II
Ertesi günü vadide başıboş gezerek geçirdim. Dağların zirvesinden eteklerine doğru ağır adımlarla ilerleyerek vadide barikat oluşturan bir buzuldan çıkan Arveiron kaynaklarının yanında durdum. Heybetli dağların sarp yamaçları önümde, buzdan bir duvar üstümde uzanıyordu; sağa sola parçalanmış birkaç çam kozalağı serpiştirilmişti. Muhteşem doğaya ait bu ihtişamlı kabul salonunun huşu dolu sessizliğini bölen tek şey, gürül gürül çağlayan dalgalar ya da kopan devasa bir toprak parçası; çığın gök gürlemesini andıran sesi; ya da değişmez kanunların görünmez eli tarafından, oyun oynarcasına bir anda çekilip koparılmış gibi parçalanan buzların dağlarda yankılanan çatırtısıydı. Bu yüce ve olağanüstü güzellikte manzaralar, mümkün olan en büyük teselliyi vermişti bana. Beni duyguların altında ezilmekten kurtarmış, kederimi yok edemese de zapt edip yatıştırmıştı. Ayrıca zihnimi son bir aydır meşgul eden düşüncelerden biraz da olsa uzaklaştırmıştı. Gece dinlenmek için odama çekildim. Uykum adeta gün boyu zihnimi dolduran yüce şekillerin eşliğinde ve emrine amade olarak geçti. Şekillerin tümü etrafıma toplaştı. Dağların kar kaplı» lekesiz dorukları, ışıl ışıl zirveler, çam ormanları, pasaklı» çıplak koyak, bulutların arasında süzülen kartal; hepsi çevremi kuşatıp, beni huzura davet etti.
Sabah uyandığımda neredeydiler acaba? Ruhumu canlandıranların hepsi uykuyla birlikte kayıplara karışmıştı ve kapkara melankoli tüm düşüncelerimi gölgelemeye başlamıştı. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu ve kalın bir sis, dağların zirvelerini sarmıştı. Böylece o kudretli dostların çehrelerini de göremez oldum. Yine de pustan peçelerine nüfuz edebilir, onları dumanlı sığınaklarında arayabilirdim. Yağmur, fırtına da neymiş? Katırım kapıya getirildi ve Montanvert'in zirvesine tırmanmaya karar verdim. Devasa, sürekli hareket eden buzulu ilk görüşümün zihnimde yarattığı etkiyi hatırladım. Ruhu kanatlandırarak meçhul bir dünyadan aydınlığa ve sevince doğru taşıyan yüce bir coşku doldurmuştu içimi. Doğadaki o heybet ve azamet oldum olası zihnimi yatıştırmış, hayatın gelip geçici dertlerini unutmamı sağlamıştı. Yolu iyi bildiğimden ve başka birinin varlığı manzaranın ıssız ihtişamını bozacağından rehbersiz gitmeye karar verdim.
Çıkış sarptı, ama patika dağı dikey aşmaya elverişli, kısa ve kesintisiz dönemeçlerle doluydu. Son derece ıssız bir manzaraydı bu. Çığ izleri binlerce noktada görülebiliyordu, özellikle de parçalanmış, devrilmiş, kimisi tamamen yok olmuş, kimisi ise bükülerek, çıkıntılı kayaların ya da çapraz olarak diğer ağaçların üstüne dayanmış duran ağaçların olduğu yerlerde. Yükseklere
tırmandıkça patika karlı geçitlerle bölünüyor, yukarıdan buralara durmaksızın kaya parçaları düşüyordu. Bu geçitlerden biri özellikle tehlikeliydi, çünkü yüksek sesle konuşmak gibi en ufak bir etki dahi, kişiyi felakete maruz bırakacak şiddette sarsıntı yaratabiliyordu. Çamlar uzun ya da gösterişli değildi, ama melankolik görünümüyle manzaraya ciddi bir hava katıyordu. Aşağıda uzanan vadiye baktım; içinden geçen ırmaklardan yoğun bir pus yükseliyor, yağmur çevremde algıladığım melankoli havasını daha da artıran kapkara gökten yağarken ırmaklar, zirveleri yeknesak bulutlarla gömülü karşıki dağların etrafını kalın bir duman gibi kıvrıla büküle kuşatıyordu. Ne yazık! İnsan denen varlık, hayvandan üstün hassasiyetleriyle ne diye böbürlenir ki? Bunlar onu daha kendisi dünyaya gelmeden önce oluşan şartların belirlediği davranış biçimine yönlendirmekten başka hiçbir işe yaramıyor. Dürtülerimiz yalnızca açlık, susuzluk ve şehvetten ibaret olsaydı, neredeyse özgür olacaktık. Oysa şimdi esen her rüzgârdan, tesadüf eseri edilmiş bir sözden ya da o sözün zihnimizde uyandırdığı manzaradan etkilenir durumdayız.
Yatarız; bir düş, uykuyu zehirlemeye kadir,
Kalkarız; başıboş bir düşünce günü kirletir,
Hisseder, düşünür, akıl yürütürüz; ağlar ya da güleriz, Sevgili acılarımızı kucaklar, tasalarımızı def ederiz Hep aynı, ister keder, ister neşe,
Çıkış yolu serbesttir yine de İnsanın dünü asla yarını gibi olamaz,
Değişim dışında hiçbir şey ayakta duramaz!
Zirveye vardığımda neredeyse öğle olmuştu. Bir süre buz denizine tepeden bakan bir kayanın üstüne oturdum. Birazdan hem buz denizini hem de çevreyi kuşatan dağları sis kapladı. Hafif bir rüzgâr bulutları dağıtınca buzulun üstüne indim. Buzulun çalkantılı bir deniz gibi kabarmış, aşağılara kadar uzanan ve yer yer derin yarıklarla dolu yüzeyi oldukça engebeliydi. Eni yaklaşık beş kilometreydi, ama boydan boya geçmem neredeyse iki saatimi aldı. Karşıdaki dağ çorak ve dik bir kayalıktan ibaretti. Bulunduğum yerden bakınca Montanvert beş kilometrelik bir mesafede, tam karşımda duruyor, üstünde Mont Blanc tüm azametiyle yükseliyordu. Bir kaya girintisine sığınarak bu muhteşem ve olağanüstü etkileyici manzarayı izlemeye koyuldum. Deniz, daha doğrusu uçsuz bucaksız buz ırmağı, Mont Blanc'ın uzantısı olan dağların arasında kıvrılarak ilerlerken, o dağların yüce dorukları da yine Mont Blanc'ın girintilerinin üstünde yükseliyordu. Dağların ışıl ışıl, buzlu zirveleri bulutların üstünde gün ışığıyla parlıyordu. O âna kadar hüzünle dolup taşan kalbim şimdi sevince benzer bir şeyle kabarmıştı. Kendi kendime haykırdım: "Ey gezgin ruhlar, eğer gerçekten daracık yataklarınızda dinlenmek yerine gezinip duruyorsanız, ya bırakın şu
soluk mutluluğu tadayım ya da sizlerle birlikte hayatın sevinçlerinden uzaklara gideyim."
Bunu söylediğim anda biraz uzaktaki bir adamın, insanüstü bir hızla bana doğru ilerlediğini gördüm. Benim ürkerek yürüdüğüm çatlak buzulların üstünden sekerek atlıyordu. Yaklaştıkça cüssesinin de insandan öte olduğunu fark ettim. Birden telaşlandım. Gözlerim buğulandı ve bayılacak gibi oldum, ama dağların buz gibi rüzgârı beni ânında kendime getirdi. Biraz sonra (dev gibi, tiksinç görüntüsüyle) gelenin yarattığım hilkat garibesi olduğunu anladım, öfke ve dehşetle titredim ve iyice yakınıma geldiğinde onunla ölümüne dövüşmeye karar verdim. Yaratık yüzünde küçümseme ve nefretle karışık derin bir ıstırap ifadesiyle yanıma geldi. Meşum Çirkinliği o ifadeye, insan gözünün katlanamayacağı bir korkunçluk kazandırıyordu. Ancak tüm bunları güçlükle fark edebildim, öfke ve nefret yüzünden ilk anda dilim tutuldu. Kendimi toparladığımda tiksinti ve horgörü dolu sözlere boğdum onu.
"Seni iblis," diye haykırdım, "Ne cüretle yaklaşırsın yanıma? Kollarımı o sefil boynuna dolayarak vahşice intikam almamdan hiç mi korkmuyorsun? Yıkıl karşımdan aşağılık yaratık! Ya da kal ki seni un ufak edeyim! Ah, ah!
Keşke o acınası yaşamına son vererek şeytanca katlettiğin kurbanları da geri getirebilseydim!"
"Bu karşılamayı bekliyordum," dedi iblis. "Hilkat garibelerinden herkes nefret eder, benim gibi sefillerin sefili birinden nasıl nefret edilmesin ki! Yaratıcım olan sen bile yalnızca ikimizden birinin ortadan kalkmasıyla kopacak olan bağlarla bağlandığın bu yaratığından tiksiniyor, onu hiçe sayıyorsun, öldürmek istiyorsun beni. Oysa ne cüretle böbürlenirsin kendi hayatınla? Bana karşı görevlerini yerine getir ki ben de sana ve insanlığın geri kalanına karşı görevlerimi yerine getireyim. Koşullarıma uyarsan, onları ve seni rahat bırakırım. Ama olur da uymazsan, ölümün kursağını geriye kalan dostlarının kanıyla tıka basa doldururum."
"İğrenç canavar! Şeytanın ta kendisisin sen! Cehennem ateşi yetmez senin günahlarına. Aşağılık iblis! Demek yaratılışını öne sürerek yaklaşıyorsun bana; düşüncesizce bahşettiğim o kıvılcımı söndüreyim de gör gününü!" öfkem sınırsızdı, insanı başkasının canına kastetmeye dürten duygularla yaratığa saldırdım.
Beni kolayca savuşturduktan sonra, "Sakin ol! Şu sadık varlığıma duyduğun nefrete kapılıp gitmeden önce yalvarırım beni dinle! Yeterince acı çekmedim mi ki ıstırabıma ıstırap katıyorsun? Hayat birbiri üstüne yığılı kederlerden başka bir şey olmasa da benim için hâlâ kıymetli ve korunmaya değer. Unutma ki
kendinden güçlü kıldın beni. Boyum senden uzun, iskeletim daha esnek. Yine de karşıma almayacağım seni. Ne de olsa yaratanımsın ve sen üstüne düşen, bana borcun olan görevi yerine getirdiğin sürece, ben de efendim ve yaratıcıma karşı uysal ve yumuşak başlı olacağım. Ah, Frankenstein, herkese karşı insaflı olup da yalnızca adaletini, hatta merhamet ve şefkatini en çok hak eden bana karşı acımasız olma! Yaratanım sensin, unutma. Âdem'in olmam gerekirken haksız yere mutluluktan mahrum edilen, cennetinden kovulmuş bir meleğe benziyorum. Nereye dönüp baksam bir tek bana yasak olan o saadeti görüyorum. Bir zamanlar müşfik ve iyi yürekli biriydim, sefalet bir iblise çevirdi beni. Mutluluğumu geri verirsen tekrar erdemli olurum."
"Defol! Dinlemeyeceğim seni. Aramızda hiçbir alışveriş olamaz. Düşmanız biz. Ya defol git buradan ya da birimiz yenik düşene kadar dövüşelim."
"Nasıl yumuşatabilirim yüreğini? İyilik ve merhamet dilenen şu kendi yaratığına kulak vermeni sağlayacak bir yakarış yok mu? İnan bir zamanlar müşfik biriydim, Frankenstein. Ruhum, sevgi ve iyilikle dolup taşıyordu. Ama yalnızım, yapayalnız. Yaratıcım olan sende dahi tiksinti uyandırırken bana hiçbir borcu olmayan insanlardan ne gibi bir ümidim olsun? Hiçe sayıyorlar beni, nefret ediyorlar benden. Tek sığınağım şu çorak dağlar, kasvetli buzullar. Günlerce dolandım durdum buralarda. Yalnızca beni ürkütmeyen ve insanların bana çok görmedikleri tek yer olan buzdan mağaraları barınak yaptım kendime. Tek selamım şu kasvetli göğe, çünkü bir tek o merhamet eder bana. Eğer ki insanlık varlığımdan haberdar olsaydı, onlar da senin yaptığını yapar, sonumu getirmeye çalışırlardı. Nasıl nefret etmeyeyim benden tiksinenlerden? Düşmanlarımla hiçbir anlaşma yapmayacağım. Ben perişanım, onlar da perişanlığıma ortak olsun. Yine de yaşadıklarımı telafi etmek ve gazabıyla yalnızca seni ve aileni değil, binlerce insanı kasıp kavurabilecek bir iblise dönüştürme kudretine sahip olduğun şeyden onları esirgemek senin elinde. Merhamet et, hor görme beni. Hikâyemi sonuna kadar dinle, ondan sonra ister çek git, ister acı bana. Ama ne olur, bir kez olsun duy beni. Kanunlarınız mahkûm edilmeden önce en kanlı suçluların dahi savunmalarını dinlemeyi gerektiriyor. Sen de dinle beni, Frankenstein. Cinayetle itham ediyorsun beni, ama vicdanın hiç sızlamadan hazırsın kendi yarattığını öldürmeye. Ah, şu insanın sonsuz adaletine bakın hele! Yine de yalvarıyorum sakınma benden, kulak ver bir kere. Ondan sonra yapabilirsen ve istersen yok et, ellerinle yarattığın eseri."
"Düşünmesi dahi tüylerimi ürperten, başlattığım ve neden olduğum rezil olayları ne diye hatırlatıyorsun?" diye haykırdım. "Lanet olsun gün ışığını ilk gördüğün o güne, aşağılık iblis! Kendimi lanetliyor olsam da lanet olsun seni
şekillendiren ellere! Anlatılmaz perişanlıklara sürükledin beni. Sana karşı haksızlık edip etmediğimi düşünecek hal bırakmadın bende. Yıkıl karşımdan! Aşağılık suretini uzaklaştır gözlerimin önünden."
"Bak işte uzaklaştırıyorum, sevgili yaratanım," dedi ve iğrenç elleriyle gözlerimi kapattı. Hiddetle ittim o elleri. "İşte böyle uzaklaştırıyorum gözlerinden, nefret ettiğin o görüntüyü. Yine de dinlemiyorsun beni, bahşetmiyorsun merhametini. Bir zamanlar sahip olduğum erdemler adına rica ediyorum senden, dinle öykümü, öyküm uzun ve tuhaf; bu ortamın şartları ise hiç uygun değil hassas duyularına. Gel gidelim dağdaki kulübeme. Güneş batmadı henüz; o, karlı kayalıkların ardına saklanıp başka bir dünyayı aydınlatmaya başlamadan, hikâyemi dinlemiş olur, kararını verirsin. İnsanlık âlemini sonsuza kadar terk edip zararsız bir hayat mı süreceğim, yoksa onların musibeti, senin hızlı felaketinin de sebebi mi olacağım, tamamen sana bağlı."
Bunları dedikten sonra buzlu yola düştü, ben de peşinden gittim. Kalbim dolup taşıyordu, tek kelime etmiyordum ama yürüyüş sırasında öne sürdüğü bazı fikirleri kafamda tarttım ve hiç değilse hikâyesini dinlemeye karar verdim. Biraz merak, biraz da merhametti beni bu karara iten. Onu o güne kadar erkek kardeşimin katili olarak görmüştüm ve bu fikrin onaylanmasına ya da inkâr edilmesine ihtiyacım vardı. Ayrıca yine ilk kez, bir yaratıcının yarattığı şeye karşı üstlendiği yükümlülükleri hissettim ve zulmünden şikâyet etmeden önce ona mutluluk bahşetmem gerektiğini anladım. Bu düşünceler taleplerine boyun eğmeme neden oldu. Böylece buzulları aşıp karşıdaki kayalığa tırmandık. Hava soğuktu ve yine yağmur başlamıştı. İblis sevinçli bir hava içinde, bense kalbim sıkışmış, moralim bozuk bir halde, kulübeye girdik. Dinlemeye razı olmuştum bir kere; iğrenç yoldaşımın yaktığı ateşin yanına oturdum ve başladı öyküsünü anlatmaya.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro