On Yedinci Bölüm
Artık ne bir iş, ne bir kitap, ne de piyano hevesi vardı. Havaların inat gibi pek parlak olduğu bu ikinci, üçüncü günü akşamlara kadar sıkıntıdan, hiddetten boğulurken aklına cenneti düşürür gibi ara sıra Pazarbaşı'nı getirirdi. O zaman düşünmekten harap olarak yalnız odasından kaçıp hanımların yanına giderdi. Yalıda yapacak o kadar işi varken şimdi işi de kalmadığı için uğraşsız oturmaktan, onlarla konuşmaktan başka bir şey yapmak mümkün değildi. Hacer sürekli orada cumbada bulunurdu. Hanımefendi ara sıra görünür, elindeki işle uğraşırdı.
Hacer'le böyle yalnız kaldıkça birbirlerine zorunlu olarak birtakım sırlar verirlerdi. Onu pencereye o kadar müdavim ve meraklı görüyordu ki, önce sıkıldığından eğlenmek için sokağa bakıyor demişse de gittikçe bu merakın yalnız bir kişiye ait olması ihtimalinde karar kılmıştı. Fakat onun hemen her geçene dair bir fikri oluyordu. Bazen: "Aman kardeşim bak, şu ne güzel bir bey!" dediği oluyordu. Sonra bir diğerini gösterir, ona aynı tehlikeli arzu ile hazır bulunurdu. Suad, nasıl olup hepsine birden böyle meyilli olduğunu anlamayarak şaşırıyordu.
Sonra beyler gelir, Fatin'in lüzumlu lüzumsuz "vallahi billahi"leri, Süreyya'nın suskunluğu arasında yemek yenir, sonra saat geçer, sonunda tavla bir gürültü arasında şakırdayarak kapanır, herkes odalarına çekilirdi. Beyefendi, haklı haksız huysuzlanarak, öfkesini almak için her şeyi yaparak Fatin'i hırpalar o haklı olsa bile boyun büker, razı olurdu. O zaman Hacer, Suad'ın kulağına eğilir: "Allah aşkına bak, oyun oynarlarken nasıl bazen aptal gibi düşüncesiz kalıyor, nasıl eliyle burnunu kaşıyarak tutuyor." derdi. Babasına boyun büktükçe kızarak "Gurur yok ki..." diyordu. Sonra devam ederek bunun hep ona hoş görünmek için yapıldığını söylüyor "Param gitmesin diye... Ah bilsen kardeşim, hep para için... babamla hoş geçinmek için ondan dayak yese yine sırıtacağına eminim..." diyerek, bir kere bir şey için onu teşvik ederken onun "Ne, sonra beni evden kovsun da sokakta kalayım?" dediğini anlatarak yüzüne bakıyordu.
Gerçekten beyefendinin böyle rast gele ateş püskürmelerine katlanmak için insanın böyle bir mecburiyeti olması gerekirdi. Bir akşam tavlada yenilerek hiç gereği yokken hanımefendiye dönüp, hışımla: "Canım sen de elinden bırak şunu... Allah aşkına..." diye bir çıkışmıştı ki, Suad haykırarak şikâyet etmemek için kendini zor tutmuştu. Bazen odasında haykırdığı işitiliyordu. Meselâ, sürahisi boş olduğu için karısına söylemedik söz bırakmaz, otuz senelik hayatlarını bir yük olmak üzere, lânetle katlanılmış bir şey göstererek: "Öldüm, aranızda kurudum... Allah da sizi kurutsun..." diye haykırır, sonra: "Ama suç bende... İyilikten kim anlamış... Ensenizde boza pişirmeli ki iş görülsün... Aksi herifin biri olsaydım görürdünüz..." dediği işitilirdi. Hanımefendi buna karşı sakin, alttan alır, susmasını rica ederse "Niçin susacakmışım?.. Hem yap, hem öldür, hem de sustur... Artık öldürüyorsunuz... Son günlerimde beni hortlatıyorsunuz... Akşama kadar sizin için ter döküyorum, bir suyumu vermiyorsunuz... Hem sizden mi korkacağım? Kendi evimde niçin susayım? İstemeyen defolsun." diye bir sürü şikâyet ve hakaret gelirdi.
O zaman eğer Fatin evdeyse onun gözüne görünmemek için ufalmak ister gibi tıs bir köşeye büzülür, hanımefendiyi haksız bularak: "İyi ya canım o da bakıversin. Evde hizmetçi yok değil a! Gönül kırmamak için aldırmıyor ama... İhtiyar adam bu, hiddetlenir a!.. Hepimiz sayesinde yaşıyoruz..." derdi.
Böyle herkes hep kendi işini, kendi hesabını düşünerek doğruluk ediyordu. Ah, Suad bunlardan ne kadar iğreniyordu! Hatta Süreyya'nın nasıl olup bu babanın oğlu olduğuna şaşırıyordu. Sonra annesini gözünün önüne getirip ona çekmiş diyordu. Çünkü ona hayran olur, bu kadının bu büyük sabır ve sakinliğine o kadar hayran olurdu ki, ıstıraplı zamanlarında gidip başını onun dizine koyarak ağlarsa şifa bulacağını sanırdı.
Üçüncü gün akşamüstü henüz gelmiş olan Süreyya ile Hanım, Hacer, kendisi orta odada otururlarken pencerenin önünde Hacer birden: "Ooo, Necib Bey geliyor!" dedi. Süreyya dönüp: "Gerçek mi?" diye sordu. Köşede perdenin karanlığında Suad kıpkırmızı olduğunu hissetti. Kendini bitkin bırakan kalp çarpıntısıyla o tarafa baktı. "İşte canım, yanında bizim bey var." Suad şimdi buraya gelince ne yapacağını düşünüp şaşırarak, kendisi nasıl görecekse herkesin de öyle görüp fark edeceklerini, titremekten bir kelime bile söyleyemeyeceğini zannederek bitiyordu.
Bir an oldu ki, kapı açılıp Fatin'in arkadan gelen birine yol verdiğini gördüler. Necib gülümseyerek girdi, arkasından Fatin:
"İşte bir kırlangıç daha... Dönüş, dönüş... Artık hücum var..." diyordu.
Necib gülerek: "Kırlangıçlar galiba yazın dönerler..." dedi.
Suad, Necib'in gözleri kendini arayıp bir müddet bir tarafa doğru dönmüş kaldığını ve bu anda bu gözlerde bir kararsızlık, bir karanlık, mutsuzluk gördü. Sonra da hanımefendinin çıkışmalarına cevap vermek için ona döndü. O sebebini açıklarken, Fatin Hanım'a hak vererek: "Ey ne yapalım, insanlık bu..." diyor, sonra herkese bakarak: "İnsan işte, içinden geldiği gibi hareket eder. Bu insanın huyunun gereği... Değil mi Süreyya'cığım!" diye ona bakıyordu. Sonra birden artık bu yeter gibi bir hareketle lafın akışını değiştirdi: "Ama bir lüfer buldum ki... Bayılacaksınız." diye herkesi susturdu. Eliyle göstererek ve anlatarak: "Bu kadar, tamam bu kadar vallahi... Birden öyle imrendim... Ama ne balık... Bir görseniz..." diye bitiremiyordu. Sonunda ettiği fedakârlığın kıymetini iyice hissettirerek: "Aldım." dedi. Ve bir şeyi gizli tutuyormuş gibi parmağını ağzına götürdü:
"Ama parasını sormayınız... Korkarsınız... On beşten aşağı vermedi... Aksi gibi hainlerin tanesi de üç yüz dirhem geliyor..."
Suad karanlıkta, Necib pencerenin önünde aydınlıktaydı. Fatin konuşurken hepsi ona bakıyordu. O zaman Suad, bir iki kere Necib'in gözlerinin kendine özlem ve istekle baktığını fark etti. Bir an oldu ki kendi de baktı. Bu iki varlık karşı karşıya gelince oradakilerin hepsinden çok birbirine yakın olan ruhlarının çırpınmalarını hisseder gibi oldular. Suad bu haftadan beri onu o kadar seviyordu ki, kendisine uzak yerlerden saldıran bir gürültü seli gibi kalkıp ona geldiği için teşekkür etmek, "Seninim, beni götür!" demek coşkusunu buldu. Ona derin bir şükran ve bağlılık duyuyordu.
Fakat Hacer'in bir sözü onu dondurdu. O şimdi Necib'e çıkışıyor, "Maşallah, efendim, artık bilmem nasıl gelinebildi?" diye başıyla "Seni, seni" yapıyordu. Sonra ince dudakları sivrildi: "Artık tabii bundan sonra sık sık şeref veririz." Ve gözleriyle Süreyya'yı gösterir gibi bakarak: "Bunlar buradalar mı, değiller mi? Sık sık gelirsiniz artık. Değil mi?" diyor, böyle başlayan bakış, sözün sonuna doğru Suad'a yönelerek, şeytanî bir gülümsemeyle parlıyordu.
Öteden beriden konuşmalar devam ediyordu. Necib, hem ara sıra söze karışıyor, dinliyor, hem ara sıra kaçamak bakışla Suad'a bakarak ondan bir gülümseme, bir okşayıcı bakış, bir muhabbet eseri bekliyordu. Pek şen görünüyordu. Onlardan özürler diliyor, Fatin'le eğleniyordu. Balık konusunu kurcaladıkça öbürü parmaklarını birleştirip ağzına götürerek: "Ama ne balık... Vallahi billahi görseniz şaşarsınız..." diyordu. O zaman Necib: "Pek az çıkıyormuş." deyince Fatin: "Dedim a, on beşten aşağı vermedi. Hem de tanesi..." diye tekrar anlatıyordu. Fakat Necib gittikçe neşesinin yapma ve yalan olduğunu görüyor, bir siyah kedere boğulmaya başlıyordu. O kadar ümit ve hevesle geldiği hâlde Suad'ı, durgun, donuk gördükçe şaşırıyor, hayıflanarak: "Ne oldu acaba?" diyordu. Hâlbuki Suad, Necib'in ikide birde kendine dikilen bakışlarından sıkıldığını, herkes biliyor da bir mana vereceklermiş, şimdi Hacer bakıp görerek anlayacakmış gibi korktuğu için, "Bakmasa, bari bakmasa..." diye ona endişesini anlatmak istediği için öyle duruyordu. Necib: "Bir haftadır onu görmedim. Kendisinden ayrı nasıl yaşadığımı anlamıyor. Demek o beni çabuk unuttu. Benden bir güzelliği, bir gülümsemeyi esirgiyor. Acaba dargın mı?" diye üzülüyordu. Bir haftadır ne olduğunu bilmediği için sonsuz bir ümitsizlik ve işkence ruhunu kaplıyor ve yayılıyordu. Yalnız kadınların yapabileceği anlamsız bir hareketle, sıradan bir gülümsemeyle mutlu edişleri ümit ettiği hâlde kendisinden kaçan bu bakış onu bitiriyordu. Öyle oldu ki, yemek boyunca gevezelik etti. Her an yinelenen ümidini izleyip neşesini yerle bir eden sıkıntılarını göstermemek için zorla zevzeklik ediyordu. Onlara Beyoğlu'nu anlattı, söyleyecek, tuhaf şeyler buldu, güldürdü ve geleli iki saat olduğu hâlde ondan gelecek bir bakışa kavuşamayınca, onun hâlâ renksiz ve manasız durduğunu görünce ruhunda bir gücenmenin, pek çabuk öfke ve kızgınlığa dönüşen bir gücenmenin köklendiğini duyarak suskun ve karanlık kaldı.
Daha kahve elde iken beyefendi işaret edince Fatin tavlayı çatırdatarak ortaya açtı. Onlar orada birtakım oluşturdular. Ve yemekten çıkınca karanlık bir köşeye kaçmış olan Suad tavla için mumlar gelince şimdi yine ışık içinde kaldı. Ve gölgede doya doya Necib'e bakarak, onu üzdüğü, üzgün gördüğü için kendini böyle durmaya zorlayan şeylere kızarak hüzünlenirken tekrar herkesin bakışına maruz kalınca canı sıkıldı. Necib ise geldiğine pişman, yaşadığına pişman, karar veremeyerek kalıyordu. O hanımefendinin yanındaydı. Ara sıra alçak sesle konuşuyorlardı. Sonra hep susuluyor yalnız tavlacıların sesleri devam ediyordu.
Hâlbuki Hacer'in canı sıkılıyordu. Tavla tarafına hiddetle bakarak kızıyordu.
Sonra birden susan Necib'e, gülerek:
"Siz de susuyorsunuz, bu gece ne kadar neşesizsiniz, a canım!" dedi.
Necib:
"Niçin?" diye sordu.
"Bilmem! Baksanız a!.."
Ve Hacer fıkırdayarak Suad'a döndü:
"Değil mi Suad?" Suad kapalı bir işaret yaptı. O zaman ona da saldırdı: "Zaten sen de bir köşeye büzülmüşsün ya. Bilmem neniz var?"
Necib sıkılarak, Suad'ın gayet renksiz bir gözle baktığına dikkat ederek, bozuk bir gülümsemeyle: "Hazım zamanı..." diyecek kadar kuvvet buldu. Sonra hanımefendiye kardeşinden bahsetmekle bir kurtuluş çaresi aradı. Onlar yavaş sesle böyle konuşurken Hacer sözlerine kulak veriyordu. Birden tavlanın etrafında bir fırtına patladı. "Yok, ama olmaz ama..." diye Fatin terli burnu, yorgun gözleriyle yemin ediyor, efendi elinde zarları sallayarak kahkahalarla gülüyordu. "Zarlar, pullar, mars" kelimelerinin tekrarı arasında fırtına dindi. Tekrar zar ve pul sesleri uzadı. Şimdi Hacer'in canı yine sıkıldı, bu sefer Suad'a döndü:
"Haydi, biz de bezik oynayalım üçümüz, olmaz mı?" dedi. Necib'in yüreği atarak onunla bezik oynamak mutluluğuna tam bir arzu ve heves gösterdi; fakat Suad rahatsızlığından şikâyet etti. Başından rahatsızdı...
"Ha onun için mi susuyorsunuz? Ben de sandım ki... Eğer siz yalıda da böyle idinizse..."
Süreyya başını kaldırıp bu tarafa baktı. Suad'ın kalbi onun bakmasıyla içinden bir şey çıkacakmış gibi hopladı. Büyük bir yorgunluk duydu. Onlar konuşmaya başladılar. Süreyya yanlarına gelmiş yalıyı anlatıyor, o abarttıkça Hacer ikide birde Necib'le Suad'a bakarak gözlerinde bir parıltıyla dinliyordu.
Necib:
"Evet, şimdi tekrar tünemek sırası geldi. Ah, yaz bir daha gelse!" dedi.
Bu son cümleye bütün yoksunluğunun acılığını koymak, onu Suad'a anlatmak istiyordu.
Hacer alaylı bir şekilde:
"O niçin o? Kış kötü mü? Bir zamanlar o kadar severdiniz... Aksine kış gelince sevinirdiniz..." diye soruyordu. Sonra birden aklına bir şey gelmiş gibi:
"Ha kuzum o sizin eldivenin hanımı ne oldu?" dedi.
Suad ölüyorum zannetti. Necib heyecanını kahkaha ile geçirmek isteyerek: "Yani madamı demek istiyorsunuz?" diye kapatmak istedi. Fakat Süreyya merak ettiği için kapayamadı. O soruyor, Hacer cevap vermeyerek Necib'e hitap ediyordu: "Hanım mı, madam mı?.. Onu soruyorum..." diyordu.
Necib sadece artık ciddi ciddi: "Öldü" dedi.
"Eee, eldiven ne oldu, hâlâ saklıyor musunuz?"
"Onu da gömdüm." diye cevap verdi.
Sonra hanımefendinin gülerek yavaşça söylediği söze cevap verecekmiş gibi döndü. Hâlâ Süreyya'nın sorduğunu ve Hacer'in anlattığını işiterek, Suad'ın ne kadar acı çekeceğini ne kadar canı sıkılacağını da düşünerek hem sıkılıyor, hem korkuyordu. Fakat hanımefendinin kendisinin hafifçe geçireceği bir sözünü Hacer kapıp: "Evlenmek mi? Necib Bey mi!" dediğini ve ilân ettiğini işitince büsbütün bozuldu.
"Eğleniyor musunuz? Ben daha çocuğum..." diye şakaya vurmak istedi.
Süreyya ciddi ciddi düşünmeye, evlenmemekte bir sebep bulunamayacağını anlatmaya başladı. Necib bunda gizli bir maksat sezdiği için bir cevap vermedi. Fakat ah niçin Suad'ın gözleri ondan insafsız, zalim, yabancı bir ısrarla kaçıyordu. Niçin öyle susuyor, söz söylerse bile iki manasız kelimeyle bitiriyor, gülerse bile herkese gülüyordu? Ne olmuştu? Onun sözlerini dikkatle, can kulağıyla dinlediği, onun yüzüne bütün ruhunun arzusuyla baktığı hâlde onlarda hiçbir özel mana bulamıyordu? Bütün gece Necib, ruhu bu endişelerle karanlık, şen görünüp sezdirmemek için konuşmaya mecbur ve çok acılı geçti. Fakat sabahleyin bunun acısını çıkardı. Aşağı indiği zaman Suad'la Süreyya'yı yalnız buldu. Ve Süreyya, yeni gelen gazeteye dalmış olduğu için, birkaç dakika Suad'la yalnız karşı karşıya kaldılar. Suad istemeyerek, elinde olmayarak ona o kadar acı çektirdiği için bütün gece yanmış, erkenden inerse yalnız kalırız diye uyumayarak aşağı inmişti. Onun da geldiğini görünce bir saniyede onu mutlu edip her şeyi anlatmaya istekli "Maşallah bu ne erkencilik..." diyerek ona gülümsedi. Bu gülümsemede bütün ruhu perişan, titriyordu. Bu, mutlu etmek isteyen ve mutlu olan kadının ruhunun verdiği bir gülümsemeydi. Necib, bütün ruh karanlıklarından sıyrılıp bir bahar içinde kalmış gibi, mutluluğuyla ezilmiş, sade gözleriyle teşekkür etti. Suad ona: "Buradaki hayatımızı görüyorsunuz a!" gibi baktı. Sonra "Her şey bitti." demek ister gibi bir hareket yaptı. Ve Necib'in ne oldu diye gözleriyle sorgu dolu bakışlarına: "Aman rica ederim dikkat!" diye fısıldadı.
Fakat o kadar... Birbiri peşi sıra Fatin, Hacer geldiler. Fatin, gazeteye; Hacer, Necib'e yanaştı. Suad bir kenara çekilip Hacer'in ne bitmez tükenmez sözlerle onu rahatsız ettiğine bakıyor, ara sıra onun: "Ama Necib Bey!" diye gülüşlerini soğuk ve nahoş buluyordu. Beri tarafta beyler gazetenin yanında birbiriyle konuşurlarken Necib ne söylüyordu ki, Hacer böyle gülüyordu. Bu, bir müddet küçük kahkahaların uzamasından ortaya çıkan bir fıkırtı iken sonra üç hamleli bir kahkaha oluyor, güzel güldüğünü bilen bir genç kadın israfıyla gülmelerin arkası gelmiyordu. Piyanonun yanına oturdular. Şimdi Hacer uzun uzun bir şey anlatarak Necib'in gülümsemeyle tek tük verdiği cevaplarını dinliyordu. Eliyle şöyle dayandığı piyanoda şimdi ihmal ile birkaç nağme yapmaya başladı. Ama Suad bir erkek olsun da kim olursa olsun gibi bir şey olan bu hâlden o kadar iğreniyordu ki, Necib'e kızıyordu. Bu kadarının fazla olduğunu, Hacer'in deliliklerine bu kadar oyuncak olmanın uygunsuz kaçtığını anlaması gerekir gibi geliyordu.
Onun için, Fatin gazeteyi bırakıp: "Yolculuk göründü. Saat kaç?" diye Süreyya'ya saati sorduğu ve gitmek zamanı geldiğine karar verildiği zaman rahat etti. Süreyya, Necib'e: "Çıkıyor musun Necib? Beraber çıkalım mı?.." diyordu. Hanımefendi gelmiş, Fatin'e bir şey ısmarlıyordu. Sonra Hacer'in müdahalesi gerekti. Hanımefendi, Fatin'in Hacer'e aldığı lavantadan bir şişe istiyordu. Öteki, bir taraftan gazetenin son sütunlarına bakıyor, bir taraftan: "Hay hay, efendim... Baş üstüne..." diyordu. Ve hanımefendi parayı sorunca, Fatin'de pek telaşlı bir red veya kabul yokluğu tavrı göründüyse de sonunda mecbur olup: "Yirmi beş... Yirmi beş, efendim... Fakat ne gerek var... Rica ederim... İzin vermeliydiniz..." diyerek parayı aldı.
Artık çıkıyorlardı. Hacer, Necib'e ne zaman geleceğini soruyor o da "Bakalım!" diye tereddütle Suad'a bakıyordu. O zaman Suad öfkesinden, istemeyerek fakat elinde olmadan kalbinden gelen bir arzuya uyarak, başını çevirdi. Ve onun tam bir ümitsizlikle çıktığını görünce şimdi de içinden bir zehir aktığını hissetti. Evet onun buraya gelmesini hem istiyor, hem istemiyordu. Burada her an şimdi bir şey olacak mı diye korkmak onu bitiriyordu. Dün gece bir müddet kalbinin durduğunu hissetmiş, kulaklarına uğultular hücum etmişti. Bundan başka Hacer'e de kızıyordu. Necib burada sadece Hacer'in oyuncağı oluyordu.
Hacer, cumbadan onları bakışlarıyla köşeye kadar izledikten sonra birden dönerek:
"Gördün mü babamın sevgili damadını?" dedi. Sonra içinden taşıyormuş gibi bir şikâyet coşkusuyla söylenmeye başladı: "Ah, sen bilmezsin?" diyordu. "Sen bilmezsin ki... Her gün yaşaya yaşaya her hâlini o kadar öğrendim ki, artık iğreniyorum. Dün geceki balık meselesini biliyorsun a!.. Sonra sabahki lavanta... Güya para almak istemiyor, hâlbuki ölür. Eğer kendisi mecbur olsa da o bir şişe lavantaya yirmi beş değil, beş kuruş verse, bir ay hasta yatar..." Bu arada acı acı güldü. "Sonra, sonra o gazete... Gazeteyi gördün a!.. Eğer okumadan buradan çıksa akşama döndüğü zaman ille okumalı, yoksa sokakta on para verip de bir gazete bile almaz..."
Suad istemeyerek gülüyordu. "Amma yaptınız?" diye itiraz etti. Öbürü tam bir ciddiyetle yemin ediyordu. "Hep para için, para..." diyordu. Söylerken, ikide birde sokağa bakmaktan geri kalmıyor, cumbanın içinde dizüstü oturmuş kâh dayanarak, kâh dinlenerek ciddiyetle anlatıyordu. Biraz sonra ona bakarak: "Para için neler yaptığını bilsen..." dedi. Sonra gülerek:
"Bilmem sana söyleyeyim mi? Gece gündüz parasızlık şikâyeti ile biraz para biriktiriyor, vallahi biriktiriyor. Benden saklıyor. Ama eminim; bir şeye harcadığı yok ki... O kadar parayı ne yapacak? Zavallı Perizad, giysilerini süpüre süpüre, lekeleri çıkaracağım diye uğraşa uğraşa ne hâllere giriyor bilsen... Aman, hanımcığım, ille yaka... Siliyorum siliyorum... Bembeyaz oluyor..." diyordu. Hâlâ damatlık gömleklerini giyer... 'Ne yapayım, ne zararı var? Parasızlık bu...' diyor... Daha, daha... Söylenmekle biter, tükenir şey değil... Ara sıra çocuğumuz olsa diyorum da gözleri faltaşı gibi açılıyor. 'Sen çıldırdınsa kendini okut, hanımefendi! Benim daha o kadar param yok' diye beni kovalıyor. Çocuk, çocuk... Hâlbuki bilsen ne kadar istiyorum, kardeşim..."
Suad üzüntülü, merak ederek bakıyordu. Öbürü ise şikâyete devamla: "Benim elimde bir şey bırakmıyor ki, ne yapayım?" diye yarı utanarak kendi zayıflığını anlatmak istiyordu. Suad, çocuk için sızlayan ve şüphe edilemeyecek kadar içten görünen bu kadının yanında bir duygu ortaklığıyla, ona acımaya başladı, onun birtakım hâllerine hak vermek istiyordu, onu birtakım zorunluluklar arasında zayıf ve aciz kalmış görüyordu. Birden bu karı koca arasındaki maddî ve manevî boşluğa bakarak ürktü.
Hacer devam ediyordu:
"Bir taraftan babama o kadar tutundu ki, artık hiçbir şeye önem vermiyor. Bir gün öyle olacak ki, beni boşayacak ve buradan kovacak kendisi burada evin çocuğu gibi yeniden evlenebilecek..." Tekrar acı acı gülmeye başladı.
Birden pencereye eğilip baktı. Telâşla: "Aman kardeşim... Koş koş... Güzel Tahir'e bak..." dedi. Suad bu telâşlı davete uyarak baktı. Bu, zembil ile karşılarındaki konağın kapısını çalan genç bir uşaktı. O zaman Hacer, nasıl bütün hanımların bunu beğenip "Uşak güzeli" dediklerini anlatarak katılıyor, "İlle Miralay'ın hanım... Gözlerine bayılıyormuş..." diye bitiremiyordu. Suad şaşkın, "Hangi hanım? Niçin?" diye soruyordu. O zaman Hacer saydı. Bunlar hanımlardı, hatta bazılarının genç ve yakışıklı beyleri de vardı. Şaştıkça Hacer zaferle anlatarak gülüyor, o kadar merak ve önemle bakarak öyle bir açıklıkla tarif ediyordu ki, kendisinin de onlarla aynı fikirde olduğu görülüyordu. Bununla beraber daha çekingen göründü.
"Ama çirkin bir adam da değil... Allah için söylemeli... Hele gözleri... Eğer ona da bey elbiseleri giydirsen olur biter."
O gülerken Suad şaşkın, susuyordu. Onun için bir erkeğin güzelliği, incelik ve seçkinliğiyle ölçülürken bunların böyle düşünerek nasıl kadın olduklarını düşünüyordu. Hâlbuki Hacer: "Canım senin buradan geçerken bayıldığın zabitler, beyler..." dedikçe: "Hayır benim buradan geçerken bayıldığım zabitlerden, beylerden haberim yok." demek istiyordu. Ah, nasıl anlıyor, nasıl görüyordu! Hacer'in iyi bir kocası olsa da yine bunlardan hoşlanacağını, çünkü ruhunun adi, kirli olduğunu nasıl görüyordu. Ve o hanımları gözünün önüne getirip böyle ufak itirafları, aralarında yaptıkları toplantıları düşünerek iğreniyordu.
Bunun kendisi için garip ve uzun bir etkisi oldu. Hacer'de nasıl kendisine hiç benzemeyen esaslı hâller olduğunu zaten bilirdi. Fakat uyuşmazlığın bu derecesine şaşıyordu. Bu kadarını hiç tahmin etmemişti. Bununla beraber hanımefendi onun için başka bir ders oluyordu. Onun hakkında en küçük bir azarlama kelimesi bile söylenmemiş, hiçbir rivayet işitilmemiş olduğunu düşünerek: "Hayır, bu fenalıklar kocaların fenalığından değil, kadınların kendilerinden geliyor." diye karar veriyordu. İyi kadın, kocası kötü bile olsa, karşı koyması mümkün olmayan bir kader darbesi altında ezilir, kalırdı. Sevmeye gelince, o öyle sokaktan geçerken karşıdan görmekle erkek sevmeyi anlamıyordu. Bu ona, seveyim diye sevmek gibi geliyordu. Sevmek için bilmeyerek sevmek, sonra fark etmek lazım diye düşünüyordu.
Öbür türlüsü... İşte Hacer'in, Hacer gibilerin sevdaları... Ömrünü geçirdiği cumbada birini bulup sevip sevilmek için geçen ömründe kendisine uygun bulduğu herkesle aşk oyunu yapmak, işte onların sevmeleri... Sevmek bir hastalık gibi geldikten ve sizi kavrayıp zorladıktan ve acı çektirdikten sonra anlaşılan, o zaman görülüp incelenebilen bir hâl olmalıydı. Kim bilir Hacer bu pencerede kimleri sevmişti? Yani mümkün olsa sevecekti ve mümkün olmadığı için gerçek hayatlarına olduğu gibi devam ediyorlardı, sadece bir hevesle dönüş ve yönelişi merak edilen bir hayalden ibaret kalıyordu.
O hâlde Hacer için ilk fırsat bir düşüş olacaktı. Sanki onun ruhu yoktu. Onun düşünceleri, kendini alıkoyan şeyler yoktu. Sadece karşıdan görüp beğendiği bir erkeği âdet yerini bulsun diye seven, bu kadar önem veren bir kadını anlamak ve onunla hemfikir olmak onun hayatındaki bütün değerleri yok edebilirdi. O zaman Hacer'in niçin Necib'e o kadar ölüme gidercesine arzu duymaya gönüllü olduğunu anlıyordu.
Ama o hangisini seviyordu? Onu anlamak imkânsızdı. Onun her geçene dair bilgisi, merakı, açıklamaları vardı. Ve bir gün istemeyerek bunu öğrenmiş oldu. Böyle itiraflarla geçen iki günden sonra bir akşam yine sokak üstündeki orta odaya gelmiş, alışılmışın tersine pencereyi boş bulmuştu. Oraya oturdu, birkaç dakika sonra köşeden çıkar çıkmaz yarı tereddütle gözünü pencereye dikip oradan ayırmayan orta boylu şişmanca bir süvari subayını gördü.
Arkasından koşarak Hacer'in geldiği görüldü. Hacer, Suad'a hiç önem vermeyerek cumbanın öbür penceresine abandı. Onu ancak arkasından görebildi. Demek buydu. Zavallı adam şimdi kendine bakan gözün akşama kadar kimlere nasıl aynı merak ve hoşlanmayla baktığından şüphe etmeyerek başarılı, zafer kazanmış, memnun gidiyordu.
İstemeyerek öğrendiği bu hâl ile sıkılırken Hacer birden dönerek elindeki lavanta şişesini gösterdi. Katılarak gülüyor, Suad'ın merakını görerek: "Boşuna, anlayamazsın!" diyordu. Sonra anlattı: "Hani önceki gün!" dedi. "Annemden lavanta için yirmi beş kuruş almadı mıydı? Hâlbuki işte..." şişenin altındaki fiyat kâğıdını gösteriyordu. Suad orada on sekiz kuruş yazılı olduğunu gördü. Hacer dudaklarında aşağılama, acı bir gülümseme: "Hödük herif hem yapıyor, hem yapmasını bilmiyor... İşte..." dedi.
Suad üzüntülü, cidden rahatsızdı. Söyleyecek bir şey bulamayarak, kaçmak isteyerek, ateş üzerinde gibi duruyor, Hacer'in kocası hakkında söylediği ağır sözlerden sıkılarak ne yapacağını bilemiyordu. Onun karşısında kendini bıktıran bir şey de Necib meselesiydi. O, kendi itiraflarıyla saatler geçirirken kendinden de söz almak merakıyla ara sıra gözleri ateşlenirdi. Bu kadında bu yolda bir şeyler konuşmaya bir tehlikeli arzu, konuşurken bütün ruhuyla meşgul olarak gözlerinde bir parlayış vardı ki, Suad hayret ediyordu. Konuşurken birçok şeyler Necib'den konuşmaya sebep olabilirdi. O zaman Necib'in bekârlık hayatından bahsedip merak ederek: "Onun başka işi yok ki... Hep kadın peşinde..." diye derin bir işin içyüzünü araştırma merakı ile parlayan gözlerine bakardı. Fakat Necib hep Frenk kadınlarıyla meşgul olduğu için onu sevmiyordu. "Bu kadınları nasıl da seviyorlar, bilmem ki?" diye dudaklarını büküyordu. Aslında takdir etmekle beraber kıyaslamada yine onları zararlı çıkarmaktan başka bir şey yapamıyordu.
O, böyle konuşurken Suad ağzından, gözlerinden bir kelime, bir bakış, sessizlikten bir anlam çıkacak, bir şey sorulacak, sonra abartılarak bir yeni yalan daha çıkarılacak diye titrer, "Vallahi bir şey bilmem... Bir şey yok..." yeminiyle zihnen o kadar meşgul olurdu ki, hemen ağzından kaçacak zannederdi. Zaten var mıydı? Bir şey olmadığına hem de samimi olarak yemin edemez miydi? Onların yanında kendini o kadar temiz görüyordu ki, masum olduğuna yemin etmekten korkmuyordu. Fakat hanımefendinin yanına gidince bu hissi büsbütün aksi olarak ortaya çıkıyor, o zaman kendini onlarla kıyasladığına utanıp uçurumda bulunduğunu inkâr edemiyor, bir an hâli kalmadığı o yakıcı düşüncelerle kendini harap eden bir zıtlık kalabalığı içinde ölüyordu.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro