Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

İkinci Bölüm

Suad onları sıkmadan akşamı etmek için çabaladı. Süreyya'yı büsbütün öfkelendirmek istermiş gibi, hava o kadar sıcak, o kadar durgun olmuştu ki, hepsi baygın baygın perdelerin arkasına sinen serince gölgeye sığınmışlardı. Fatin Beyefendi, İstanbul'a resmî daireye gittiklerinde evde iki erkekle üç kadın kalmıştı. Hacer ise bugün öğle yemeğinden önce görünmedi. Onun önem verdiği şeylerde böyle birden küsüşleri, sebepsiz ihmal edişleri vardı; bu sabah sarışın vücutlara özgü hassasiyet ile pek üzüldüğüne karar vererek onlar, Suad'la iki erkek otururlarken, Suad gezme teklifini pek uygun görmediğinden sonunda piyanoyu bir kurtuluş çaresi kabul etti. Necib'in musikiyi pek sevdiğini bildiğinden onu eğlendirebilmek için çoğu zaman ihmal ettiği piyanosuna geçti.

Süreyya, uzanmış olduğu minderde, gözleri tavana dikilmiş, kımıldamayarak: "Sıcakta dinlenmiyor!" diyordu. Sonra gülerek: "Bununla beraber çal Suad, teşekkür ederim, etraftaki sinek-böcek uğultusunun yanında piyanon gerçekten musiki yerine geçiyor..." diye gülüyordu.

Necib, tam tersine oldukça zevk alarak, alçak bir sandalyeyle köşedeki piyanonun yanına gelip oturmuştu; Suad çoktan beri çalmadığı için çalmakta zorlanıyor, elinin ustalığının tembelliğinin cezası olarak kaybolduğundan söz ederek sızlanıyordu.

Evin içinde, piyano nağmeleri dalgalanıyordu. Yemek haberi geldiği zaman Süreyya uzun bir "of" ile kalkarak koştu; piyanonun kapağını kapadı, "Musiki ile idam" diye eğlenerek: "Aman kurtulduk yarabbim... Sen de mi işkence meleklerinden oldun Suad?" diyordu.

Sofrada yine o konuyu açtılar. Necib şikâyete başlamadan, hanımefendi gülerek: "İşte yalıya gidiyorsunuz a!" dedi. Süreyya acı bir edayla: "Evet, sayenizde?" derken Hacer merakla soruyordu. Hanımefendi, tatlı sesiyle ağır ağır anlatıyor, Süreyya'nın artık buradan sıkıldığında kaçacağını, Boğaziçi'nde bir yalı tutup Suad'ı götüreceğini hafif bir gülümseyişle haber veriyordu. Hacer, önce gerçek zannetti. Birden bütün yüzünü kaplayan bir öfke alevinden sonra kendini tutarak: "Oh ne iyi. Burada yalnız başımıza..." dedi. Hanımefendi, gülerek sözünü kesti: "Artık biz de yalıya konuk gideriz, şimdiye kadar bizde konuktu, şimdiden sonra da biz onlarda... Değil mi Hacer?"

Hacer soğuk bir şekilde: "O, niçinmiş o? Biz de istesek gidemez miyiz?" dedi.

Süreyya, bir "ah" çekerek: "Gitsek de hep beraber gitsek..." diyordu. Hacer, yüzündeki sevinç ışığını gizleyemeyerek: "Ha" dedi. "Ben de, gerçekten gidiyorlar zannettimdi."

Necib, Hacer'in böyle küçüklüklere pek çok kapılarak onları böyle basit bir şekilde açığa vurduğunu görmekle beraber, ona acıyordu. Suad'ın üstünlüğü, güzellikçe belki Hacer'e üstün gelirdi; fakat Suad'ın bütün diğer şeylerde ona üstünlüğü o kadar göze çarpıyordu ki, bunu Hacer'in de fark etmemesi mümkün değildi. Ahlâkça, ağırbaşlılıkla, yumuşak huyluluk ve incelikle bu üstünlük Suad'a öyle bir hâl veriyordu ki; güzelliği bundan zenginleşiyordu. Kocasına olan bağlılığı, sakin, daima gülümseyen, daima alçakgönüllü hâlleri bir yücelik sebebi oluyor, onu yükseltiyordu. Hâlbuki Hacer'in öyle anları olurdu ki bir gölge gibi hissedilmeyen ince kaşları, şeffaf cildi, saçlarının dilber hâliyle gerçekten güzel bir kadın olduğu görülür, Necib bu güzellikte biraz yaramaz, biraz yırtıcı kuş rengi bulurdu. Sonra Suad'ın mutluluğu yanında kendisinin harcanmış evliliğinden ötürü bu kadına karşı gizleyemediği nezaketsizlik ve tahammülsüzlükten dolayı onu azarlayıp dururdu. Necib, eğer Suad'ın yumuşak huyluluğu ve idaresi olmasa Hacer'le anlaşmanın mümkün olamayacağını, Hacer'in hatta fırsat bile beklemeyen şu hırçın saldırılarına Suad'ın nasıl bir yumuşaklık ve tahammülle karşılık verdiğini fark ediyordu.

Sofradan kalkıp salona çıktıkları zaman: "Siz pek iyi yapıyorsunuz" dedi.

Suad önce anlamadı. Bunların kendine bir saldırı olmadığını, Hacer'in bazen herkese karşı böyle davrandığını iddia etti. Fakat Süreyya da birleşerek, bütün o tavırların birer açık saldırı olduğunu kabule zorladılar. O zaman, onu bir küçük kardeş gibi sevdiğini, her hâline pek çok acıdığını, bunun için öyle küçük şeylere önem vermemeyi seçtiğini söyledi:

"Yemin ederim ki, Hacer sizin sandığınız kadar kötü bir kız değildir. Eğer iyi idare edilse çok iyi olur, hâlbuki..." diyordu.

Süreyya ağız dolusu dumanını savurarak:

"İşte asıl iş orada ya!" diye haykırdı. "Bu kadar kişinin içinde de bu sabır bir sende var..."

Necib gülerek: "İşte ben de bu sabra hayran oluyorum..." dedi.

Süreyya, Suad'ın elinden tutmuş, Necib'e gösteriyordu: "Benim karım bir melektir, Necib..." Suad gülümseyerek: "Kızarmak lazım mı?" diye sordu.

Süreyya:

"Sen ne yaparsan yap, ben izninizle ve iyi bir dinlenmeye yahut dinlenmeye niyetle gider şuraya yatarım" dedi.

Salona henüz giren Hacer:

"Ooo, ağabeyim bu gün yine öğle uykusuna pek erken başladı." diye söylendi. Sonra Suad'a dönüp: "Bu uyku ile yalıda ne yaparsın? Senin, orada yalnızlıktan canın pek sıkılacak gibi sanıyorum..." dedi. Suad gülümseyerek sordu:

"Niçin, siz gelmez misiniz?"

Hacer, bir çeşit dans eder gibi Necib'e doğru giderken "Ben mi?.." dedi. Biraz tereddütten sonra ekledi: "Canım hele bir kere yalı tutulsun da... Bu ne kadar acele?.."

Biraz durdu, sonra söylemek istediği sözü sindirdiğini gösterir uzun bir solukla, orada yatan Süreyya'yı görmemiş gibi, Necib'e yaklaşıp: "Akşama kadar benimle berabersin..." dedi.

Necib: "Ya şimdi siz Suad Hanım'ın yalnızlığından konuşuyordunuz?" diyecek oldu, Hacer uzun bir "Ooo" koyuvererek başladı... "O şimdi yalnız değil ki... İnsana kuru hayallerden iyi arkadaş mı olur? Kuzum, bu yalı hayalleri öyle bir hastalıktır ki insanı oldukça vefalı bir dosttan daha iyi oyalar."

Necib yine: "Hep beraber burada otururuz, değil mi Hacer Hanım?" diyor, Süreyya yattığı yerden sesleniyordu:

"İsterseniz gezmeye çıkınız, kütük ormanlarına yahut fasulye korusuna..." 

Hacer, Necib'in çekingen davranışlarına, Süreyya'nın biraz kuru sesine bakıp sonra Suad'ın sessizliğine saldırdı: "Yalıyı nerede tutuyorsunuz, Suad?"

Suad gülmeye çalışarak: "Bakalım, daha karar vermedik" dedi.

"Öyleyse karar vermemek için çok zorluk çekmeyeceksiniz... Ben de ilk başta gerçek sanmıştım... Bizde bu züğürtlük varken... Böyle söylenilir, söylenilir, birçok tatlı hayaller kurulur -gülerek Süreyya'ya Necib'e bakıyordu- sonra vazgeçilir, değil mi? Zaten bundan kolay şey mi olur? Ağabeyim belli a! Önce bir heves, bir heves... Üstüne uyku... Ooo, Paris'e de böyle gidip gelmedi miydi?"

Suad bu lafların arasında hep kendi kendine: "Ah akşam olsa!" diyordu. Akşamüstü hepsini kandırıp yola çıkardı. Fakat son tren gelip de, dadısının çıkmadığını görünce, canı pek sıkıldı. O kadar yorulduğu hâlde, babasının belki aldırmayacağını düşünerek kızıyordu. Dadısı, ertesi akşam, öbür akşam da gelmedi. Suad, her gün, akşama kadar bin sabırsızlık işkenceleriyle bekliyor, bütün gün umduğu hâlde son saatte ümidini kesip onun gelmeyeceğini, gelse bile boş geleceğini düşünüyor, ümitsizliğe düşüyordu. Öbür gün tekrar tekrar Necib'i alıkoymak için fazlasıyla sıkıldı. Bununla beraber niçin alıkoyduğunu da anlamıyordu. Yalnız, onun kalben Süreyya'ya ne derece bağlı olduğunu bildiğinden, para geldiği zaman, kocasının sevincinde hazır bulunmasını istiyor, bundan başka Necib'in, Boğaziçi hakkındaki bilgisinden yararlanacağını da düşünüyordu. Fakat akşamlara kadar Hacer'in şımarık, hırçın kadınlığı elinden neler çektiğini görerek sıkılıyordu. Bunun için yine: "Kalınız!" sözünü büyük bir zorlukla söyleyebiliyordu. Fakat Necib, pek ciddi davranarak bağlı koymaların sebebini anlamak için hiçbir imada bulunmamış, hep sakinlikle beklemişti.

İkinci akşam, yine bir aralık yalnız kalınca:

"Sizi akşama kadar burada bekletip sıkıyorum, affediniz..." dedi. "Süreyya'ya bir oyun yapacağım, sizin de bulunmanızı istiyorum; fakat olmuyor ki..."

Necib: "Zaten cumartesi inmeye karar vermiştim." diye tekrar ricaya engel oldu. Ne olduğunu anlamamakla beraber bu oyunun yalıya dair olacağına karar veriyordu. Artık bütün köşkün ağzında bir alay olan bu meseleden konu açıldıkça Suad'da görülen heyecan bu kararını güçlendiriyordu. Fakat meseleden hepsi o kadar bıktılar ki, artık gereğinden fazla oluyor, hatta rahatsız ediyordu. Bunu fark eden Necib, Suad'ın cevap vermediğini gördükçe kadının sabrına, tahammülüne şaşıyordu.

Suad'la, işte beş seneden beri tanışıyorlardı. Bu beş sene içinde ona olan hürmeti her an çoğalmış, kadınlar arasında böylesine rastlamanın pek güç olduğunu sanmaya kadar varmıştı. Necib zaten pek az ziyaret ettiği bu aileye, Süreyya'nın evliliğinden sonra daha az gelmeye başlamıştı. O zaman, henüz okuldan çıkmış, uzun eğitim yıllarının biriktirdiği bir arzu ve heves ve ateş ile yaşamaya koyulmuştu. Kadınlar hakkında pek uzaktan ve sayfalar arasında inceden inceye araştırma, deneme ve düşünmeden çok, taklitten doğma bir incelemenin, derinliği olmayan düşüncelerinin yöneltmesiyle aşka dair karışık fikirleri vardı. Bu tecrübeler kendisine aşk yaraları açtı ve gençliğe özel ateşin yöneltmesiyle sınamalarını pek kolayca genele yayarak kadınlara dair kuvvetli ve önyargılı bir fikir ve felsefe edinmiş; artık hayat savaşında yaralanma tehlikesine karşı tamamıyla güçlü bir zırhla silahlanmış olduğuna inanarak öylece yaşamaya başladı. Bu sırada, ara sıra gördüğü Suad, onun yumuşak huyluluk ve sakinlik içindeki neşesi, ciddiyet ve ağırbaşlılığa engel olmayan çocukluğu, kendisine pek yüzeysel, pek yapma gelir, onun da öteki kadınlar gibi olduğunu düşünerek, Süreyya'nın ilk zamanlar belirttiği memnuniyet işaretlerine kalben: "Çok geçmez görürsün!" diye baş sallardı. Fakat zaman geçip bu memnuniyetin hâlâ devam ettiğini ve arttığını gördükçe merakı arttı. Sonunda öyle oldu ki, bir gün Süreyya'ya: "Sen birinci ikrâmiyeyi kazanmışsın, azizim!" dedi ve elini sıkarak: "Fakat birinci ikramiye de layık bir ele düştüğüne teşekkür etmelidir; çünkü iltifat etmediğime eminsin ya, inan ki birbirinize layıksınız."

Şimdi köşkte hepsi, bey, Fatin, Hacer; hatta bazen bunlara katılan hanımefendi hep birden eğlenmek için yalı konusunu dillerine dolamışlardı. Süreyya kâh sertlikle, kâh şaka ile karşılık veriyor, yalnız ara sıra Fatin'e, ağırca ve acı gelen bu şakalar hepsini güldürüyordu. Necib daima tarafsız kaldığı bu tartışmaların Suad üzerindeki etkilerini tartmak isteyerek, onu inceliyor Suad'ın sakinliğine şaşırıyordu.

Fatin iki lokma arasında fırsat bulup bir kahkaha salıyorken beyefendi sert yüzüyle sessizliğini biraz bozarak: "Ben Suad Hanım'ı böyle çocuklara kulak asmaz sanıyordum..." diyor, o zaman Süreyya köpürerek: "Canım ortada bir şey yok, bir yere giden yok..." diye haykırıyordu. Hacer: "Sade gitmek değil habersizce kaçacaklar... Zavallı Suad'ın suçu yok ki, götürmek isteyen Süreyya..."

Ve Fatin tekrar iki lokma arasında, "Kadın, kocasına boyun eğmeye her zaman zorunludur!" ilkesini hatırlatıyordu.

Bu hâl dadının dönüşüne kadar devam etti. O da ancak cumartesi günü öğleyin gelebildi: "Senin baban kolay kolay bu kadar uğraşmazdı ama bilmem ki ne yazdın? Üç gündür bunlar için uğraştı durdu..." diye Suad'ın eline bir zarf verdi.

Suad hemen zarfın kenarını yırttı. Heyecandan eli titriyor bu dolu zarfı açamıyordu. Sonra koştu, balkonda konuşan Necib'le Süreyya'nın arasına atladı. "Yalıya gidiyoruz!" dedi. Süreyya bakıyordu. Önce inanamadı. "Ne oluyor, niçin?" diye bakan bir bakışla Suad'ın gösterdiği kâğıt paraları alıyordu. Sonra birden: "Bu ne? Bunlar ne? Nereden?" diye sordu. Suad, eliyle ağzını kapayarak "Sus!" diyor, öbürü "Kim gönderdi?" diye sorarken, "Babam, babam..." cevabını veriyordu. Sonra oturup alçak sesle: "Şimdi bu para ile kimseye bildirmeden gidip yalıyı tutmalı, sonra da hepsinin gözünün önünde buradan çıkıp gitmeli..." dedi.

O zaman üç kişi karar verdiler ki, yalı tutuluncaya kadar kimsenin bir şeyden haberi olmayacaktı. Yalı tutulunca, köşkten yalnız hanımefendiye haber verilerek sıvışılacak ve herkes bir sabah kafesi boş, kuşları uçmuş bulup şaşacaktı.

Şimdi oradaki hayatı, harcamaları düşünüyorlar, on beş lira ile idare edebileceklerini hesaplıyorlardı. Süreyya: "Ah, bir kere oraya gidelim de aç kalalım!" diyordu. Sonra Necib'e dönüp: "Artık bize konuk gelirsin." diyor, Suad "Elbette, elbette!" diyerek Necib Bey'i üç gündür sırf yalı birlikte gidilip tutulsun diye alıkoyduğunu itiraf ediyor, artık, bütün oyunun ne olduğunu anlatıyordu.

Süreyya seviniyor "Ah Suad, Suad!" diyor ve dayanamayarak şimdi gidip onların yüzüne haykıracağını ve hepsine birden "Yarın yalı tutuluyor" diyeceğini söylüyordu. Suad: "Aman Süreyya sabret, iki gün daha beklemek iyi olacaktır" dedi.

Süreyya, çocuk gibi olmuştu:

"Hemen taşınırız" diyordu. "Hemen o gün... Aman burada bir dakika durmayalım. Şu uğursuz yerden kurtulayım... Ah ne zevk Necib, ne zevk! Hepsine birden, "Biz yarın gidiyoruz artık, bugün yalı tutuldu" demek, ne zevk. Billahi Fatin'in lokması boğazında kalır. Gözlerinin ne hırsla açıldığını buradan görüyorum! Ah, bir kere o gün gelse, o gün, o saat gelse bir kere..."

Hemen karar verildi: Yarın pazar değil miydi? Erkenden Necib'le Süreyya gidecekler, küçük, şık bir yalı tutacaklardı. Otuz liraları vardı. Suad: "Yetişmezse..." diye kaygılanıyor, Necib inandırmaya çalışıyordu: "Ötesi kolay, asıl gerekli olan elde..."

Ve birden Necib kendini hatırlayıp düşündü: Bu işte o pek yabancı olduğu için hiçbir söz hakkı olamazdı. Fakat onlar kendisini o kadar sıcak, o kadar gizlilikle işe karıştırıyorlardı ki, artık isteğinin tersine, olayların akışına kapılmaktan başka çaresi yoktu.

Akşam sofraya oturup da Fatin yine iki lokma arasında ağzı, gözleri açık olarak yalıdan konu açtığı ve yan bir bakışla beyefendiye sırıtıp hoşa gitmeye çalıştığı zaman üç günlük yıkımın acısı çıkmış oldu: Üç arkadaş zevk içinde birbirleriyle bakıştılar. Süreyya, kendini tutamayıp sakin göstermeye çalıştığı sevinçli bir sesle: "Evet, yarın gidip tutacağız..." deyiverdi.

Hacer, gülerek: "Hangi han satıldı acaba?" diye eğlendi. Beyefendi, sadece yemeğiyle oyalanarak: "Mahmutpaşa'da han mı yok? Bir tanesini satmıştır..." diye mırıldandı. Fatin gülerek, yemek arasında boğuluyor gibi "Vallahi billahi" diyordu.

Süreyya büsbütün söyleyecekti; fakat Suad o kadar derin bir şekilde yalvaran bakışlarla baktı ki, karşıdan Necib, Süreyya'nın dayanamayıp susmasına hak verdi.

Yemekten kalktıkları zaman üç dost Süreyya'nın küçük odasına geçtiler. Balkona çıkmış olan Suad, havaya bakarak: "Hava pek kapalı, Allah vere yağmur yağmasa!" diyordu. Süreyya, artık gülercesine bir tavırla: "Ne? Yağmur mu? Taş yağsa vallahi yine gideriz... Değil mi Necib?" dedi.

Necib, gülerek "Hay hay!" dedi.

O zaman tekrar konuştular, yarın nereye gidip, nasıl yapacaklarını görüştüler. Suad, Emirgân'dan aşağı olmamasını istiyordu. "Beykoz olsa kötü mü?" diyordu. Necib, karşı sahili seçerek, Yeniköy'de yahut Yenimahalle'de küçük bir şey bulacaklarını söylüyor, "Oralarda içerilerdeki evler bile yalı gibidir." diye destekliyordu. Suad'ın asıl istediği ıssızlıktı.

Dörde kadar konuştular; Süreyya, bir hayal zenginliği ile yaz hayatını bin türlü sözler içinde şimdiden düzenliyor, bazı ufak tefek değerlendirmelerle Suad buna başka düzenlemeler ekliyordu. Süreyya bir sandal bulacaktı; gülerek: "Bir de araba..." diyordu. Suad mahzun şekilde başını sallarken: "Bu pahalı olur, değil mi? Asıl o zaman aç kalırız işte..." diye içini çekiyordu. Yalıda sürülecek zevkleri şimdiden düşünerek tat alırlarken birdenbire: "Ama bu söylediklerimizi yapmak için bütün yaz yetişmeyecek..." diye gülüşüyorlardı. Ve Necib son dakikalarda garip bir keder içine gömülerek bu mutlu karı-kocaya bakıyor, eğer evli olmak buysa, hiç kötü bir şey olmadığını görüyordu. Fakat bu evliliğin nasıl olağanüstü şartlar altında ve güzel rastlantılarla olduğunu etraflıca düşünüyor birçok kötü evlilikleri gözünün önüne getiriyor, kendisine 'mümkün değil, mümkün değil böyle bir şansa eremeyeceğini, bu kadar uygun bir hanıma mümkün değil kavuşamayacağını, yoksun ve alçak hayatını yaşlılığa kadar böyle yalnız ve mutsuz sürükleyeceğini' düşünüyordu.

Yarın erken kalkılacağından erken yatmak tavsiyesiyle dağıldıkları sırada Necib bu fikirlerinden dolayı güçsüz düşmüştü. Odasına gitmek için balkona geçtiği zaman iri, rüzgârlı damlaların düştüğünü gördü, bu serinlikten yararlanmak için orada durdu, alnını bir direğe koydu ve gecenin karşısında bir süre öyle kaldı.

Kendini, hayatını düşünüyordu. Evlenmemek hakkındaki kesin kararı ara sıra zayıflardı, şimdi yine o zayıf zamanındaydı. Bu karı-koca arasında gördüğü uyum ve bağlılık, bu sıcaklık, bu birinin küçük bir isteği için öbürünün hayatını verecek derecede tehlikeye hiç düşünmeden atılması, bu sakin, mutlu aşk onu harap ediyordu. Hep başarıları birer yıkım ve işkence olan hayatının uzun uzun istenmiş, çalışılmış, kazanılmış zaferlerinde bile böyle kuvvetli, böyle fedakâr, böyle şefkatli sıcak bir içtenliğe kavuşamamıştı. Birçok mutluluğu ya zehirli bir ayrılık yahut aşağılık bir kayıtsızlıkla bitmiş, hiçbiri en mutlu zamanında bile şu mutluluğun sakinlik ve güzelliğine benzememişti. Ve bu hayatı tatmadıktan sonra yaşamak, ona boş, pek boş geliyordu. "Niçin?" diyor, sonra sonsuz bir ümitsizlik nakaratı ve bıkkınlık, "Niye iyi!" hitabı izliyordu. Onun zevkin hayhuyuna düşkün, maceralara yatkın huyu bunlarla uyuştuğu için artık ikinci huyu olmuş, şimdi kendisinde sakinlik ve şefkate, gölgeye, büyüklük ve şiire âşık bir huy uyanmaya başlamıştı. Hayatında en memnun olduğu anlarında bile ruhundaki eksiklik duygusu bir başka ihtiyaçla dağlanıyor, şimdi zannediyordu ki, bu ihtiyaç ancak böyle sıcak bir sevgiyle, böyle dostane, kardeşane bir vefa ile doyurulacak...

Ilık bir rüzgârla büyük büyük bulutlar uçuşarak geçtikçe seyrek, ağır damlalar serpiliyor, etrafta damlaların yapraklara düşmesinden doğan dengesiz bir ses hışıldıyordu. Necib, ıslandığını fark edip karanlığın içinde odasına giderken durdu, yanı başında onların soluklarını işitiyorum sandı, rahat soluklarla uyuyan bir karı-kocanın büyük bir saygı ve sevgiyle mutlu olmalarını diledi. Lâyık olan mutlu olur fikri, bir müddet kafasını oyaladı. Odasına geçip soyunurken hâlâ bunu düşünüyordu.

"Evet" dedi, "Layık olan mutlu olur veya Goethe'nin dediği gibi 'Layık olan kazanır ve kazanamayan layık değildir.'"

Sabahleyin Süreyya'nın sesini işitip uyandığı zaman, daha yeni uyumuş gibiydi. Başı ağır kalktı, fakat panjurları açıp da dışardan taze, yeşil, parlak bir yaz sabahı, bütün neşe ve tazeliğiyle içeriye dolduğu zaman derin bir ferahlık duydu.

Süreyya: "Çabuk, çabuk, treni kaçıracağız..." diyordu. Sonra, balkonun parmaklığından aşağı sarkıp: "Araba hazır mı? Selim, araba..." diye haykırdı.

Necib beş dakika sonra hazırdı. Onları odalarının önünde buldu, Suad öğütlerini sıralıyor, tekrar ediyordu. "Aman Süreyya! Allah aşkına..." derken, Necib birden dün geceki değerlendirmelerine döndü, gülümsedi. Suad arabaya kadar yanlarında gelmişti. Süreyya: "Bağın kapısına kadar beraber gel, orda seni bırakırız; dönersin..." diyor, Suad: "Ya bırakmazsanız..." diye tereddüt ediyordu. Necib, Suad'ın gözlerinde istasyona kadar gitmek arzusunu okuduğundan: "İstasyona gelseniz de, yine araba ile dönseniz daha iyi olmaz mı?" dedi.

Karı-koca ikisinin de bunu istedikleri, hemen gösterdikleri sevinç dolu kabulden anlaşılıyordu. Araba hareket etti. Bağın düzensiz yolundan zaman zaman devrilecek gibi giderken, Necib şu on dakikalık arada bile beraber bulunmak için, hatta açıkça itiraf edemeyecek kadar istekli olan bu iki kalbin şimdi gülümsemenin telaşı ile birbirlerine bakmadıklarına dikkat ederek: "Beraber olmak yetiyor" diyor ve tekrar -daha karmaşık bir cevap bularak bu fikre tutunmak istiyordu ama değerlendiremedi, daima kırılıyordu- sonra tekrar bu hâli bile bir mutluluk derecesine çıkaran yakıcı, kavurucu değil, sakinleştirici aşkı, hayır, bu aşk olamaz, yalnız saf bir bağlılık olduğunu düşünüyordu.

Tren hareket ettiği zaman, istasyonun arkasında arabasından kendilerine bakan Suad'ı aradılar. Elleriyle selamlar göndererek uzaklaşırlarken onun da araba ile yola koyulduğunu gördüler.

Vagonda iki kişi yalnızdılar; Necib, nasıl olup da Süreyya'nın şimdi burada kendisinde bile mahzunluk yaratan bu kadının eksikliğini duymadığına şaştı. Bu kadar bağlılık varken bu ayrılık belirli bir süre için olsa bile kalbinin elbette mahzun olması gerekirdi. Ve bu kadar sadık bir aşkın bile böyle mahzunlukları olduğunu düşünerek boynunu büktü.

Süreyya, başını trenin hızından doğan havaya dikmiş, yarı durgun susuyordu. Sonra: "Bakalım ne yapacağız..." dedi. Daha sonra ekledi: "Ama gerçekten güzel bir şey bulursak... Suad ne kadar sevinecek, değil mi?"

Evet, Suad... Şimdi onsuzluktan mahzunken bu değerlendirme, onu sevindirmek, onun sizi beklediğini, şimdi fikren sizinle beraber olduğunu, her an yanınızda hissettiğinizi bilmek, hissetmek, yanınızda görmek... Bu mahzuniyete eşsiz bir tat veriyor. Sevilen için çekilen işkencelerdeki bir damla üzüntüyle karışık hoş bir sarhoşluk hâline getiriyor, zaman geçtikçe bir esef kadar tatlılaştırıyordu.

Süreyya: "Ah bak, akşam bizi arabayla beklemesini tembih etmeyi unuttuk..." diye hayıflandı. Sonra hemen: "Ama zannederim, kendisi düşünür ve gelir..." dedi. Eğer geleceğini sanmasaydı haksızlık edecekti. Çünkü Necib, Suad'ı onun kadar bilemediği hâlde bile bundan şüphe etmiyordu. Ve birden, oluşturduğu vesveselerle bu mutluluğun da en derinine girip gerçeği görmek merakına düştü. Elbette bunların da göründükleri kadar mutlu olmadıklarını, Suad'ın da gerçekte bu kadar eksiksiz bulunmadığını tekrar etmeye başladı. Kendisinin, bunların karşısındaki hayranlığını pek komik buluyordu. İşin karşıdan böyle göründüğünü, gerçekte kim bilir neden ibaret olduğunu söylerken niçin hiçbir eksik belirtinin kendi titiz bakışına rastlamadığını soruyordu. Birden bir tepkiyle: "Bu kadarı da bir başarı değil mi? Bakalım ben bu kadarına kavuşacak mıyım?" dedi.

Akşama kadar dolaşıp sonunda işlerini tam bir memnuniyetle bitirdikten sonra, trene geldikleri zaman büyük bir rahatlık duydular. Önlerinde memnun ve sevinçli geçecek birkaç gün vardı. Süreyya, başarılı zamanlarına özgü hâl ve tavırlarıyla, zengin hayal gücüyle anlatıyordu: "Şimdi Suad'ı bulacaklar, ona anlatacaklar." Süreyya'nın "Mücevher kutusu, fildişi yuva" diye nitelendirdiği yalıyı o ne kadar sevecek... Sonra evdekileri nasıl hayran edecekler... Süreyya hepsinin taklidini yapıyordu: "Fatin kuduracak, beyefendi köpük saçacak..."

Necib:

"Ya Hacer?" dedi.

"Hacer mi! Görürsün, o da kocasına bir yalı tutturacak..."

Sonra gülerek: "Fakat Fatin... Vallahi onu bozar da öyle bir halt etmez..." dedi.

Süreyya, asıl onu görmek istiyordu:

"Ah şu Fatin..." diyordu. "Patlayacak, patlayacak..."

Sonra birden: "Patlasa da Hacer de kurtulsa..." dedi.

Necib, Suad'ın ciddiyet ve dayanıklılığı yanında Süreyya'nın da böyle küçük hislere kapılışına bakıyor; fakat kendisi de Fatin'i o kısa boynu, daima para görür gibi akı çok gözleri, başını çevirmeden sağa sola bakışı ile o kadar iğrenç buluyordu ki, hak veriyordu.

Durakta Suad'la buluşur buluşmaz bütün hayalleri yıkıldı. Süreyya ona müjde verirken: "Boşuna... Her şey bozuldu..." dedi ve merak ettiklerini görerek anlattı: "Ben dadımı uyarmayı unutmuştum, hepsini Hacer'e söylemiş... Şimdi herkes biliyor"

Süreyya, "eyvah" şeklinde elini alnına götürerek: "Ne söylüyorsun Suad?" dedi. Sonra mutluluğunun çokluğundan onu da bir başarı hâline koydu: "Bilsinler, ne yapalım, engel olmak da ellerinden gelmez a!.."

Suad öyle düşünmüyordu "Beyefendi engel olursa?" diyordu. Süreyya, yavrusunu korumaya hazırlanan bir canavarın heybet ve öfkesiyle bakarak: "Ne?" dedi. Kibirle omuzlarını kaldırıyor "Ben artık okula gitmiyorum" diye gülüyordu. Sonra arabaya bindikleri zaman Süreyya fildişi yuvasını anlatmak sevdasıyla her şeyi unuttu. O kadar coşku ile anlatıyor, Suad da biraz önceki üzüntüyü unutarak öyle sevinçli ve şen görünüyordu ki, Necib bile kendine: "Bunda sana ait ne var?" diye içinden yükselen zehirli sesini unutarak olayın akışına kapıldı.

Süreyya övdükçe, Suad, Necib'e dönüyor: "Gerçek mi Tanrı aşkına, gerçek mi?" diye soruyordu.

Evet, hep gerçekti, bu fildişinden yuva Boğaz'ın üstünde kavakların yanında, Yenimahalle'nin bir köşesinde bütün görünümü fildişinden yapılmış kadar temiz, parlak Pazarbaşı'nda idi. Otuz yedi liraya tutmuşlardı. İçerisi yarım döşeliydi. Süreyya: "Suad, piyano da var." diyordu. Bunların hepsi Suad için bir sevinç oluyordu. Süreyya, oranın sakinliğinden, gölgesinden, manzarasından coşkuyla bahsediyor, söyleyeceği şeylerin çokluğundan eksik anlatarak: "Deniz kapısının önüne kadar geliyor Suad, bilsen..." diye sevincinden taşıyordu. Sonra Suad, Hacer'in nasıl mosmor kesildiğini: "Karısının parasıyla yazlığa giden..." Süreyya'nın, artık gözünden düştüğünü nasıl söylediğini anlattı. Süreyya kızarak: "Niçin? Kocanın parası başka, karısının parası başka mı olur..." diyor ve zalimleşerek "Herkes onun kocası, her kadın kendisi mi?" diye söyleniyordu. Suad, eliyle ağzını tutarak susturmak istedi. Süreyya, haksızlıklara böyle acı karşılık verdikçe içi ezilir, onu sevmemekten korkardı. Necib'e dönerek:

"Düşününüz, Necib Bey!" dedi. "Biz gidince yalnız kalacak, büsbütün yalnız... Zavallı kız, ne yapacağını şaşırıyor... Sonra..."

Süreyya, Suad'ın sözlerini kendi fikirleriyle tamamladı:

"Sonra... Sonra da kıskanıyor... Niçin bir şeyi kendi ismiyle söylemezsiniz? Kıskanıyor... İşte kıskançlığı onu şirret, hain ediyor... Bunda acınacak ne var?"

Köşke geldikleri zaman kapının önünde Hacer'le Fatin'i gördüler. Fatin iki eli göğsünde, pantolonunu çekerek ve gözlüğünün üstünden bakıp yılışarak: "Maşallah, efendim, Boğaziçi'nde öyle mi?" dedi.

Yukarda, balkonda hanımefendinin sesini duydu: "Allah güle güle oturmak nasip etsin... Nerede tuttunuz bakayım?" diyordu.

Süreyya, Fatin'e omuz kaldırıp annesine cevap verdi:

"Hele yemek yiyelim, uyuyalım da... Rüyayı o zaman görürüz... Ne kadar sabırsızsınız!"

Hacer, öfkesine yenik hâlde birden atladı:

"Ah, ben biliyorum canım... Bana Behice Dadı söyledi. Hatta bak yengem de yalanlayamıyordu, ama şimdi hep beraber oldular, elbirliğiyle saklayacaklar... Fakat ben biliyordum, bugün onlar Boğaziçi'ne gittiler, ev tuttular... Dün para gelmiş..."

Fatin kahkahayla gülüyordu. Süreyya, Hacer'e dönüp öfkeli bir tavırla: "Çok iyi, küçükhanım, diyelim ki öyle olmuş! Bunda ne var? Siz de o kadar istiyorsanız, beyiniz de size tutsun..." dedi. O zaman, Fatin'in, pantolonunu bir kere daha çekip sessizce içeriye kaçtığını görerek, hep birden güldüler.

Yalnız kaldıkları zaman, Süreyya: "Aman kaçalım, yarından tezi yok kaçalım..." diyordu.

Suad; "Dur bakalım, izin alalım bir kere..." dedi. Süreyya: "Kim? Ne? İzin mi? O niçin?" diye söylenirken hanımı: "Yok, ben kimseyi darıltmaya razı değilim. Sen o işi bana bırak!" dedi. Sessiz, gülümser bir hâlde gidip beyefendi ile hanımla görüştüğü görüldü. Dönüşünde: "Yalnız Hacer... Onu ne yapacağız" diyordu. Anlamayarak yüzüne bakan iki erkeğe kederle: "Onu da götürsek..." diye yalvarıyordu.

Süreyya, birden fırlayarak haykırdı: "Ne? Fatin'i de mi?"

Buna bir karar vermek için görüşüyorlardı. Bu, geç saatlere kadar sürdü. Yatmak zamanı gelince Necib: "Artık ben de yarın iniyorum." dedi. Suad'a bakarak: "Bana başka hizmet var mı?"

Suad, gülüyordu "İzin mi? Bir şartla" diyerek kocasının yüzüne baktı. Süreyya da gülerek: "Evet, taşınır taşınmaz postu bizim eve sermek şartıyla..." dedi.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro