Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

III

Bir akşam laboratuvarımda oturuyordum. Güneş batmış, ay denizden yükselmekteydi. İş yapmama yetecek kadar ışık olmadığından boş duruyor, o gecelik ara mı versem, yoksa dikkatimi toparlayarak işi mi tamamlasam, diye düşünüyordum. Orada öylece otururken kapıldığım düşünceler, yaptığım işin sonuçlarını değerlendirmeye itti beni. Bundan üç yıl önce yine aynı şeye kalkışmış, nihayetinde benzeri görülmemiş bir barbarlıkla paramparça ettiği kalbimi sonsuz bir pişmanlıkla dolduran iblisi yaratmıştım. Şimdi bir kez daha mizacını hiç bilmediğim bir yaratığı şekillendirmekle meşguldüm. O yaratık eşinden on bin kat daha fesat olabilir ve öldürmekten, sefillikten zevk alabilirdi. Canavar, insanlardan uzaklaşmaya, çöllerde saklanmaya söz vermişti belki, ama dişisinin böyle bir vaadi yoktu ve büyük ihtimalle düşünen, akıl yürüten bir yaratığa dönüşecek olan bu dişi, yaratılışından önce yapılmış bir anlaşmaya uymayı reddedebilirdi. Hatta ikisi birbirlerinden nefret edebilirlerdi. Çirkinliğinden tiksinerek yaşamış bir hilkat garibesi, aynı çirkinliği karşısında dişi suretinde bulduğunda ondan nefret etmeyecek miydi? Üstelik dişisi de ondan tiksinerek insanın güzelliğine yönelebilir, hatta eşini bırakırsa, yalnız kalan canavar kendi türü tarafından terk edilmenin etkisiyle kontrolden çıkabilirdi.
İkisi Avrupa'dan ayrılsalar ve Yeni Dünya'nın çöllerini mesken tutsalar dahi, iblisin uğruna yanıp tutuştuğu arzuların en başında çocuk sahibi olmak gelecek ve şeytanın soyu yeryüzünde türeyecekti. Böylece insan türünün varlığı istikrarsızlaştıracak, tehlikeye girecekti. Kendi çıkarım adına geleceğin nesillerini böylesi bir lanete maruz bırakmaya hakkım var mıydı? İşin aslı, yarattığım varlığın safsatalarına kanmış, şeytani tehditleri karşısında tutulup kalmıştım. Vaadimin korkunçluğunun ilk kez farkına varıyordum. Gelecek nesillerin beni bir parça huzur uğruna belki de tüm insan ırkının varlığını sona erdirmeyi göze almış, bencil bir musibet gibi lanetleyeceklerini düşününce içim titredi.
İşte o anda başımı kaldırıp da ay ışığı altında, pencerenin kenarında dikilen iblisi görünce baştan ayağa ürperdim ve yüreğim duracak gibi oldu. Bana verdiği görevi yerine getirdiğim yerde gözlerini dikmiş bana bakarken dudakları insanın kanını donduran bir gülümsemeyle kıvrılmıştı. Evet, bunca zaman gerçekten de beni takip etmişti. Ormanlarda gezinmiş, mağaralarda gizlenmiş, uçsuz bucaksız, tenha fundalıklarda saklanmıştı. Şimdi ise ne kadar yol aldığımı görmek ve vaadimi gerçekleştirmemi sağlamak üzere gelip karşıma dikilmişti.

Ona baktığımda, yüzünde müthiş bir kötülük ve hainlik okunuyordu. Onun gibi bir tane daha yaratmak için söz verdiğimi düşününce bir deliliğe kapıldım ve hırsımdan tir tir titreyerek üstünde uğraştığım şeyi paramparça ettim. Canavar, gelecekteki mutluluğunu bağladığı yaratığı parçaladığımı görünce melun bir çaresizlik ve intikam duygusu içinde uluyarak çekip gitti.
Bense kapıyı kilitleyerek odadan çıktım ve işime bir daha asla dönmemeye yemin ettim. Sonra da titreyen adımlarla köşeme çekildim. Yapayalnızdım; yanımda kederimi dağıtacak, beni en korkunç hayallerin sarsıcı ağırlığından kurtaracak hiç kimse yoktu.
Aradan birkaç saat geçtiğinde hâlâ penceremin kenarında oturmuş denizi izliyordum. Rüzgâr dindiği, tüm tabiat suskun ayın gölgesinde istirahate çekildiği için, denizde en ufak bir kıpırtı yoktu. Suyun üstünde sadece birkaç balıkçı teknesi görülüyordu ve ara sıra tatlı bir esinti, birbirine seslenen balıkçıların seslerini alıp getiriyordu. Derinliğinin tam olarak farkına varamasam da dışarıdaki sessizliği hissedebiliyordum, ta ki kulağıma kıyıya yaklaşan kürek sesleri çalınana ve birisi evimin yakınında karaya çıkana kadar.
Bundan birkaç dakika sonra sessizce içeri girilmeye çalışılıyormuş gibi kapımın gıcırdadığını duydum. Baştan ayağa titremeye başladım. Gelenin kim olduğunu sezmiştim, yakınımdaki kulübede yaşayan köylülerden birini uyandırmak istiyordum, ama tıpkı tehlikeden kaçmaya çalışıp da olduğumuz yere çakılıp kaldığımız kâbuslarda hissettiğimiz türden bir çaresizlik duygusunun etkisiyle kıpırdayamaz olmuştum.
Dışarıdan gelen ayak seslerini duyabiliyordum. Nihayet kapı açıldı ve tüylerimi diken diken eden o ucube göründü. Kapıyı kapadıktan sonra yanıma gelerek güçlükle kontrol ettiği sesiyle konuştu, "Başladığın işi bozdun, amacın nedir? Sözünden dönmeye nasıl cesaret edersin? Dünyanın eziyetini, sefaletini çektim. Seninle birlikte İsviçre'den ayrıldım. Ren'in kıyılarında, adalarda, dağlarda süründüm. İngiltere'nin çayırlarında, İskoçya'nın bozkırlarında yattım kalktım. İnanılmaz güçlüklere, soğuğa, açlığa katlandım da sen şimdi kalkmış bütün ümidimi yıkıyorsun!"
"Defol, git buradan! Evet, sözümden dönüyorum. Senin gibi bir ucubeyi, zalimi bir daha asla yaratmayacağım," dedim.
"Seni köle! Şimdiye kadar mantığına hitap etmeye çalıştım, ama sen bu lütfuma layık olmadığını kanıtladın. Unutma ki gücüm çok büyük. Şimdi kendini perişan olmuş gibi görüyorsun, ama ben öyle perişan edeceğim ki seni, gün yüzü görmek istemeyeceksin. Sen benim yaratıcımsan ben de senin efendinim, derhal itaat et!" diye diretti.

"Kararsızlığımı geride bıraktığım anda gücünle çıkıyorsun karşıma. Tehditlerinle zulme sürükleyemezsin beni. O tehditler ancak kötülüklerine eşlik edecek bir yoldaş yaratmamaktaki kararımı pekiştirir, öldürmekten ve sefillikten zevk alan bir iblisi, soğukkanlılıkla yeryüzüne mi salsaydım? Yıkıl karşımdan! Kararım kesindir ve sözlerin öfkemi azdırmaktan başka hiçbir işe yaramaz," diye karşılık verdim.
Kararlılığımı gören canavar öfkeyle dişlerini gıcırdatarak konuştu, "Her insan gönlüne göre bir eş bulsun, her yaratığın bir dengi olsun da, bir tek ben mi yalnız kalayım? İçim sevgiyle doluydu, ama karşılığında yalnız horgörü ve aşağılama buldum. Ey, insan evladı! Benden nefret edebilirsin ama kendini kolla! Bundan sonraki günlerin korku ve keder içinde geçecek ve yakında üstüne inecek darbe, mutluluğunu sonsuza kadar elinden koparıp alacak. Ben sefalet içinde sürünürken, mutlu olacağını mı sandın yoksa? Diğer arzularımı ayaklarının altına alabilirsin ama bundan böyle bana gün ışığından, yiyip içtiğimden daha kıymetli olacak intikamımı asla!
Ben ölecek olsam da önce bana zulüm ve işkence eden sen, felaketini seyredecek gün ışığına lanetler yağdıracaksın. Unutma ki ben korkusuzum ve bu nedenle de güçlüyüm. Bir yılanın sinsiliğiyle gözleyeceğim seni, tıpkı onun gibi zehrimi akıtabileyim diye. Çektirdiğin acılara çok pişman olacaksın."
"Defol git buradan iblis! Çirkin sözlerinle zehirleme havayı. Kararımı açıkladım sana, sözlerine boyun eğecek kadar yüreksiz de değilim. Rahat bırak beni, dönmem artık hükmümden."
"Öyle olsun. Gidiyorum ama sakın unutma düğün gecende görüşeceğiz."
Bu sözler üstüne ileri doğru atıldım ve, "Hain! ölüm fermanımı imzalamadan önce kendini emniyete alsan iyi edersin," dedim.
Onu yakalayacaktım, ama elimden kurtularak telaşla evi terk etti. Birkaç dakika sonra kayığına atlayıp suda ok gibi ilerleyerek dalgaların arasında kaybolduğunu gördüm.
Ortalık yeniden sessizliğe bürünmüştü fakat canavarın sözleri hâlâ kulaklarımda çınlıyordu. Huzurumun katilinin izini sürüp, onu okyanusa fırlatmak için öfkeyle yanıp tutuşuyordum. Eziyet ve acı dolu binbir hayal zihnime üşüşürken, odamı telaşlı adımlarla arşınlamaya ve ciddi şekilde kaygılanmaya başladım. Ne diye peşine düşüp ölesiye bir mücadeleye girmemiştim ki? Onun yerine çıkıp gitmesine, anakaraya doğru yol almasına göz yummuştum. Sonu gelmez intikamını alabilmek için kendisine kimi kurban seçeceğini düşündükçe tir tir titriyordum. Sonra yeniden sözlerini hatırladım... Düğün gecende görüşeceğiz." Demek kaderimi belirleyecek gün, o gündü. O

saatte ölüp gitmeli ve canavarın hıncım hem tatmin hem de yok etmeliydim. Bu düşünce beni hiç korkutmadı, ama gözü yaşlı, sevgili Elizabeth'imi ve sevgilisinin acımasızca katledildiğini öğrendiği zaman çekeceği sonsuz acıları düşününce aylardır ilk kez gözlerim' den yaşlar süzülmeye başladı ve tüm gücümle savaşmadan düşmanıma teslim olmamaya karar verdim.
Gece öylece gelip geçti. Güneş okyanustan yükseldiğinde duygularım biraz yatışmıştı, tabii öfkenin şiddeti, ümitsizliğin derinlerine çöktüğünde ortaya çıkan şeye yatışmak denirse. Gece kavganın yaşandığı o korkunç sahneyi, yani evimi terk ederek, sahilde yürüyüşe çıktım. Denizi sevdiklerimle aramda aşılmaz bir engel gibi görüyordum. Öyle olmasını dilemedim desem de yalan olur. Gerçekten de bitap halimle, ömrümün geri kalanını o ıssız kayalığın üstünde geçirmeyi arzuluyordum, ama ani bir kederin şokuyla sarsılmaksızın. Geri dönsem ya kurban edilecektim ya da canım kadar sevdiklerimin, ellerimle yarattığım canavarın pençesinde yitip gidişlerine şahit olacaktım.
Sevdiklerinden ayrı düşmüş, acı içinde kıvranan, huzursuz bir hayalet misali gezdim durdum adada, öğle vakti gelip de güneş iyice yükseldiğinde çimenlerin üstüne uzanıp uyuyakaldım. Bir önceki gecenin tamamını uyanık geçirdiğim için sinirlerim gerilmiş, ıstıraptan ve etrafı gözlemekten gözlerim yanmaya başlamıştı. Uyku beni canlandırdı. Uyandığımda kendimi yeniden insan ırkına aitmiş gibi hissettim ve olup bitenler üstüne soğukkanlılıkla düşünmeye başladım. Ancak iblisin sözleri hâlâ kulaklarımda matem çanı gibi çınlıyordu. Bir rüya gibi görünüyordu o sözler, ama gerçeklik kadar da belirgin ve eziciydiler.
Güneş çoktan battığı halde hâlâ kıyıda oturmuş, iyice açılan iştahımı yulaflı çörekle yatıştırıyordum ki bir balıkçı teknesinin yaklaştığını ve teknedeki bir adamın bana bir paket getirmekte olduğunu gördüm. Paketin içinde Cenevre'den gelen mektupların yanı sıra bir tane de Clerval'den, kendisine katılmamı rica eden bir mektup vardı. Bulunduğu yerde vaktini boşa harcadığını, Londra'da edindiği arkadaşlarının Hindistan yatırımlarını tamamlamak üzere geri dönmesini istediklerini söylüyordu. Dönüş tarihini daha fazla geciktiremeyecekti, ama Londra gezisinden sonraki uzun yolculuğuna umduğundan da erken başlayacaktı ve dostluğumu kendisinden esirgememem için ricada bulunuyordu. Bu nedenle de ıssız adamı terk ederek birlikte güneye doğru gitmek üzere kendisiyle Perth'te buluşmamı istiyordu. Bu mektup beni bir nebze de olsa hayata döndürdü ve iki gün içinde adayı terk etmeye karar verdim.
Ancak gitmeden önce tamamlamam gereken bir iş vardı ki düşüncesi dahi içimi ürpertiyordu; kimya gereçlerimi toplamam gerekiyordu ve bunun için de iğrenç çalışmalarımı yürüttüğüm odaya girmek, midemi bulandıran alet edevatla

uğraşmak zorundaydım. Ertesi gün şafak vakti cesaretimi toplayarak laboratuvanmm kapısını açtım. Kısmen tamamlanmış yaratığın paramparça ettiğim artıkları sağa sola saçılmıştı. Kendimi adeta bir canlının etini lime lime etmiş gibi hissettim. Aklımı başıma toplayabilmek için bir an duraksadıktan sonra odaya girdim. Titreyen ellerle gereçleri odadan dışarı taşıdım, ama çalışmalarımdan geriye kalan artıklarla köylüleri korkutmamam ya da şüphelendirmemem gerektiğini düşündüm. Bu nedenle de artıkları bir sepete doldurduktan sonra üstlerine bol miktarda taş yığdım. Sepeti gece denize atmak üzere bir kenara koydum. Bu arada da kimya gereçlerimi temizleyerek düzenlemek üzere sahilde oturdum.
İblisin ilk ortaya çıktığı geceden beri duygularım mutlak bir dönüşüm geçirmişti, önceleri çaresizlik içinde vaadime, doğurabileceği tüm sonuçlara rağmen yerine getirilmesi gereken bir şey gözüyle bakıyordum. Şimdi ise gözümün önünden bir perde kalkmış ve her şeyi ilk kez tüm netliğiyle görüyor gibiydim. Yaptıklarımı bir kez daha tekrarlamak artık aklımın köşesinden dahi geçmiyordu. Duyduğum tehditler ruhumu sıkıntıya boğduysa da herhangi bir eylemimle olacakları engelleyebileceğimi düşünmüyordum. İblisin bir benzerini yaratmanın bencilliklerin en büyüğü olduğuna kanaat getirmiş, farklı bir sonuca ulaşmama neden olabilecek her tür düşünceyi zihnimden uzaklaştırmıştım.
Sabah saat iki ile üç arasında ay yükselince sepetimi küçük bir tekneye atarak kıyıdan dört mil kadar açıldım. Ortalık tamamen ıssızdı; birkaç tekne karaya dönüyor, bense onlardan uzaklaşıyordum. Kendimi dehşet bir suçu işlemenin eşiğindeymiş gibi hissediyor, korkudan titreyerek binlerine rast gelmekten kaçmıyordum. O âna kadar ışıldamakta olan ayın bir ara bulutlarla gölgelenmesiyle çöken karanlığı fırsat bilerek sepetimi denize fırlattım. Sepetin batarken çıkardığı fokurtuları dinledikten sonra oradan uzaklaştım. Bundan sonra gökyüzü iyice bulutlandıysa da hava, yeni yeni yükselen kuzeydoğu rüzgârına rağmen güzeldi. Rüzgâr beni canlandırarak içimi öyle tatlı duygularla doldurdu ki suda biraz daha kalmaya karar verdim. Dümeni sabitleyerek teknenin zeminine uzandım. Ay bulutların arkasına gizlenmiş, her yere karanlık çökmüştü. Duyabildiğim tek ses, dalgaları yararak ilerleyen teknenin sesiydi. Suyun hışırtısı bana ninni gibi geldi ve kısa süre sonra derin bir uykuya daldım.
Bu şekilde ne kadar vakit geçirdiğimi bilmiyorum, ama uyandığımda güneş doğalı epey olmuştu. Rüzgâr Şiddetlenmiş, dalgalar küçük teknemin güvenliğini tehdit etmeye başlamıştı. Rüzgârın kuzeydoğudan geldiğini anladım. Tekneye bindiğim kıyıdan hayli açıklara sürüklenmiş olmalıydım. Çark etmeye çalıştım, ama bunu bir kez daha denersem teknenin su alacağını fark ettim. Mevcut şartlar altında tek yapabileceğim, rüzgârı arkama alarak ilerlemekti. Biraz korktuğumu

itiraf etmeliyim. Yanımda pusulam yoktu ve bulunduğum yerin coğrafyasına pek aşina olmadığımdan güneşten de faydalanamıyordum. Koskoca Atlantik'e kadar sürüklenip açlıkla mücadeleye girmek zorunda kalabilir ya da etrafımda çırpınıp köpüren dalgalar tarafından yutulabilirdim. Denize açılalı saatler olduğundan şimdiden susuzluk çekmeye başlamıştım, büyük ihtimalle yepyeni sıkıntılar da yoldaydı. Başımı kaldırıp rüzgârın önüne katarak götürdüğü bulutlarla dolu göğe, sonra da denize baktım. Bu deniz benim mezarım olacaktı. "İblis, işte görevin tamamlandı!" diye bağırdım. Sonra geride kalacak ve canavarın acımasız, amansız öfkesine kurban gidecek olan Elizabeth'i, babamı ve Clerval'i düşündüm. Bu düşünce beni öyle ümitsiz ve korku dolu hayallere sürükledi ki her şeyin sonuna yaklaştığım şu an dahi düşününce ürperiyorum.
Bu şekilde birkaç saat geçti. Güneş ufukta alçaldıkça rüzgâr yavaş yavaş tatlı bir esintiye dönüştü ve deniz dalgalardan arındı. Ancak hemen ardından sular iyice kabardı. Midem bulanmıştı ve dümene güçlükle hâkim oluyordum ki güney yönünde yükselen karayı gördüm.
Yorgunluktan, saatler süren gerginlikten bitap düştüğüm bir sırada hayata dair aniden karşıma çıkan bu işaret, yüreğimi sımsıcak bir sevinçle doldurdu ve gözlerime yaşlar hücum etti.
Ne kadar da değişkendi hislerimiz ve ne tuhaftı en kederli anımızda bile hayata tutunma aşkımız! Giysilerimi kullanarak kendime bir yelken daha yaptım ve hevesle rotamı karaya doğru çevirdim. Karşımdaki kara parçasının yabanıl ve kayalık bir görünümü vardı, ama yaklaştıkça medeniyetin izlerini görmeye başladım. Kıyıda birkaç taşıt görünce kendimi yeniden medeni dünyaya dönmüş gibi hissettim. Karanın kıvrımlarını dikkatle takip ettim ve nihayet küçük bir burnun arkasından yükselen çan kulesini fark ettim. Son derece bitkin olduğum için doğrudan kolayca yiyecek bulabileceğim kasabaya yöneldim. Neyse ki yanımda para vardı. Bumu dönünce küçük bir kasaba ve güzel bir liman gördüm ve yüreğim bu beklenmedik kurtuluşun sevinciyle gümbürdeyerek limana girdim.
Tekneyi bağlamakla, yelkenleri toplamakla uğraştığım sırada birkaç kişinin olduğum yere doğru yürüdüğünü gördüm. Beni gördüklerine hayli şaşırmış gibiydiler ama yardım eli uzatmak yerine el kol hareketleri yaparak fısıldaşmaya başladılar. Normal şartlar altında bu davranışlar bende şüphe uyandırırdı. O anda yalnızca İngilizce konuştuklarını fark edebildim ve hemen bu dilde konuşmaya başladım. "Sevgili dostlar,' dedim, "rica etsem bana bu kasabanın adını ve nerede olduğumu söyler misiniz?"
"Yakında öğrenirsin," dedi boğuk sesli bir adam. "Pek hoşuna gitmez belki

burası, ama emin ol kimse sana nereden geldiğini sormayacaktır."
Böylesine kaba bir karşılık almak beni müthiş şaşırtmıştı ve adamın yanındakilerin çatık kaşlarını, kızgın yüzlerini görünce telaşlanmaya başlamıştım. "Neden böyle kaba konuşuyorsunuz?" dedim. "İngilizlerin yabancılara böyle münasebetsizlik etmek gibi bir âdetleri yoktur eminim."
"İngilizlerin âdeti nedir bilemem, ama mandalılar hainlerden nefret eder," dedi.
Bu tuhaf sohbet devam ederken kalabalığın gittikçe büyüdüğünü fark ettim. İnsanların yüzlerinde merakla karışık bir öfke ifadesi vardı ki bu da canımı sıkıyor, biraz da endişelendiriyordu beni. Nerede konaklayabileceğimi sorduysam da cevap veren olmadı. Ardından yürümeye başladım. Peşimden gelen, etrafımı saran kalabalıktan mırıltılar yükseldi. Az sonra kaba saba bir adam yanıma yaklaşarak omzuma dokundu ve, "Beyefendi, şahsınızla İlgili bilgi vermek için benimle birlikte Mr. Kirwin'e gelmelisiniz," dedi.
"Mr. Kirwin de kim? Neden şahsımla ilgili bilgi verecekmişim? özgür bir ülke değil mi burası?"
"Öyle tabii, beyefendi. Ahlaklı insanlar için öyle. Mr. Kirwin hâkimdir ve sizin de dün gece burada ölü bulunan kişi hakkında ifadeniz alınacak."
Bu cevap karşısında şaşırsam da hemen kendimi toparladım. Sonuçta ben masumdum, bunu kolayca kanıtlayabilirdim. Bu düşünceyle sessizce kılavuzumu takip ettim ve kasabanın en güzel evlerinden birine götürüldüm. Yorgunluk ve açlıktan kendimden geçmek üzereydim, ama çevremi kuşatan kalabalığa bakınca tüm gücümü toplamanın doğru olacağını, bitkin görünümümün şüpheli ya da suçlu olduğum izlenimini uyandırabileceğini düşündüm. Oysa birkaç dakika sonra beni perişan edecek, yarattığı dehşet ve çaresizlik hissiyle rezil olmaya veya ölüme dair tüm korkularımı alt edecek felaketten tamamen bihaberdim.
Bu noktada biraz durmalıyım, çünkü birazdan anlatacağım korkunç hikâyeyi detaylarıyla anımsayabilmek için tüm gücümü toplamam gerekiyor.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro