa düşmenizin hemen ardından şahsınızla ilgili tüm belgeler bana getirildi. Talihsizliğinizi ve rahatsızlığınızı tanıdıklarınıza iletebilmek için
herhangi bir bilgiye ulaşmak amacıyla belgeleri dikkatlice inceledim. Diğerlerinin yanı sıra babanızdan olduğunu tahmin ettiğim bir mektup buldum. Vakit kaybetmeksizin Cenevre'ye haber gönderdim. Mektubumu göndereli yaklaşık iki ay oldu. Ancak siz hâlâ hastasınız, şu an bile titriyorsunuz. Hiçbir heyecanı kaldıracak durumda değilsiniz."
"Belirsizlik en talihsiz olaydan bin kat beter bir durum. Lütfen söyleyin, yine ne tür bir ölüm oyunu oynandı? Sırada kimin yasını tutmak var?" diye sordum.
Mr. Kirwin kibarca, "Ailenizden herkesin sıhhati yerinde," dedi. "Üstelik biri, bir dost ziyaretinize geldi."
Neden böyle düşündüm bilemiyorum, ama birden canavarın şeytani taleplerine boyun eğmem için sefaletimle alay etmeye, Clerval'in ölümünü yüzüme vurmaya geldiği hissine kapıldım. Ellerimle yüzümü örterek acı acı inledim. "Ah! Götürün onu buradan! Görmek istemiyorum, Tanrı aşkına izin vermeyin içeri girmesine!"
Mr. Kirwin bana endişeli bir ifadeyle bakmaya başladı. Haykırışlarımı ister istemez suçluluğuma yormuştu ve sert bir sesle; "Babanızın ziyaretinin sizde, böyle çılgın bir nefret yerine hoşnutluk uyandıracağını düşünmüştüm, delikanlı," dedi.
Vücudumdaki kasılmış her bir uzuv ve kas, rahatlamanın etkisiyle gevşerken, "Babam mı?" diye haykırdım. "Gerçekten babam mı geldi? Ne güzel, ah ne güzel! İyi ama nerede? Neden hemen yanıma gelmiyor?"
Tavrımdaki değişiklik hâkimi hem şaşırttı hem de memnun etti. Belki de tepkimin geçici bir delilik ânı olduğunu düşündü. Hemen eski anlayışlı tavrına döndü. Ayağa kalkıp bakıcımla birlikte hücreden çıktı ve hemen arkasından içeri babam girdi.
O anda beni babamın gelişinden daha çok memnun edecek hiçbir şey yoktu. Ona elimi uzatarak, "Ah, demek iyisin, peki ya Elizabeth ve Ernest nasıllar?" diye haykırdım.
Babam ikisinin de sağ salim olduğunu anlatarak beni yatıştırmaya ve can kulağıyla dinlediğim bu konular hakkında uzun uzadıya konuşarak moralimi düzeltmeye çalıştı. Ancak çok geçmeden neşe denen şeyin zindanda yeşeremeyeceğini fark etti. Parmaklıklı pencerelere ve hücrenin sefilliğine kederli kederli bakarak, "Nerelere düştün sen, oğlum!" dedi. "Mutluluğu bulmak için yollara düştün, ama talihsizlik bir türlü peşini bırakmıyor. Ve zavallı Clerval..."
Cinayete kurban giden talihsiz dostumun adını duymak o bitap halimle
tahammül edemeyeceğim türden bir acıydı. O anda gözyaşlarına boğuldum.
"Ah, babacığım, ah! Haklısın," dedim. "Uğursuzlukların en büyüğü üzerimde geziniyor, benim ise besbelli sonuna kadar yaşayıp görmem gerekiyor her şeyi, öyle olmasa Henry'nin tabutu üstüne kapandığımda ölür giderdim."
Hassas durumum sükûnet gerektirdiğinden daha fazla sohbet etmemize izin verilmedi. Mr. Kirwin içeri girdi ve kendimi zorlayarak takatten düşmemem gerektiğini söyledi. Babamın gelişi tıpkı bir meleğin yanı başımda belirişi gibiydi ve yavaş yavaş sağlığıma kavuşmamı sağladı.
Ancak hastalığım iyileştikçe hiçbir şeyin alt edemeyeceği türden bir keder ve üzüntüye gömüldüm. Clerval'in katledilmiş, solgun görüntüsü gözlerimin önünden gitmiyordu. Bu düşünceler yüzünden çektiğim ıstırap bir kez daha hastalığımın nüksetmesinden endişe eden sevdiklerimi korkuttu. Ah, ah! Benim gibi zavallı ve iğrenç bir varlığa ne diye kol kanat geriyorlardı ki? Besbelli artık sonuna yaklaşan alın yazımı yaşamam gerekiyordu. Yakında, ah çok yakında, ölüm durduracaktı bu yüreği, üstümden kaldıracaktı ıstırabın belimi büken ağırlığını. Ve nihayet adalet yerini bulduğunda, ben de sonsuz istirahatime gömülecektim. Ancak ölmek arzusu düşüncelerimden hiç ayrılmasa da ölümün sureti hâlâ uzaklardaydı ve ben çoğu kez saatler boyu konuşmadan, kıpırdamadan öylece oturuyor, büyük bir gücün beni ve belamı yerle bir etmesini diliyordum.
Sonunda mahkeme zamanı geldi. Son üç ayımı zaten hapiste geçirmiştim ve hâlâ yeniden fenalaşmanın eşiğinde ve çelimsiz olduğum halde davanın görüleceği kasabaya gitmek üzere yüz millik yolu aşmak zorundaydım. Mr. Kirwin tanıkların toplanması ve savunmanın hazırlanması işini bizzat üstlendi. Dava ölüm kalım kararını veren mahkemede görülmeyeceği için alenen suçlu ilan edilme utancından kurtulmuştum. Tahkikat jürisi, dostumun cesedinin bulunduğu sırada Orkney Adaları'nda olmamın kanıtlanması üzerine suçlamayı reddetti ve naklimden iki hafta sonra özgürlüğüme kavuştum.
Babam ithamın yaratacağı sıkıntılardan kurtulmama, yeniden temiz havayı soluyacak, ülkeme dönecek olmama müthiş sevindi. Zindan ile saray arasında hiçbir fark göremeyen ben ise bu duygulara eşlik edemiyordum. Hayat kadehi benim için sonsuza kadar zehirlenmişti. Güneş mutlu ve neşeli yüreklerin üstüne doğduğu gibi, benim üstüme de doğuyordu, ama ben çevremde, üzerime dikilmiş bir çift gözün ışıltısı dışında hiçbir ışığın nüfuz edemediği kopkoyu ve ürkütücü bir karanlıktan başka bir şey göremiyordum. O bir çift göz bazen ölümle birlikte çürüyen kısmen kapalı gözleri ve onları gölgeleyen kirpikleriyle Henry'nin manidar bakışları oluyordu, bazen de canavarın Ingolstadt'ta ilk kez gördüğüm
nemli ve buğulu bakışları.
Babam içimdeki sevgiyi uyandırmaya çalışıyordu. Yakında gitmek durumunda olduğum Cenevre'den, Elizabeth'ten ve Ernest'ten bahsedip duruyordu, ama sözleri içimde derin inlemeler uyandırmaktan başka işe yaramıyordu. Kimi zaman mutluluğun hasretini çekiyor, kederli bir zevk içinde sevgili kuzenimi düşünüyor, kimi zaman da çocukluğumda benim için çok değerli olan mavi gölü ve gürül gürül çağlayan Rhone Irmağı'ın bir kez daha görebilmek için müthiş bir maladie du pays15ile yanıp tutuşuyordum. Ancak genel halim zindan ile tabiatın en ilahı manzarasını ayırt edemeyen türden bir uyuşukluktan ibaretti. Bu halimi ancak arada bir bastıran ıstırap ve çaresizlik nöbetleri bölüyordu. Böyle zamanlarda tiksindiğim varlığıma bir son vermeye kalkışıyordum ve bir delilik yapmaktan alıkonulmam için daimi bir gözetim ve tetkik altında tutulmam gerekiyordu.
Ancak yerine getirmem gereken bir görev vardı ki düşüncesi nihayet bencil kederimi alt etmeyi başardı. Candan sevdiğim kişilerin hayatını korumak ve onları caniden uzak tutabilmek için acilen Cenevre'ye dönmem gerekiyordu. Böylece şans eseri gizlendiği yeri bulabilirsem ya da o varlığıyla beni bir kez daha sarsmaya kalkışırsa işte o zaman görüntüsünden de korkunç bir ruh bahşettiğim canavarın varlığına bir son verebilirdim. Babam yolculuğa dayanamayacağımdan endişe ettiği için gidişimizi biraz daha ertelemek niyetindeydi, çünkü perişan bir insan müsveddesinden başka bir şey değildim. Hiç takatim kalmamıştı. Bir deri bir kemik olmuştum ve çelimsiz bedenim gece gündüz ateşler içinde kıvranıyordu.
Ben vesvese ve sabırsızlıkla İrlanda'dan ayrılma konusundaki ısrarlarımı sürdürünce babam direnmekten vazgeçti. Havre-de-Grâce'ye giden bir gemiye bindik ve tatlı bir esintinin eşliğinde İrlanda kıyılarından ayrıldık. Vakit gece yarısıydı. Güvertede uzandım ve yıldızları seyrederek dalgaların sesini dinledim. İrlanda'yı gözlerimin önünden alıp götüren karanlığı selamladım. Yalanda Cenevre'yi göreceğimi düşününce kalbim çılgınca bir sevinçle çarpmaya başladı. Geçmiş, gözlerimin önünde bir kâbus gibi belirmişti, ama bindiğim gemi, beni nefret ettiğim İrlanda kıyılarından uzaklaştıran rüzgâr ve etrafımı saran deniz, gördüklerimin hayal olmadığını, dostum, yoldaşım Clerval'in bana ve yarattığım canavara kurban gittiğini söylüyordu. Zihnimde anılarım, tüm geçmişim canlandı; Cenevre'de ailemle yaşadığım zamanlarda yaşadığım huzur dolu mutluluğum, annemin vefatı ve Ingolstadt'tan ayrılışım... Beni iğrenç düşmanımı yaratmaya yönlendiren çılgın coşkuyu içim ürpererek anımsadım ve canavarın hayata gözlerini açtığı geceyi düşündüm. Ancak düşüncelerimi daha ileri götüremedim, çünkü üstüme binbir duygu hücum etmişti ve hıçkıra hıçkıra
ağlıyordum.
Hummalı dönemimi geride bıraktığımdan beri her gece küçük bir miktar afyon tentürü almayı alışkanlık edinmiştim, çünkü ancak bu ilaç sayesinde gevşeyip yaşamımı sürdürebilmem için gereken uykuya kavuşabiliyordum. Talihsizliklerimin anısının yarattığı bu baskı altında dozu her zamankinin iki katma çıkardım ve derin bir uykuya daldım. Ancak uyku beni düşünceden, kederden uzaklaştırmadı. Düşlerim içime korku salan binlerce şeyle doluydu. Sabaha doğru korkunç bir kâbusla sarsıldım. İblisin ellerini boğazımda hissediyor, kendimi bir türlü kurtaramıyordum. İnlemeler, çığlıklar kulaklarımda çınlıyordu. Gözünü üstümden eksik etmeyen babam huzursuzlandığımı fark edince beni uyandırdı. Etrafta deli dalgalar, gökte bulutlar vardı, iblis ise görünürlerde yoktu. Bir nevi güvenlik hissiydi bu; şimdi ile kaçınılmaz olan arasındaki bir ateşkes, felakederle dolu geleceğimin bana bahşettiği ve insan aklının yapısı itibarıyla meylettiği türden huzur dolu bir unutkanlıktı.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro