II
İlk konaklama yerimiz Londra'ydı. Bu meşhur, muhteşem şehirde birkaç ay kalmaya karar verdik. Clerval zamanın dehaları ve yetenekleriyle irtibata geçmek istiyordu, ama bunlar benim için ikincil amaçlardı. Ben öncelikle vaadimi yerine getirebilmem için gereken bilgiyi edinmenin yollarını aramakla meşguldüm ve vakit kaybetmeden yanımda getirdiğim, tanınmış doğa filozoflarına yazdığım mektuplarla işe başladım.
Bu yolculuk kendimi çalışmalarıma adadığım mutlu günlerimde yapılmış olsaydı bana olağanüstü bir keyif verirdi. Ancak başımda büyük bir felaket vardı ve bu insanları ziyaret etmekteki tek amacım onlardan önem verdiğim konu hakkında bilgi edinebilmekti. Refakatçim olmasından rahatsızlık duyuyor, yalnız kaldığım zamanlarda ise zihnimi yere ve göğe ait görüntülerle doldurabiliyordum. Henry'nin sesi beni yatıştırıyor, böylece geçici bir huzurla kendimi kandırabiliyordum. öte yandan sıkıntılı, ilginçlikten uzak, neşeli yüzler yüreğimi yeniden kederle dolduruyordu. Kendim ile hemcinslerim arasında aşılmaz bir engel olduğunu düşünüyordum; bu engel, William ve Justine'in kanıyla mühürlenmişti ve bu isimlerle bağlantılı olayları düşünmek ruhumu ıstırapla kavuruyordu.
Clerval'de ise eski halimi görüyordum. Tecrübe ve bilgi edinme konusunda araştırmacı ve coşkuluydu. Farklı davranış biçimleri üstüne yaptığı gözlemler onun için bitmez tükenmez bir bilgi ve eğlence kaynağıydı. Ayrıca uzun süredir aklına koyduğu bir planı gerçekleştirmeyi amaçlıyordu. Hedefi, dillerini iyi bildiğine, toplumu hakkında fikir sahibi olduğuna inandığı Hindistan'ı ziyaret etmek, Avrupa'nın bölgeye insan yerleştirme projesine ve ticaretinin gelişimine katkıda bulunmaktı. Planını ancak İngiltere'de hayata geçirebilirdi. Her an bir meşguliyeti vardı ve keyfini kaçıran tek şey, benim dertli, mahzun halimdi. Yeni bir hayata atılmak üzere olan birinin kaygıdan ve üzücü anılardan uzakta tatması gereken zevklerden onu mahrum etmemek için duygularımı olabildiğince gizlemeye çalıştım. Yalnız kalabilmek için çoğu zaman bir işimi mazeret göstererek ona eşlik etmekten kaçındım. Bir yandan yeni eserim için gerekli malzemeleri toplamaya başlamıştım ki, bu da insanın başına hiç durmadan su damlatmaya benzeyen bir işkenceydi. Konuyla ilgili her düşünce bende dayanılmaz bir acı uyandırıyor, onu ima ederek söylediğim her söz dudaklarımın titremesine, kalp atışlarımın hızlanmasına neden oluyordu.
Londra'da birkaç ay geçirdikten sonra vaktinde bizi Cenevre'de ziyarete
gelmiş olan İskoçya'daki birinden mektup aldık. Bu kişi ülkesinin güzelliklerinden bahsediyor ve bize bunların seyahatimizi iyice kuzeye, ikamet ettiği yer olan Perth'e kadar genişletmemiz için yeterince cazip nedenler olup olmadığını soruyordu. Clerval daveti kabul etmeye oldukça hevesliydi, bense topluluk içinde olmaktan nefret etsem de dağları, dereleri ve tabiatın güzel eserleriyle donattığı ayrıcalıklı yörelerini yeniden görmeyi çok arzuluyordum.
İngiltere'ye ekim başında gelmiştik ve şimdi aylardan Şubattı. Kuzeye doğru yapacağımız yolculuğa bir ay sonra başlamaya karar verdik. Niyetimiz doğrudan Edinburgh'a gitmek değil, Windsor, Oxford, Matlock ve Cumberland göllerini ziyaret ederek turumuzu temmuz sonlarında sona erdirmekti. Kimya gereçlerimi ve derlediğim malzemeleri toparladım ve işimi İskoçya'nın kuzey dağlarının kuytu bir köşesinde tamamlamaya karar verdim.
27 Mart'ta Londra'dan ayrıldık ve birkaç günü Windsor'da geçirerek güzel ormanları dolaştık. Bizim gibi dağlık bölgeden gelenler için yepyeni bir tabloydu bu; görkemli meşe ağaçları, çok sayıda av hayvanı ve heybetli geyik sürüleri bizim için yepyeni şeylerdi.
Oradan Oxford'a geçtik. Şehre girerken zihnimize bir buçuk asır kadar önce buralarda vuku bulmuş olaylar hücum etti. I. Charles'ın ordularını topladığı yer burasıydı. Halkın tamamı parlamento ve özgürlük bayrağı altında toplanma çabalarında onu yüzüstü bıraktıktan sonra dahi bu kent ona olan sadakatini sürdürmüştü. Bu talihsiz kral ve yoldaşlarının, sevecen Falkand'ın, arsız Goring'in, kraliçesi ve oğlunun anıları kentin, ikamet ettikleri tahmin edilen her bir köşesine apayrı bir anlam kazandırıyordu. Eski günlerin ruhu burada yaşamını sürdürüyor, bizse onun izini sürmekten büyük keyif alıyorduk. Bu hislerin yarattığı memnuniyet olmasa dahi kent mevcut görünümüyle de hayranlığımızı uyandıracak güzelliklere sahipti. Üniversiteleri tarihî ve görülmeye değer, sokaklarıysa şahaneydi. Harikulade renklerle bezeli çayırlardan akan İsis Irmağı'nın gittikçe genişleyen durgun sularında, kentin ağaçlar atasına serpiştirilmiş heybetli kuleleri, kubbeleri yansıyordu.
Çevremdeki bu manzaralardan büyük keyif alsam da hislerim geçmişin anıları, geleceğin tedirginlikleriyle buruklaşıyordu. Benim yapım huzur dolu bir mutluluğa uygundu. Hoşnutsuzluk gençliğimde hiç tanımadığına bir duyguydu, can sıkıntısına yenik düştüğüm nadir zamanlarda ise doğanın güzelliğiyle ya da insanın o yüce, muhteşem eserlerini inceleyerek yüreğimi hafifletir, ruhuma rahat bir soluk aldırırdım. Oysa artık paramparça bir ağaç gibiydim. Ruhuma ağır bir darbe inmişti ve yakında geride bırakmayı umduğum halimi; dışarıdan bakanlarda merhamet uyandırsa da kendisine karşı toleransını yitirmiş şu zavallı insan müsveddesini ortaya koyabilmek için ayakta kalmam gerektiğini
hissediyordum.
Bolca gezerek ve İngiliz tarihinin en canlı dönemlerine tanıklık etmiş olabilecek her köşeyi keşfetmeye çalışarak Oxford'da hayli vakit geçirdik. Küçük keşif gezimiz karşımıza çıkan çeşitli fırsatlar dolayısıyla defalarca uzadı. Ünlü Hampden'ın14mezarını ve o vatanseverin can verdiği alanı ziyaret ettik. Bu mekânlarla anıtlaşan özgürlük ve fedakârlık gibi ilahı fikirlere akıl yorarken ruhum kısa bir süre için de olsa o aşağılık ve zavallı korkularından kurtulur gibi oldu. Bir anlığına zincirlerimi fırlatarak etrafıma özgür ve mağrur biri gibi bakabilme cesaretini buldum. Ancak prangalar artık etime işlemişti ve ben çok geçmeden tir tir titreyerek ümitsizlik içinde acınası halime geri döndüm.
Oxford'dan gönülsüzce ayrılarak bir sonraki durağımız olan Matlock'a geçtik. Köyün çevresini kuşatan doğa görünümü az da olsa İsviçre manzaralarını andırıyordu, ama burada her şeyin ölçeği küçüktü ve yemyeşil tepelerin ardı, ülkemin çam ormanlarına daima eşlik eden bembeyaz Alpler ile taçlandınlmayı bekler gibiydi. Harika mağarayı ve ilginç nesnelerin Servox ile Chamounix'deki koleksiyonlara benzer şekilde sergilendiği doğal tarih vitrinlerini gezdik. Chamounix isminin Henry tarafından telaffuz edilmesi içimi ürpertince, o korkunçsahnenin ilişkilendirildiği Matlock'tan uzaklaşmak için acele ettim.
Derby'den daha da kuzeye doğru yol alarak Cumberland ve Westmorland'da iki ay kadar vakit geçirdik. Kendimi artık iyice İsviçre dağlarında gibi hissetmeye başlamıştım. Dağların kuzey yakalarında asılı duran karlı yamaçlar, göller, coşkuyla akan taşlı dereler benim alışageldiğim, sevdiğim manzaralardı. Aynca burada beni neredeyse mutlu olmaya ikna edecek birkaç dost da edindik. Clerval ise çok daha büyük bir memnuniyet içindeydi. Kabiliyetli insanları dostluğu ufkunu genişletiyor, kendisinden daha basit insanları yanındayken sahip olduğunu hayal dahi etmediği birtakım yetenek ve özelliklerini keşfediyordu, "ömrümü burada geçirebilirim," dedi bir keresinde bana. "Şu dağların arasındayken İsviçre'nin ya da Ren'in hasretini hiç çekmem."
Ancak bir süre sonra gezgin hayatının keyifler kadar ıstırapları da barındırdığını öğrendi. Gezginin duygulan daima sınırdadır, tam sükûnete ermek üzereyken bir yenilik uğruna keyifle sürdürdüğü uğraştan vazgeçmek zorunda kalır, dikkatini yeni olana odaklamışken onu da diğer yenilikler uğruna terk eder.
Cumberland ile Westmorland'in göllerini henüz gezmiş, yöre sakinleriyle yeni yeni yakınlaşmıştık ki İskoç dostumuzla buluşma tarihimiz gelip çattı. Biz de her şeyi geride bırakarak yolumuza devam ettik. Kendi adıma gitmek zorunda oluşumuza pek üzülmemiştim. Vaadimi bir süredir ihmal ediyordum ve iblisin ortalarda görünmeyişinin doğuracağı sonuçlardan korkmaya başlamıştım. Kim
bilir belki İsviçre'de kalmış, intikamını akrabalarımdan alıyordu. İşte sükûnet ve huzur bulacağım anlarda bana musallat olup eziyet eden düşünce buydu. Mektuplarını dört gözle bekliyordum, geciktikleri takdirde perişan oluyor, binbir türlü korkuya kapılıyordum. Elime geçtiklerinde ve üstlerinde Elizabeth'in ya da babamın yazısını gördüğümde ise onları okuyarak kaderimi öğrenme cesaretini kendimde güçlükle buluyordum. Kimi zaman o zalimin beni takip ettiğini ve ihmalimi gidermek için dostumu öldürmeye kalkabileceğini düşünüyordum. Bu tür düşüncelere kapıldığımda Henry'nin yanından bir an olsun ayrılmıyor, katilin hayallerle beslenen hiddetinden koruyabilmek için onu bir gölge gibi takip ediyordum. İşlediğim büyük bir suçun vicdan azabı yakamı bırakmıyordu sanki. Herhangi bir günahım yoktu, ama büyük bir suç kadar ölümcül bir belaya sokmuştum başımı.
Edinburgh'u boş bakışlarla ve ilgisizlik içinde gezdim, oysa şehir dünyanın en perişan yaratığının dahi ilgisini çekebilecek nitelikteydi. Clerval burayı tarihî özelliklerinden büyük keyif aldığı Oxford kadar beğenmedi. Ancak bu yeni Edinburgh kasabası, güzelliği ve düzenliliği, romantik şatosu ve çevresini kuşatan birbirinden hoş mekânları; Arthur'un Tahtı, St. Bernard Kuyusu ve Pentland tepeleriyle aradaki farkı telafi etti ve Clerval'in içini neşeyle, hayranlıkla doldurdu. Bense seyahatin sonunu getirmeyi sabırsızlıkla bekliyordum.
Bir hafta sonra Edinburgh'dan ayrılarak Coupar, St. Andrew's üzerinden geçip Tay kıyısından Perth'e, arkadaşımızın bizi beklediği yere vardık. Ancak o sırada bir yabancıyla sohbet edip gülüşecek ya da iyi bir misafirden beklenen keyifli ruh haliyle programlara katılacak gücüm olmadığından, Clerval'e tek başıma İskoçya turuna çıkmak istediğimi söyledim. "Sen keyfine bak ve burası randevu yerimiz olsun. Ben bir-iki ay kadar ortalarda olmayabilirim, ancak rica ederim programıma müdahale etme. İzin ver bir süre sükûnet içinde yalnızlığıma sığınayım. Umuyorum ki dönüşümde çok daha neşeli olur, sana daha iyi eşlik ederim."
Henry beni caydırmaya çalıştıysa da planımda ısrarcı olduğumu görünce itiraz etmekten vazgeçti. Sık sık yazmam için ricada bulundu. "Tanımadığım bu İskoçlarla olmaktansa yalnız gezilerinde sana eşlik etmeyi tercih ederim, öyleyse çabuk dön ki kendimi yeniden evimde hissedeyim, sevgili dostum. Senin yokluğunda böyle hissetmem imkânsız."
Dostumdan ayrıldıktan sonra İskoçya'nın ücra bir köşesine çekilerek işimi yalnız başıma tamamlamaya karar verdim. Canavarın beni takip ettiğine ve her şey bittiğinde eşini alabilmek için karşıma çıkacağına hiç şüphem yoktu.
Bu kararlılıkla kuzey dağlarını aşarak en ücra Orkney Adaları'ndan birine yerleştim. Yamaçlarını durmaksızın dalgaların dövdüğü bir kayadan ibaret olan bu ada, benimki gibi bir iş için uygun bir yerdi. Birkaç zavallı ineğe bir miktar otlak; çelimsiz, sıska kol ve bacaklarından sefillikleri gayet iyi anlaşılan beş kişilik halkına da biraz yulaf sağlayan çorak bir toprağı vardı. Halk kendileri için lüks sayılan sebze ve ekmeği, hatta taze suyu bile beş mil kadar uzaktaki anakaradan getiriyordu.
Adada topu topu üç adet köhne kulübe vardı ve ben geldiğimde içlerinden biri boştu. Onu da ben kiraladım. Kulübe iki odalıydı ve odalar yoksulluğun tüm sefilliğini yansıtıyordu. Dam çökmüştü, duvarlar sıvasızdı, kapı ise menteşelerinden ayrılmıştı. Evin onarılması için sipariş verdim, birkaç parça mobilya getirttim ve ardından evi satın aldım. Ada sakinlerinin duyuları yoksulluk ve sefillikten körelmemiş olsaydı tüm bunlar şüphesiz şaşkınlık yaratırdı. Böylece gözetlenmeden, rahatsız edilmeden yaşadım ve ada sakinleri verdiğim bir miktar yiyecek ve giysiye karşılık bir teşekkür bile etmediler. İşte ıstırap insanın en temel duyarlılıklarını bile böylesine köreltiyordu.
Barınağımda sabahlarımı çalışmaya ayırıyordum, ama akşamları hava elverişli olduğunda ayaklarımı döven gürül gürül dalgaları dinlemek için kayalık sahilde dolaşıyordum. Hem monoton hem de durmaksızın değişen bir manzaraydı bu. Aklıma İsviçre geliyordu; bu ıssız ve ürkütücü topraklardan ne kadar da farklıydı... Tepeleri bağlarla kaplı, vadilerinde yaşayan köylüler ise kalabalıktı. Güzelim gölleri, masmavi, uysal göğünü yansıtır, rüzgârla tedirgin olduklarında dahi kopan gürültü, devasa okyanusların gürlemelerinin yanında yaramaz bir bebeğin oynaşmalarını andırırdı.
İşte ilk günlerim böyle uğraşlarla geçti ancak işimde yol aldıkça uğraşlarım iyice korkunç, tiksinti verici bir hal aldı. Kimi zaman laboratuvarıma günlerce adım atamıyor, kimi zaman da işimi tamamlayabilmek için gece gündüz ter döküyordum. Kalkıştığım şey gerçekten de mide bulandırıcıydı. İlk deneylerim esnasında delice bir taşkınlık gözlerimi işin dehşetine karşı kör etmişti. Zihnim her an yaptığım işe odaklıydı, gözlerimse uğraşımın sefilliğini görmez olmuştu. Ama artık bu uğraştan soğumuştum ve ellerimin yaptıklarına yüreğim katlanamaz olmuştu.
İşte bu şartlar altında, dünyanın en rezil uğraşıyla meşgulken ve gömüldüğüm işten başımı bir an olsun kaldırmamı sağlayacak hiçbir şeyin bulunmadığı bir yalnızlığın içine gömülmüşken ruhsal dengemi yitirmeye başladım. Huzursuz ve tedirgindim. Her an belamla karşılaşmaktan korkuyordum. Bazen gözlerimi yere dikip oturuyor, başımı kaldırdığım anda bakmaktan en çok ürktüğüm şeyle yüzleşmekten çekiniyordum. Ada sakinlerinin gözü önünden ayrılmaya cesaret
edemiyor, yalnız kaldığım takdirde canavarın benden eşini istemesinden korkuyordum.
Bu arada çalışmamı sürdürüyordum ve hayli yol kat etmiştim. İşin tamamlanmasını tedirgin bir hevesle bekliyordum ve yüreğimi sıkıştıran, canavara dair tuhaf bir önseziyle karışık bu hissi sorgulamaya cesaret edemiyordum.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro