On Dördüncü Bölüm
Necib gitmek için kapıya dönünce Suad'ın tereddütlü bir sesle kocasına "Kavak için..." dediğini işitti. Suad'da son günlerde hep gezmek, sokak için olağanüstü bir istek oluşmuştu. Kışın gelip bastıracağından şikâyet ederek şimdi hazır havalar uygunken yararlanmak, etrafı hiç olmazsa şimdi görmek istiyordu. Necib, bütün bunların kendisi için yapıldığını, kendisinin buraya sık sık gelmesine birer bahane olduğunu anlayarak memnun ve mutlu oluyor, hep kendi için, kendi için yaşayan Suad'ı böyle zamanlarda ne kadar yüceltiyordu. Ümitsizliğin karanlığında bir sevinç parlaklığı ortaya çıktı. Fakat böyle yavaş yavaş, gittikçe daha sıkı, daha ateşli bağlanarak, bir gün bu gösterişin ve bağlılığın da biteceğini, bir susamışlıkla kalakalacağını tekrar düşününce ne olursa olsun bu çıkmazdan kurtulmak için her şeyi yapmaya, ne yapması gerekiyorsa yapıp kurtulmaya karar verdi. Karı koca kararlarını yarına vermeye karar verip kendisine baktıkları zaman, sırf terslik olsun diye "Mümkün değil, yarın İstanbul'a gideceğim..." diye baş salladı. Suad kendine donuk bir bakışla bakarak: "Öbür gün... Olmaz mı?" diye sordu. Necib başını çevirmek isteyerek: "Bakalım...". Ona karşı böyle gözleriyle kendini yok edercesine acı çektiren, kendini aciz ve esir ettiği için çoğalan bir öfke duymuştu. Gözleri dumanlanarak, bir hırs buğusu içinde: "Siz gitsenize... Benim için neden kalıyorsunuz?" dedi. Fakat o anda pişman oldu. Onun gözlerinde o kadar derin bir elem ve dokunaklı bir ifade gördü ki, birden pişman oldu. Kendisini böyle kederli ve bezgin göndermemek, öyle görmemek için ne nazik, ne büyük hislerini feda eden bu sevgili kadını şimdi de o ümitsiz bırakmak istemiyordu. Acı bir gülümsemeyle ruhunun bütün kendini ezen elim mücadelelerini anlatıp mazeretini göstermek ister gibi bakarak: "Eğer hava izin verirse... Belki ben de gelirim..." dedi.
Fakat kendini sokakta bulduğu zaman tekrar ümitsiz ve inleyerek, tekrar: "Ne olacak, ne olacak?" diye düşünmeye başladı. Yalnız kendi için değil, onun için de düşünüyor, ikisi için de bu konumunu sürdürmenin imkânsızlığını görüp bir çare bulmak zorunluluğu beynini eziyordu. Onun yanında, onun kendi arzusu içinde, onun kendi vücudunda her şeyi unutuverecek, iradesini ezen, gücünü, soğukkanlılığını yıkan, kalbini heyecanlı bir ateşle yakıp titremeler vererek bayıltan, hemen onu koklayıvermek, hemen elinin üzerine düşüvermek, hemen orada yerlere kapanıp ağlayarak ölüvermek zaafları duyuyordu. Gözlerine bakarken bunda kendisini bayıltan bir cazibeyle, yanındayken sadece kokusuyla her şeyi unutturacak bir büyü ile dehşete düşüyordu.
Tekrar ve artık kesin olarak görüyordu ki, kaçmaktan başka çare yoktur. Fakat artık dönüşsüz kaçmak, artık her şeyi yok edip, tekrar dönmemek üzere kaçmak; o zaman da Suad'sız yaşayamayacağını görünce bu hayatı yaşanacak bir hayat yapmak çaresine başvuruyordu. Bu imkânsızlıklar içinde sonuçsuz, boş, çırpınmaktan kudurmuş gibi yürürken birdenbire durdu. Çünkü çoktan beri duygularının seline kapılarak unuttuğu konumunu, Süreyya'yı, ona karşı görevini görmüştü. İlk defa olarak ciddi bir iş yapmaya kesinlikle yönelmeye karar verince muhtemel ve mutlak sonucu düşünen adamlar gibi, olacak şeyi düşünerek, her ihtimali tartarak düşündü. Ve bu önce bir taşa başını çarpıp sersemlemek gibi bir şey oldu. Aşkını bir müddet unutup durumun dehşet ve ciddiyetiyle donunca, yalnız gelecek için değil, şu anki durum için de ürktü. Çünkü o, şimdi yine bir şey yapmış, ihanet yolunda birkaç adım atmıştı. O zaman gerçekten bir korku duydu. Kendinden, etrafından, Süreyya'dan, özellikle Süreyya'dan...
Fakat mademki onun bir şeyden haberi yoktu ve olmayacaktı. Evet, biraz tereddütten sonra, şimdiye kadar bilmediği gibi bundan sonra da bir şey bilmeyeceğini düşündü. Onun da o yaşa kadar hayatından, kitaplardan edinilmiş tecrübeler, dersler bu mesele hakkında birtakım etraflıca düşünceler ve kararları, sonuç çıkarmaları, ahlâk felsefeleri vardı. Ve bu onu birden rahatlattı. Sadece akılla buldukları ve tecrübeleriyle bunun hiç bu kadar önem verecek, hatta bu kadar düşünmenin bile bir kurala uymaktan başka bir şey olmadığını düşündü. Ve kuvvet bulmak için: "Hem bir suç varsa bile sırf bana ait değil a... Hiç bana ait değil!" diye düşündü. Sonra acı bir gülümsemeyle: "Zavallı Suad, seni şimdiden suçluyorum!" diye acıdı. "Fakat gerçek değil mi?" diye devam etti. Bu öyle bir şeydi, öyle bir günahtı ki, sade Suad'ın rızasıyla belirecekti. Bu artık kendinde ne kadar şiddetli ve kalıcı olursa olsun hiçbir işin sonucuna sürüklenemez, sürekli yarım ve boş kalırdı. Fakat sade Suad'ın bilmesi ve bilerek susması onu bir kabul ve kabulü de ihanette ortaklık hâline getiriyor, ortaklık değil, asıl sorumluluk ona yükleniyordu. Bu arzu yalnız onun kabulüyle ağırlık kazanıyordu. O hâlde?
Ve erkek ihanetiyle kendini mazur görmek için o kadar kılı kırk yarar gibi davranırken onu da kim bilir nasıl şeylerin bu sonuca ittiğini ve zorladığını, bu ihtimali asla düşünmüyordu. "O bakışlar varken bir erkek nasıl tahammül eder?" diye düşünüyordu. O zaman tekrar o bakışları, onların büyüleyiciliğini, derin ve siyah davetini görür gibi oluyor ve bu çekiciliğin önünde her şeyin susacağını düşünüyor, "Onun için ölmek bile bir mutluluk olduktan sonra?" diyerek her şeyi göze alıyordu.
Gece hep bu kararsızlıklarla, bu nöbetlerle oyalandı. Sabahleyin uyanıp havayı parlak bulunca dayanılmaz bir acıyla, "İstanbul'a gideceğim..." dediği için bugün oraya gidemeyeceğim acısıyla kalbi sızladı. Niçin böyle budalaca hareket etmişti. Suad'dan başka ne istiyordu? Onun gibi bir kadının bütün namusu ve ruhu ele geçirildikten ve kendine bağlandıktan, onda o kadar bağlılık ve vefa eserleri gördükten sonra, başka daha ne istiyordu? Eğer bir çıkmaz içinde bulunursa niçin bunun suçunu ona yüklemeliydi? O da tam tersine kendisiyle beraber bu durumun imkânsızlığından acı duymuyor muydu?
Yeniden Suad'a incelemeksizin, düşünmeksizin düşkün, yine onun aşkıyla sersem, ne yapacağını bilemeyerek, gitmek isteyip gidemediğinden ıstıraplı düşünürken aklına dün onunla beraber gezilen yerlerden geçmek geldi ve bu onu sanki bir zehirle sarhoş etti. Dün yaşadığı mutluluklar da bir yara oluyordu. Orada köyün mezarlığına kadar gelmişti. Buranın ne kadar düzenli ve temiz olduğunu söyleyerek bir vakit oyalandıkları hatırına geldi. Ve orada bir ağaca dayanarak bakarken dün düşünmediği şeyi bugün düşündü. Bir gün kendinin de ölmek ihtimali... dünyada üç saniyelik bir misafir olduğunu, bu misafirliğin böyle derin ve acı şeylerle berbat edilmesinin ne kadar yazık ve sıkıntıya değmeyen zorluklar olduğunu düşünerek acı acı: "Bu şimdi artık toprak, çamur olanlar ömürlerinde benim gibi böyle mutluluğa aday olup da onu birtakım kuruntular, şüphelerle reddettilerse ne kazandılar?" diye söylendi. Evet, ne kazandılar? İşte yapan da, yapmayan da aynı toprağı, aynı çamuru oluşturdukları sonra, bir sonuç için kesinlikle mutlulukları tepmek cinneti neye yaramıştı? Şimdi değil, öldükleri anda, hatta yaşarlarken ne kazanmışlardı? Hayat böyle büyük fedakârlıklara, özverilere, ağır görevlere katlanmaya layık mıydı? Bu yalnız insanların, özellikle insanlığın kurtuluşu ve rahatlığı için konulmuş, mutlaka faciaya set ve bend çekmek için düzenlenmiş bir kanun değil miydi? İnsaniyetle insanlığın bu kavgasında yine kim yenilmiş, hâlâ kim yeniliyordu? Hem niçin hayatta binde bire nasip olmayan büyük mutlulukları böyle feda etmeli, sonu ölüm olduktan sonra niçin hayatı da böyle temelsiz kanunlar için zorla harcamalıydı? Hatta insanlık, hatta tabiat bunu yönlendirmiyor ve zorlamıyor muydu? Bu kadar kanunlar ve geleneklere rağmen yine onun üstün gelmesi için bu ihtiyaçların ne kurulmuş, ne kuvvetli, asıl tabii olduğu için ne müthiş ve üstün bir kanun olduğunu düşünerek dünkü korkularını boş değilse bile faydasız buluyordu. Aşktan başka her şeyin boş olduğunu düşünüp hayata sarılarak bundan verebildiği kadar, alınabildiği kadar zevk ve mutluluk almak hırs ve ateşiyle hayatının izin vereceği kadar yaşamak ihtiyacı ile coşku dolu yürüdü.
Gitmek, oraya gitmek, Suad'ı, Suad'ını görmek, ona düşkünlük arzusuyla sarhoş, koşturarak yürüyordu... Ve ilk rastladığı arabaya atlayıp eliyle ilersini gösterdi. İleriye, evet sanki geleceğine gidiyordu.
Suad'ı dadısıyla yalnız buldu ve onun gözlerinde kendinin böyle umulmadık ortaya çıkışıyla o kadar açık bir neşe ve hayat gördü ki, şiddetli bir mutluluk hücumuyla yüreği çarparak, ona ansızın, derin bir şükran ve düşkünlük duydu. Hemen ellerini kapıp öpmek, "Senin için, gerekirse ölmek için geldim Suad. Senden ayrı yaşayamayacağımı kesinlikle anladığım için ne olursa olsun senin olmak için geldim, nurum!" demek istedi. Fakat bunu söylemediği için duyguları coşarak, bu kendisini o kadar seven nefis yaratık hakkında onca kötü fikirlerinden, kararlarından şimdi şaşkın ve pişman olup utanarak, onun için ölse bile şükran borcunu ödeyemeyeceğini görüyordu.
Suad alay edercesine: "İstanbul'dan mı?" dedi. O başını sallayarak: "Gitmedim!" diye cevap verdi. "Gidemedim!" gibi baktı. "Ah bilsen!.." diye başlamak için dirençsiz bir hareket hissetti. Fakat yalnız ateşli gözleriyle baktı. Sonra Süreyya'yı sordu. O bugün son defa olarak sandalla çıkmıştı. Yarın artık sandal büsbütün gidecekti. Dadı bunu anlatırken: "İyi cesaret!" diyerek dışarıya bakıyordu. Ekim ayının orası burası tehditli bulutlarla yüklü seması altında deniz kurşunî, köpüklü, kızgındı. O, saat yedide çıkmıştı. Şimdi geleceğini söylüyorlardı. O zaman oturdu, beklediler.
Konuşurlarken Suad'ın kendine nasıl hararetle ve merakla yönelmesine ilk defa görür gibi dikkat ederek şaşırıyordu. Bu hemen gözyaşı olacak kadar merhamet ve teşekküre sürükleyen bir hayretti ki, memnun ettiği kadar acı veriyordu. Onun gözleri hep bir soru gibi boynu bükük ve hazır bakıyorlar, o sürekli dokunaklı ve nem doluymuş gibi bakışı yakıcı bir endişe ve merak bulutuyla örtülmüş geliyordu. "Nasılsın? Ne yaptın? Niçin dargındın? Niçin gelmedin? Nen var?" gibi binlerce sorunun birbiri ardına gelmesiyle bakarken bu güzel kadını bu kadar cezbetmek ve gönlünü çalmak mutluluğuna bütün zayıflığıyla teslim oluyordu. Aynı zamanda ona karşı bir yumuşaklık ve merhamet de duyduğu için ağlamak arzusuyla eziliyordu. Onun bu acılar, isteklerle perişan bakışları önünde ruhunun sevinç ve ağlamak ile ezildiğini duyuyor, içinden yüce arzularının feryat ettiğini görüyor, böyle baktıkça bu kadına, şartsız, dönüşsüz, insanlığın üstünde bir bağ ile esir olmaktan başka bir şey yapmak gücü olmadığını tekrar onaylıyordu.
Dün beraber gezdikleri yerden bugün yalnız geçtiğini anlattı. Suad tasalı, özlemle dinliyordu. Onunla beraber olup oralarda yalnızca gezmek mutluluğunu, hayat feda edilecek kadar kıymetli görüyor gibiydi. Fakat Necib bundan sonra artık mevsim bittiği için otelin son konuklarının da İstanbul'a taşındıklarını, artık kendinin de ineceğini haber verince bu neşe hüzünlü bir keder karanlığı ile soldu, karardı. Gözerinde nasıl bir buruşmuş rica titrediğini görüp onun zayıflık ve düşkünlüğüne, kadınlık acizliğine, özellikle kendi kederlerini yok etmek için hayatını güzellikle verircesine çabukluğuna son derece acı bir merhamette üzülürken, şimdi böyle kendi için acı çekmesine dayanamayarak hemen gözleriyle yatıştırdı ve güven verdi. Bu otel kapanıyorsa da giden asıl yaz misafirlerinin henüz hepsinin inmediğini, havalar iyi gittiği için kırdan asıl şimdi faydalanmanın mümkün olduğunu anlatarak öbür otele taşınacağını haber verdi. Ve onu memnun ve rahatlamış görerek rahat etti.
Onu özellikle dünden beri kendine karşı daha ateşli buluyordu. Sanki büsbütün kendinin olmuş gibi, sade bir tavrıyla bütün hayatını bir teslim edişi vardı ki, Necib bunda tam bir aşağılık ve acizlik ruhunu, onu bu hâle iten hâller ve elemleri görüyorum sanıyordu. Bunun ona bu kadar kuvvet ve şiddetle sahip olmak memnuniyetinde sarhoş eden bir acılık bulmaktan kendini kurtaramıyordu. Çünkü Suad'a acıyordu. Onun önceki genişlik ve ciddiyetini, şimdi böyle hiçbir şey yapamaz hâlde ve endişe dolu, perişan görmek onu yakıyordu. Şimdi bütün ruhuna girmiş gibiydi. Onu bütün soyluluk ve yüksekliğiyle kendisine bağlı gördükçe an oluyordu ki, nefsinden tamamen sıyrılıp sanki bizzat Suad oluyor, ona kendi ruhu gibi bağlı ve haberdar kalıyordu. Onun ne hemen kırılıverecek, ne hemen buruşmuş bir çiçek olacak yokluğa meyilli bir şey olduğunu görüyor ve onun için acıyordu. Özellikle kendini sevdiği, bu kadar sevdiği için acıyordu. Bu kadının, hayatının mutluluğunun, kendi gibi güçsüz ve aşağılık birini sevmesine yanıyordu. Kendisine bile zarardan başka şeyi dokunmayan bencil, kararsız, hasta bir adama, onun bu kadar şiddetle bağlanmasına pek üzülüyor, onu mutlu edebilecek bir adam olmayı diliyordu. Ah, onu mutlu etmeyi ne kadar istiyordu! Hâlbuki mutsuz etmek ve ağlatmaktan, ona işkence ve yıkım vermekten başka ne yapabilecekti? Hatta şimdi bile ona acı çektirmiyor muydu?
Daha dün zevk alarak onu üzmemiş miydi? Hiçbir rolü olmadığı şeylerin bile intikamını ondan almak, kendi öfkesinin cezasını ona çektirmek için kalpsizce ona işkence ederek bundan haz almamış mıydı? Ama ondan daha ne istiyordu? Onun gibi bir kadın bu kadar şiddet ve kuvvetle ruhunu verdikten sonra başka ne yapabilirdi? Kendi gözünde bile asıl büyüklüğünü oluşturan yeteneklerini feda etmeden başka ne yapabilirdi? Ve onları bile aşkına feda etse belki en önce kendi aşağılamayacak mıydı? O zaman daha ilk busenin ardından düşecekleri çıkmazın pişmanlığı, düştükleri zillet ve uğursuzluk içinde birbirine bakamayarak nasıl aşklarının bir ölü donukluğuyla kalacaklarını, birbirini nasıl kayıp, hatta birbirlerine küçük göreceklerini görür gibi oluyordu, bütün o işkence ve pişmanlıkla şimdiden eziliyor, Suad'ı şimdiden gözünden düşmüş buluyordu. Evet, asıl onun anlaması, onun affetmesi gerekirken asıl o suçlayacaktı. Asıl o hakaret edecekti. Ve Suad, şüphesiz bundan ölecekti... Hatta şimdiden suçlamıyor muydu? Dünden beri o kendisini kim bilir nasıl ateşli ölümler, kederler içine düşüp ne fedakârlıklar içinde çırpınırken kendisi gönül rahatlığı ve ihanetle ne kararlar vermemiş, nelere hazırlanmamış, neler düzenlemişti? Onu mutlu etmek bir tarafa, hatta mutsuzluktan da kötü bir girdaba sürükleyecekti. Onun huzur ve rahatını şimdi böyle aldıktan sonra, hayat ve namusunu da verse yine inanmayacak, kendisi bütün büyüklüğünü koruduğuna emin olduğu hâlde, kadını eski yüceliğinde göremeyecekti. İşte asıl nokta, kesinlikle görüyordu ki, hiçbir şey kendisine Suad'ı o zaman önceki gibi düşündürmeyecekti. Ne kendisi için namusunu feda edişi, ne aşkının şiddet ve etkisi, hiçbir şey... Namus bağı kendini böyle bir hareketten alıkoyamadığı zaman kendini affederken onun da yine aynı şartlarla namusu, aşkına feda edişini affedemeyecek, kendi cinayetinin de cezasını ona yükleyecekti. Niçin? Onun ne suçu vardı? Bütün bu felâket kendini çok sevdiği, her şeyi aşkına feda ettiği için miydi? "Ah kadınlar, kadınlar; siz sadece aşkınıza, sadece fedakârlık yüceliğinize özlem duyup duygularınıza yenilip ve mutlu yaşarken erkeklerin kalbinde ne çirkin, ne hain, ne yabancı duygular olduğunuzu bilseniz..." diyordu. Ve Suad'da sanki bunu anlamış, nasıl bir yıkım geleceğini ve alçaklığa sürüklendiğini biliyormuş da imdat istiyormuş gibi bir perişanlık, her şeyi bilmekle beraber kendini feda mecburiyetinden doğuyormuş gizli fakat derin bir şikâyet bakışı vardı ki, onu harap ediyordu.
Necib bu fikirlerine, duygularına o kadar gömülmüş, o kadar kendini bırakmıştı ki, hiçbir şey, ne Süreyya'nın dönüşü, ne konuşulan sözler, fikirlerinin birbiri peşi sıra akmasını bozamıyor, belki fazlalaştırmaya hizmet ediyordu. Sanki Suad'ın bütün varlığını bir gözyaşı örtüsü, bir ümitsizlik karanlığı kaplamıştı. En küçük sözüyle, en manasız bakışıyla bile kendinin, sırf kendinin olduğunu nasıl anlattığı, âdeta kendini vermekle mest olduğu hâlde nasıl yalnız kalmak ihtimalinde gözlerine siyah bir endişe renginin çöktüğünü fark ederek onda facianın asıl yakıcı sahnesinin sürdüğünü, aşklarının artık kesinlikle karar verilmesi gereken hummalı devresine geldiğini ve ne yapacağını bilmemekle beraber böyle de sürmesinin mümkün olmadığını görerek sonunda kendini feda mecburiyetiyle mücadele edilen son işkence anı ve elem içinde çırpındığını anlıyordu. O kadar anlıyordu ki, bu facianın bütün yakıcılığıyla yüreği sızlıyor "ah çaresiz Suad, çaresiz, çaresiz Suad'cık!" diye söyleniyordu.
Ve bu kadını, o mahvedecekti. Kendine o kadar bağlanmış, o kadar fedakârca ruhunu teslim ettiğine inandığı, ruhunun masumluğuna hayran olduğu bu muhterem kadını o kirletecek ve kötü ad kazandıracak, yok edecekti, değil mi? Ama niçin? Sonra yıkım ve pişmanlığa, hor ve aşağılayan bakışla bakmaya ve alçaklığa, düşmek için, bütün aşkını bir yüce güzelliğini, eşsiz seçkinliğini bitirip sevdiğini aşağılamak için feda edecekti, öyle mi?
O zaman birden aklına tutkun olduğu bir fikir geldi; birçoklarını vücutları için sevdikten ve bunun için istisnasız hepsinden başka bir yara aldıktan sonra şimdi birini de, şüphesiz en layık olanını da sade ruh ve şiiri için sevmek, bir zaman o kadar hayran olduğu günahsızlığına hürmet etmek arzusu doğdu. Ve birden kendinin buna gücü yetireceğini görerek şaşırdı. Onun ruhuna bu kadar rakipsiz ve bağlanmış olarak sahip olduktan sonra ötesi miskin, özellikle hain ve çirkin geliyordu. Bu, kendine sevdiği kadın kadar yüksek, ona layık bir seçkin aşk, bir eşsiz saygı, onun ruh ve güzelliğine layık bir ödül gibi görünüyordu. Bu, birçok duygudan meydana gelen bir istekti ki hepsine birden boyun eğme arzusuyla kuvvet kazanıyordu. Sadece aşk ve merhametten ibaret değildi. Teşekkür, tutkunluk, şiir, saygı, korku, pişmanlık, gurur, her şey ve en sonra namus... Evet, namus, ana babasından büyüklerinden duyduğu, kitaplarda okuduğu namus. Bütün insanî kanunların şart ve gayesi olarak tanıtılmış olan namus en sonra gelebiliyor, "Namus... Herkesin söylediği, fakat kimsenin rastlamadığı bir çeşit kuş olmalı..." diye omuz silkiyordu.
Bu fikrine ilk anda bu kadar tutkun olunca bunu süslemeye başladı: Bunu bir çeşit evlilik, ruhların evliliği gibi görüyordu. Süreyya'dan daha çok ona işleyecek, bu evlilik onlarınkinden daha sağlam, daha yüksek, daha şairane olacaktı. Bu dünyada hiçbir pisliğin gelip düşüremeyeceği bir bağlılık olacaktı. Utandırıp yüz yüze baktırmayan o korkularla, gizli, haince buselerle yaralanacağına, aşkları herkesin içinde, saf ve melekane sürecek, işitilmekten, anlaşılmaktan korkmadan, mutlu ve seçkin devam edecekti. Böylece birbirine daha yaklaşacaklar, sanki birbirinin içine girecekler, birbirinin samimi ruhunda yaşayacaklardı. Ve bunu düşününce kendinden geçiyor, bu bir ihtiyaç hâlini alıyordu. Ona: "Rahat ol. Gözlerindeki endişe ve karanlık yok olsun!" deyip bunun meydana getireceği şükranı görmek istiyordu ve gerçekten, sonunda ona bunu itiraf edip: "Evet, benim kardeşim olunuz" dediği zaman gözlerinde o kadar müteşekkirane bir arzu ve yaralarını sarmak için bir istek ve hevesle atılma gördü ki, bu da yetmiyormuş, ruhları yine yeterli derecede yakınlaşmamış gibi ağlamaklı bir sesle: "Kardeşim, yahut benim annem olunuz..." diye inledi.
O dakika Suad'ın gözlerinin şükranla kendisine baktığını gördü, sonra bu gözlerin parlaklığı süzülüp birer damla oldular. Kalbinin ona koştuğunu hissetti ve gözlerinden iki damla ağır ağır düşerken ikisine de aşklarının en mutlu ve can alan dakikalarını yaşıyoruz gibi geldi.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro