Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Dördüncü Bölüm

Birbirlerine karşı, ilk günlerin heyecanına ve rahatlığına benzeyen bir bağlılıkları vardı. Buraya geldiklerinden beri hayatları hep ferahlıkla, hep yeni isteklerle geçiyordu. Süreyya'nın çocukça sevinçleri, delilikleri oluyordu. Bu durum Suad'ın kalp ateşinin okşanmaya muhtaç coşkularında büyük bir mutluluk yaratıyordu. Hayatlarını daha güzel ve düzenli hâle getirmeye uğraştığı için çok çalışarak yoruluyordu. Sıkıntısız, hüzünden kurtulmuş bir ömür düzenleyebilmek için bu kadar uğraştıktan sonra, Süreyya'yı böyle yeniden canlı ve neşe dolu buldukça isteklerine eriştiğini ve uğraşılarının karşılığını gördüğü için mutlu oluyordu. İstiyordu ki, evin içinde hiçbir şey Süreyya'yı mutsuz etmesin, sızlandırmasın. İlk günlerin hazırlıkları, alınması gerekenler ile meşguliyetler geçip ev düzene oturduktan sonra artık birbirine benzeyen günler başladı. Fakat bu rutinlik bile, bağda geçirdikleri günlere bakıldığında çok daha güzeldi, hatta bunda da yeni evlenmiş bir karı kocanın sıcaklık ve neşesi vardı.

Necib de bu hayatın bir başka neşe kaynağıydı. Yaşadıkları bu güzel günlerin yaşanmasında bir şekilde kendisi de yardımcı olduğu için orada bulunuşu hepsinin sevincini biraz daha artırıyor keyiflerini tamamlıyordu. Onun gelişi sevinçle karşılanıyordu, dönüşünü geciktirebilmek için tuhaf tuhaf sebepler yaratıyorlardı. Necib, ilk gelişinden sonra, kararlaştırıldığı üzere çarşamba günü akşam vapuruyla geldi. Cuma günü sabahleyin dönmek şartıyla kalacağını söylüyordu. Karı koca bu iki günü büyük bir sevinçle kabul ettiler. Onlar daha Necib gelmeden geziler planlamışlardı zaten. Bendler'le, Beykoz'a gitmek istiyorlardı. Suad "Şimdi Bendler ne güzel olur..." diyor, Süreyya "Hele Beykoz çayırı!" diye karşılık veriyordu. Sonunda üçünün de fikri ertesi sabah erkenden Bendler'e gitmekte birleşti.

Erken kalkmak için erken yattılar. Ertesi gün uyandıklarında güneş karşıki tepelerin arkasından henüz çıkıyordu, sabahın sessizliği dağılmamıştı, geceden kapının önüne gelmesi tembih edilen arabalara binmişlerdi. Bu taptaze mayıs sabahında, Bendler gezisi, üçüne de iliklerine işleyen bir şiir ve mutluluk sarhoşluğu verdi. Sabahın tazeliği, mayısın son günlerindeki huzurun yayılmasıyla yolun etrafındaki çayırların, bağların henüz rüzgârsız fakat serin havadaki duruluğu içinde yayılmak için bir nefes bekleyen kokuları arasında gittikleri yeşil gölgeler, daha ilerledikçe ormanlar, büyük ağaçların birbirine sarılmış dalları, uzakta birikmiş gölgeleriyle yeşil bir karanlık hâlinde görülen koruların sineleri, hep bu sessizlik, bu ıssızlık, bu parlak sakinlik içinde kaybolacaklarmış kuruntusunun verdiği korku duygusuyla büyük orman... Büyük ormanın sonundaki havuzlarsa korkulu bir titreyişle hayata dönme, hayata yakınlaşma duygusunu ve isteğini veren tehlikeler hissettiriyordu. Ve sonunda geri dönüş...

Öyle ki, saat beşte eve girdikleri zaman yeni açan günün o tertemiz havasını bile hissedemediler; tek hissettikleri yorgunlukları ve bütün kuvvetiyle midelerine baskı yapan açlıklarıydı. Süreyya "Yemek, yemek" diye gürlüyordu. "Yemek hazır buyurun" dedikleri zaman iki delikanlı da hızla yukarı çıktılar. Önde giden Süreyya odaya girince "Vay, çilek!" diye bir sevinç narası attı. Sonra Suad'a dönerek: "Bu nereden böyle?" diye sordu. Suad gülümseyerek: "Çileğini ye de tarlasını sorma demezler mi?" diyordu.

Hoş bir çilek kokusu sofradaki çiçeklerin kokusunun üstünde uçuşuyordu. Necib dönerek: "Görüyorsun, azizim, ne varsa kadınlarda var..." dedi. Sonra havlusuyla ağzını siler gibi yaparak ekledi:

"Her şeyi bir sır yapmak inadı bile..."

Öğleden sonra ne yapacaklarını konuşuyorlardı, Süreyya birdenbire: "Eyvah!" dedi. Önceki gün, bugün gelmesi için bir yelkenli istemişti. Çok sevdiği yelkenliyle gezmek için bir sandal kiralamak arzusunu çoktan tekrar ediyordu. Sandal şimdi Moda'dan gelecekti. Beğenmezse geri gönderecekti. Onun için verdiği sözü unutmak istemiyordu. "İsterseniz siz gidin, ben beklerim." dedi. Onlar kabul etmediler. "O hâlde yarın sabah gideriz" diyordu. Necib döneceğini hatırlatıyordu. "Sen kalırsın, sen..." diyor, Necib olmaz manasında başını salladıkça, Süreyya, "Öyle ise zorla..." diye başlayarak onu nasıl bağlayacağını anlatıyordu.

Yemekten sonraki zaman sandal konusu ile özellikle Süreyya'nın bekleyişiyle geçti. Uzun uzun yelkenden bahsederek zevklerini övüyordu: "Deniz köpükler içinde... Rüzgâr etrafta fişek gibi patlar... yelkenler çırpınır... Sandal, dalgalarının göğsüne sarhoş hâlde yaslanmış, uçmak da değil yüzmek de değil... Bir hâl ki..." diye bitiremiyor, sonra dürbünü gözüne koyup Paşabahçe koyuna doğru araştırıyordu.

Necib: "Ama havasız kalmamak şart..." dedi.

Süreyya, hüzünlü bir hâlde dürbünü bir sandalyeye bırakarak: "Ooo, evet, rüzgârsız kaldı mı, sandal ölmüş demektir. Hele güneş de olursa hiç çekilmez!"

Suad: "Ya akıntı?" diye sordu.

Sonra Süreyya buranın rüzgârından, meltemlerinden bahsetti. Hem onun istediği bir sandaldı, kotra değildi. Sandalın kürekleri olduğundan sıkıya gelince yassa kürek, başka çare olamazdı. "Fakat kotra ile iş büsbütün başka olur." diyordu. Onunla insan deniz ortasında rüzgârsız kaldı mı suların keyfine uyar, akıntı varsa çağanoz gibi yan yan akar, yoksa güneşin cehennemi altında rüzgârı bekleyerek durur. Fakat burası öyle değildi. Burada rüzgâr hiç eksiliyor muydu? Sonra eliyle rüzgârı göstererek: "Şu rüzgâra bak!" diyordu.

Rüzgâr Karadeniz'in bütün öfke ve tazeliğiyle tepelerden koparak saldırıyordu.

"Bu havada sandal nasıl gelir kim bilir?" dedi. Sonra akıntı burunlarını düşündü. Gülerek: "Vaktiyle..." diyordu, bir kere Boğaziçi'ni geçmek için iki gün uğraştıklarını anlatıyordu.

Sandal konusu, sönen bir rüzgâr gibi, güçsüz cümlelerle sürüklenerek bittiği, Süreyya'nın bekleyişi artık bir söz söyleyemeyerek dürbünün elden bırakmak derecelerine geldiği zaman Necib'le Suad arasında "artık gelmeyecek..." sözü başladı. Suad: "Eğer sandal gelmezse Bey, elimizden kurtulamazsın" diyordu. Necib'le bir olarak onu ümitsizliğe düşürmek istediler. Sonra Suad, Beykoz'dan konu açtı. Orası şimdi kim bilir ne güzeldi. Bu rüzgârda çayırları görmeliydi. "Bize şu fırsatı kaybettirdikten sonra..." diyerek yarı şikâyetli bir tavırla Necib'e bakıyordu.

Sonra: "Canınız sıkılıyor, Necib Bey..." dedi. Öbürü gülümseyerek:

"Galiba biraz..." diye göz kırptı.

"Biraz piyano çalalım mı?" Bu teklif tam bir minnetle kabul edildi. Onlar piyanoya geçtiler, Süreyya balkonda kaldı.

Necib, piyano sözü olur olmaz kendi kendine almak istediği notaları unuttuğunu hatırlayarak: "Eyvah..." dedi. Fakat bu iki gününü o kadar sersem geçirmişti ki nota düşünmeye vakti kalmamıştı. Burada geçirdiği günlerin şöyle bir etkisi oluyordu ki, saygı duyduğu ve sevdiği bu insanlardan ayrılıp da Beyoğlu'na geçince oradaki yaşama alışmak ve yaşamak onu harap ediyordu. Kendi kendine, notaları gelecek sefere kesinlikle unutmamaya karar verdi. Görüyordu ki, Verdi'nin birkaç operası Suad'da yoktu. Ondan sonra yeni yapılmış bir iki eser de doğal olarak bulunmuyordu. Olanlar arasında kullanılması mümkün olmayanlara da işaret koyup eklemek istiyordu.

Suad piyanoda birkaç gam yaparak: "Hangi havaları istiyorsunuz?" diyordu.

Necib notaları karıştırarak gözden geçirirken: "Aman Romans olmasın!" dedi. Sonra romansları neden sevmediğinin öyküsünü anlatmaya başladı. Elindeki kâğıtların arasından bir şey ayırıp piyanonun önüne koydu. Suad "Granviya?" dedi. "Çok iyi!" dediler birlikte. Granviya'yı ikisi de çok seviyorlardı. Necib: "Onda her şey var: Şuh, çevik, mahzun, mahmur... Her duygu var." diyordu. Granviya'dan, Faust'a geçtiler ve Granviya'nın valsinden sonra Faust'un valsini karşılaştırdılar. Arkasından Askerler marşı geldi. Rigeletto marşı çalındı. Necib genelde öldürücü havaları tercih ediyordu. Bu sebeple Troatore, Aida marşları peş peşe geldi. Necib "Biraz da ağlayayım!" diye Travitaya'nın notasını piyanonun önüne koydu. "Adio del Pasato", "Bu Kadar Genç Ölmek..." "Ah Belki" parçaları çalındı. Necib: "Verdi girdi mi iş değişir; fakat sizde Verdi tamam değil..." diyordu. Suad, bestekârların hayatını iyi bilmediği için onların hayatlarına dair sorular soruyordu, acaba Necib bestekârları iyice tanıyor muydu, Necib bildiği bütün bilgileri Suad'a aktarıyordu. Öyle oldu ki, beste ve nağme bilimlerine gelince susarak yalnız konuyu anlatmaya devam etti. İkisi şunda hemfikirdiler ki, müzik kadar etkili hiçbir şey yoktur. Necib için ömrünün en tatlı zamanları yalnız çok mutlu olduğu anlar değil, müzikle sarhoş olduğu zamanlar idi. Yani o kadar şiddetle duygulanıyordu ki diğer her şey ardında kalıyordu.

Klasik müziği gerçekten anlamak için senelerce sürecek özel bir eğitime ihtiyacı olduğunu söylüyor, sonra Gluck, Haydn, Beethoven gibi ustalardan bahsederek onları dinlediği hâlde gerçek manada anlayamadığı için üzüntülerini anlatıyordu.

Balkona döndükleri zaman saat ona geliyordu. "Hani kotra" diye gülüşüyorlardı. Süreyya, iyice canı sıkılmış gibi "Belli olmaz ki, belki gece gelir..." diyordu.

Suad: "Artık herhâlde bizi evde daha fazla hapsedemez a?.." dedi.

"Evet, çıkalım" dediler.

Bu sefer kavak yoluna geçmişlerdi. Süreyya dakikada bir arkasına bakıp deniz kıyılarını kontrolden geri kalmıyordu. Necib gülerek, "Sandala mı bakıyorsunuz?" diyor, Suad kırgınca: "Beykoz çayırına bakmaz a!" diye söyleniyordu.

Necib: "Evet, yazık oldu, görmek isterdim..." dedi.

Süreyya öfkelendi:

"İşte yarın gideceğiz a canım!"

Fakat Necib erkenden dönecekti; o andan itibaren hep bu konu konuşuldu. Süreyya ve Suad rica ediyorlar, yarın da kalması için ikna etmeye çalışıyorlardı. Ve o kadar içtendiler, o kadar samimiydiler ki, Necib dayanamayarak kabul etti. Zaten İstanbul'a indiğinde yine bunalacak değil miydi?

Sabahleyin uyandığında iskelede bir sandal ile iki kişi gördü. Herifler şikâyet ediyorlardı, gece rüzgâr kesildiği için Bebek'ten buraya kadar kürek çekerek geldiklerini söylüyorlardı. Bu beyaz kaplama tahtalı, başı kıçı aynı bir sandaldı. Uzun bir seren üstünde büyük olduğu anlaşılan bir yelkeni vardı. Sandalın, yelkenin temizliği Necib'in pek hoşuna gitti. Süreyya, sandalla deneme gezintisine çıkacağını onun da kendisiyle birlikte gelmesini teklif edince Necib hemen kabul etti, iki delikanlı sandala bindiler. Rüzgâr hafifçe esiyordu; fakat sandal yine de iyi ilerliyordu. Tepelere doğru yükseldiler. Süreyya eski ustalığını göstermek için dümene geçmişti. Merakla "Acaba dayanır mı?" diyordu. Kavaklar'a doğru geçtiler. Döndükleri zaman Süreyya memnundu, Necib, Süreyya ile sandalcıları pazarlıkta bırakıp Suad'ın yanına gitti. Suad "Hava her zaman böyle olmuyor ki..." diyerek çok dalga olduğu zaman binilemeyeceğinden bahsediyordu. Süreyya da geldi. "Yemek yiyelim de, Beykoz'a sandalla gideriz." dedi. Sandalı kışa kadar kiralamıştı. Oturup hep beraber küçük bir bayrak dikmek için uğraştılar. Bu uğraşları arasında Süreyya havayı kolluyor, gittikçe artan rüzgâra bakarak seviniyordu.

Süreyya yemekten sonra balkona çıktıkları zaman rüzgârı o kadar uygun buldu ki, kararlaştırılan saatten önce çıkmak için Suad ve Necib'i ikna etmeye uğraştı. Fakat Suad'la Necib saat sekizden önce çıkmamakta ısrar ettiler küçük oyunlarla işi sonraya bırakmakta ısrarcıydılar. Sonunda Süreyya kaldı. Sandal sekizden önce hareket edemedi. Hareket saati geldiğinde Suad da onlarla beraber sandala bindiğinde "Ooo, bayağı da büyükmüş..." dedi.

Dışardan küçük görünen sandalın içi pek geniş ve rahat idi. Sandalcı, yelkenleri açıp tekne rüzgârın önüne dökülünce dubaya doğru hızla akmaya başladılar. Büyükdere'nin üstüne geldiklerinde güneş onları rahatsız etmeye başlamıştı Suad kendini güneşten korumak için şemsiyesini açtı. Bu siyah, beyaz ve kurşunî renklerden oluşan satranç taşlarına benzer küçük bir şemsiyeydi. Necib şemsiyeye, çarşafa, peçeye, eldivene, bu kadın aksesuarlarındaki incelik ve zarafete, ruhunun derinliklerinde arzularla titreyen bir tutkuyla bakıyor, sonra Suad'ın küçük bir kuşa benzeyen ellerinin şemsiyeyi tutuşundaki şiirselliğe hayran kalarak perişan oluyordu.

Dalgalar açıklarda büyümeye başlamıştı. Sandal korkusuzca bir tehlikeye atılırcasına dalgaların üzerine atılıp, uzayıp giden suların üstünde sallandıkça Suad'ın gözlerinde bir kararma, bir endişe ve ıstırap bulutu takılı kalıyordu. Fakat dubadan Serviburnu'na doğru büküp rüzgârı pupaya aldıkları zaman salıntı kesildi. Artık Süreyya gibi hepsinin de keyfine diyecek yoktu. Sandalın etrafında onları kucaklayan hafif dalga sesleri ve kulaklarına güzel bir müzik esintisi veren su serpintisinin tatlı sesi onları oyaladı. Beykoz'un Hünkâr İskelesi'ne vardıkları zaman yarım saat bile olmamıştı.

Onlar çıktığı hâlde Süreyya çıkmıyor, ilk yolculuğun hevesiyle sandalcıya yardım ediyordu. Suad'la Necib, rıhtımdan onlara bakıyorlardı. Sonra üçü beraber çayıra ilerlediler. Önce rüzgâr onlara çayırdan değişik kokular getirmeye başladı. Bu birçok çiçeğin, otların ortak soluğu, serin, taze, nemli kokusu idi. Biraz sonra çayırın bir kısmını gördüler. Uzaktan bakıldığında sarı çiçeklere bezenmiş fulya tarlası gibiydi. İlerledikçe ötesinde berisinde kırmızı, mor, beyaz çiçekler de fark edildi. Bin bir çeşit yeşilin arasında birbirinden değişik renkte çiçekler tarlaya sığmayıp taşıyorlar, rüzgârla dalgalanıyorlardı. Rüzgâr, parça parça her dalgadan bir koku öpücüğü ile estikçe, koylardan koşup gelen solukların suyun üzerinde oluşturduğu titremeler gibi perişan dalgalar esiyordu.

Onlar hep "Ah ne güzel!" diyerek ilerliyorlardı. Fakat karşıdan görünen büyük yolun heybetli ağaçları altına çıkıp da çayır bütün genişliğiyle önlerine serildiği zaman sonsuz bir şaşkınlık ve mutluluk hissettiler. Deniz dalgalarının akışıyla serilen bir deniz enginliği ve büyüklüğüyle rüzgârın önünde dalgalanan çayır onları büyüledi. İlk duyguları memnuniyetle karışık hoş bir şaşkınlık oldu.

Çayırların içinde yürümek, otların arasında yuvarlanmak ihtiyacıyla titreyerek, baharın bütün zenginliği, yeşillikleri ve kokuları içinde sarhoş ve mutlu ilerledikçe derenin öbür tarafındaki tepelere doğru çayırın yeni ufuklarını görüyorlardı. Biraz ileride küçük bir tepe, diğer tarafta çayır arasından kıvrılan ve sonra ağaçların içinde kaybolan küçük bir yol, birbirinin omzundan bakan küçük setler, dere boyunu gölgeleyen söğütler... Dere o tarafta hafifçe tatlı bir su sesiyle akıyor, buradaysa serpintiyle aşağı iniyordu, bazen otların arasından fısıldıyor, sonra derinleşerek sessizlik içinde aktığı bile fark edilemeyecek hâle geliyordu. Bazen tabiatın sesine uymak isteğiyle çağlayan bir kurbağa, biraz sonra hafif ve lezzetli ezgilerini katıyordu. Hemen sonraysa sessizliğin içine yürekten gelen bir "Ah" nidası gibi yükselip sonra susuveren sesler çıkıyordu. Çayırın yemyeşil otları üstüne işlenmiş sarı papatyaların, mor, kırmızı çiçeklerin birbirine karışan renkleri, ara sıra yalnız bir renge özel kümelenmiş çiçekler bir yerde hep beyaz, biraz ötede hep mor, daha ötesinde sarı dalgalarla köpürüyor, dere kenarı damla damla ağlayan sessizliklerin yeşil gölgeleri altında parlak yeşil çimenlerle bir seccade gibi seriliyordu.

Süreyya:

"Oturalım." dedi.

Necib:

"Yatmalı..." diye söylendi.

Gerçekte bir duygu coşkunluğu arasında haykırarak bu otlara karışmak, toprağa karışmak ihtiyacı direniş ateşiyle işkence oluyordu. Kendini en çok korkutan güzellikler önünde sürekli duyduğu ezilmek, ölmek arzusu şimdi daha şiddetli ve direncini kıran bir inatla onu zayıf düşürüyordu. Önde şemsiyesine dayanarak ahenkli bir yürüyüşle giderken kocasının koluna yaslanan Suad'ın bedenini görüyor, her yerde sürekli, devamlı aynı istek ve vefa ile size ait olan bir kadının özlemi ve ateşiyle titreyerek inlemek, düşüp ölmek istiyordu. O, her aşkta zehirlenmişti. Önceleri sadece bir bakışına canını vermeye razı olan bir-iki kadın, sonra parası için mi yoksa sadece kendisi olduğu için mi istendiğini anlayamadığı birkaç kız, hayvan gibi gelip, ayaklarının altına, gençliğinin önüne yatan dört beş kadın... Hep öyle saygısız, nefret uyandıran, iğrençlik veren aşkları olmuştu. Sonra "evlenmek mi!?" diyordu. Tanımış olduğu kadınların dördü mü, beşi mi kocalı idiler. Bunların kendisinde bıraktığı etkileri düşünerek, "Evlenmek" diyerek omuz silkiyordu.

Çayırın tâ öbür ucundaki Taşköprü'ye kadar ilerlediler. Orada önlerine yine gölgeden ibaret bir yol çıktı. Suad: "Aman biraz da buradan!" dedi. Bu yol Tokat'a gidiyordu. Necib bu yolu, sonundaki büyük ormanı anlatarak bir kere daha buralara gelmiş olduğundan bahsederek yürüyordu. Etraf hep bahçeyle kuşatılmıştı. İspinozlar tazelikleriyle buraları doldurmuşlardı. Sessizliğin içinde yanlarından geçen rüzgârın yapraklarla öpüşme mırıltıları geliyordu.

Döndüler, oradan geçen bir adama derenin öte tarafındaki yolu sordular. Onun gösterdiği yerden geçtiler. Bu, derenin öbür sırtında otların arasında kaybolmuş bir patika idi ki, küçük söğütlerle kendini belli ediyordu. Yanı başından kuş gibi cıvıldayan ince bir su akıyordu. Burada çayır, yüksekten, yolun ağaçlarındaki heybet, derenin yılankavi şeridi, çayırın bütün renk ve dalgalanan çizgisiyle baygın baygın serpiniyordu. Necib, onlar coşkudan coşkuya, ferahlıktan ferahlığa geçip neşelerinden kuşlar gibi cıvıldadıkça, birçok zaman kendisini canavarlaştıran acısının ve üzüntüsünün ara sıra yaptığı gibi karanlık ve sessizliği, ruhunu ezen o acıklı üzüntü içinde mutsuzdu. "Ya ben! Ben ne yapayım?" Ah niçin o sürekli böyleydi? Dünyada sessizlik ve rahatın hep şüpheden doğduğunu görüp kendini üzen şeylerin de hep kendi hayal gücünün, kendi yaptıklarının ürünü olduğunu düşünerek, kendine, ruhuna karşı bir şey yapamadığından kendini düzeltmek için bir çare bulamadığından deliren bir öfke ve kızgınlık duyuyordu. Önce birden uçmak için gökyüzünü yeterli bulmayan bir şiir, bir yüce emel, bir masum arzu ile boğulur, o zaman bir hiç için canını verecek hâle gelirdi. Fakat sonra yine o hiçlerden biriyle bütün uçma arzusu yaralanır, bütün araştırması her şiiri bir yara yapan bütün inceleme melekeleri uyanır, hayatın, dünyanın insanların, ruh ve kalbin ne olduğunu soğukkanlılıkla, kendine karşı bile düşmanca, bir parça bile şiire yenilmeyerek, arzularının ne iğrenç, emellerinin ne gülünç, başarılarının ne miskin, bütün mutlulukların, neşelerin ne kadar süslü olurlarsa olsunlar ne pis olduğunu düşünmekten doğan ümitsizlik ve korku ile yıkılır, sisli, küflü kalırdı. Ah, ara sıra ruhunu heyecanla titreten o temiz sevgi ve şiir sürekli olsaydı... Herkes gibi o da hayatı sade, renkli, günahsız gözlerle görseydi... Hayat onu kollarının arasına alıp tırnakları, dişleriyle paralayarak bu hâle getirmemiş olsaydı...

"Hâlbuki..." diyordu, evet, bilirdi ki ona sessizlik ve şiir ne kadar gerekliyse ruhunda fırtınaya, karanlığa, zorluğa da öyle derin bir istek vardı. Bu sessizlik dönemlerinden sona gök gürlemesi, öfke ve korkuya da muhtaç olacağını bildiği için başını eğerek: "Hâlbuki..." diyordu.

Şimdi de doğanın bu bolluk ve ferahlığı içinde, su ile doygun toprakların, otların, çiçeklerin temiz ruhları ile bütün duyguları coşarak onu ateşin tehlikeli büyüsüyle hırslarını titretmişti. Her şeyinin böyle süslü ve güzel kokulu olduğu, önünde böyle fısıldayarak giden bir karı koca bulunduğu bir zamanda ruhunun derinlerinde titreyen yakıcı bir istekle, beğenmemekten, iğrenmekten, kadınsız geçen yoksun hayatının bütün yarım kalmış ihtiyaçları ile mutluluk isteğinin taştığını hissediyordu. Fakat onda diğer sebepleri geçersiz bırakan düşünceler şimdi yine saldırmış, kendisinin Süreyya'ya benzemediğini, onun gibi bir hanıma kavuşmuş olsa bile, yine acıların doğacağını, hem bu hayatın da kim bilir ne kirli, ne acı köşeleri bulunduğunu düşünmeye yöneltmişti.

"Evet, kim bilir sizde de neler vardır? Uyuyan veya gizlenmiş neler vardır?" diyordu.

Ah, eğer Suad ve Süreyya arkalarında bastonuyla öteleri kırbaçlayarak gelen, ara sıra birkaç sözle sohbetlerine ortak veya gördükleri şeyler hakkında bir görüş söyleyen ve hatta neşeli görünen Necib'in ruhundan neler geçtiğini anlayabilselerdi onu ne kadar iğrenç bulurlardı. Ve Necib, işte kendisi de kendinden iğreniyordu ve asıl onu yakan da buydu. Yine o düşüncelerinin sesi yükselerek: "Ama herkesin hayatında da böyle başkalarının iğrenç bulacakları anlar vardır." demek istiyordu! Fakat onu öldüren herkesten çok kendisinin kötülüğü idi. Kendine saygı duyamamak kadar onu yakan bir durum yoktu. Kendinden korktuğu, ruhunun karanlıklarından, iğrençliğinden korktuğu zamanlar: "Ah ne kirli bir bilinmezim!" diyerek kendindeki bu iki ruhu, bu bazen hep akıcı ve saf, fakat çoğunlukla böyle kanlara boyanmış, kirli duyguları düşünür, devamlı bir ses hâlinde içinden kendine "Canavar" diye seslenen bir vicdan bulurdu. Etrafındaki günahları ve hayvanlıkları görmek, onları kendinde bulmak kadar öldürücü değildi. Kendisi o kadar büyüklüğe, onura tutkun olduğu hâlde bu eşitlikten sıyrılamazsa başkaları ne olur acaba, diye düşünerek kendinden kaçmak ister, hayvanî masumluğuyla zincirlenmiş boğuşmasıyla kalakalırdı. O hiçbir zaman, başkalarının iç güdüleriyle yaptıkları, aşağılık kötülükleri yapamazdı; yapmadan önce, yaparken ve hele sonra ateşler içinde yanardı.

Birden Suad döndü:

"Susuyorsunuz siz." dedi.

Necib bir yalan bulmak için sıkılarak:

"Şöyle bakıyordum..." dedi. Sonra ekledi: "Galiba gelirken gördüğümüz küçük tepeye çıkıyor... Ne idi o? O, Serviburnu mu diyorlar, ne diyorlar?"

Suad şemsiyesiyle göstererek:

"Şurası mı?" diye sordu.

Süreyya kopardığı bir çiçeği ceketinin iliğine iliştirmekle meşgul:

"Ha, Serviburnu" dedi. "Gidelim mi? Zannederim daha vakit var."

Ve oraya çıktıkları zaman rüzgârın dinmiş, denizin gümüşî bir rahatlıkla bayılmış olduğunu gördüler. Dalgalar dağıldıkça içeri doğru tepeler, birbiri peşine sıralanan bayırlar, sonra dağlar ortaya çıkıyor ve her noktası tatlı yeşil bir çimenle örtülü bütün gizlilikler perdesini açıyordu. Oradan ta Hisar'a, Kanlıca'ya kadar görünüyor, ikisi arasında akan mavi suların dumanları içinden boğazın bükülerek, kıvrılarak dolanan yolu fark ediliyordu. Güneş, Tarabya'nın üstünde, aynadaki aksi gibi göz kamaştıran ateş beyazı bir güneş değil, sınırsız, şekilsiz cehenneme has bir levha gibi ufku bekliyordu. Kıyıdan geçen bir römorkörün ağır, küçük hareketleri duyuluyordu, ılık hava nefessiz, dalgasız uyukluyordu.

Suad, biraz yüksek olan kenara yaklaşmış, "Ooo!" diyordu. Hep birlikte oraya gittiler. Sığ sahilde kaya parçalarını gösteriyordu. Camgöbeği kumların üstünde denizin kıvrımları gümüşlenerek hareleniyordu. En derinlerdeki değersiz taşların bile elle gösterilecek kadar berrak olduğu denizin yeşili giderek mavileşiyor, uzuyor, kırmızı rengiyle denizi boyayan dubanın ilerisinde karşı sahile yanaştıkça yer yer kâh yeşil, kâh mavi, kâh mor uzanıyordu.

Suad gülerek, burundaki taşları ve suyun altında görünmeyen kayaları göstererek:

"İşte şurası, tehlike burnu!" dedi. "Bütün gemiler Boğaziçi'nin dehşetli fırtınalarında buradan korkarlar."

Necib soruyordu:

"Acaba sandallar da mı?"

Süreyya karşıda Büyükdere rıhtımı önündeki durgun, sakin bir dereyi andıran sahilden yansıyan birbirinden güzel binaları kucaklamış denizden başını çevirip bakarak güldü:

"Galiba yalnız sandallar... Hatta sakin havada bile... Sanırım asıl durgun havalarda... Baksanız a!.."

Eliyle geniş bir çizgi çizerek önce dalgasız denizi, sonra soluksuz gökyüzünü gösterirken Suad gülüyor, Necib'e bakıyordu:

"Gemici bey keşif yapıyor, harita çizecek olmalı..."

Süreyya omuzlarını kaldırdı:

"Unutuyorsunuz ki sandal, yürümek ve bizi taşımak için rüzgâra muhtaçtır. Şimdi, nasıl gideceğinizi düşünün... Bakınız "puf" yok..."

Suad dudak büktü.

"Kürekleri siz çektikten sonra... Zira dünya şahittir ki bu işin içinde hiç suçsuz iki kişi varsa Necib Bey'le biz ikimiz."

Süreyya düşünüyor, bir karar veremiyordu. Sonra dedi ki:

"Buradan kürekle Tarabya'ya geçer, oradan bir arabaya bineriz. Sandalı da bırakırız, Yenimahalle'ye ağır ağır gelsin..."

Necib, başını sallıyordu. Acaba akıntı izin verecek miydi? Çünkü Tarabya'ya geçmek için biraz yükselmek gerekirdi. Ya sonra?

Suad gülüyor, "Gemici bey akıntıyı unuttu!" diyordu. Süreyya fikrini savunmak için söylediği sözleri gürültüye getirip "Yenimahalle'ye kadar çıkmak daha kolay değildir a!" diyerek haklı çıkmaya uğraşıyordu. En sonunda karara varıldı, bu sahilde sular yukarı olduğu için yükselecekler, oradan Yenimahalle'ye kürekle geçeceklerdi.

Suad şemsiyesini sallayarak:

"Herhâlde şimdiden sandala binmeliyiz, yoksa bu gidişle yemeği de denizde yiyeceğiz."

Suad yürürken kocasının koluna girip eliyle şurada burada rüzgârla atılıp kalmış olan tülden dalgalar gibi dumanları göstererek sokulgan bir sesle, kocasına yanaşarak:

"Bunlardan korkmuyor musunuz?" diye sordu.

Süreyya bu sesten, bu sokuluştan memnun:

"İşte kadınların gemiciliği bu kadar olur..." diye eğleniyordu. "Onlar ağırlık vermeyi bilirler, hele yorgunlarsa... Başka çare yok Suad, gemici karısı gemici olmalıdır. Yoksa ben kürek çekerken yalnız safra olmayı elbet sen de istemezsin."

"Eğer gemicilik rüzgârsız kalıp geceyi denizde geçirdikten sonra yağmura tutulup hastalanmaksa..."

Süreyya gülerek:

"Ah kadınlar..." dedi. "Eksik söyledin Suad, bir kere gelecek belalardan bahsettiniz mi? Merdiven gibi yükselirler arkası gelmez... Hasta olmak, yataklarda sürünmek, hortlamak... Sonra... Ne bileyim, gebermek demeliydin. Allah insanı sizin elinize düşürmesin. Hele dilinize hiç..."

Suad kolunu Süreyya'dan kurtardı ve şuh bir gülüşle dişlerini göstererek:

"Elimiz mi, dilimiz mi?" diye onu tekrarladı. "Bizim elimize ha... Ama bizim elimiz olmasaydı siz ne olurdunuz bilir misiniz?"

Süreyya şüphelendiğini ima eden bir tavırla başını sallayarak söylediklerinin ayrıntılarını bekleyen bir ifade takındı.

Suad, söylediklerinin etkisini pekiştirmek için kelimelerine mimiklerini de ekliyordu:

"Şu burundaki kayalar kadar vahşi, somurtan, sümsük..."

Süreyya kahkahalarla gülerek: "Aman neler, neler..." diyordu. Sonra ciddiyetle döndü: "Ya siz?" dedi. "Ya siz, ya siz?"

Karı koca tekrar yan yana geldiler. Necib onların söylediklerine artık dikkat etmeyerek kendi kendine: "Evet sizin elleriniz!" diyordu. "Ben de onun için mi böyle vahşiyim acaba?" Sonra başını sallayarak: "Beni bu hâle getiren sizin elleriniz, o sizin dokunuşunuzdaki hoşluğa, kibarlığa, kadınlığa bakarak insanın içini ağlama isteği dolduran güzel kadın elleri değil mi?" diye düşünüyordu. Fakat acaba böyle harap eden eller olduğu gibi şifa, hayat veren eller de var mıydı?

Sonra Suad'a bakarak içinden: "Acaba senin ellerin gibi yüce eller bu yaraları sarabilir mi?" diye soruyordu. Eğer Süreyya da kendi gibi yaralı bir hayatın sahibi olsaydı, Suad gibi bir kadının öyle bir yarayı tedavi etmekte etkisini görecekti; fakat Süreyya kendini neşelerinden, mutluluklarından bile öldüren o hastalığın zehrinden emin bir ruh, temiz, habersiz bir ruh idi.

Birdenbire Suad durdu, kocasıyla konuştuğu söze devam ederek yanlarına gelmesini bekledi. "Allah aşkına Necib Bey!.." diyerek girdikleri iddiaya ortak olmasını rica ediyordu: "Erkekler mi olmasaydı kadınların hâli kötü olurdu yoksa kadınlar olmasa erkeklerin hâli mi yaman olurdu?" Bunu soruyor, cevabını merakla bekliyordu.

Necib gülerek dedi ki:

"Bütün fikrimi söylememe izin verir misiniz Suad Hanım? İkisi de olmasa daha iyi olurdu. Fakat şimdi madem ki ikisi de var, ona göre fikir vermeli... Erkeğine göre, kadınına göre değişebilir bu tür düşünceler. Kimi erkekler var ki, onlar olmasa iyi olmazdı; fakat kimi kadınlar da var ki onlar olmasalardı hiçbir şey olmazdı... Üzüntü de, mutluluk da..."

Suad, Süreyya'ya dönerek: "Gördün mü?" diyordu.

Necib devam etmek istedi:

"Fakat sonra öyle kadınlar da var ki..."

Süreyya gülerek Suad'ı zorluyordu:

"Sonrası var, sonrası var... Onu bekle..." diyordu.

Onlar iddialarına, gülüşerek, bağrışarak devam ediyorlardı. Necib, arkada sersem, perişan gidiyordu. Kadınlar... Onların hepsinden şüphelenmek... "Ah, hıyanet!" diyordu. Şimdi daha şimdi Suad'ın kendine bakan gözlerindeki derin, sonsuz masumluk, kendi kirli kuruntusundan bir şüphe göremediği o temiz, saf yüz onu eritmiş, ruhunu ezmişti.

"Bu bakış, dünyada böyle bakışlar da var... Ah, sadece bana ait böyle bir bakış, bana yönelen böyle bir yüz... Ben kurtuldum" diye inliyordu.

O zaman ilk gençliğindeki Necib olup hayallere daldığında düşündüğü ruhunun kadınını, düşlediği kadını, hep mükemmellikle süslediği, canlandırdığı o genç kızı düşünmeye başladı. Bildiği bütün güzelliklerle süslediğini düşündüğü hâlde bile ona bu kadar saf ve narin, bu kadar pak ve nur dolu bir bakış verememişti! Suad elbette onun kadar güzel olmadığı, onun kadar mükemmel bulunmadığı hâlde bile bu hâliyle hayalinin yetişemediği bir güzelliğe sahipti. Onun ruhu ne kadar, ah ne kadar temiz olması gerekirdi!

Şimdiye kadar kendini böylesine masumiyetiyle, sessizliğiyle ve yumuşaklığıyla, iyiliğiyle büyüleyen gözler görmediğini düşünerek "Ya nerede göreceğim?" diyordu. Şu ana kadar tanıdığı kadınları düşünüyordu; gözünün önüne gelen tabloysa ya fakirliğin yönlendirdiği açgözlülükle namusları pahasına serveti ve renkli hayatları seçen kızlar ya da salon hayatının çeşitli sebepleri ile genç yaşlarında erken soluveren evli kadınlardı, "Pislik içinde namus aramak... Bulunmayacağı tabii olan yerde inci avlamak..." diye gülüyordu. Böyle yüce bir sevgi ile kocasına bağlılığıyla temiz ve pırıl pırıl kalmış kadınların ne kadar az olurlarsa olsunlar niçin bulunmayacağını kendi kendine soruyordu.

Sonra şüphe tekrar tırnaklarını çıkarıyordu: Yaşadığı hayat içinde namus ve masumiyet değerlerini zedeleyen bir sürü etken vardı ki tüm bunlar sadece gördükleri ile sınırlı değildi, düşünceleri de zedelemeyi doğuruyordu. İçinde hâlâ saflığını koruyan değerleri hayatında da görmek istiyordu. Böylesine temiz ve saf bir ruhun gerçek olduğunu, bu güzelliğin kendisine tesadüfünü kabul etmediği hâlde ruhunda anlayamadığı, kaybolmuş ama muhtaç olduğunu hissettiği bu temizlik ve sakinliğin karşısında ne yapacağını düşünüyordu. Birdenbire Suad yine döndü:

"Canım, siz hâlâ susuyorsunuz..." dedi.

Bu, sandalın iskelenin yanında göründüğü zamandı. Süreyya ilerlemiş, sandalcıya işaret etmişti. Arkadan Necib'le Suad rast gele konuşarak gelirken Süreyya'nın sandala atlayıp yelkenlerle, iplerle uğraşmasına bakıp gülüyorlardı.

Suad, Süreyya'ya seslenerek: "Boşuna, bey, boşuna!" diyordu. "Herkes cezasını çekmeli. Küreklere sarılmaktan başka çare yok."

Necib sandala girmek için Suad'a yardım ederek:

"Hava bu kadar durgun olunca onu galiba hepimiz yapacağız..." dedi. Palamarları çözdüler. Sandalcı kanca ile rıhtıma dayandı. Yelken dalgalanarak sandal denize açıldı. Ve ilk hızlanışından sonra durdu.

Süreyya gülerek:

"Çala kürek bakalım... Suad sen dümene geç" diye kürek çekmeye girişti.

Suad başını sallayarak ve dümene geçmek için şemsiyesini güvenli bir yere koymaya çalışarak "Şemsiyeyi koymak için yer bulmak mümkün değil ki..." diyordu.

Kürekler o kadar büyüktü ki, kolay idare edilemiyordu. Süreyya bunlarla uğraşırken "Kürek çekmiyorsan a, şükret!" diyordu. Sandal ağır ağır ilerledi.

Suad birdenbire "Oh, bakınız..." dedi. Güneş, Büyükdere koyunun üstünde hafif dumanlar arasında kırmızı bir billur gibi, heybetli kararıyordu. Etraflarını serin bir deniz havası keskin kokusuyla sarmıştı. Deniz, uzakta bir pervane sesiyle homurdanıyor, arkalarında Tarabya'ya doğru bir gümüş parlaklığıyla, yumuşacık dalgalarıyla akıyordu.

Tekrar kürek başladı. Süreyya ara sıra Suad'a dümeni anlatıyordu. Suad "Böyle mi?" diyerek söylediklerine itaat ediyordu. Serviburnu'na kadar böyle yükseldiler. Necib "Tamam on sekiz dakika!" dedi. Biraz daha gayret ettiler.

Suad: "Siz güneşin batışını görmüyorsunuz ki..." diyordu. Şimdi Büyükdere koyu bir ateşin parlaklığıyla kadifelenmişti. Güneş, Bendler'in vadisi üstüne inmeye başlamıştı, köşe bucağı dumanlarla, karanlıkla dopdoluydu, yeşilliklerin üstünde dumanlarla boğuşarak kana boyanan bulutlar bütün daireleriyle titreyerek iniyordu.

Necib, "Işık içinde yüzüyoruz!" dedi. Suad ekledi: "Duruyoruz demek gerekir." Tekrar küreğe asıldılar. Dalgalardaki renkler gittikçe morararak sönüyor, deniz bir cam duruluğu ile uzanıyordu.

Arkalarında tufandan gelme bir ses inledi, hep birden uyandılar. Heybetli bir geminin saldırıya geçecek bir canavarmışçasına gelen korkunç sesiyle üzerlerine doğru geldiğini, pervanenin kestiği suların büyük bir şelâle homurtusuyla inlediğini gördüler. Suad sararmış, dümeni şaşırmıştı. "Aman vallahi battık!" diyor bir yandan da Süreyya'nın verdiği kumandayı uygulamaya çalışıyor ama yanlış yapıyordu. Süreyya sıçradı, dümeni bastı. Küreklere sıkı asıldılar. Gemi ancak on metre açıklarından, yardığı suyun içinden, yeraltından geliyor gibi gürültüler çıkararak korkunç bir canavar gibi geçti gitti. Süreyya, Suad'a gemiyi göstererek: "İşte erkekler olmasa kadınlar ne olurdu? Bak!.." dedi.

Suad, başını sallayarak "Zararı yok, yok, fakat yalnız kalsam zaten bu tekne ile buraya çıkamazdım ki..." diyordu. Necib "İşte doğrusu yine benim söylediğimdir. Ne biri, ne diğeri." dedi.

Yenimahalle'ye varmak daha uzun sürdü.

Eve girdikleri zaman yorgunluğun ve bekleyişin etkisiyle o rahatlık, hepsine tarifi mümkün olmayan, düşünemeyecekleri bir mutluluk oldu. Yemek bir buçuğa kadar bekleyen mideler tarafından tam bir minnettarlıkla kabul edildi. Necib'le Suad bir olmuşlar, sandal konusunu bir tarafa atmışlardı. Bunun için Süreyya hiç o konuya yanaşmıyor, onların yanında hep yeniliyordu. O, asıl, "Bugün aksi oldu, bir de rüzgârlı havalarda..." demek istiyordu. Fakat Suad: "Bir daha mı? Bizi elbet bu kadar aptal sanmazsın?" diye gülüyordu. Süreyya: "Size akşama kadar burada oturup onda gidelim, demedim mi ya? Herkes bilir ki rüzgâr güneşin batışına doğru söner..." demek istiyor fakat Suad'ın çatalını kaldırıp "sessizlik!" diyerek kurduğu tatlı baskıya gülerek razı oluyor, boynunu bükerek "Hakkınız var..." diyordu.

Yemekten sonra yine bu konu oldu. Suad sandalı, yelkeni, denizi, rüzgârı hep Süreyya'ya veriyordu. Öteki tam bir şükranla kabul ederek, yalnız gezmenin iyiliğini anlatıyor, denizle bu baş başa kalışı sevdiğini söylüyordu. "Sen evinde otur da muhallebi pişir..." diyordu.

Ay bu gece hilâl masumiyetiyle o kadar saf ve bakir, deniz o derece durgun ve ipeksiydi ki sessizlik ve hayranlık üstün geldi. İnce çizgi ışığıyla lâcivert gökyüzünün en derinliklerinden lâcivertleşiyor, ışığına biraz da karanlık karışıyordu. Sonra mavi dumanlar doluyordu uzun uzun, bu dumanların altında âşıkane aya bakarak uzun uzadıya tepelerin hüznüne karşı sustular. Mehtap, balkona çatının gölgesinden geçip sönerek ve can çekişerek girebiliyordu. Birbirlerini bir gölge gibi fark ediyorlardı.

Süreyya bir uzun sandalyeye uzanmış, gözlerini bir yere dikmiş düşünüyordu. Suad balkonun bir direğine dayanmış, bakıyordu. Necib, bu ılık gecenin nefesleriyle gelen baygınlığın içinde dalgın, gün boyu düşündüklerinden vazgeçmiş sadece böyle bir kadınla beraber olabilmek için hissettiği derin isteği fark edip biraz da acıyla özlemin derinliğine dalıp kalıyordu. "Uyuyor musun?" diye bir sesin fısıldadığını duydu, titredi. Suad'ın hitabına başını kaldırıp bakınca bunun kendine olmadığını, kocasının sandalyesine eğilmiş, ona sorduğunu gördü. Bu seste öyle sıcak bir kucaklayış, öylesine zevk veren, titreten sırlı bir uyum vardı ki, bu karı kocanın içtenlik ve mutluluğunu gösteriyordu. Birbirine böyle "sen" diye seslenmenin mutluluğunu şimdi anlamış, kendine sesleniyor sandığı Suad'ın sesindeki sıcaklık onu eritmişti. Şimdi, bu hitabın kendine olmadığını anladığı için daha bir mahzunlaştı, acısına hüzün karıştı... Ah, bulsaydı, kendine de bu sesle, bu bakışla, "Sen" diyecek kadın bulsaydı...

Onlar, şimdi karanlık içinde birbirinin koluna girmişler "izin var mı?" diyerek çekilmek için izin istiyorlardı. Yalnız kaldığı zaman kalkıp ilerledi, balkonun kenarına dayandı. "Evet, bu bakışı, bu sesi, bu kadını bulabilsem..." diye tekrarladı.

Etraftan akan beyaz bir sis hattı, sahillerin yanından alçak, yavaş hareketlerle sokuluyor, denizin gümüşî çizgisi mehtap altında, karanlık, vahşi, susuyordu. Bu sessizlikle kaplı karanlıkta donuk beyazlığı fark edilen sisin öte tarafında parlayan gümüş çizgiye karşın karanlık bir ses, bir ishak kuşu feryadı, düzenli, inler gibi sürükleniyordu. Birdenbire kendini bu yalnız sese, bu acılı iniltiye o kadar yakın hissetti ki, uzun uzun ishak kuşunu dinledi.

"Evet, tıpkı ben" diyordu. "Eğer bütün ıstıraplarım bir ses bulsaydı hiç şüphe yok ki bu kadar vahşi, bu kadar insanlardan kaçan, bu kadar şanssız, bu kadar ümitsiz ve karanlık olabilirdi.

Ve yine yatmak zamanıydı yine yalnızlıkla beraber uyunacaktı. Bu hayat, idamını bekleyen mahkumun cinneti gibiydi; cinnet onu sarıp sarmalıyordu, her gün ölüyordu yavaşça, usulca... İçinde küçük ölmezlik ümitleriyle, çırpınışlarla, titreyişlerle geçiyordu hayatı. Ruhunda o kadının, o bakışın, o şefkatin arzusu ile titriyor, yorgunluğa yeniliyordu.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro