On Birinci Bölüm
Öğleden sonra, Suad, piyanoda Necib'in sabahleyin İstanbul'dan "Size yeni iki eser!" diye getirdiği Mascagni'nin "İris"i ile Pucci'nin "Tosca"sını çözmekle uğraşıyordu. O iki saattir parçaları çözmeye uğraşırken, Süreyya da kaç gecedir Necib'le beraber çıktıkları yeni merakı lüferciliğin hevesiyle zokaları temizliyordu. Necib, Eduard Rod'un yeni çıkan "Yolun Ortasında" romanının sayfaları arasına gömülmüş, on beş dakikadır aynı sayfada kaldığını unutmuş, dalmıştı.
Süreyya, ara sıra yaptığı gibi, yine birden sessizliği bozarak: "Dadın nerede Suad?" diye sordu.
Suad, iyice görmek için eğilip notaya sokularak cevap verdi:
"Bilmem, aşağıda olmalı... Ben piyanodayken o burada durmaz ki..." Süreyya mırıldanarak: "Sanki benim de niyetim var, bu gidişle..." diye eğlendi.
Bu, Tosca'nın üçüncü perdesinde Tosca ile Cavarodossi'nin düettosu idi. Orada ilk hamlelerde notalar bazen yürüyüşlerinde aksayarak, bazen ölçülerinde bozularak çıkıp bir şeye benzemezken tekrar ede ede yürüyüş uyumunu buluyor, artık neredeyse gerektiği gibi çalınmaya başlıyordu. Bu müzikleri sürekli dinlediği için Necib'in zihninde yer etmiş olduğundan, Suad bu sefer hepsini birden ciddi olarak çalmak için baştan başladığı zaman Necib uyanarak elinde olmadan bir "Oh!" etti. Suad, başını çevirip yandan bakarak:
"Ne güzel değil mi?" dedi.
Süreyya zokalarıyla meşgul, başını kaldırıp:
"Hayret! Bu nasıl oluyor, şaşıyorum?" dedi. "Bunun nesini o kadar güzel buluyorsunuz Allah aşkına?"
Sonra, onların susması üzerine hâlâ meşgul, gülerek dedi ki: "Bana ne gibi geliyor, biliyor musunuz?"
Necib de gülerek sözünü kesti: "Senden önce ben söyleyeyim... Hep müziği sevmeyenlerin düşündüğü şey... Diyorsun ki 'Biz de anlamıyoruz...' Fakat özellikle yapıyoruz. Bir tutkunluk göstermek mi, anlıyor görünmek mi, bilmem, bunun gibi bir şey değil mi? Herhâlde samimi değiliz."
"Ooo, sen birdenbire pek abarttın. Ben sadece şöyle düşünüyordum ki, bunu o kadar güzel olduğu için değil, sevmek gerektiği için, meşhur olduğu için seviyorsun..."
Necib yine güldü:
"Yine benim söylediğim gibi... Fakat ah bir kere hissetsen, Süreyya..."
Suad, Süreyya'nın musikiye ilgisizliğini bilmekten doğan bir alışmışlıkla dinlemeyerek devam ediyor, parçanın artık bütün güzellik ve ruhunu vermeye çalışıyordu. Necib, tutkun dinliyordu. Sonra kalkıp eğildi, parçaya baktı. Bu: "O Dolçe mani..." diye başlıyordu.
"Ah, tatlı eller!.. Ne güzel yarabbim, ne güzel?" diye söylendi.
Süreyya başını sallayarak gülüyordu:
"Artık bu kadar da ben söyledim diye olmalı..." dedi.
Bu, Necib'i o zaman biraz sinirli bir açıklamaya mecbur etti. Bunun için örnek gösteriyor, biraz hızlı, hiddetli dille: "Bu tıpkı senin bayıldığın, mesela suzinak bestesini hiç de dinlememiş, musikideki zevk ve bilgisi uşşaktan "Yandım ateşlere ey mah..." ile "Her ne mümkünse sana ettim feda"yı geçememiş bir adamın ağır şarkıları beğenmemesi gibi bir şey..." diyordu. Birçok örnekler getirip iyice anlatmaya çalışarak sonuçlandırıyordu:
"İnsan dinlemeyince kulağı, ruhu bu nağmelere alışmayınca..."
Süreyya da öfkelenerek:
"Ama bunları işte ben de dinliyorum..." diye sözünü kesti.
Necib bir müddet kararsız, gülümseyerek durdu. Hak ve zaferin pek kolaylıkla kendinde olduğuna karar vermiş, kendinden emin, olanlara özel bir alaycı gülümsemeyle bakıyordu. "Ruhun doymuyor" demek ağır geliyordu. Fakat sonra bir karşılık buldu. Dedi ki: "Bunda elbette zevk ve mizacın da payı var... Senin tıpkı balıkçılık merakın gibi... Herkesin ruhen bir şeye meyli, kabiliyeti olur."
Onlar konuşuyorlar, Suad öbür tarafta müthiş bir şekilde acı çekiyordu. Süreyya'nın bu konuda iddiasını pek boş, pek aciz buluyordu, elbette pek kolaylıkla suçlanabilir ve savunduğu fikirde yenik düşebildiği böyle bir tartışmaya girdiği için sıkılıyor, fikren Necib'le olmakla beraber kalben Süreyya'yı bırakamıyor, onu böyle müziğin yüceliğine hissiz kalıp balıkçılık gibi şeylere meylini hepsinin önünde görmesi ağır geliyordu.
Necib birden piyanoya doğru yöneldi notaları karıştırarak:
"Hah işte bak, bir hava bulacağım ki beğeneceksin... Bir değil, beş, on... Çünkü onu dinlemişsin ve çünkü onun için daha o kadar alışmak lazım değildir. Bir zaman Konkordiya'ya giderken bilmem hatırlar mısın, hastalıklı bir sarışın kız söylenir dururdu."
Ve elindeki notayı piyanonun önüne koyarak:
"Santa Lucia... Barkurala..." dedi.
Suad ıstıraplı, işkence içinde, piyanonun önüne dönüp, artık yeter ricasıyla bakan gözleriyle: "Eee, artık gezelim... Bugün gezmeye gitmiyor muyuz?" dedi.
Sonra kışın geldiğinden bahsetti. Bir kere o artık büsbütün gelince, evde kapanıp kalacaklarından şikâyet ediyordu:
"Bu sene galiba kış erken gelecek, baksanıza havaya..." dedi.
Süreyya'nın meşgul olup ses çıkarmadığını görünce Necib'e baktı. O, başıyla Süreyya'yı göstererek ona havale etti. O zaman Suad tekrar sordu. Süreyya işini bitiriyor gibi davranarak "Beş dakika daha, hazırım." dedi.
Hava açık mı kapalı mı tam olarak karar verilmeyecek bir hâldeydi. Sabahleyin rumeli ile başlamıştı. Sonra lodosa döndü. Bazen yağmur yağacağı düşüncesini veren bir loşluk çöküyor, biraz sonra beyaz bulutların arasında büyük mavi parçalar çoğalıyor, bulutlar yırtılıp dağılıvererek güneşin arada parladığı oluyordu. Karşıda kırda bulutların gölgeleri kafilelerle seyrediyorlar, bir süre aşağı uçuştuktan sonra, her an değişen akımlara uyarak şimdi tekrar yukarı çıkıyorlardı. Öyle anlar oluyordu ki, uzun yağmurlu kış günleri akla geliyordu. Fakat onlar çıkmak istedikleri zaman bulutların bir karanlık sertliği ile Büyükdere üstüne büyük kümeleriyle yığılmış, güneşin, şimdi sıcak bir ışık demeti ile etrafı ısıtmış olduğunu gördüler. Etraf rüzgârsız, hareketsiz, sessiz kalmıştı. Denizin bir kısmı bulutlarla solmuş, biraz ilerisi güneşle yanmış, durgun, dinleniyor, Anadolu yönüne doğru hissolunmaz, yavaş yavaş mavileşerek sonunda bütün sahil en ufak çizgileri ve şekillerine kadar net resimlerle yansıyordu. Hiçbir soluk yoktu, sade bir ılık deniz havası bitkin dalgalarla, ağır sürükleniyordu.
Sandala binmek istiyorlar, yağmurdan korkuyorlardı. Süreyya, Büyükdere üstündeki bulutları göstererek bunların nasıl acımasız bir tufan olabileceğini söylüyordu. Fakat şimdi bulutların yavaş yavaş arkasına kayıp onların gölgeleriyle gölgelenen güneş sönerek tabiata öyle bir hüzün sessizliği, bulutların güneş görmüş dalgalarının denize yansıyan kurşunî yansımalarına öyle bir parlak tutkunluk, acı yüklü bir keder geliyordu ki: "Bu havadan fenalık gelmez..." dediler. Hem karşı tarafın seması bir mayıs seması kadar pak ve çivit renginde uzuyordu.
O zaman sandala bindiler. Bir gölde geziniyor hayaliyle memnun, denizde insana bir aşk ve gizlilik hissi veren mahzun bir durgunluk içinde sandalın sessizce kayıp akışıyla memnun, suların sakinliğinde ve durgunluğundaki hoşluğa karşı, gökte, denizde, karada sessizlikten başka bir şey duyulmadığı bu zamanda şiire doyarak gezdiler. Büyükdere açıklarına çıktıkça vadiyi ince görmeye başladılar. Ta ilerde Bendler'in kemerleri ile daha sonra sürüklene sürüklene dalgalanan küçük tepeler silsilesiyle, bütün vadiyi kuşatarak sonunda alçalıp dağılan dağların, yeşilin bütün renklerini gösteren ağaçları ile, bu vadide bakışları saatlerce meşgul edecek bir görüntü vardı. Deniz beri tarafta Beykoz koyunun son sınırına, bu tarafta Karadeniz'in ufuklarına dumanlanıncaya kadar hep öyle bir sakin ve kederliydi.
Fakat üstlerinde gümbürtülü bir çatırtı ile birden dökülecek korkusu veren bu yığılmış dağlar gibi bulutların yeni duman dalgaları ve renkleri ile asılı duran hâlinde öyle bir öfkeli tehdit vardı ki, bütün vadi, hatta üstünde mavi sema ile taçlanan deniz bile, ürkmüş, korku ve heyecanla susuyor, sanki bekliyordu. Hissolunmaz, şüphe edilir gök gürültüsü geziniyordu. Karartı gittikçe çoğalıyor, yayılıyor, manzara gittikçe korkunç bir karanlığa, yavaş yavaş Anadolu'ya geçtikçe endişesiz mavilikleri karartan bir korkuya dönüşüyordu. İnsana bir salonun ıssız bir yeri ve gölgelerinde bulunuyormuş hissini veren bu sessizlik, bu yoksunluk içinde bilinmeyen bir korku, bir çekingenlik yayılıyordu. Bu çekingenlik içinde, bir tehlike olsa bile bir şey olmaz hissiyle, bununla beraber yine bir endişe titremesiyle bekleyen insana bir tufan korkusu verirken sade bir yağmur beklemekten gelen zevkle, memnuniyetle bekliyorlardı. Sandal hareketsiz, küreklerin yansıması denizde sessiz duruyordu.
Ve insana emin kalplere sığınmak ihtiyacı veren bu hava içinde, Necib, karşısında gözleri bir hüzün ve şiir damlasıyla yaş dolu dalmış görünen Suad'a bakarak, onu hiç görülmemiş bir güzellikle görerek, tutkunluğu birden son ateş derecesine çıkaran bir çekicilik hissediyor, ona nasıl kopmaz bağlarla, nasıl dehşetli bir şekilde bağlı olduğunu kalbine saldıran heyecandan, sade ona bakmak heyecanından anlıyordu. Ve bunu arttırmak içinmiş gibi en küçük yüz çizgilerine kadar dikkat edip cazibesini artırmak isteyerek, içinden onun ateşlerini çoğaltıp ölerek yaşamak istiyordu. Ona hayatın en can yakıcı, en dehşetli mutluluğu bu hâl gibi geliyor, ancak şimdi, hayatının hep zevke ve hazlara düşkün olarak geçen senelerinde ancak şu saatlerde hayatımı yaşıyorum hissi geliyordu.
Ah, onu ne kadar seviyordu yarabbi! Ne kadar ateş ve istekle seviyordu. Onun en manasız şeylerine bile özel düşkünlükleri vardı. Onun bir düğmesi için kalbinde zaaflar, bağlar buluyor, şömizetinin kıvrımları, dikişlerin nezaketi, kolundaki küçük düğmeler, sonunda bütün bu değersiz şeyler için onda başka bir çekicilik yükseliyor, hepsine ayrı ayrı âşık oluyordu.
Onu asıl öldüren Suad'ın gözleriydi. Ve en çok kendini zevkle dehşete düşüren şeylerle ölüyormuş hissini ortaya çıkarmak için ölümün nasıl tatlı bir şey olduğunu hayretle görüyordu. Bu gözler, ah bu gözler!.. Bunlara bir renk vermek mümkün müydü? O kadar uzun süre bakamıyordu ki, rengini belirleyebilsin. Bakmak mümkün değildi. Özellikle bakışlarından anlasa, bari bakışlarından anlasa, ne zaman Suad'a baksa onun gözlerinde kendine bağlılığını görürdü. Bir anda çarpışan bakışlar... O zaman bu göze bir siyah elmas gibi, bir siyah ateş gibi yakarak bakıyor, manasında öyle irade yıkan bir çekicilik, öyle bir tutku, öfke, taparcasına bir aşk, hüzün ve neşe manaları birbirine karışıyordu. Bunlar öyle belirsizce devamlı titremek, parlamak, yanmak kuruntusu veriyordu ki onlara bakan göz, düşkün, hayatta bu bakışlardan başka herhangi bir şeyden zevk alınamayacağını anlatıyordu fakat o derece zevkten sersem, bitkin düşüyordu. Ah, ruhunda ne fırtınalar, bu bakışın siyah yahut koyu kestane anlamlı ışık demetinin içinde nasıl hemen bayılıveren hücumları oluyordu. Eğer kendini tutmasa haykırmak gerekecekti. O arzuyla bir dakika bile bakamıyordu, baktığındaysa sürekli ve erişilmez bir mutluluk yaşıyordu. Aynı mana kaşlarda da vardı, sade eğilmeleri, sade üzerlerinde uçuşan titreyişlerle o neşe ve hüzün manaları aralıksız sürüyor ve beyaz yahut hafif sarı diye kesin bir karar verilemeyecek bu kumral silik çizgiler yumuşaklıklarıyla, ifadeleriyle, bakışlarla bir anlam oluşlarıyla onu sarhoş ediyordu. Saçlarının lülesi alnını açık bırakıp kaşlarının ucuna kadar dökülüyordu. Bunların o noktada kalmalarının gerekli olduğunu Suad'ın ara sıra elinin becerisine güvenerek şöyle bir düzeltmesinden anlaşılırdı. Sonra saçların asıl kümesi, bu kulakların arkasından birden çoğalarak tepesinde toplanan siyaha yakın kestane yığını... Necib bunlara saatlerce bakarak işte bütün emellerinin, bütün mutluluğunun orada gizlenmiş olduğunu düşünür, ne zaman onu sarhoş edici kokusuyla kendinden geçecek olursa mutlu ölüm o zaman gelecekmiş fikriyle yanardı.
Ve Necib'in gözleri hepsine tek tek baktıktan sonra sıra dudaklara geliyordu, bunlardaki donuk ateşi karanfil kırmızı ile yine bütün o yüzde titreşen dokunaklı manasıyla nemli, o şuh, sitemkâr ifadeyle titrercesine duruşu onu büyülüyordu. Dişler, bunların izinleriyle gülümsedikçe bütün bu manalar yüzlerce çoğalarak gözlerine kadar bulaşan bu tebessümle onun ruhu bu yüzde o kadar şuh ve neşe dolu görünüyordu ki, o zaman Suad'ın niçin bu kadar yüce ve âşık olunmaya değer olduğu ortaya çıkıyordu.
Necib'in bakışlarını cezbeden şeylerden biri de onun elleriydi. Bu eller hoş ve ipek yumuşaklığında, beyaz ve inceydi. Altındaki mavimtırak damarların karmakarışık hatları, insana bu şahane yaratığın bin türlü nedenle kaybolacak, ölümlü zavallı bir beden olduğunu hissettiren acı bir duygu veriyordu. Ve Necib, bir çekicilikle tekrar onun vücudundaki her çizgiyi duraklayarak incelerken tekrar ellerine gelip bu duygu ile zayıf kalınca derin bir acıyla bakarak: "Ah zavallı insanlar!" diyordu. Böyle yüce bir kadın bulup da sevmek ve sonra sevilmek için gayet mutlu olmak gereken hayat arasında, bu kadar mutlu olsak bile, yalnız sayılması bir hafta sürecek hastalıkların ve afetlerin muhtemel kurbanı olmak, böyle bir tesirin esiri olmak ona pek acı geliyordu. Buraya gelince: "Ben tersine o kadar bile mutlu olamadım, sade sevdim..." diyordu. O sade sevmişti, aşk kelimesinin en belirsiz ve gizli, en açık ve en büyük manasına kadar sevmiş, ölümü göze alacak kadar sevmişti. Fakat onu istemenin bile bir cinayet olduğunu görerek hayatta sevdikleri tarafından sevilenler de olduğunu düşününce ah ediyordu. Ve sonra, öyle sevip sevilenler için bütün o afetler hazırdı, değil mi? Ah onların ne kadar ölümlü, elimizden kaçmak, soluvermek, bir gün son hazin bir nefesle sönüvermek için, nasıl bunlar için yaratıldıklarını acıyla görüyordu: Mutlu olsak bile hayat, sade harap eden hayat, sade yiyen, yıkan, öldürüp ezen hayat hüküm sürüyordu.
"Ah, fakat ölüm olmasaydı ne dehşetli bir cehennem olurdu!" diye kalbi sıkıldı.
Birden küçük, telaşlı, perişan rüzgârlar koşuştu. Denizde hava akımları uçuştu. Süreyya: "Ooo, oo!" dedi.
Suad: "Kaçalım, tufan geldi!" diye çırpındı.
O, küçük, kısa gülücüklerle gülüyor, çarşafının altında göğsü sarsılıyordu. Necib tek bir saniye ona baktı. Bu bakışta öyle bir ateş vardı ki Suad'ın gülücüğü dudağında donuk bir gülümseme hâlinde kaldı, gözleri eğildi.
Sandal hızla yükselmeye başlamıştı. Fakat birden ta vadinin üzerinde yığılmış bıraktıkları bulutları başlarının çevresinde dolaşıyor buldular. Oradan buradan koşuşup çarpışan, denizde küçük kasırgalar yapan rüzgârların öfkesi artıyordu. Sonra yalnız bir yönden kuvvetli ve biraz da serince esti. Önlerinden denizde siyahlaşan, titreşen bir gölge gibi koşuyordu. Sessizliğe alışmış kulaklar, rüzgârların tepelerde ağaçları hırpalayarak estiklerini işitiyordu. Bulutlar birden kızışmış, korkunçlaşmış, havalanıyorlardı.
"Ay, yağmur!" dediler.
Ilık birkaç damla gelmişti. Sonra artık devamı geldi. Önce denizde her damlanın sessizliği görülüyordu. Suad: "Aman çabuk, çabuk kötü ıslanacağız!" diye telâş ediyordu. Sonra yağmur artık hırs ve akıntıyla inmeye başladı. Ancak üç dakika sonra yalıya yetiştiler.
Süreyya "Vah vah, bizim lüfer seferi yandı!" diyordu. Sonra bulutlara bakarak başını salladı: "Bu gece ay dörtten sonra çıkacaktı, o zamana kadar..."
Onlar odalarına soyunmaya gittikleri zaman Necib soyunmaya, elbise değiştirmeye gerek görmeyerek tembel, garip bir sıkıntı ile balkona çıktı. Orada, bu kışa benzeyen dalgalar ve öfke içindeki tabiatı seyretmekten büyük ve acı bir haz aldı. Arkasından Suad'la Süreyya geldiler. Suad: "Ne güzel yağmur, değil mi?" diye dumanları gösteriyor, Süreyya "Tamam biz lüfere çıkacağız, gökyüzünün kapıları açıldı." diye söyleniyordu. Uzun uzun, yağmurun tufanı andıran düşüşünü seyrettiler. Yollarda seller oluşacak sanıyorlardı. Her taraf su içinde kalmış denilecek bu yağmurun yere inişlerinde deniz dalgasız, sakin uzanıp gidiyordu.
Necib, bu sessizlik arasında bu duman, bulut, su hücumunda birden kış içindeyim kuruntusu, kışa bir düşkünlük hissiyle titredi. Bu, uzun güneşli günleriyle, sıcak geceleri, göz kamaştıran çehresi, nefesi boğan sıcağıyla insanı artık bıktıran yazdan sonra, durgun ve tembelliğe eğilimli insanlığın huyuna pek uygun gelen, insanı köşe-bucağa, soba yanlarına sokulmak hissini veren soğuk, tembel kış fikri, uzun yağmurları, siyah gökyüzü, çamurlu sokakları ile akşamlara kadar evden çıkmaktan korkutan kış fikri onu sarhoş etti. Bu yağmur, uzun gevşemelerden sonra sanki sinirlerini rahatlatıyor, bu duygu kış arzusuyla karışarak onu sevindiriyordu. Özellikle kışın asıl kavuşma anı, hep renk ve ışıktan, bütün ateşten ve nurdan yorulmuş sinirleri ve duyguları için, kışın geldiğini düşündüren bu ilk gün pek hoşuna gidiyordu. Başka günler herkesin ağır kalabalık yürüdükleri yerlerde, su altlarında telâş ve aceleyle koşup yuvasına kapanıldığı, orada dışarının rüzgârından, sularından, çamurundan kurtulup hastalıktan, soğuktan korunmuş bütün aileyi, o ev içini sevdiren bir çekingenlikle kapıların, pencerelerin sıkı sıkı kapanıp çocukla ve eşle yemek masasına koşulduğu ilk kış günü... Beyaz keten örtünün üzerinde tabaklarda çorba dumanlarını dalgalandığı, saatlerce, günlerce bu sıcaklık ve mutluluk içinde olunacağına emin olmaktan doğan huzur ve rahatlık geldiği: "Adam sen de gelirse gelsin" diye bir tehlikeyi cesaretle beklemekten doğan heyecan ve ferahlığın geldiği kış günü...
Fakat onun ne böyle bir gün seve seve koşup kapanacağı bir aile yuvası, ne bir ümidi vardı. O, kış geldiği için artık buradan da gidecek, bir gün konakta, öbür gün kız kardeşinde, dostsuz, insansız, kadından, asıl, asıl yarabbim, işte Suad'dan yoksun, ondan uzak, onun sesinden, havasından uzak yaşayacak... Sürünecek...
Şiddetli bir öfkeyle haykıracak kadar ümitsizleştiren bir acı ile etrafına baktı. Orada akşamın yavaşça inen siyahlığı içinde, sade Suad'ın hayalini fark etti. Bu hayal bütün ince ve düzgün boyu ile, kollarından ayrılıp beline doğru yumuşak bir dolanımla incelen vücudu ile bunların üstünde bulutlanan saçlarıyla, yağmura bakıyordu: Onun yanında vücudunun havasında imiş hissiyle bir inleme ihtiyacı duydu. Onu o kadar güzel, fakat o kadar kendinin değil, hiç değil, o kadar değil gördü ki...
Suad, boğuk bir inilti işiterek başını çevirdi, Necib'i oraya koltuğa dayanmış, mendilini ısırıyor gördü. Elinde olmadan: "Ne oluyorsunuz?" diye iki adım atmış bulundu; fakat durdu. Önce onu yine birden tifonun ilk geldiği gün gibi ağzı burnu kan içinde yere kapanacak sanmıştı. Fakat tavrından işte o öldürücü anın geldiğini hissedince sapsarı, heyecan içinde kaldı. Bütün geçen günlerde bu anın, bu itiraf anının bir saniye gelip çatacağını düşünüp korkmaktan gelen bir telâşla ayılıverdi. Necib uzun, ağır bir sessizlikten sonra: "Hiç, hiçbir şey..." diye mendilini indirdi.
Sonra birden başını çevirip her şeyi göze almış bir karanlık bakışla: "Ölüyorum, işte o!" dedi. Ve sonra bütün ateşini bu sözlerle anlatamamış gibi "Ah ne kadar ölüyorum, ne kadar acı çekiyorum bir bilseniz?" diye inledi.
Suad boğuluyor gibi ellerini kaldırdı, Allah aşkına ne olur tavrıyla bakarak eliyle susmasını rica etti. Necib, öfke ve isyan artık elinde değilmiş gibi devam etti. Şimdi sesinde derin bir üzüntüyle titriyordu:
"Hayır, hayır, artık zaten her şey bitti... Zaten neye yarar, niçin susayım, her şey bitti, her şey... her şey..."
Suad, kulaklarında uğultularla, boş gözler, çekilip toplanan dudaklarla duruyordu. Geri çekilmek istedi; fakat Necib'in eli bir ricayla kalkmıştı. "Ah beni aşağılamayınız..." diye yalvardı. "Sizi öyle değil, bilmeyerek sevdim; nasıl olduğunu bilmeyerek, bir kardeş gibi, bir anne gibi sevdim..." Ve buraya gelince tekrar acı bir sesle: "Yok, ediniz, beni aşağılayınız. Ben buna layığım!" diye inledi.
Ve Suad, onun bu sözleri söylerken birden başını ellerinin arasına alıp oraya dayanarak hıçkırdığını gördü. Şaşkın, bir şey söyleyemeyerek, kalbi derin bir merhametle sızlayarak, susuyordu. Ne yapacağına karar vermeyerek donmuş gibi dururken bin tereddütler, kararlar arasına çalkalanıyordu.
Karanlık gittikçe yayılıyordu. Suad, yakıcı bir bakışla ona bakarken yavaşça çekilmekten başka kurtuluş çaresi göremeyerek uzaklaştı. Necib, o kadar sevilen bu kadının bu uzaklaşışı karşısında, elinden mutluluğunun ve hayatının yavaş yavaş kaçtığını acı acı hissetti. Yağmur dışarıda kâh bir sağanakla hızlı ve kızgın, kâh bir sessizlikle durgun ve yorgun yağıyordu. Necib burada ne kadar durmuştu, bunu belirleyemiyordu. Başını kaldırıp etrafına baktığı zaman soğuk ve rüzgârlı bir gece içinde üşümüş olduğunu fark etti.
Ne yapmıştı yarabbi? Şimdi biraz öncesini, bir rüyadan uyanıp hatırlamak isteyerek anılarını karanlıklara boğulmuş bulanlar gibi görüyordu. Fakat kâbus asıl şimdi hüküm sürmeye başlıyordu. Birden kendini onun gözünde o kadar sefil ve adi gördü ki, hemen yarın kaçmaktan başka bir çare olmadığını anladı. Onun karşısına nasıl çıkacaktı? Ona artık nasıl bakacaktı? O zaman şimdi yemeğe ineceğini düşününce ne yapacağını şaşırdı. Kendini suçluyor, "Niçin, niçin bunu yaptım?" diye dövünüyordu. Ve yemeğe inmek gerektiği zaman ikisinin de yüzüne bakamayarak, hiçbir şey isteyemeyerek, kaçmaktan, kaçıp odasına kapanmaktan başka bir şey düşünemeyerek, işkence içinde kaldı. Süreyya, bu gece artık balığa gidemeyeceğinden dargın, kışın böyle gece gündüz yağmur yağınca evde hapsolmak ihtimaliyle öfkeliydi. O, uzun uzun konuşurken Necib cevap bulmakta zorluk çekiyordu.
Suad yemek boyunca sustu. Onun yüzünde nasıl bir gücenme ve soğukluk olduğunu merak eden Necib, gözlerimiz karşılaşır diye bakamıyordu. Bir an oldu ki gözler birbirini çektiler. O zaman Necib, Suad'ın gözlerini bulanık, bozuk gördü. O kadar sevdiği bu kadını böyle üzmekten başka bir şey yapamamak onu harap etti. Yarın kaçıp, kadıncağızı rahat bırakacağını düşünerek bu kararından mutluluk duydu. Kendisini, onun üzüntüsü huzurunda unutuyor, "O rahat etsin de..." diyordu.
Gece sessiz, yakıcı, monoton oldu. Odasına çekildiği vakit fikirlerin karşıtlığı arasında, yorgun zihninin, dinlenmeye muhtaç sinirlerinin bütün düşüncelerinin kalabalığı ve duyguları arasında, iyi kötü karşılaştırmalardan hiçbirisinde duramayıp hepsinden atlayarak sabahı işkenceler içinde bekledi. Ah, söylemeseydi, şimdi yine önceki gibi olsaydı, bununla yetinebileceğini görüyordu. O zaman tekrar: "Niçin"ler başlıyor, bırakıp gideceği aklına geldikçe acı bir korkuyla yüreği yaralanıyordu. Sabaha karşı, yorgun, hasta dalmıştı. Uyandığı zaman soluk bir gün ile yarı aydınlanmış odasında idama mahkûm olanların uyanışı gibi birden kaderini görmekten doğan korku ve titremeyle içi yandı. Tekrar "Niçin yaptım, yarabbim?" diye inledi. Fakat artık buradan defolup gitmekten başka çaresi kalmamıştı. O zaman, burada, hatta dünkü hayatına hasret çeken, sefil ve düşkün, hazırlandı. Aşağı indiği zaman onları odada, beraber, suskun buldu. Süreyya: "Ooo, nereye Necib?" diyordu.
Sonra serzenişe başladı:
"Öyle ya, çünkü hava yağmurlu... Ama ihanet bu, sadece ihanet... Bilir misin? Sana ne söylesek haklıyız. Kış geldi diye, azat buzat cennet kapısında bizi gözet ha? Öyle şey olmaz."
Bunları şaka diye dinledi ve gitmesi, gecikmesi imkânsızmış gibi o da şaka ile karşılık vermeye çalıştı. Sonra şakası onu özür belirtmeye yöneltti. Bu kadar uzun müddet rahatsız ettiği için af diliyordu. Ruhu titreyerek, bu sözleri ona hitap etmekten doğan bir titremeyle, sesini idare edememekten korkarak söylerken gücü kesildi. Ah, ondan bir bakış, bir teselli kelimesi, bir affedici bakış olmaksızın gitmek!.. Buna katlanamayacağını görüyor, başını eğmiş, suskun, işle uğraşan Suad'a bakmaktan korkarak gözlerini çevirmediği hâlde sade onu görüyordu.
Ve sonunda, artık gitmek gerektiğini ümitsizce görüp hasretle veda ederken, Süreyya'nın hâlâ süren şikâyetleri arasında onun başını kaldırıp bozuk bir sesle: "Büsbütün değil ya... Yine gelir elbet..." dediğini işitti. Ve onun gözlerinin bir saniye, sözlerinin cevabını bekler gibi, kendine yöneldiğini hissetti. Ah, bu gözlerdeki mahzun soru manasını, bu yorgun zavallı ağlamış gözlerdeki af nuru!.. Necib, dünyaları hevesine oyuncak edecek bir sevinç coşkunluğu ile dışarı fırladı. Kapıdan çıktığı zaman sendeliyordu. "Ah beni seviyor, seviyor, seviyor!" diye tekrar ederek çamurlara daldı.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro