Yedinci Bölüm
Bundan sonra geçirdiği günler, birkaç günün kâbusundan sonra, senelerden beri tanımadığı mutlu bir hayatı oldu. Sakinlik ve güzellik içinde denizle gökyüzü ile yaşayarak, kendini gittikçe daha çok avucunun içine alan bu yoksunluğa boyun eğerek, farkında olmadan cazibesine kapılarak günlerin art arda geçmesine yabancı kalıyordu. Sabah yolculuklarının, kotra gezmelerinin, rüzgârın, güneşin yorduğu vücutları, denizin mırıldanmalarının uyuşturduğu sinirleri, sıcaktan kamaşan gözleriyle eve geri dönünce oradaki uyku ve gölge, midelerine hazırlanmış yemek, kendilerini bekleyen gülümseme bir şifa gibi geliyordu.
Öğleden sonra ara sıra rüzgâra bir tembellik geldikçe, bu temmuz sıcaklarında, üçü birden balkonun bambu koltuklarında yastıklara gömülerek uyuklarlardı. Necib artık burayı da kendi evi gibi düşünmek zorundaydı, ama yine de o diğer hayatını da bırakmak istemiyordu, onun için Tarabya'da otele inmek istiyordu. Oteli beğenenlerin övgülerini işite işite gitmek ihtiyacı hissediyordu. Fakat Süreyya'nın mevsimi beraber geçirmek teklifi bu haber üzerine o kadar ısrarlı ve inatçı oldu ki, kabul etmek zorunda kaldı.
Behice Dadı, bu tembel saatlerinin vazgeçilmez eğlencelerindendi. Kutusu, kibriti, tablası elinde gezerek gelir, kendine ikram edilen koltuğu bırakarak yerde bir küçük mindere yerleşerek sigarasına dalardı. Süreyya "Fayrab başladı" diye tutturdukça, o da, "Ya sizin dan dun bitiyor mu?" diye piyanodan şikâyet ederdi.
Suad, her gün çalıştıkça parmakları hünerini buluyordu. Azıcık otursalar, biraz sessizlik sürse Necib yalvaran bir nazarla Suad'a bakar, o hemen kalkarak hoş bir gülümsemeyle "Hangilerine bakalım bu gece?" diye sorardı. Böyle diye diye hemen bir sıra oluşturmuşlardı. Birine uzun bir zaman tutulduktan sonra onun ihmal edildiği de oluyordu. Fakat henüz yeni gelen havaların hepsi dinlenilmemişti. Necib bunlar için rica ediyor, Suad zaman bulamadığından şikâyet ediyordu.
Onlar piyanoda oyalanıyorken Süreyya da dadı ile alay eder, erkekler sigara dumanlarında dinlenerek susarlar, ara sıra artık sabredemeyerek kaçmak isteyen dadının girişimi, Süreyya'nın yasaklayışı, hepsini güldürürdü.
Necib burada öyle saniyeler geçirdi ki, hiçbir zaman unutamayacaktı. Müzik ruhunun bütün aşk kabiliyetini ve özlemini kırbaçlıyor, onu aşk ihtiyacıyla baş başa bırakıyordu. Bu aşk duygusunun doyurulması imkânsız olduğu için önce tatlı başlayan duyguları sonrasında yerini yakıcı bir acıya bırakıyordu. Çoğunlukla bu bir hüzünden çok bir istek, bütün ele geçirilemeyecek güzel şeylere büyüleyici bir şekilde bir çekilmeydi.
Sonra teşekkür için yanına gittiğinde bazen gözleri notalardan Suad'ın ellerine oradan yüzüne dökülüyordu. O zaman bu ellerin bir ipek dokuması, bu yüzünün meleği andırır sakinliğini, bir müzik damlası ile şiir seyirliğinde olan gözlerinin siyah ve mahmur bakışı onu bir an düşündürerek aklına kendi istekleri geliyordu. Ona baktıkça, onun gibi bütün hayallerine uygun birini bulmak imkânsızlığını üzülerek düşündükçe Süreyya'yı böylesi bir mutluluğa sahip olduğu için kutluyor ve onun kadar mutlu olamayacağını hatırlayarak içi eziliyordu. Onda o kadar mükemmeliyetler görmeye başlamış, düşünceleriyle onları o dereceye getirmişti ki, bu nefis kadının karşısında, bu dudaklardaki gülümsemenin, o sakin çizginin, bu gözlere ara sıra gelen neşeli sorularla, heyecan dolu şu evin arılığı, saflığı karşısında ağlamak istiyordu. Ah, Süreyya'yı ne kadar mutlu buluyordu. Ve buna karşılık kendine kim bilir nasıl bir kadın rast gelecekti? Ama evlenecek miydi? Bunu iyice düşünmüş müydü? Onun gibi birini bulmak imkânsız olunca niçin evlenmeliydi? Ve onun gibi olsa diye düşünürken bir an oldu ki "Ya o rast gelseydi..." diye düşündü. Bu o kadar şiddetli ve yakıcı bir heyecan oldu ki "Ah, o benim olsa ölürdüm!" diye inledi.
Bir süre bu fikri terk edemedi. Bu fikir onu fazlasıyla zorladı ve etkiledi. Suad onun olsaydı... Bunu düşünerek kendisi için bir hayat düzenliyor ve bu mutluluğa hayalen bile dayanamıyor, zayıf düşüyor, bitkin kalıyordu. Onun hayatına karışarak yaşayacağı anları, onunla birlikte geçecek günler, onun ömrüne sahip, ona herkesten daha yakın olarak yaşayacağı hayatı, onun kendine kocasıymış gibi davranması... İşte bunlar onu öldürüyordu. Suad, kendine de Süreyya'ya seslendiği sesle, ona baktığı gözle, onu sevdiği gibi aşkla sevse, baksa, söyleseydi Ya Rabbi!.. Bu fikri derinleştirip saatlerce düşündükçe harap oldu kaldı. Önce gerçekten öyleymiş gibi aldanarak sarhoş ve sersem kalıyordu. Sonra Suad'ın içten seslenişlerinde, hayalindekiyle arasındaki uçurumu fark ediyor, bu yabancılık onun içini eziyordu. Bazen o sesle, "Necib" diye sade ismiyle çağrıldığını işitir gibi olurken, Suad'ın kendine seslenince sakinleşen sesinin "Necib Bey" deyişi onu öldürüyordu. Süreyya'ya bakarkenki şefkatli bakış, kendine yönelirken o kadar duygusuz, bir an içinde sanki bir cansızlık kazanıyordu.
Hâlbuki kendi ağzında sade onun ismi vardı, fakat resmi olarak "Suad Hanım" değil, "Suad", "Suad" diye fısıldayarak, ah ederek çıkan "Suad", söylerken sevinçle yalvaran, şükran ve mutlulukla, ateş ve arzu ile yalvaran bir "Suad" ismi vardı. Ve ruhu onu bu seslenişlerle kucaklamak ateşiyle yanarken, ona tam bir sakinlikle karşılık vermek bir işkence oluyordu. Böylece, kendine seslenilmediği zaman o ismi kendi kendine söylemeye, ona yalnızken seslenmeye başladı. Bu yasak, bu gizlilik onu sarhoş ediyordu. Dudakları daima titriyor, sürekli o isimle titriyordu. Odasına kaçıp binlerce kere "Suad... Suad..." diye ah ettiği oldu.
Sonra birden korktu. Nasıl bir çıkmaza girdiğini, bunun bir cinayet olduğunu gördü. "Son günlerde çok meşgul oldum... Onun etkisi... geçer..." demekle, bunun ne kadar önemli olduğunu reddedemiyordu. Fakat bu düşüncelerin elinde o kadar bitkin bir esirdi ki, bu zevkinden yoksun kalmaya dayanamıyordu. Bunda onu sarhoş eden, bayıltan bir çekicilik, bir mutluluk vardı. Ve kendi eliyle mutluluğunu reddedecek kadar gücü, ruhuna o kadar gem vurabilecek iradesi yoktu. O kendi ruhuna hiçbir zaman hâkim olamamıştı ki, her zaman onun elinde bir oyuncak olmuştu. Böyle birçok sıtmalı, arzulu zamanlarını hatırlıyordu "Bu da onlar gibi geçer" diye ümit ediyordu. Bu fikrin hiçbir zaman hayata geçirilmeyeceğini sade arzu ve hasretten ibaret kalacağını biliyordu. Necib için şiir ve sevda, daima, daima gerekliydi; bunlar onun ruhunun düşkünlüğüydü, tiryakiliğiydi. Hiçbir kadına âşık olmadığı zaman bile aşka âşıktır, bunun için sürekli kadınlar vardı, her zaman bu meylini yönelteceği bir kadın bulurdu. Birçok kadına böyle namus ve iffetin veya imkânsızlığın yıktığı ve sonunda mahvettiği eğilimlerle haftalarca sıtmalı kalmıştı.
Kendinde asla ihanet ettiği düşüncesi yoktu; çünkü o maddi bir istek peşinde değildi. Sadece kendi istediği için birtakım çirkin araçları kullanmazdı, böyle bir davranıştan nefret ederdi. Bu aşkın vücut bulmasına kendi ne kadar acı çekerse çeksin izin veremezdi. O sade bir esirdi, onun ruhunun esiriydi. O aşkın büyüsüne esirdi, aşkın cazibesine esirdi. Bugün Süreyya'nın namusunu korumak için Suad'ın masumiyeti için kendinde nefsini en büyük tehlikelere atmak yeteneği görüyordu. Ve işte bunun için, yalnız ruhen çekilen, maddi beklentilerden tamamen sıyrılmış olduğu için bu isteğini bir ihanet saymıyordu. Düşündükçe Suad'ı değil, onun ruhunu, sade ruhunu sevdiğini görüyordu. Bu büsbütün başka bir aşk, yeni bir aşktı. Onu, ele geçiremeyeceği, sahiplenemeyeceği, başka hiçbir kadında bulamayacağı için seviyordu, bakışı için, gülümseyişi için seviyordu. Ve bu koku, ah o koku, sanki kendi yüreğinden çıkıyordu. O kadar yakındı, o kadar uzaktı; ya o can yakan bakışı, o saf gülümseyişi, o derece masumdu ki, bu suskun ve saygıdeğer tutkunluktan, bunlara karşı kalbinde ortaya çıkan ateşten kendini alıkoymak, razı olunacak bir fedakârlık değildi. Onun için bu, bir bakış için hayatlar verilecek temiz ve mutlu bir ruh isteği oldu, ona hareket özgürlüğü verdi.
Fakat bu cazibenin de zorlamaları, bencillikleri, hevesleri ortaya çıkmaya başlıyordu. Süreyya'yı Suad'ın kendisine, bedenine sahip görmekten acı duymak aklına gelmemişti, fakat onun maneviyatına olsun sahip olmak, sade kendi sahip olmak gittikçe karşı konulmaz bir arzu, bir ihtiras hâlini alıyordu. Ve bu ihtirastan keskinleşen dikkati ile Suad'ın ruhundan bir zerrenin bile Süreyya'ya eğilimini hissetse, bu tırmalayışlarla acı hissediyordu. Bu bir kıskançlık mıydı? Dudakları çekilip bir toplanmayla acılaşarak "Bir o eksikti!" diyordu.
Aralarına Süreyya'nın katılmadığı yalnız müzik vardı. Bir gece kendilerini, zevke boğan Ruy Blas'tan "Odolça Volotta" düettosuyla gecenin sakinliği içinde nerede bulunduklarını unutacak derecede geçen dakikalardan sonra müzik bitmiş dönmüşlerdi ki Süreyya'yı koltukta uyuklar buldular. Necib şaşırıyordu, Suad sadece "Müziği sevmez ki..." dedi. Ve Suad'ın sesinde öyle acı bir esef hissetti ki, bundan içten içe zevk aldı, demek ikisi de, sade bir şeyi seviyorlardı. Ve o kadar seviyorlardı ki onunla dünyayı, dünyanın her şeyini, hatta onu, Süreyya'yı unutuyorlardı. O zaman sade ikisinin ruhu yalnız, kucak kucağa dolaşıyor, orada yalnız kalıyorlar, Süreyya bile oraya gelemiyordu. O zaman müziğe başka anlamlar yüklemeye başladı, ruhun tercümanı, kalplerin merhemi gibi gelmeye başladı. O bir dünya, bir sonsuzluk tutkusu oluyor ve orada Suad'la beraber olmak, bu geçici dünyada olmamışlarsa hiç olmazsa orada birleşmiş olmak onu sarhoş ve şaşkın ediyordu.
Fakat bir gün "Ben ne yapıyorum?" demeye başladı. "Ah çünkü insanım; taş değilim ya, insanım..." Ama niçin bu fikirlere düşmeli, niçin elinde olmayarak nefret ettiği hıyanet ve pislik âlemine girmeliydi? İçinde bulunduğu çıkmazın nasıl bir uçuruma götürdüğünü, bazen onların yanında, Suad'a bakarken içinin nasıl "Seni seviyorum, seviyorum!" diye haykırmak için yandığını hissedip düşkün kaldıkça anlıyordu. Bu fikirleri bir tarafa itilirse insanlık yasası gözünde nasıl haince bir davranış içinde olduğunu gördükçe ve çoğala çoğala bu işin nasıl iltihap kazanacağını düşündükçe, iki imkânsız arasında çırpınmaktan doğan bir humma içinde sıkışıp kalıyordu.
Onda her kabiliyet bir kere hareketlenince hastalıklı bir tehlikeyi düşünmeksizin artardı. On beş gün aralıksız bu hissine kapıldıktan sonra, diğerlerini hep susturup yok ettikten ve yalnız onun her şeye sahip olmasına, her türlü vesvese ve endişenin susmasına o kadar alıştıktan sonra, şimdi korku ve telâşa o kadar yenik düştü ki... Bu, kendini kendinden nefret ve iğrenmeye sevk ederek perişan etti. Birden uçurumun karanlığına ve yakıcı ateşine düşmüş kalmıştı. Onun bütün pisliklerinde boğuluyorum zannediyordu. Nasıl korkunç bir çaresizlikle, nasıl geri dönüşü olmayan yoksun bir ümitsizliğe düşmüş olduğunu anlıyordu. Bu sırf ruhuna esir olduğu için ne aklında, ne de isteklerinde kötülük bulunmadığı için, korkunun yersiz olduğunu kendine anlatmaya çalışıyordu. Bunların açığa çıkarılamayacak, anlaşılırsa da suçlanılacak şeyler olduğunu reddedemeyerek "Ne yapmalı?" diyordu. Fakat kaçmak, bu tek çare, buradaki sakin hayatı ve çekiciliği bırakıp yine o kâbus ve yoğun kalabalığın içine girmek... Bu elinde olmayan bir şeydi, böyle bir şeyi seçme şansı yoktu, bu imkansız bir fedakârlıktı... Son tehlikeye kadar oturup daha sonra kaçmaktan başka çare yoktu. Hâlbuki hiçbir zaman tehlike o dereceye gelmeyecekti.
Bunlar tereddütleri, tereddütler düşünceleri doğuruyor, gecelerini fırtınalı geçiriyordu. Sabaha kadar uyuyamadığı bu gecelerden sonra tekrar görmek, tekrar onu bakışlarının etrafında yaşamak, ne olursa olsun yaşamak ümidiyle her şeyi unutuyor, güneşin doğuşuyla beraber gelen bir rahatlıkla da kâbuslardan sonra sabah; o hafif sisli, fakat saf ve berrak bir şekilde patlıyordu.
Bir karar vermeyi yine geceye erteleyerek durumundan endişeli, çaresiz, çekingen kalıyordu. Onun sesini öyle bir dinleyişi, onun yürüyüşünü öyle bir hissedişi, onun, gözlerinin önünde öyle bir yanışı vardı ki bazen heyecandan ve arzudan, bazen ümitsizlik ve düşkünlükten haykırmak isteğini güç yeniyordu. O evin neresinde dolaşırsa onu hissediyordu, nasıl bir sakinlik ve yumuşaklıkla evin sahibi olduğunu gösteriyordu, o evini mukaddes kabul ediyordu. Sonra Süreyya'nın gözlerine aralarındaki bağın ateşiyle bakarak, yanına oturduğunda, Necib'in içinde o gelirken kalbini hoplatan ferahlık ve neşenin yerini yaralı ve acı dolu bir duygu dolduruyordu. Çaresiz içten bir iniltiyle kalakalıyordu. İçinden durup dururken "Senin, senin için, gözlerin için ölüyorum!" diye haykırmak isterken arzularını susturup ona sakince seslenmek onu bitiriyordu. Çok yavaşça ve safça kurulan aşkı kendine itirafından sonra adımlarını öylesine hızlandırmıştı ki sanki onu, senelerden beri sade onu seviyordu ve sanki o biliyordu, aşk denizine öyle bir girmişti ki çıkması mümkün değildi sade aşkın derin sularını görüyordu.
Tüm bu günler boyunca hâlden hâle geçen ruhu dünyayı unutmuştu, günler geçiyordu, İstanbul'a gitmeyeli yirmi gün oluyordu. Giderek kendine güveni kayboluyordu. Her gün bir önceki günden daha zayıf oluyordu. İradesi giderek zayıflamış hastalanmıştı adeta, tehlike giderek yaklaşıyordu, Necib giderek endişeleniyordu. Sonra bir gün: "Ama madem ki onun bir şeyden haberi yoktur, olması ihtimali de yoktur..." dedi. Ve kendisine rahatlama yöntemi buldu.
Çünkü o, Suad, hiçbir şekilde bu fikirlerden haberdar olmayacaktı. Onun gözünde bir nefret ürpertisi görmektense ölümü tercih etmeyi mutluluk sayardı. Ve bunu düşününce "O hâlde?" diye emin olmaya çalışıyordu. Fakat güvende, ıstırapta özellikle heyecanlarla mutlu olması gerekirken, içinin sıkıldığını, yine bir rahatsızlığın sürdüğünü, küçük bir üzüntünün önce belirsiz fakat yavaş yavaş inatçı ve âciz bırakan bir ısrarla yerleştiğini görüyordu. Bu duyguları, önceden sade onu sevdiğini düşünmekle mutlu olurken şimdi o mutluluğun da ne kadar öksüz ve hiç değerinde oluşunu düşünmekten geliyordu. Onun bu aşka katılması mutluluğunun uzak ve imkânsız bir zevk olduğunu gördükçe "Ah bu mümkün olsaydı... Hayatım pahasına olsun, fakat mümkün olsaydı..." diye söyleniyordu. Bütün hayatı, saniyelerine kadar Suad'a tutulmuştu, sade ona aitti. Gece uykuları da ona teslim olmuştu; düşündüğü, gördüğü Suad'dı. Hatta sabah uyanınca başkalarını bile görse onu görmüş zannediyordu. Suad'ı sürekli Süreyya ile birlikte görürken böyle hayallere sahip olmak ona ayrı bir keyif ve mutluluk veriyordu. Sonrasındaysa rüyadan gerçeğe dönmek işkencesi başlıyordu. Onu gerçekten görmek isteği, bu azabı bile sevdiriyordu. Bazen aşağı inip beklediği hâlde onun henüz ortaya çıkmadığı olurdu. O zaman konuşurken dalar, dinlediklerini anlamaz, ne söylediğinin farkında olmaksızın perişan olur, onun yaklaşan ayak sesleri bütün vücuduna dalga dalga etki eder, kızarır, kalbi çarpar ve seslenişinde oracıkta ölüvereceğini zannederdi. Onun karşısında, o güzel bakışı ona yöneldiğinde kendini kaybedip saçmalayacağından korkar, kendini idare edememe şüphesiyle tedirgin olurdu.
"Bir tedbirsizlikten bak ne oldu?" diye söyleniyordu. İçindeki seslerden biri, şimdiye kadar böyle oldu ya, zaman geçtikçe nasıl dehşetli bir hâl alacak diye endişeleniyor ve bu endişeler giderek şiddetleniyordu. "Ama bu sade bir hıyanet, en büyük alçaklık..." demek istiyordu. Fakat ondaki çeşitli Neciblerden biri bunu söylerken bir diğeri gülerek: "Bey tiyatro oynuyor!" diyordu. Bir diğeri ikisine de yabancı kalarak muhalif davranır, sade onu, mutluluğunu, Suad'ını düşünürdü. Ve kendisi bu çeşitli şahsiyetlerin elinde oyuncak, sefil, şimdi ötekine tabi ve köle olarak, iradesiz, bir şeyi yapmak ihtimali olmaksızın yaşayıp gidiyordu.
Ve korkuyordu, ara sıra kendi ruhunun karanlıklarına bakıp ne hainliklere kadir olduğunu görerek kendinden korkuyordu. Süreyya'ya baktıkça, onun güven ve sevgisine karşı nasıl fikirlerle uğraştığını düşündükçe, onun gerçeği anlaması ihtimaline karşı ölümden başka bir çare görmüyordu. Başka hiçbir şey ona karşı olan utancını yok edemezdi.
O, Süreyya, her türlü fikir ve şüpheden uzak idi. Eşine güveni, Necib'e olan sevgisi birleşince o hiçbir şeyden şüphelenme gereği hissetmiyordu. O sandalı ile, yelkeni ile, yarışı ile meşgul, rüzgâra hayatını odaklamış yaşıyordu. Dalgın mı, ciddi mi, havai mi olduğu fark edilemeyecek bir hâli vardı. Evde kaldıkça Behice Dadı ile şakalaşarak, Suad'ı öfkelendirerek, Necib'in piyano çılgınlığı ile eğlenerek tembel bir ömür sürüyordu. Şimdi de bir balık merakı gelmişti. "Ah bir ay daha geçse, ağustosu da bir atlatsak..." diyor, o zaman geceleri lüferciliğin doyulmaz bir eğlence olduğunu anlatarak şimdiden seviniyordu.
Suad'a gelince, o gittikçe yakıcı olan garipliği içinde süratle yol alıyordu. Hayatın mutluluklarının çözümlemesi imkânsız ve nasıl bir hiç değerinde olan şeylere bağlı olduğunu, dışarıdan anlaşılması pek kolay görünen fakat aslında nasıl da oyuncak hâline gelmiş nasıl da basitleşmiş olduğunu görerek üzülüyor ve ümitsizliğe kapılıp olanlara şaşıyordu. Yine aynı şartlar içinde bir sene önce hayatından memnun ve mutluyken ve her ihtiyacını tamammış gibi görürken bu gün tarifi ve görülmesi imkânsız şeylerle gözleri açılıp hayatını görmek, önem verilmeyip teslimiyet gösterilecek yerlerde ciddi davranmak günahıyla bir mutluluğun değil, her hayatta olduğu gibi mutluluk rengini koruyan bir mutsuzluğun garibanı olduğunu, hayatının artık fark edilen bu yarasıyla geçeceğini pek acı hâlde görüyordu. O, giderek fark ettiği hâlde engelleyemediği bir öksüzlük duygusu ve öfkeyle gerçeği görerek yaşıyor, Behice ile Necib'in hayatlarında nasıl bir bağlılık, yalnızlıklarında nasıl bir arkadaş, eğlencelerine nasıl bir yardımcı olduklarını görüp: "Demek onlar olmasa ben yalnız, yapayalnız kalacağım söz bulamayacağız, büsbütün sıkılacağız, hayatımız katlanılmaz olacak..." diye Süreyya'nın anlayışsızlığını, her şeyi kendine bırakıp öyle havai şeylerle uğraşmasını affedemiyordu.
İşte dadısı da yarın öbür gün bağa gitmek istiyordu. Sonra Necib de gitmek isteyecekti. Hayatını onların zindanlarına bırakamazdı ya? O zaman Süreyya daha sıkılacak, arkadaşsız, dayanıksız kalacak, bugün her şeyi yaptığı ve arkadaşlar bulduğu hâlde böyle olunca, yarın onlarsız büsbütün sıkılacaklarını düşünerek artık mücadeleden yorgun, endişelerle düşkün, her şeyi bırakarak, hepsinin içinde hüngür hüngür ağlayarak: "Ama hâlime bakınız!" demek ihtiyacıyla kıvranıyordu. "Beni mutlu ve rahat görüyorsunuz değil mi? Fakat bakınız, işte ağlıyorum... Demek ki ne mutlu, ne rahatmışım. Ooh, rahat değilim; hiç, hem hiç değilim... Mutluluk nerede!" Ve anlatmak gerekince bir şey söylemeyeceğini; ciddi bir sebep bulamayacağını görerek bunalıyordu.
Deniz mevsimi üçünün de hayatına yeni bir neşe serpti. Önlerinde bir deniz hamamı vardı ki, evin sahibi burada kendi otururken çattırmış, sonra yıktırmamıştı. Yalnız kışın tahribini onarmak gerekiyordu. Süreyya denize bayılıyordu. Necib zaten pek severdi, Suad ilk başlarda pek telaş ve heyecan geçirmişse de artık alışmıştı. Yalnız dadı odadayken bile denizde imiş gibi çırpınarak: "Aman Allah esirgesin!" diyordu. Bin yalvarma rica ile onu denize götürdüler. Daha kapıdan karanlık bir gözle sulara bakıp titreyerek yalvarıyordu. Artık her sabah her akşam girmek bir âdet oldu. Ve sabahleyin uykunun rahatlığıyla, akşam yorgunluğun tozuyla deniz, sinirlerine bir büyük şifa etkisi yapıyordu.
Necib, Süreyya'ya, "Gel senin kotrayı şuraya sokalım da bari tehlikeden biraz uzak olun." diyor, sonra ekliyordu: "Şaştığım bir şey varsa o da hâlâ şunun sıkı bir sağanakla tepe taklak olmamasıdır."
Ve Suad'ın korkan gözlerindeki karartıya bakarak:
"Yok, korkmayın, korkmayın; İstanbul'a gittiğim zaman Süreyya'ya bir mantar yelek alacağım... Ne olur ne olmaz... O zamana kadar da keramet sandalın..." diyordu.
Süreyya kızar, sandalın berbat, bir üç ambarlı gibi denize dayandığı, önceki gün İstinye önünde bir yarışta küpeşteye kadar yattığı hâlde içeri bir damla su girmediğini, parası olsa satın alacağını anlatmaya başladı. Bir gün Büyükdere'den gelirlerken yine bu konu konuşuluyordu. Sandalın Suad'ın hayatında küçük bir memnuniyetsizlik olduğunu anlayan Necib, artık onu kendine yönelmiş görmek için sürekli bu konuyu kurcalardı. Suad, bu fikre katıldığını bakışıyla söyleyip kışkırtarak susuyor, sandal meselesinde Süreyya'nın böyle cevapsız kalmasını kabul etmiyordu. Birden arabaları bir köşede durmak zorunda kaldı. Dört beş araba birbirini izliyor, kalabalıktan bunun bir gelin alayı olduğu anlaşılıyordu.
Süreyya, Necib'in sözlerine cevap veremediğini görünce kurtulmak için bundan faydalanarak:
"Senin nene gerek sandal mandal Allah aşkına. Sen kendi evlenmene baksana a! Sonra yaşlanacaksın da... Bak her köşede bir düğün var..." dedi. Ve bu söz Suad'ı da Necib'i de üzüntü ve sessizliğe yöneltti.
Necib gözleri önünden birer birer geçen arabaları, görmeyerek kontrol ederken, kendisi için evlenmenin nasıl bir yara olduğunu düşünüyordu. Onun için evlilik... Ama bu ihanetsiz mümkün müydü? Onun için evlilik Suad'ın kendisini sevmesiydi. Onun o kadar güzel ve yakıcı olan gözlerinin âşıkane itirafıyla mümkündü. Hâlbuki bu, ateşte bir ölüm kadar büyük bir şeydi.
Suad, bu gelinin şimdi ne kadar mutlu olduğunu düşünüyordu. Bu gelin şimdi ne kadar mutluydu... Ve sonra acaba ne kadar mutlu olacaktı. Hayatı bir sene, iki sene, daha, belki daha çok mutlu ve neşeli geçecekti. O zaman kendi ilk senelerini görüyordu. Bu günle karşılaştırarak hüzünle bu geline imreniyordu. Kendini onun yerine koyup gelin olduğu zamandaki duyguları tekrar yaşayınca ağlamak isteği duydu. Şimdi o zamandan ne kadar, ah ne kadar uzaktı! Artık dönülmesi imkânsız olan o hayatı, hayatını gömmüş bir ölü hâliyle görüp mahzun ve ümitsizce durakaldı. Niçin yarabbim, niçin artık hayat ölmüştü? Hem bir daha geri gelmeyecek şekilde?.. Niçin bir daha mümkün değildi? Bir kere mi olacaktı. Böyle hayatı sevdiren, her şeyi güzel gösteren o hayat, o büyük neşe... Artık onlar gitmişti, öyle mi?
Bir zaman gelip sadakat ve sevgiyle beraber sevileni artık mutlu edememek, ona yetmemek fikri onu yakıyor, suçu asıl kendinde bularak ara sıra isyan edip Süreyya'yı haksız bulduğu için kendisinin haksızlık ettiğini düşünüyordu. Sonra kendisini de töhmet altında bırakmayıp suçun yaşanılanlarda olduğunu, idarenin kimsenin elinde olmadığını sadece hayatta olduğunu bininci defa görüp anlamaktan doğan korku ile tekrar yaşamak, daha yaşamak arzularının imkânsızlığı, o günde yaşayıp geçmiş olmak, tekrar o genç kalple, genç emellerle o senelerdeki gibi yaşayamamak işkencesiyle çaresiz kalıyordu. Demek bitmiş, onun için artık her şey bitmişti. Demek ki artık kesinlikle anlamak lazımdı ki seneler, hep çoğalan bir üzüntü ve korku ile geçecek, gerçek ihtiyarlık bir gün onu çürütecekti. Hem de yaşamamış olarak, henüz yaşamak üzere olduğunu düşünürken... Her şey bitmişti öyle mi?
Sonra Necib'e bakarak, o önünde böyle birkaç mutlu senesi olan bir yaratık diye düşünüyordu. Ve bunun için mutlu oluyordu. Necib'e karşı duyduğu bağlılık, onun böyle bir mutluluğa aday olması onu memnun ediyordu. Daha sonra onun da korktuğu gibi bir kadınla evlenmesi ihtimali düşüncesiyle meşgul oldu. Ve bunu güçlü bir iyi niyetle etkisiz kılıp, karı koca onları uyumlu ve mutlu görünce bir gün gelip onların da hayallerini, isteklerini, gençliklerini elden kaçırarak yorgun, üzüntülü kalacaklarını, kokuları, renkleri, bütün bolluk ve neşesiyle coşan baharın yerine bile mutlaka bir gün renksiz bir hüzün ve sıkıntının çökeceğini, her şeyin yok olmaya, sönmeye mahkûm bulunduğunu acı bir ümitsizlik içinde hissetti.
Ve ilk defa burada aklına gelen bu fikir daha sonra onu hiç terk etmeyen bıktırıcı bir hastalık oldu. İlk zamanlar, bunun doğal olduğunu düşünüp bu fikrin kalbine verdiği acılıkları damla damla tadarken bir gün oldu ki, yalnız kalıp rahat rahat onu düşünmek istemeye, hatta düşünmek için kendini zorlamaya kadar vardı. Bu bir çeşit yavaşça gerçekleştirilen bir intihar, bir çeşit zehirlenme gibi oluyordu. Her şeyin ilk hayallerinin bolluğu ve renklerinden sonra derece derece bir sönme ile hüzün ve bıkkınlığa, sıkıntı ve karanlığa gidişi onu damla damla öldüren bir uyuşturucu gibi geliyor ve kendisi buna kurban olduktan sonra bunun sadece kendisi için olmayıp böyle genel bir kanun olduğunu görmekten acı bir teselli buluyor, garip bir korku sarhoşluğuyla kalıyordu.
Öbürleri: "Ne oluyorsun, dalgınsın?" dedikçe bir cevap bile vermeye gerek görmeyerek dudaklarını hiç makamında bükmeyi yeterli buluyordu. Ve dikiş, düşünmeyi uğraş hâlinde gösterebildiği için, artık elinden düşmez oldu. Bununla beraber herkesin kendi hâliyle şu farkı vardı ki, onun hayatının baharı geçtiği hâlde birçokları henüz ümit ediyorlardı. Onun için bahar evlenmekle başlıyor gibi geliyordu. Kendi bütün bolluk ve ferahlığı hep o zamandan başlattığı için şimdi Necib de ne kadar ümitsiz ve insanlardan kaçar görünürse görünsün evleneceği için onu yine mutlu görüyordu.
Bütün bu fikirler arasında bir sarkaç gibi kalbini korku ve çekingenlik ile ezen kendi hayat karşılaştırmasını sürekli tekrarlıyor, bazen sonsuz bir sıkıntı ve hüzün, sonra acı bir korku ve telâş, her şeyin, bütün hayallerin, ümitlerin, gençlik ve mutluluğun zalim bir inatla mutlaka elden kaçacağını, işte şu anda kaçmakta olduğunu, bir şey yapmak ihtimali olmaksızın artık hayatının bitmiş olduğuna karar vermek lazım geldiğini görerek sıkılıyordu.
Bütün bunlar doğal gülümseme ve nezaket altında gizlenmeye uğraşılan kanlı mücadeleleri gerektiriyordu ki, sinirlerini daha yoruyor, uzun baş ağrıları, dermansızlıklar, hazımsızlıklar, hep birden neşesizlikleri getiriyordu. O hâle geldi ki sade abartılı bir hastalık yumuşaklığıyla, seçilmesi mümkün olmayan hayatının bütün zamanını bir manayla incelemesi sebebiyle, hayatın ufkunda bir bulut yokken, rahat bir ömür içinde acı bir kurban olup kaldı. Bunlar gerçekte Süreyya'nın ilgisiz, meşgul gözünden kaçıyordu; fakat Necib'in şüpheci bakışıyla, şiddetli bağlığının yönelimiyle fark ediyor, bir karanlık içinde ara sıra onun bilinmeyen kederleri olduğunu görüp bir sebep bulamayarak büyük korkular içinde fırtınalar hayal ediyor, bir başka erkek düşünmesi ihtimali ruhunu yakıyordu. O zaman Suad'ı saygıya layık görmekten korkuyor, onu yüce mertebesinden aşağı inmiş görmemek için bunu düşünmek istemiyordu. Ve eğer Suad kendisi için bir duygu besleseydi gözünde yine o saygıdeğer mertebede kalacağını görerek: "Ah bencillik, sanki böyle olunca başka bir şey mi yapılmış olacak?" diye gülüyordu.
Düşünüyor, düşünüyor, Suad'ın bu hâline bir sebep arıyordu. Süreyya ile aralarındaki ilişkiyi inceliyordu. Bunda eski bağlılığı göremiyordu. Fakat önceden onların hayatına şimdiki gibi girmiş değildi. O zaman bile bu kadarcık anlaşmazlıklar gerekli, doğal geliyordu. İki karakter ne kadar uyumlu görünürse görünsün, böyle geceli gündüzlü beraber geçen, senelerce süren beraberliklerinde birtakım anlaşmazlıklardan rahatsız olmak neredeyse zorunluluk oluyordu artık. "Bu karakterlerden ya ikisi de üstün olup sürekli bir savaş hâlinde bulunur, yahut biri diğerini esaretine alır." diyor, bu esaretin ara sıra isyanları olsa bile; Necib, yaradılış olarak hassas ve yumuşak olan Suad'da hastalıklı bir duygunun korkunç bir şekilde belireceğini keşfetmiş ve nasıl bir ruh hâli içinde olacağını anlamış olmakla beraber, bu hastalıklı duyarlığın nedenlerinin bilinmezliği içinde kalıyordu.
Necib bazen Suad'ın kendini böyle ezilmiş hissetmesine sebep olanları bilememesine öfkeleniyor ve bilinmezlikle kıskançlık birleşerek onu yoruyordu. Bu, kendisini her şeyden çok yıkıyor, ateşli bir kin içinde zehirleyerek sanki ölüme hazırlıyordu. Bazen de Süreyya'ya bakıyor, onu sadece Suad'ın kocası olduğu için değil, derin ve ateşli olmayan karakteri için de kıskanıyordu. O, her hâlinde düz, içten idi. Kötülük düşünemeyerek, hatta birbirine zıt olan bazı tavırlarında bile samimi bir içtenlikle davranıyordu, yaptığı herhangi bir şey kötü olsa bile ortaya çıkacak olumsuz etkileri önceden göremeyerek endişesiz, belâsız yaşıyordu. Mutlaka bir şeyler yapmak ihtiyacı hissettiği bir yaşa gelmiş olduğu için o zamana kadar çoğu şey yapılmayarak geçen senelerin biriken eğilimleri birden ortaya çıkarak onu böyle sandal gibi şeylere tutkun hâle getiriyordu. Ona şimdi de bir kotra merakı gelmişti. Sandal artık kendine küçük görünüyordu. Tarabya'da olacak yarıştan bahsederken İngiltere'den gelme birkaç kotra sayıyor, bunları uzun uzun tarif ederek "Ah insanın öyle bir kotrası olmalı ki..." diyordu.
Sonra Suad'a dönerek:
"O zaman sen de gelirdin. İçinde kamaraları, yemek salonu, her şey var... Âdeta bir gemi... İnsan karısını alınca kalkıp Marmara'ya çıkar... Mudanya... Yalova... İstersen Midilli, İzmir..." diyordu.
Suad gülerdi: "Dünyayı dolaşmak için çıksak nasıl olur acaba?" derdi.
Necib de gömüldüğü köşesinden söze karışır, "Yok, eğer küçük bir yat olsaydı..." şartını koyardı.
O zaman uzak ülkelerden, uzak şeylere özel şiir ve o renklerin uyumuna tutkunlukla onların güzelliklerinden söz ederler, adaları birer birer geçerek İtalya sahillerine kadar uzaklaşırlardı. Kendilerini bir İtalya limanında gemilerin zincir gürültüsü içinde düşlerler "Ah ne iyi olurdu!" derlerdi. Bunlara Suad da katılıyordu. "Bilmem ama yine deniz tutar mı?" diye Necib'e soruyordu. O, sürekli böyle, sürekli Suad'la olabilmek mutluluğunu hayal ederken bir yandan da hayatın böyle olağanüstü bir mutluluğa izin vermeyeceğini, o kadar mutlu olma ihtimalinin var olmadığını düşünüp "Ama bu böyle ne olacak?" diye başını taşlara vururcasına ümitsizliğe düşüyor, acı çekiyor ve eziliveriyordu. Her gün ateşinin daha çoğaldığını, bir gün artık onun altında kalarak isyan edeceğini, artık ondan sonra ağlamak, sızlamak zorunda olacağını büyük bir endişeyle, korkuyla görüyordu.
Süreyya bu görkemli şeylerin arasında pek miskin bulduğu sandalı için, Suad ise nerede olsa, nasıl olsa hayatın viranlık tohumu ile yüklendiğini düşünerek üçü de çeşitli şeylerden aynı üzüntüye düşüyorlar, çeşitli şiddetlerle sıkıntıya esir oluyorlardı.
Bazen geceleri de çıkıyorlardı. Suad dümene geçer, erkeklerden biri kürek çekerdi. Çoğunlukla birkaç sözle bozulan bir sakinliğin sürdüğü bu yolculuklarda denizin, gökyüzünün, sahillerin korkunçluğu arasında bazen mehtabın ışıklarına, bazen karanlığın dalgalarına gömülerek, denizin bir kadın göğsü gibi kokularla dolu bakir vücudunda Büyükdere'ye kadar inerler, sona geri dönerlerdi. Dönüşleri sessiz, karanlıkta olurdu. Herkes fikir ve üzüntülerini yüklenerek odalarına çekilirler, birbirlerini ve kendilerini yorgun olmakla aldatarak üzüntülerini gizlerlerdi.
Fakat Necib giderek kendini kontrol etmekte güçlük çekiyor, yetersiz kalıyordu; çünkü onun bu şiddetli bağlılığı bu duruma geldikten sonra tahammülü eksilmiş, suya kanamış gibi içini bir yangın kaplıyordu. Onda bu kadar içini kaynatan bu çekicilik artık kavuşmaya şiddetli bir ihtiyaç duyuyor ve ona, onun ruhuna girmek ihtiyacı ile şiddetli bir arzu gösteriyordu. Her zaman onun yanından ayrılmamak endişesi şimdi yerini ona karışmak coşkusuna dönüyordu...
Sonunda bu, duygular saçması hâline geldi. Bir gün geç kalkmış, deniz hamamına geçmişti. Çırpına çarpına koşuşan çarpışan dalgalar, hamamın içinde büyüyen, yansıyan sesleriyle düzensiz bir hava çalıyordu. Vücudu muhtemel zevkin yöneltmesiyle şimdiden bir hoş rahatlık içinde, uyanır uyanmaz tekrar fikrini oyalamaya başlamış endişelerinin dalgınlığıyla soyunurken, serin deniz havasının içinde birden ölüyorum zannetti. Etrafını onun kokusu sarmıştı.
Bu Necib'in Suad'dan sahip olduğu biricik şey vücudu idi. Bu kendisine sürekli kendi göğsü gibi gelmişti. Bu, ne bir çiçeğin, ne bir yaprağın bilinen kokusuydu. Bu bilinen hiçbir kokuyu andırmaz cana işleyen bir koku, adeta canlı bir şey, bir nefes idi ki, Necib onun ruhunun kokusu zannediyordu. O kadar eşsiz, o kadar içten bir koku idi. Bunda Suad'ın bütün gizli sırları, bütün kadınlığı pür heyecan bulunurdu. O kadar kadından, o kadar Suad'dan yükseliyordu... Ve şimdi, denizde bu koku, ona bir vücut sıcaklığıyla karışmış geliyordu. Duyguları o kadar şiddetlendi ki vücudu titreyerek bitkin düştü.
Bu nereden geliyordu? Ondan önce denize girmiş olduğu için mi kalmıştı? Denizin, rüzgârın birbirine çarpması bunu nasıl dağıtmamıştı? Ve suyun içine girdiği zaman, şimdiye kadar bunu düşünmediğine şaşarak, onun da burada, bu su içinde yıkandığını düşünmek bütün iradesini yok ediyor ve düşkün kılan bir zaaf ve sarhoşluğa sürüklüyordu. Bulutlar içinde, sarhoş ve şaşkın, kendini suyun içine bırakarak, sonsuz bir duygu sarhoşluğu içinde onu burada, suyun arasında, deniz elbisesinin yarı sakladığı omuzu, kolları, gerdanıyla görerek, bayılır gibi oluyordu. Bu hissini sürdürmek için gözlerini kapayarak suyun kendini okşamalarıyla yüzdüren kuvvetin üstünde sallanarak, sıtmalı, ihanetten habersiz, korku içinde kalıyor, onu öyle görmeyi düşündükçe, kokusunu duydukça denizin içinde sonsuz derinliklere uçuyorum zannını veren bir sarhoşlukla sersemleşiyordu.
Sonunda çıktığı zaman denize delice bir istekle atlayacak, boş vakitlerini ıssız yerlere kaçıp ona binlerce ateşli seslenişlerle, bu zevkli düşüncelerle oyalanmaya adayacak hâle girdi. Onu en ince, en gizli kadınlıklarına kadar düşünerek, ateşinin yakıcılığıyla ruhunun yandığını hissedip ölüyorum zannederek "Ah ölsem..." diyordu, mutluluğunun ancak o zaman tamam olacağına inanıyordu. Ve onun kokusuyla, yavaşça ona yaklaşıp ensesinden yükselen onun güzel kokulu vücuduyla sersem olduğu zamanlar, baştan aşağı sarsılarak ağlamak, boğulmak, birdenbire düşüverip ölmek ihtiyacıyla kıvranıyordu, bunları yapmamak için kendini zorlayarak işkence çekiyordu. Bir saniyede bin duyguya, bin fikre, bin hayale esir olarak, işkenceden farkı olmayan ama onu yine de mutlu eden çarpıntıların içine karışıyordu.
"Canım, bu ne kadar deniz merakı?" diyen Süreyya'ya "Bir sandalım var diye bütün denize sahip çıkamazsın a!" diye şaka ederken gerçek hâli düşünmekten kendini alamayarak canavarlığına şaşıyordu. Çünkü onunla konuşurken, ona seslenirken onun namus hakkını dehşetli bir cinayetle kötüye kullanmak fikrinden kesinlikle uzaktı. Duygularının akışına o kadar kapılıyordu ki kendisine herkesin cani deme yetkisi olduğunu kabul ettiği zamanlarda bile yine vicdanının kanaati ile sakin durduğu zamanlardan bir fark bulamaz hâle gelmişti.
Bu akşamüstü Tarabya'ya kadar gidip dönmek için çıkıyorlardı. Necib, yalnız olarak aşağı inerken piyanonun üstünde Suad'ın şemsiyesiyle eldivenlerini gördü. Bir anda bu eldivenlerde onu koklamak isteğine hâkim olamadı, titreyerek eğildi, onun eşyalarını burnuna götürdü; oh, her zaman havada olan bu koku işte şimdi elindeydi! Ve eldivenlerin dokuması o kadar onun eli gibi hoş ve narin idi ki, gerçekten onun ellerinin kokluyormuş gibi geliyordu. Bir an oldu ki, bunları alıp saklamanın ne büyük bir mutluluk olduğunu acı bir özlemle düşündü. Ve ihanet ediyormuş gibi titreyerek, sapsarı, bunların birini cebine soktu.
Suad, çift zannederek aldığı eldivenin bir tane olduğunu ancak arabada fark etti. Aceleyle yalnız birini almış olmak ihtimalini başını sallayarak reddediyordu. Şemsiye ile beraber ikisini de piyanonun üzerine koyduğunu ve onları oradan alırken piyanonun üstünde başka bir şey kalmadığına kesinlikle dikkat ettiğini söylüyordu. Süreyya: "Belki arabaya gelirken düşürmüşsündür." dedi. Necib sözünü esirgemeyerek Süreyya'ya bir şeyler anlatıyor, Suad'ı düşündürmemek için tuhaf birtakım sorular buluyor, onun dalgın düşünüşünden korkuyordu. Suad "Tuhaf, acaba ne oldu, besbelli öyle..." dedikçe sanki eldiven cebinden çıkarak "Buradayım!" diyecekmiş zannediyor, yüreği hopluyordu.
Ve bu eldiven meselesi unutulduğu zaman onun biricik malı, en kıymetli malı oldu. O hayat dolu bir el, sanki Suad'ın eli gibi geliyordu... Ve onun eline sahip olmak Necib'i mutluluktan çıldırtıyordu.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro