Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

On Sekizinci Bölüm

Hacer pencerede birden "Ooo!" etti.

Suad "ne var" der gibi baktı. Öteki başını çevirmeyip cama yapıştırarak cevap verdi: "Necib'le Süreyya!" Ve birden kalp çarpıntısı ile sararan Suad'a anlamlı bir bakışla bir saniye bakıp sonra cama yapışarak:

"Artık elbette gelir... Siz burada mısınız, değil misiniz?.. Bütün yaz iki kere gelmedi." Sonra bu kelimelerde hiçbir gizli anlam yokmuş gibi gayet doğal olarak başını çevirip gözleriyle çağırdı:

"Aman gel bak Suad, ne güzel bir adam... Yanlarındaki zabit... Koş bak..."

O zaman Suad, bunun süvari subayı olduğunu gördü. Bu adam Süreyya ile konuşuyor, Necib az açıkta onları dinlemeyerek eşlik ediyordu. Sonra subay ayrılmak için selam verdi ve pencerenin altından geçerken yine bir kere yukarı baktı. Hacer'in omuzlarında bir gülme fıkırdadı. "Aaa" dedi. "Sanki o da ne? Niçin bakıyor öyle?" Ve sonra, beyler oraya geldikleri zaman Suad, daha gideli üç gün olmadığı hâlde Necib'in gelmesiyle endişeli, "Ben gelme dedim, yine niçin geldi?" diye kızgın bununla beraber yine perişan, yine bitkin kalmışken, Hacer'in Süreyya'ya ve subayın kim olduğunu tam bir rahatlık ve memnuniyetle sorduğunu görerek şaşırdı. Hacer, o kadar doğal ve serbest davranıyor, bu kötülüğü öyle tereddütsüz, âdeta haz ve tutkunlukla yürütüyordu ki, Suad, kendisinin nasıl safdil olduğuna şaşıyordu. O ne kadar korkmuştu. Hâlâ ne kadar korkuyor, endişe ediyordu. Hâlbuki herkes, işte bütün bir mahallenin en itibarlı hanımları, iri yarı güzel bir köylü için ölüyorlardı.

Korkmaktan başka onu şimdi bir de kızgınlık rahatsız ediyordu. "Niçin geliyor? Niçin?" diye kendini yiyordu. Anlamamış mıydı? Giderken başını çevirmişken bunun "Hayır gelme!" demek olduğunu anlamamış mıydı? Hiddetle haksızlık etmek "Öyleyse Hacer gel dediği için geliyor." demek istiyordu. Demek kendisi için gelmiyordu. Ve mademki kendisi için gelmiyordu... Suad, gözlerini buğulatan bir hiddet bulutu içinde bir rahatsızlık bahane ederek kaçmak, görünmemek, yemeğe bile inmemek arzusuna düşüyordu.

Necib herkese söz söylerken Hacer'le konuştuğunu, garip bir gülümsemeyle ona cevap verirken hızlıca söylediği sözlerin etkisini merak ediyormuş gibi kendini de süzdüğünü görerek dinlemiyormuş gibi davrandı. Ama hiç olmazsa anlasa da sakınsaydı. Ve onu tam tersine fazla bir neşeyle, söylenerek Hacer'i güldürür gördükçe önceki düşüncesi kuvvet bulur gibi oluyor, "Hayır, iftira etmemişim... Galiba onun için geliyor." demek istiyordu. İçinde buna inanmamak ister gibi var olan hisse karşı yalnız Necib'i aşağılamak arzusunu yenerek kendisini tutuyordu. Çünkü ona yüz yüze bir söz söylemek mümkün olsaydı ilk kelimesinin bir hakaret kelimesi olacağını zannediyordu.

Ve onun mümkün oldukça acı, şikâyetçi bir bakışla baktığını gördükçe manasız görünmekte bir intikam zevki bulmakla beraber hepsinden usanıp, yorulup bir ağlamak arzusunun hücumunu da duyuyordu. Bu acıya mahkûm olmak için ne suçu olduğunu düşünüp artık dayanamayacağını, kendinin her taraftan gelen bu hücumlara karşı aciz, kimsesiz ve mutsuz kaldığını görerek boynunu büküyordu. O zaman Necib'e: "Hayır, sana gelme diyorum. Ne kadar mutsuz ve sefil olduğumu görmüyor musun?" diye şikâyet etmek ihtiyacı ile eziliyordu. "Hiç olmazsa bu kadar sık gelme... Çünkü artık her şey bitti." demek istiyordu. Gerçekten her şeyi bitmiş miydi? Hiç olmazsa büsbütün bitirmemek için tedbir lazımdı. Hâlbuki Necib o kadar ilgisiz davranıyordu ki, bu mümkün değildi. Ve bu gece Süreyya ve Hacer'le beraber onların dört kişi kaldıkları bu odada, Necib'in böylesine Hacer'in oyuncağı olduğunu görerek acıma ve kızgınlık arasında, yatma vakti geldiği zaman bir işkenceden kurtuluyormuş zannedecek kadar acı hissetti.

Hâlbuki bu gün yarın yine gelecekti. Bu Suad'da bir ateş ve telâş olacak kadar merak ve önem kazanıyordu. Onun anlamayan, böyle soğukluk görmek için ne yaptığını soran acı bakışları önünde merhamet duyuyordu. Özellikle Hacer'den ayrılıp birden kendine yönelen bu bakış, o gizli ilişki bu merhameti o kadar ateşlendiriyordu ki: "Ah, seni mutlu görmekten başka bir hayalim yok... Yemin ederim ki başka bir şey istemiyorum... Fakat ah, mümkün olsa da şu işkenceden kurtulsak!.." diyordu.

Evet, niçin itiraf etmemeli? Bu her yönden katlanılmaz hayatında sefaletlerine biricik çârenin, hepsini, her şeyi bırakıp gitmek olduğunu, büsbütün onun olmayınca rahat etmenin mümkün olmadığını uzak ve imkânsız bir rüyayı düşünenler gibi gizli gizli görüyordu. Fakat bunun imkânsız olduğunu da hemen, belki onu düşünürken beraber hissetmekten doğan ümitsizlik ve tembellikle artık ölümden başka bir şeye sığınma kalmadığını anlıyordu. Bu her şeyi bırakıp gitmek, önce delilik diye kabul ettiği bu kuruntu, tekrar düşüne düşüne alışıp artık bütün saatlerini işgal ediyor, bazen pek kolay bir hareketmiş gibi öncesini ve zorluğunu unutup sadece mutlu ve rahat hayatlarını düşünmeye sevk ederek mutlu ederken bir an oluyordu ki, fikren aştığı mesafelerden ürküyor ona değil hayata geçirilmesi, düşünülmesi bile korkunç acı, bir ihanet gibi geliyordu. O zaman içinde bir yara açılıyor, bir yakıcılık hissediyordu. Herkesin, dünyanın nefret etmesini, ailesinin babasının adını ve namusunu lekelemeyi göze alacak kadar kuvvet bulduğu oluyor, bu ikiyüzlü ve kötü insanların yalnız sözde kalan böyle değerlerini küçümsüyordu. Böyle olmakla beraber bu işte ona imkânsız görünen bir taraf, bir uğursuzluk vardı. Onu asıl düşündüren Necib'in içtenlik ve ciddiyeti ve bundan emin olmak ihtimali de yoktu. "İnsan eminim zannettiği şeylerde o kadar çok yanılır ki..." diyordu. Hem Necib, bu büyük fedakârlığı yapacak kadar kendini seviyor muydu? Eğer şimdi o kadar seviyorsa bile bu kuvvet ve gençlik sonra da devam edebilecek miydi? Çünkü bir gün onu üzüntülü ve pişman görmekten, ölmek daha iyi geliyordu. Bundan sonra acaba bu yapılsa bile rahat ve geniş ömür sürebilecekler mi, herkesin haklarında düşünecekleri, özellikle o kadar hakaretten dolayı hayatları zehirlenemeyecek miydi? İkisi de, birbirine bakıp geçmişi düşünmekten kendilerini alamayacak kadar içten, alıngan olunca bu hayat mümkün müydü? Daha bir ay önce, bu kadar onarılması imkânsız bir şey yapılmadığı hâlde de, henüz başlangıcın öncesinde birbirleri için, böyle şeyler için acı duymamışlar mıydı?

Daha bu dereceye gelmeden, daha ilk değerlendirmelerinde ümitsiz oluyor, özellikle Necib'i Hacer'in karşısında öyle gördükçe, onun ciddiyetinden şüphe ederek ümitsizliği çoğalıyor, o zaman başı bu ağırlıklar altında zayıf, karmakarışık, ıstıraplı, hep çaresizlikler arasında dirençsiz kalarak, ne tarafa dönse bir uçurum görerek: "Ah kötü, bu işte bir uğursuzluk var. Hiçbir şey yapmak mümkün değil!" diyordu. Yalnız her şeyden vazgeçip yine eski hayatına gömülmek isteyerek kalıveriyordu. Her şeyi unutup, unutmaya çalışıp: "O bir rüya idi, geçti..." diye bundan sonra hayatına herkes gibi katlanmak, o geçen birkaç aylık mutluluğun böyle birden ve sonsuza kadar sönüvermiş görmek ayrılığına hazırlanmak gerektiğini görüyordu. Ve kendi kendine bu yakıcı zorunluluğu düşünürken isyan eden kalbine karşı uzak bir ses vardı ki en akıllıca olanın bu olduğunu hatırlattığı oluyordu. Bu pek gizli, yok olması pek hızlı olan bir şeydi, belki imkânsızlıkla ümitsizlikten geliyor, kuvvet bulmak için kabul olunuyordu. Fakat hissediyordu ki, Necib o hüzünlü gözleriyle gelse, o ateşli sesiyle: "Hayır, Suad, sen burada böyle ölmeyeceksin, ben sensiz yaşayamıyorum. Seni götüreceğim; gelirsin değil mi, benimle gelirsin değil mi?" deseydi, hepsini, evet her şeyi unutabilecekti. O kadar çılgın, o kadar zayıf olduğu dakikalardı. Onun sesine, onun bu teklifine o kadar tutkun ve hasretti. Öyle zamanlarda geleceği düşünse bile bir kere büsbütün onun olduktan sonra ilk felâketinde ölmek imkânı, kendisini inandırıyor ve yatıştırıyordu. Sonra "Hep rüya, hep çılgınlık! Uyanmalı..." diyor, Necib hiçbir zaman bu kadar fedakârlık yapacak derecede kendini sevmiyor gibi geliyordu.

Yine böyle bir anda, böyle ümitsizliğin altında ezildiği bir sabah, Süreyya yeni gitmiş, o eline okumak için gazeteyi almış fakat gözleri kafesin arasında dalıp kalmıştı. Arkasından kapının açıldığını işitti. "Hacer'dir..." diye düşünüyordu fakat Necib'in sesini duyunca sıçradı. O: "Maşallah..." diye giriverdi. Gayet büyük korkuların verdiği şiddetli kalp çarpıntılarıyla düşünmeden bir aşk heyecanı karışmıştı. Necib'i yine o mutlu zamanları, yalnız birbirleri için yaşadıkları zamanları hatırlatan o derin sevgi bakışıyla bulunca bütün şüphelerin, kırgınlıkların bittiğini gördü.

Fakat Necib, dış görünüşteki neşesinin gizleyemediği bir bakışla bıkkın ve kederliydi. Karşılarında bir acının eğilişi vardı. Her şeyden usanmış, dünyada hiçbir arzusu kalmamış insanlar gibi konuşuyordu. Bu bir haftalık hayatı onu yıkmış, hurdahaş etmişti. Önce resmiyet içinde başladı. Sonra yavaşça hayatını anlatmaya başlayınca şikâyetli bir tavır aldı. Kendinden bahsetmeyerek hayatının ne boş, ne karanlık geçtiğini anlatıyor, artık katlanamayacağını hissettirmek istiyordu. Suad, bir söz söyleyemeyerek, onun karamsarlığıyla iç sıkıntısına yenik kalıyor, suskun ve gamlı, birden durumlarının hüzün ve korkusuna boğulmuş, dinliyordu. Sonra Necib kendilerine geçti. Ondan uzak, ondan yoksun hayatı onu öldürüyordu. Şimdi onun Boğaziçi'nden inmemek arzusunu anlıyor, her şey bitecek diye korkmakta hakkı olduğunu kabul ediyordu. Acı

bir şikâyetle: "Fakat asıl sen bitiriyorsun..." dememek için dişini sıktı. O, önce buraya gelirlerse daha sık görüşürüz sanmıştı. Burada bulundukça görüşmek için bin türlü bahane çıkabilir diye düşünmüştü. Hâlbuki orada... Kalsalardı...

O hayatı düşündükçe korkmuştu. Gitmekten çekinerek ve gitmek arzusuyla yanarak, bir karar veremeyerek geçecek o cehennem hayatından o kadar korkmuştu ki, İstanbul'a inince memnun olmuştu. Artık buraya sık sık gelecekti. Fakat şimdi... Eliyle ümitsiz bir hareket yaparak "Hâlbuki asıl şimdi bitti!" diyordu. Güya asıl sebep etraftakilermiş gibi davranıyordu. Fakat ona ağlayarak: "Hâlbuki sadece sensin Suad, sadece sen... Eğer sen istesen dünyada benim için başka hiçbir şeyin önemi yoktur. Ben senden başka bir şeyden korkmam... Fakat sen istemiyorsun, sen kaçıyorsun. Yalnız sen değil, benden şimdi gözlerin bile kaçıyor." demek istiyordu.

Ve ikisinin dudaklarında titreyip söylemedikleri bu sözlerden birbirlerini anlayamamaktan dolayı, gittikçe birbirlerine daha hain bir bilmece gibi görünüyorlardı. Onun bu kadar hıyanetine karşı Necib, kalbinde öyle acı bir intikam duygusu buldu ki: "Her şey bitti!" derken: "Fakat siz bundan memnun olmamalısınız!" dedi. Zaten belki onu Suad istememiş miydi? Suad kinayeli bir yakıcı bakışla bakıyordu. Necib o acıyla:

"Evet, rahat, artık rahat... Bundan sonra iyice rahat... Benim yüzümden o kadar işkence ve hakaret gördünüz ki." diyordu.

Suad, gözlerine hücum eden yaşlarını göstermemek için başını çevirip sakin bir şekilde pencereden baktı. "Ah bilsen..." demek isteyen, içten gelen hücuma karşı koymak için uğraştı. Necib hâlâ aynı şekilde konuşuyor, yazın kendilerini sıktığından, pişmanlığından söz ediyor, böylece sevgi gösteren bir savunma görmek ümidiyle, mümkün olduğu kadar acı sözleriyle devam ediyordu. Hâlbuki sessizliğinde, ikisinin yalnız bulunuşundan sıkılır gibi bir hâli vardı. Sanki onun ruhunu saklayan bir yabancılık, bir fikri başka şeyle yahut şu durumdan kurtulma arzusuyla meşgul oluşu fark ediyordu. Onu yalnız bulmak için buraya bu vakit gelip de istediği gibi yalnız bulunca mümkün olduğu kadar uğraşıp açıklama istemek, işi iyice anlamak kararındaydı.

Ve tekrar onun istekli ve hayat veren gözlerinin önünde, o namus kaynağı temizliğinden ümit ve şifa içmek emelindeyken onun iki haftalık ayrı düşmelerinin vereceği etkiyle böyle yabancı, inatçı ve bir sır gibi umursamaz ve sınırlanmış görünce söylemek istediklerini söyleyemeyerek ruhunda bir acı şikâyet, bir feryat arzusunun yükseldiğini duyuyordu. Böyle ümit isterken ümitsizlik ve yoksunluk verilmesinin acısıyla o kadar zehirlendi ki, bir intikam hırsı ile kendisi de zehirlemek arzusuna düştü ve sözlerini: "Hâlbuki işte hâlâ rahatsız ediyorum." diye bitirdi. Sonsuz bir ümitsizlikle güçsüzdü.

"Bilir misiniz gelmek için niçin bu saati seçtim? Biliyordum ki yalnız bulmak ihtimali ancak bu vakit vardır. Bir şey olacak zannediyordum. Üzüntüm azalır diyordum... Fakat işte... İşte gördüğüm kabul... Ah, budala!.."

Birden kesti, onun öbürlerinden korktuğu hakkındaki fikri tamamen yok olmuş olduğundan kendisinin istemediğini ve nasıl olsa o istemeyince bu hâlin devam edeceğini, artık önceki kadar sevilmediğini düşünerek bu çaresizlikten bir feryat ortaya çıktı:

"Ah, bilmem ki ne yapmalı?"

Çılgınlıkla bakarak inliyordu. Suad hâlâ başı cama çevrilmiş duruyordu. Her an başını çevirip birçok şey söylemek arzusuyla boğuşuyor, gözlerinin hâla kurumadığını hissederek kalbinden çıkan aşk ve elem feryatlarını susturmaya uğraşıyordu. Bunda bir mecburiyetle teslimiyet vardı. "Mademki iyisi her şeyi unutmaktır." diye biraz irade de karışıyordu. Ve işte bu kararsızlık ve sessizlik anında "Beni sevmiyor, beni istemiyor artık!" şüphesi Necib'e bu saniyelerde geldi. Bu acı bir tırmalanmayla başladı. Fakat o kadar acıyla ruh derinliklerine inip acılarına öyle bir teselli oldu ki, bir ümide sarılır gibi ona sarıldı. Ah bir kere bundan emin olsaydı, onun bütün nefret ettiği kadınlar gibi birkaç aylık hevesle vakit geçirdikten sonra, ilk tehlikede rahatını aşkına feda edemeyerek çekilen kadınlardan olduğunu anlasa, bu son ihanetle yine yaralansaydı... Hatta şimdi onun aşkı için kendisi sızlanırken mesela o pencerede başkasını, kalbini şimdi titreteni beklemiş olsaydı... O zaman yine yaralanacaktı. Fakat bu yarada büyük bir şifa var gibi geliyordu.

Bunun üzerine sevilmediğini anlamak, emin olmak için çalışmaya başladı. Bunu büyük bir zevkle, beklenilen bir neşeye katılmak zevkiyle, kimden olduğunu bilmediği bir intikam hırsıyla yapıyordu. Bu zevkte fırsat bulan bir acılık vardı. "Tekrar ne vakit geleyim?" diye sordu. Suad, bu kötü yerden kurtulmak, her şeyi anlatmak samimi arzusuyla uğraşırken sonunda karar vererek başını çevirdi. "Vallahi o kadar karışık ki..." diye başladı. Fakat Necib'in gözlerinde o kadar yabancı, o kadar ruhsuz, hiç Necib'de görmediği soğuk bir bakış vardı ki, coşkusu birden dondu. O zaman korkarak, tereddüt ederek onun inanmayıp eğlendiğini göre göre, bulamadığı kelimeleri araya araya evin rahatsızlığını anlatmaya çalıştı. Necib, bütün bunların nasıl temelsiz bir bahane olduğunu görüyor, "Pekâlâ, ya şimdi... Şimdi de Hacer mi var? İşte şimdi de öldüğümü görüyorsun. Şimdi de inliyorum... Ve sen hâlâ taş gibi, hâlâ kalpsiz... Bana bir bakışın bir ay yeter. Bunlar hep yalan... Asıl gerçeği niçin söylememeli? Senin gözlerin söylüyor ki: Artık her şey bitti... Yalan, yalan... Ah, hep yalansınız!.." diye haykırmak istiyordu. Bir an oldu ki, Suad onun bu fikrinden şüphe eder gibi oldu. Ruhunun tekrar o şelâle heybetiyle onun ayaklarına atılmak istediğini hissetti. "Ah bilsen..." demek için öldü. Fakat Necib o kadar soğuk, öyle karanlıktı ki, sustu. O şimdi ayağa kalkmış, pencereye dayanmış, sokağa bakıyordu. Ve dudaklarını titreten, gözlerini bulandıran bir gözyaşı hücumu içinde bu artık ümitsiz, tedavisiz, her şeyin bittiğini, onun buna çare bulmayacağını, tam tersine kendisinin bitirdiğini görmekten meydana gelen gözyaşları içinde boğuluyordu. Bir zaman Suad'ın kendisini ne kadar sevdiğini, kendisi için ne zahmetlere katlanmaya hazır olduğunu düşünüyordu. Ah, o zamanı bir daha ele geçirmek için hayatını ne kadar sevinerek verirdi. Çünkü bundan sonra bu hayatı ne yapacaktı? Önceden katlanamıyordu, bundan sonra ne yapacaktı?

Kapı şiddetli bir fırtınayla açılır gibi arkasına dayandı. Eşikte Hacer görüldü... "Necib Bey gelmiş diyorlar, nerede ya?" diye gözleriyle araştırıyordu. Onu görünce girdi. "Maşallah, efendim, hiç de haber vermezsiniz..." diyor, Necib'e giderek: "Nereden böyle? Bu ne şeref efendim?" sitemlerine geçiverdi. Sonra, ikisinin de hâllerine bakıp merakla: "O ne o? Ne oluyorsunuz ikiniz de Allah aşkınıza?" diyordu. İnce dudaklarında sivri bir gülümseme duruyor, gözlerinde bir ateş gülümsüyordu.

Necib'in söylediği birkaç söz üzerine merak siteme dönüştü: "Hani dün gece gelecektiniz? Maşallah, gerçekten sözünüzün erisiniz..." Necib'in mırıldanarak açıkladığı özürlere karşı dargınmış da affetmeyecekmiş gibi davranıyor, işlenilen suçun büyüklüğünü anlatmak ister gibi:

"Bilsen ne kadar bekledim..." diye şikâyet ediyordu.

Suad, başını pencerenin camına dayamış ağlıyordu. Gelmek için kendisinden gizli sözler verdiği bu kadının gözünde Necib'in, komşunun uşağından bir farkı olmayışına ağlıyordu. Ve onlar olmasa haykırarak ağlayacağını zannediyor, mendiliyle ağzını tıkayarak, dalmış gibi görünerek, bakmıyordu.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro