Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

On Beşinci Bölüm

O zaman, hatta son haftanın mutluluğunu bile önemsiz gösterecek kadar büyüleyici bir hayat devresi başladı.

Bu büyük aşk, Necib'e sürekli artan ve genişleyen, ferahlamaya yönelten bir hayat veriyordu. En son heyecan derecesine ulaştım zannettikten sonra şimdi öyleleri oluyordu ki, hep öncekilere üstün geliyor, hiçbir zaman bu kadar müddet ve bu kadar şiddetle mutlu olmadığını itirafa mecbur oluyordu. Şimdiye kadar hiçbir zaman bu kadar bağlılığı olmamıştı ki bu kadar devam edip de kinle, ilgisizlikle, yahut iğrençlikle yaralanmamış olsun. Suad'ın aşkı onu her zaman yeni bir hayata, hayran olduğu, bilinmeyenin verdiği heyecanın tutkunluğuna, temiz ve saf olduğu için, şüphe edemediği için başkalarına benzemeyen bir bağlılığa yöneltiyordu.

Böylece ekim ayı, kendisi için hayatında bilmediği, tanımadığı bir mutluluk devresi oldu. Bu ay, sabahları sisler, sisleri yırtan canavar iniltileriyle vapurlar, baharı andırır gibi iken birden bütün mevsimlerin renkleriyle can çekişip sonunda siyah bir kış akşamıyla bunalan günler ile kendisi için ömür boyu hatırasında işlenmiş olarak kalacak bir sonbahar ayı oldu.

Önceden şiirini artırmakla beraber şüphe ve ümitsizliğe de sürükleyen son günlerin kapalı hiçleri bugün artık güven ve gerçek bir kavuşma sözü ve sevinci veriyordu. "Benim, benim için!" derken gelip sevinçlerini ezen "Ne belli?" şüphesi, en sevinçli zamanında onu öldüren: "Ne olacak?" endişesi artık silinmiş, hepsinin yerine birbirini son dereceye kadar seven, bunu anlatan ve sağlamlaştıran iki kalbin saygısı ve ilişkisiyle bunun eserleri olan bağlanmalar, bakışlar, tebessümler yerleşmişti. Artık birbirlerinden gizli, ayrı hiçbir şeyleri olmuyordu. O kadar ki Süreyya ile Suad'ın böyle olmadığını gören Necib'e çılgınca bir mutluluk veriyordu. Hatta öyle şeyler vardı ki sadece ikisinin arasındaydı, Süreyya'nın hiçbir şeyden haberi yoktu, bu onlara sanki aşklarının kuvvet ve şiddetini gösteriyor, hatta artırıyor ve onları adeta sarhoş ediyordu. En ufak şeylerden bile mutluluklar yakalayarak yaşarken bir gün bu mutlu hayatlarının biteceği düşüncesi onları hüzünlendiriyordu. Bu hüznün ikisini de fazlasıyla hırpaladığı oluyordu. Fakat Suad'ın gözlerinde o kadar sonsuz bir gökyüzü maviliği vardı ki ona baktıkça: "Ama sen biliyor musun, sana fedayım, sana fedayım..." diye haykırmak isteğiyle boğuluyordu.

Tesadüflerde, vedalarda öyle bakışları oluyordu ki, şükran ve tutkunlukla titriyorlardı. Ancak kendileri, birbirlerini mutlu edeceklerini, ettiklerini bilmekten doğan bir ihtiyaçla, beraberken ve ayrıyken hep birbirini düşünüp mutlu olduklarını anlatan bir güvenle, vedaları bile bir mutluluk oluyordu. Onlar birbirlerinden ayrı bulunmakla ayrılmış olmuyorlardı. Ayrılığın bir hüzün damlasıyla ve hasretle sarhoş ettiği ateşli bir aşkla daha da bağlanıyorlar, senden başka emeli, senden başka düşüncesi, senden başka beklediği olmayan bir varlığı gidip mutlu ederek mutlu olmak heyecanıyla geçen bu saniyelerde oraya koşmak, tekrar o bakışlarda sarhoş olmak arzusuyla yaşıyorlardı. O zaman ayrılmak, tekrar görüşmek heyecanlı bir titreyişle birleşmek hâlini alıyordu.

Başkalarının yanında birbirini daha çok seviyorlar ve bu, aşklarını daha da yüceltiyordu. Çünkü yalnız kaldıkça hâlâ o masum heyecan onları perişan ediyordu. Hâlbuki alıştılar, birbirine ilk anlarını itiraf ettikleri, küçük küçük bir şeyler paylaştıkları anlar oldu. Necib, ona nasıl bağlandığını, onu niçin sevdiğini anlatırken, yavaş, ancak işitilecek kadar tek tük sözlerle hikâye ederken, o dikişinin üstünde dinlemiyor gibi meşgul, dalar kalırdı. Bu öyle bir dereceye geldi ki, hayatlarının bu iki devresini birbirine karıştırmaktan korkmaya başladılar. Başkalarının yanında kendilerini unutup bir tedbirsizlik etmekten korkarak titriyorlardı. Meselâ önceden sofrada "Niçin almadınız, Necib Bey?" derken şimdi buna sade rica ve ısrar eder bir bakış gayriihtiyarî bir manaya geliyordu ki, bir gece Süreyya'nın da bakışı araya girdiği için ikisi de birden sararıp donmuşlardı. Öyle zamanlarda Necib, heyecanını gizlemek, doğal görünmek için gereksiz sözler bulmakla uğraşarak, kendinden ve onlardan memnun olmayarak, kötü bir an geçirirdi.

Duygularına esir olup giderken bu arada bir ikaz darbesi oluyordu. İkisi de hissediyordu ki, bu yapılan şeye ne denirse densin, nasıl söylenirse söylensin iyi bir şey değildir. İşte kendilerini engellemekle bunun çirkinliğinden ruhlarını kurtaramıyorlardı. Süreyya'nın bu bakışları altında soğukkanlılığını, sevgisini koruyamıyor, onların ne lekeli, ne yaralı olduğunu saklayamıyordu. Evet, bu kadar iyi niyetle, o kadar yüksek bir istekle beraber bu yine ara sıra iyi bir şey görünemiyor, kalbine bir ezginlik, bir korku getiriyordu.

Ve bu yakıcı tesirle oradan çıkıp yalnız kalınca bunları daha bir ciddiyetle ve acıyla düşünmeye kendini vererek karanlık ve kalabalık içinde duyguları düşüncelerine karışıyor, garip ve vahşi felsefeler yaptığı oluyordu. Tabiatta her şeyin insanları aşk ve kavuşmaya yönelttiği ve davet ettiği, engellerin sadece düzenlenmiş ve temelsiz önlemlerden, hatta faydasız uğraşlardan ibaret olduğu fikrinde şu anda sabit olduğu için kendinin yine ıstıraplı ve güçsüz oluşunu anlamıyor, zaaf ve çaresizliğine kızıyordu. Kendini muhtemel ve söz verilen bir mutluluk için her kayıttan serbest tutmaya, aşkından başka her şeyin boş olduğuna karar verip, başka hiçbir şeye önem vermemeye kesin karar vermiş olduğu hâlde engellemek elinden gelmiyordu. Bazı duygularına boyun eğerek bu kadarını da feda ediyor, maneviyatta her şeyi feda ederek yetiniyor ve yine bundan bile acı duyuyor ve yine eziyet çekiyordu: Süreyya'nın karşısında içinden: "Hayır bana bakma Süreyya bana böyle sevgi ve yumuşaklıkla bakma... Ah bilsen..." demek istiyor, özellikle Suad'a böyle büsbütün sahip olduktan sonra elinden ne kıymetli bir malını gasp ettiğini görerek onun karşısında olmaktan büsbütün usanmış oluyordu. Düşündüğünde temelsiz bulduğu şeylere böyle elinde olmadan böyle esir ve tabi oldukça: "Acaba düşündüklerimde mi yanılıyorum?" dediği oluyordu. Fakat hayır, bu akıl ve mantığın, fen ve hikmetin son netice çıkarmalarından ve delilleri üzerine kurulmuş karşılaştırmalı bir düşünüştü. O zaman bir mana veremeyerek, bir sebep gösteremeyerek bir şeyin doğru olmakla güzel ve iyi olamayacağını anlar gibi oluyordu. Duygu akıldan daha etkiliydi ve onu üzüyordu. Akıldan çok duyguya uyduğumuz için "Bağlılık ve toplumsal düzenlemeler" dediğimiz şeylerin özüne, gereklilik sebebine ve varlığına dokunmuş olduğunu anlayarak "Evet, işte namus, mutlak namus bu... Ben kelimeyi kabul etmiyorum. Fakat "şeyi" yapıyorum. İşte zorunlu olarak yapıyorum. Onun altında eziliyorum. Bak bu kadar boyun eğerken bile hâlâ acı çekiyorum. Ne kadar inkâr edilirse edilsin bu şeyler kötü, çirkin. Esasen çirkin ve ruhum, kalbim bu çirkinliğe, bu kötülüğe dayanmıyor. Demek namus bu, demek namus var..." diye boynunu büküyordu.

Birçokları aslını ve renklerini bilmeden, sade bu namus kelimesine boyun eğerek hareket ederlerken, kendisi olayların yönlendirmesiyle bu kelimenin işaret ettiği şeyin varlık sebebini hissedip ona esir oluyor, bunun için onlardan daha çok düşkün ve boynu bükük kalıyordu.

Gerçekten bu fikirlerden sonra Suad'a kavuşunca, onun endişeli bir merhamet ve bağlılığı karşısında yalnızlığın, gecelerin kâbus ve karanlığıyla her şeyi simsiyah gördüğüne gülüyor, gerçeğin bereket versin ki kuruntularındaki kadar acı olmadığını görüp mutluluğunu henüz çekilecek kadar saf ve yüksek buluyor, düşüncelerini unuttuğu olurdu. Fakat yavaş yavaş bu bir ruh hâli oluyordu. Hele onu en çok, konumlarının açıklanamaz ve isimlendirilemez oluşu oyalıyordu. Durumunu pek kapalı, pek yapmacık, pek yalan buluyordu. Önceleri hiç olmazsa iyi niyetimiz var diye kendilerini savunabilirken bunun miskin, ikiyüzlü olduğunu artık red ve inkâr edemiyordu. Böyle kimi aldatıyorlardı? Sanki nasıl süslenirse süslensin bu yapılan şeyin yine hain bir şekilde gizlenmek istenildiğini, yine hain bir şekilde titremelere, sonra birbirinden utanıp ezilmelere, kararmalara, sararmalara, kalp çarpıntılarına sebep olduğunu görerek bunda cinayetten başka bir de çaresizlik; hem de pek gereksiz, pek çirkin bir miskinlik buluyordu. Bu eğlenceli tiyatro oyunuyla kendilerinden başka kimseyi kandıramıyorlardı. Çünkü başkalarının öncesinden de haberi olmayacaktı. Hâlbuki kendileri birbirlerinin dudaklarında ölmek için can veriyorlardı. Bunu, o hemen yerlere düşüp serilen bakışları bile saklayıp gizleyemiyordu. Bir gün Suad başını kaldırıp kulağının yanına kadar bilmeyerek sokulmuş Necib'in titreyen dudaklarına, bulanık gözlerine karşı sapsarı olmuştu. O hâlde, hatta: "Evet seviyoruz ve ister istemez aşkımıza esir oluyoruz." diyebilmek samimiyetine artık kendileri için kalan bu biricik sığınma çaresine bile sarılma olanağı yoktu.

Sonra acaba Suad da acı çekiyor mu diye merak ederek onda bir belirti göremeyince kendini üzmemek için kederini gizlediğine karar vermekle beraber, ara sıra onu suçlamaya kadar varıyordu. Fakat bir gün bunda da yanıldığını anladı. Sözün gelişi, aşkından bahsederek hüzünlü bir şekilde özlemlerini, yoksunluklarını anlatıyordu. Bunun arasında yalnız bir Süreyya isminin geçmesi ikisini de titretti. Şimdi o şiirin yerini bir pişmanlık almıştı. Suad'ın gözlerini kaldırıp bakamayarak ağır bir suskunluktan sonra acı acı: "Ah biz kötü bir şey yapıyoruz, kötü, kötü..." dediğini işitti.

Demek o da acı çekiyordu? Demek kötü bir şey yaptıklarını ikisi de anlıyordı? Evet, kötüydü yaptıkları. Bunu ikiside anlıyor ve ikisi de birbirini bir parça aşağılıyordu. Oh, hem de pek ağır bir duygu, içi sıkan bir duyguydu bu, hatta sonra geri çekilip birbirine dönmek üzere, fakat ikisi de hayatı duygusal yaşayan ince huylulardan oldukları için aralarında böyle dehşetli uçurumlar açıldığını hissettikleri, kendilerinden ve birbirlerinden iğrenir gibi oldukları bu saniyelerde son derece acı çekiyorlardı.

Suad onu, Süreyya ile yine önceki gibi temizlik ve içtenlikle görüşüyor gördükçe içi sıkılarak, onu kötü bulmaktan korkarak "Hâlâ nasıl görüşebiliyor? Bari görüşemese de kaçsa..." diye düşünüyor, artık gitmesini, hemen gitmesini istediği oluyordu. Olanlardan böyle memnuniyetsiz, kendilerini suçlayarak zorlandıkça kendilerinden iğreniyor, eziliyorlardı. O zaman Süreyya'nın göğsüne düşüp hıçkırarak: "Bana bak, dinle Allah aşına... O gelmesin, artık gelmesin, istemiyorum, gelmesin!" diyeceği geliyordu. Ah, Necib anlasa da gelmeseydi. Bunun böyle devamının kendini öldürdüğünü görse de acısa, acıdığı için gelmeseydi.

Fakat Necib anlamıyor, geliyordu. Ve o geldikçe, Suad gerçekten ve ilk defa seven bütün kadınlar gibi, her gün ona daha çok kalben bağlandığını görüyor, onu sevdiği için talihine teşekkür ihtiyacı hissediyordu. Öteki, Suad'ın bu tutkunluk anlarındaki derin ve hüzünlü bakışları önünde bütün endişeleri silinip yok olurken, onun da hüzünlü ve sıkıntı dolu kaldığı zamanlarda, onun gözünde bir aşağılama çizgisi görmek korkusuyla titreyerek: "Kim bilir o da benden iğreniyor, beni ne kadar sefil buluyor!" diye harap oluyordu. Ama hakkı var mıydı? Gerçekten bu durum kötüyse yalnız kendi mi sorumluydu? O kadar zaman Süreyya'ya olan sevgisini gördüğünde: "Demek sevmiyormuş. Sevse beni sevmezdi, sevemezdi..." diyerek nasıl gizlediğine, onu nasıl o kadar sever gibi göründüğüne şaşıyor, "En iyisi de en kötüsü kadar ihanete yatkın ebedi Dalila!" diye söyleniyordu. O hâlde nasıl inanmalıydı? Ona bile inanmayınca neye tutunacaktı? "İhanetle yaşıyorlar..." diye başını eğip tereddütlü kalıyordu.

Necib'i asıl kahreden ve önce sıradan bir endişeyken gittikçe kalıcı bir işkence olan bir şey vardı ki, o da bu fikirlerin yavaş yavaş bütün aşkını, hayatını zehirlemesi korkusuydu. Ah aşk bile, bu kadar saf ve beyaz aşk bile kendi kendisini yok ederse, hayatta ne yapmalı, yaşamak için başka neye tutunmalıydı? İnsana o heyecanları, o yükselen ateşi, o şiiriyetleri verebilen aşka bile böyle kendi yok olmasını kendi getirirse niçin yaşamalıydı?

O zaman: "Mümkün değil de onun için!" diye düşündü. Aşkla namusun aynı yerde olmasının mümkün olmadığını, asıl suçun bu toplumsal kurallara esir olup titiz davranarak hayatını zehirlemekte olduğunu tekrar etmek istedi. Fakat işte bunu yapamıyordu. Buna dudaklarının değdiği gün, gözünde hiçbir şeyin önem ve değeri kalmayacak kadar düşeceğini gördüğü için yapmıyordu. Böyle, isteyerek, kararları ona sahip olmak değil, o kadar zaman yanında sessizce, ciddiyetle oturduğu bu kadına dokunmak bile onun asla yapamayacağı bir ihanetti. "Asıl kötülük bunda, ruh hem istiyor, hem katlanmıyor." diye karar verdi. İnsanlarda hayat ve mutluluk için gerekli olan şeyden bıkan, yahut iğrenen bir hâl vardı ki, işte hayatındaki çaresizlik buydu. "Hem ancak onunla yaşayacak, hem yaşayamıyor. İşte ceza burada... Sanki gıdasıyla zehirleniyor!" diye ümitsizliğe düşüyordu.

Fakat sonra, Suad'ın derin arzulu bir bakışıyla maddiyatlardan temizlenince ondan başka her şeyi unutuyor, o zaman sıtmalı geçen saatlerin intikamını almak istiyor gibi Suad'ı seviyor, sevmek istiyor bütün bulutların sıyrılıp gittiğini görerek rahat ediyordu.

Bir gün Süreyya İstanbul'a inmişti. Dönüşte onları yalnız bulunca Necib, belki ki acılarının tesiriyle, zannetti ki Süreyya gücenmiş oldu. Zaten onun kendisiyle hoş vakitler geçirdiği zaman bile şüpheleneceğini farz ederek pek çok incindiğinden şimdi böyle bir iz de görünce kendinde şiddetli bir alçalma hissetti. Ondan korkmak, onun gözünde hak veren bir iğrençlik görmek kendisine o kadar güç, o kadar katlanılması güç geldi ki, yakışıksız olmayacağını bilse hemen kalkıp kaçacaktı. Fakat mecburen kaldı. Ve gecesi, yakıcı ve ateşli bir gece oldu.

Yemekte Süreyya bağdakilerin konağa indiğini anlatıyordu. Necib bundan faydalanmaksızın hemen şimdi aklına geldiği hâlde önceden kararlaştırılmış gibi kendinin de artık yarın İstanbul'a ineceğini haber verdi ve Süreyya'nın: "Öyle ya artık iyice kış geldi... Bakalım, belki haftaya biz de ineriz artık." demesi onu rahatlattı. Çünkü İstanbul'a inmeyi hiç istemediğini, onun birkaç defa söylediği sözlerden bildiği için, bu söz üzerine ona baktı. Suad, oraya giderlerse Hacer'in yanında her şeyin biteceğini düşünerek Süreyya'nın kışı köyde geçirmek arzusuna seviniyor ve şayet inmek isterse kendisini ikna edip burada kalmayı düşünüyordu. Onun için önce Necib İstanbul'a ineceğini söyleyince önceden kendine haber vermediğine bozularak belirsiz bir bakışla ona bakarken Süreyya'nın da o sözlerini işitince iki darbe altında sersemleşti ancak bir süre sonra sorabildi: "Niçin? Hani kışın kalıyorduk?"

Süreyya çatalındaki et parçasına bıçağının ucuyla hardal sürmekle meşgul, omuzlarını bir gülümsemeyle sallayarak: "Kalıyorduk, kalıyorduk ama... Şimdi kalmayacağız..." dedi. Ve sonra, sebep göstermek için artık burada sıkıldığından, havaların kötülüğünden uzun uzun şikâyet etti.

O özrünü açıklarken karşısında, ne yapsa Süreyya'yı ikna edemeyeceğini ilk defa hissederek, birden gelen bir kızgınlıkla gözleri kararan Suad: "Ama siz kendiniz asıl onun için istemiyor musunuz?" dedi.

Süreyya sonunda kuvvetli bir sebep gösteremeyince işlerinden bahsetti. Artık bu kadar zaman işi terk etmenin kötü olduğundan, bu kadar yalandan hasta olmanın yanlış bir etki bırakacağından bahsediyor fakat kendisinin de anladığı anlamsız yalanların ancak bir masal etkisi bıraktığını da görüyordu. Suad, bu yalanlardan, bu masallardan, bu nazdan birden son derece öfkelendi. Suad, Süreyya'yı fikrinden caydıramayacağını, onu vazgeçiremeyeceğini bildiği için ümitsiz ve şikâyet eder bir yüzle: "Hiç de değil, gitmek istiyorsunuz, ondan... Bunlar hep kuru bahaneler!" diye karşılık verdi.

O zaman Süreyya, gizlemeyi pek başaramadığı bir öfke hâliyle Suad'a dönüp:

"Evet, gitmek istiyorum, işte bunun için gideceğiz..." dedi ve "Daha bir diyeceğiniz var mı?" gibilerinden baktı. Bu "Susunuz!" demekti. Suad'ın şu hakaret altında nasıl sararıp ezildiğini, nasıl gözlerinin dolduğunu gören Necib için bu, Suad'a derin bir şefkat ama aynı zamanda Süreyya'ya da derin bir öfke hissettiği karışık ve yakıcı bir duygu oldu. Öncelikle konumunu son derecede korumasız buluyor, Süreyya'nın kendisini kıskandığını zannettiğinden bu durumun nedenini kendini sayıyordu. Sonra Suad'ı o kadar gözünde büyütmüştü ki zannediyordu ki o ne isterse yapabilir, onu nasıl reddedilebilirdi, bunu düşünmek bile ona şaşkınlık veriyordu. Onu böyle aşağılanmış, zayıf görmeye dayanamıyordu. Ve kocasına daha çok hak verdiği için Suad'ın böyle ihanet üzerinde tutulup kendine bile suçlu görünmesine memnun olmuyor, böyle zayıf görünce hain görür gibi olma saflığından emin, duygularında gururlu olsaydı bu kadar sakin ve âciz olmayacağını düşünerek, onu o kadar büyük gördükten sonra böyle küçük bulmak ona pek acı geliyordu. Fakat onun kendi mutluluğu için, kendisi için uğraştığını ve şimdi gözlerine toplanıp serpilemeyen zavallı yaşların kendisi için döküldüğünü, bu hakarete kendisi için katlanıldığını görerek:

"Zavallı Suad, bak seni ne çıkmazlara soktum!" diye yanıyordu.

Sonra bir aralık, Süreyya'ya kızdı. Bütün bu acıların onun yüzünden çekildiğini, o olmasa işkencelerine sebep olan şeylerin bile kendilerini mutlu edebileceğini görerek: "Mademki o beni istiyor, ben de onu... Niçin?" demek istedi. Hâlbuki asıl bu işte felâkete sebep olan biri varsa, o da kendisi değil miydi? Onlar mutlu, yahut rahat otururlarken kendi gelip huzurlu ailelerini bozmamış mıydı?

Yemekten sonra, bu acılı düşüncelerle yorulan zihnini onların sessiz sıkıntısını ancak oyalayarak kendisini bekleyen arabaya atlayınca bir an kurtuldum zannetti. Fakat asıl işkence bundan sonra başlıyordu, acaba ne olacaktı, sonu kötü mü bitecekti, hep merak içinde sıkıntılı vakitler geçirdi.

O böyle her şeyden korkarak ve inleyerek giderken, Suad tam tersine uğraşmaya hazır, son derece şiddetle mutluluğunu savunmaya hazırdı. Bunun için Süreyya'ya tekrar ricaya başladı. Onu kararlı görünce biraz öfkelendi. "Ben gitmem" demek, buna bahaneler bulmak için yoruldu. Bu evlilik hayatlarının ilk kavgasıydı. Süreyya bu inada, bu öfkeye önce şaşırdı, sonra kızdı. Soğuktu ve kesin kararlıydı. Başarma ümidi yok olan Suad, gittikçe acı, sonuç alınamayan bir ümitsizlikle kalacağını anlayarak kanlı bir kızgınlık içinde boğuluyordu. İlk defa olarak kendini savunmak için her şeye hazır, birbirlerini kırmaya kararlı, yabancı, düşman gibi bakıştılar. Ve bu kavgadan yalnız Suad yaralı çıktı. Onu en çok harap eden ve yaralayan şey, Süreyya'nın aslında istese kalabileceği meselesiydi. Ve sade istemediği için kendini bu kadar kırdığını görünce kalbinde bir intikam ihtiyacı ortaya çıkacak kadar hırslanıyordu. Aklına Süreyya'nın babasından şikâyet ve nefretinin sebebinin de bu zorlama olduğu gelerek: "Bunun için şikâyet ediyordu. İşte şimdi kendisi aynı şeyi bana yapıyor!" diye ona: "Ama demek ki sen de fenasın. Sen ona kötü demiyor muydun? Öyleyse kendisi bunu fark etmeyerek, suç olarak gördüğü şeyi, kendisinde hak olarak görüyordu. Ama niçin bunu onun yüzüne haykırmıyorlardı? İşte kendisi bunu haykıramayacak mıydı?

Ve onun haksızlığı altında kalıp haykıramadıkça öfkesinin çoğaldığını duyuyordu. Ömründe ilk defa evliliğin anlamı önünde aciz ve sessiz kalıp sonunda anlamaya mecbur oluyordu. Koca denilen birinin haklı haksız keyfine esir olmaktan başka bir şey olmayan, mutlu denilenleri ise onun her türlü heveslerine şartsız tabi ve esir olmaktan ibaret olan bu evlilik, ona iğrenç geliyordu. Artık Süreyya ona bir düşman görünüyor, şimdiye kadar da böyle miydi diye şaşırıyordu. O zamana kadar hiç bunu anlayacak bir fırsat çıkmamıştı. Çünkü hep boyun eğmişti. Hep arzularını daha ortaya çıkmadan, keşfetmeye ve onları gerçekleştirmeye çalışmıştı. Demek kocasının kendine, sevgisine alışık gelmesi bundandı? Gerçekte işte bu gece göründüğü gibi kendini düşünen ve soğuk bir adamdı. Demek o kadar zaman onu tanımadan, hem boş yere emin ve mutlu olarak yaşamış, görünür şeylere mutluluk adını verip hayatından memnun olduğunu ve dahası mutlu olduğunu sanmıştı. İşte onda hiç beklemediği huylar, kötülükler vardı. Demek bunları yeri gelmediği için görmemişti. O zaman başını ellerinin içine alıp: "Ben onu bilmiyormuşum. Büsbütün başka bir adammış!" diye sızlandı. Korkuyordu, onunla geçen hayatı, kendindeki güven için korkuyordu. "Nasıl yaşamışım ya Rabbi" diye titriyordu.

"Acaba hayatımı idareye yeterli miydi?" diye düşünerek başka birisi olsa daha mı mutlu olacağını etraflıca düşünüyordu. Sevmiş miydi, kendini sevmiş miydi? İşte bugüne kadar buna eminken şimdi şüphe ediyor, "Hayır" diyordu. Bir kadının ömründe seçkin ve sevimli bulduğu bir adam tarafından sevilmek isteyeceği kadar, her şeyini feda edecek kadar sevmemişti. Bunu görüyordu. Her şeyi feda etmek değil, bir arzusuna bile kıyamıyordu. Bu ya çocukça devam eden bir heves, yahut bir alışkanlıktı. Ve kendisi bunu ciddi bir karı koca sevgisi sanmıştı. Demek o sadece bir oyuncak, hem de onun bile gülünç bulduğu bir oyuncak olmuştu. Yalnız kendisi için, kadınlığı, güzelliği, kalbindeki sevgisi için? Hayır, bin kere hayır, onu bir dakika seven adam bu geceki hakareti yapar mıydı? Sevseydi, Necib'in bakışları gibi bakışları, onun ruhî hücumları gibi âşık ve aşkından aklını kaybetmiş bakışları olurdu.

Böylece, ömrünün en güzel ve en mutluluk ve sevgiye layık zamanının aldanarak geçip ziyan olduğunu görmek, hiç olmazsa: "Biraz mutlu oldum." diyememek hüsranı onu yıkıyordu. Kendisi yumuşak huylu, cana yakın, boyun eğen biri olmasaydı bu kadar bile rahat edilemeyeceğini, ne olmuşsa, kendi budalalığından; boyun eğişinden olduğunu görmek onu acı bir intikam hırsıyla, derin bir ağlama ihtiyacı ile sarsıyordu. Bununla beraber, şimdi zorunlu olarak İstanbul'a gidince, her şeyin de biteceğine dair acı bir şüphe vardı ki, ne yapsa bunu geçiremiyordu. O kadar ki, üç gün sonra taşınırken üzüntüsünden gözyaşlarını tutamayarak evden çıkarken hayatının bütün mutluluğu burada geçmiş, burada bitmiş gibi bir acı ile kalbi yırtılıyordu.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro