Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Dokuzuncu Bölüm

Suad'da şakaklarına önce soğuk bir ter, sonra şiddetli bir sıcaklık, bütün başını harap eden bir nabız atışı ortaya çıktı. Derin bir tiksintiyle bu düşüncenin ne kadar hainane, ne kadar pis bir şey olduğunu düşündü. Sonra dadısının sözlerini dinlemediği hâlde onun "Meydan vermemeli" diye kulaklarını yırtan sözüne hak verdi. Fakat nasıl meydan vermemeliydi? Hem onlar ne yapıyorlardı? Yoksa Necib'e karşı gerektiğinden fazla bir yakınlık ve samimiyet mi gösteriyordu? Demek ki bu sözü söyleyebilmek için bu kadarı da yeterliydi? Sonra birden "Ya o da öyle düşünürse..." diye kocasını düşündü. Demek ki onun da böyle düşünmek ihtimali vardı? Fakat Süreyya'yı böyle fikirlere kapılacak kadar basit bilmediği için sakinleşti.

Şimdiye kadar Hacer'i herkese karşı o kadar savunmuşken artık bu söylediklerinden sonra bir daha onu savunmaya cesaret edemeyeceğini anlıyordu. Onda iğrenilecek bir hâl, bir yılanlık buluyordu. Bu kötülüğü ondan değil, kimseden beklememişti. Böylesine gereksiz ve anlamsızca bir düşünce hem de zehirli bir düşünce ortaya çıkarabilmek için insanın nasıl bir kalbi olabilirdi acaba.

Bu kötü sözü yalnız birkaç saatlik bir meşguliyet verip unutulacak sanırken şimdi görüyordu ki, bu Necib'le bundan sonraki hayatını tamamen zorlu, âdeta imkânsız bir hâle koymuştu. Böyle bir sözün çıkması hem de başkaları tarafından da buna inanılması ihtimali onu ürkütüyordu. Demek hiçbir zaman Necib'le önceki kadar doğal, sade ve saf bir ilişkileri olmayacaktı. Onu önceki kadar düşünemeyecekti. Bu kadar sade bir hayat içinde böyle sözler çıktıktan sonra... Bunu çıkaran, çıkarabilen, böyle bir söz çıkınca hiç düşünmeden kabul edebilecek hâlde olan insanlara karşı birden öfkeyle hücum eden bir kin hissediyordu.

Bundan sonra onu düşünmeye, ona dair bir söz söylemeye, belki kocası da bir şey hisseder diye ondan bahsetmeye cesaret edemiyor, hatta onun gelişini heyecanla bekleyen kendisinden bile korkuyordu, sonra bu saçma endişelerin kendi hoş hâlini yok ettiğini düşünerek "Yazık oldu!" diyordu. Demek bundan sonra Necib'le hayatı artık büsbütün değişecekti. Bu hâl beki onun gelmemesini gerektirecekti. Buna hayıflanıyordu. Sonra bu kadar önem verdiğine de şaşıyordu. Hâlbuki Necib öbür gün gelecekti. Ve Süreyya ile karar vermişlerdi ki artık onu alıkoyacaklardı. O hâlde kocasını bu fikirden vazgeçirmek için bir çare bulmak gerekiyordu. Zaten onun hayatı hep böyle geçiyordu, ondan gizlenerek yapılacak işler vardı, hayatlarını düzenlemek için ondan gizli hesaplar yapıyor, görüntüyü korumaya çalışıyor, mücadele veriyordu, bu ilk günden beri böyleydi ve bundan sıkılmış hatta harap olmuştu. Ve bundan sonra da işte bu çıkmıştı, şimdi daha dikkatli olması gerekiyordu, bu yakıcı bahaneler onun onurunu ve ailesini zedeleyebilirdi.

Hâlbuki kendinden gizlemiyordu ki, Necib'le hayatlarının bozulmasını tarafsız bir şekilde düşünemiyordu. Ona göre Necib hayatlarını şenlendiriyor, birleştiriyor, özellikle müzikle geçen saatlerinde, onun için hazırladığı havaların şaşkınlıkları, bütün o şimdiki çekilmez hayatını bir parça hayalle okşayan zamanlar yok oluyordu. Hâlbuki mecburdu. Çünkü Süreyya'nın kulağına bir söz giderse, ya da bu düşüncenin doğruluğuna ikna edilirse bütün bu güzelliklere veda etmek gerekecekti.

"Zavallı Necib!" diyordu. O hiçbir şeyden şüphe etmezken haklarında böyle kötü şeyler söylendiğini duysa kim bilir ne kadar üzülürdü. Bu darbeyle sadece ikisi yararlanacağı için onunla kederde bir ortaklık buluyor bu da ona bir çeşit merhamet duymasını sağlıyor ve bağlılık oluşuyordu. Onu burada alıkoymamak için ne çare bulacağını düşünüyordu ama bir türlü işin içinden çıkamıyordu. Aslında bu, o çarenin olmayışı değil onda karar verecek soğukkanlılık ve huzur fikri olmayışından ileri geliyordu. O kadar ki, Necib'in geleceği gün yetiştiği hâlde henüz bir karar vermemişti. Gelmese bütün zorluklardan kurtulacağını düşünerek: "Şimdi gelecek, bu vapurla gelecek..." diye heyecanla her vapuru gözlediği hâlde akşam olup da Necib gelmeyince memnun oldu. Hem o gün Süreyya da İstanbul'a indiğinden o burada yokken gelirse diye korkuyordu. Bunun için kendine kızıyor, saf ve günahsız olduğu için bu önlemlere bir gereklilik, böyle korkmak için bir sebep olmadığını söylüyor, bununla beraber yine de korkuyordu.

Süreyya da ancak son vapurla gelebildi. Ve çok bitkin görünüyordu, Suad merakla ona baktı. Süreyya uzun uzun sustuktan sonra:

"Ah Suad, felaket!" dedi.

Suad, "Ne oldu Allah aşkına, ne var?" diye telâşlandı.

Öteki, tereddüt ederek: "Necib..." dedi. Suad, yüreği ağzına gelerek gözleri korkudan durgun ve boş bir bakışla: "Ne oldu?" diye soruyordu. "Bir kaza mı?" Hayır, bir kaza değildi. Fakat daha kötü bir şey... Necib üç gündür bağda tifodan ölümle pençeleşiyordu. Ve Süreyya oturup terini silerek: "Ah görsen Suad, görsen..." diye büyük bir kederle anlatıyordu. Dört saat yanında oturmuştu. Kendini tanımamıştı. Ölü gibi yatıyordu. İki gündür hiç kendini bilmiyor, kimseyi tanımıyor, ateş içinde yanıyordu. O anlatırken bütün vücudunu ezip, kırıp hurdahaş eden asi bir titreme, soğuk terle karışık, vücudunu çözen bir titremeyle, büyük felâketlerde gelen o sinir zayıflığıyla gerilen Suad, öylece durakalmış dinliyordu. Önce biraz rahatsızmış, önem verilmemiş, sonunda önceki gün yemekten kalkmışlar, merdivenden çıkarken Necib yüzükoyun yere düşmüş, kaldırmışlar, kendini bilmiyormuş; doktor yok, bir doktor bulup getirinceye kadar bir gün geçmiş, bakmışlar ki tifo...

Süreyya bunu anlatarak iki sözde bir "Bir görsen Suad, bir görsen... Üç günde ne hâle gelmiş..." diye şikâyet ediyordu. Sonunda "Hep bekleşiyorlar... An be an ölümünü bekliyorlar... Ah, nereden gittim?" dedi. Suad ezilmiş, hareket edemiyor, susuyordu. Kocasının büyük üzüntüsünün yanında kalbi Necib için sızlanmaktan başka Süreyya için de parçalanarak ne yapacağını bilmiyor, sersem kalıyordu. Süreyya hastalık, hayat hakkında birçok şeyler mırıldanıyordu. İki günde hastanın ne hâle geldiğini tekrar anlatarak: "Keşke gitmeseydim..." diyordu. Doktorların belirlediği bir tehlike müddeti olduğunu söyleyerek: "Artık ondan sonra kurtuldu diyeceklermiş." diyor, fakat üç hafta hasta bu hâle nasıl dayanacak... Ah gitti Necib gitti..." diye sızlanıyordu.

O söylerken Suad kapalı, uzak bir şey düşünüyormuş gibi bu ölümler, bu afetler varken üç gündür kendini oyalayan şeylerin ne kadar miskin ve aşağılık şeyler olduğunu görüyordu.

Bütün gece, karı koca için bir matem ve acı gecesi oldu. Son zamanlarda zaten eski neşe ve canlılığını kaybetmiş olan konuşmaları bu gece büsbütün hüzünlü geçti. Her an "öldü" haberini almalarının muhtemel olduğunu düşündükçe son derece elemli, vesveseli, ıstıraplı oluyordu. Süreyya tekrar gitmemek fikrinde olduğu hâlde Suad, kadınlara özgü bir dostlukla hemen bağa koşmak, belki bir işe yaramak ateşiyle yanıyor ve kocasının o kararı önünde bu isteğini söyleyemiyordu. Burada durduğu müddetçe merak ve ıstırabından yaşamayacağını hissediyor, her an uğursuz haberin ortaya çıkması ihtimaline hedef olmaktan doğan endişeyle öleceğini görerek ne olursa olsun gidip hastanın yanında, başucunda bulunmak, bir felâket olsa bile orada bulunmak istiyordu. Onun kimsesiz olduğunu düşünüp orada Hacer'in hoppalığını, hanımefendinin her şeye bakmak zorunluluğu arasında ölüme terk edilmiş gibi gelen Necib'e yetişmenin bir görev olduğunu görüyor ve içini yakan ateşin şiddetini, arzusunun kuvvetini söyleyemediği, itiraf edemediği için kızıyordu. Ah, hâlâ o alçak iftirayı, o kirli iftirayı mı düşünüyordu?

Bu yakıcı ve usandırıcı bir hafta oldu. Bir mücadele ve işkence haftası, ateşli, sıtmalı bir tereddüt ve şüphe haftası oldu. Süreyya, Suad'ın birçok örneğini gördüğü üzere pek çok merak ettiği şeyi bile ihmal eder gibi görünen rahatlığıyla "Bir şey olsaydı haber gelirdi..." diye gitmeye razı olmuyorken o haykırmak "Ama sen kendin söylüyordun, kendin ağlıyordun... Daha iki gün önce dayanamayacağını söyleyen sen değil miydin? Şimdi nasıl böyle sabrediyorsun?" demek istiyor, gerçekten bunu söylemiş de Süreyya'yı bu kadar fazla merak ve ateşe şaşırıyor görünen soğuk ve meraklı gözleriyle, donuk bir şüphe bakışıyla görüyor gibi hayal ediyor, onun kendini bu kadar meşgul bilmesinden korkuyordu. Kendini kontrol edemediğini ve onunla bu kadar meşgul olduğunu görünce onun aklına korktuğu gibi bir şüphe gelir diye çekiniyordu. Bu kadar telâşa, bu kadar korkuya sebep bulamayarak gerçekten bir şey mi var dediği ve bu kadarına aşk diyebilirler mi diye tereddüt ettiği oluyordu. Fakat büyük bir sevgiyle bir hastayı düşünmekten ibaret olan bu merakı masum buluyordu. Bununla beraber, kocasına bu kadar öfke ve şiddeti gerektirecek dereceye gelen merakını herkes, kendinden başka kim haber alsa haklı olarak her şeyi söyleyebileceklerini düşünmek onu yerle bir ederek: "Ne yapayım? Bu bir felâket... Ben masumum a!" diyerek yoruluyor, bu yorgunluk içinde, böyle içinden çıkılmaz bir çıkmaza düştüğü için, ümitsizce: "yarabbim, yarabbim, ne yapmalı?" diye inliyordu.

Bir hafta sonra bir haber geldi. Hastanın hâlinde bir değişme yoktu. Doktorların söyledikleri gün bekleniyordu. Süreyya: "Demek korktuğumuz gibi değilmiş... Allah verse de..." diyordu. Fakat hem merak eden, merak ettiği hâlde sakin kalabilen Süreyya'ya kızan Suad için bu haber bir teselli olmuyordu. Necib'i Süreyya'nın anlattığı şekliyle günlerce hiçbir haber almadan rahatça beklemek mümkün değildi. Bu endişenin hastalıkla başladığını görüp onunla biter diye düşündüğü zamanlardan sonra öyle saniyeler oluyordu ki, Necib artık hayatına tamamen karışmış, ondan bağını koparmak mümkün olmayan bir şeymiş gibi görünüyordu. Bazen bu saniyeler dakika olurdu. O zaman korkular başlar, titrer, düşünmemek isterdi. Öbür haftanın sonuna doğru, bir gece, rüyasında Necib'i ölmüş ve kendini onun ölüsü üstünde saçlarını yoluyor gördü. Ah, bu korkunç bir rüya, sonsuz karanlıklı bir geceydi. Necib ölmüş, orada yatıyordu. Ve o bütün vücuduyla ağlayarak: "Necib, Necib!" diye haykırıyordu. Bu feci, mateme boyanmış bir ses, bir ağlamaydı. Uyandığı zaman yüksek bir yerden düşmüş gibi vücudunu bitkin buldu. Fakat hâlâ ağlıyor ama gözünden tek bir damla yaş çıkmıyordu. Çenesi kilitlenmiş, şakakları ateş içinde terlemişti. Birden buz gibi terler dökmeye başladı. Bir saniye sebebini bilemeden ağlamak isteğine direnemedi. O feryat, o "Necib!" feryadı hâlâ sürükleniyordu. Ve bu, kendisini büsbütün harap etti. İşi korktuğundan daha ciddi bulmaktan titriyor, Hacer'in bir kötü sözünün unutulmamasından kaynaklanan ve hastalığın verdiği darbeden doğan bir sinir zayıflığı ve kuruntu diyordu. Fakat artık oraya gitmekten korkuyordu. Onu o hâlde görüp çok üzülmekten korkuyordu. Hâlbuki bu sefer Süreyya gitmek istedi. "Yarın bağa gidelim!" dedi. "Hayır, gitmeyeceğim" demek mümkün değildi. Sebep göstermek gerekecek, belki bir şey keşfettirecekti. Hem bunu kalbinin direncine karşı bir sebep bulunca, bütün ruhî arzusunun esiri oldu. Ve tehlikeye aldırmaksızın bir istekle, telaş ve heyecanla hazırlandı. Daha şimdiden kalbi çırpınıyor, şimdiden korkuyordu.

Bu acı ve can yakıcı bir ziyaret oldu. Sinirini kıran inatçı bir titremeyle yorgun, hasta, onun yanına böyle girdi. Ve Necib yatağında üç haftalık hain bir hastalığın acısından kurtulmuş, fakat renksiz kupkuru biri olmuş, gözleri sarı ve zayıf, yüzünde sonsuz bir acı ifadesi görünce ağlamak ihtiyacını engellemek için titreyen dudaklarını sıkmaktan harap oldu. Herkes bir şey söylediği hâlde o ağlamaktan korkarak bir şey söylemiyor, başında uğultularla dinliyordu.

Süreyya: "Vah zavallı Necib, vah! Fakat neyse, kurtuldun a! Sen ona bak..." diyordu. Necib zayıf, değişmiş bir sesle "Evet kurtuldum... Fakat..." dedi. Eliyle ümitsiz bir hareket yaptı. Bittiğini anlatmak istiyordu. Ve kalbinden: "Ah büsbütün bitsem..." diyordu. Uzun müddet hastalığa direndikten sonra şimdi Suad'ın huzurunda yeniden hücum eden bir gevşeme, bir rahatlık, bir oracıkta eriyip ölüvermek arzusu yükseliyordu. Onu o kadar istemiş, o kadar aramış, o kadar beklemişti. Onunla o kadar oyalanmıştı ki, şimdi gelirse mutlu olacağım zannı olmuştu. Fakat işte o geldiği hâlde nasıl tedavisi imkânsız bir dertle hasta ve mutsuz olduğunu tekrar hissetmekten doğan korkuya boğulmuştu. Ateşli saatlerinin aydınlık perisi, sıtmalı karanlığının teselli nuru olan Suad, orada, o bütün hastalığında silik gölge gibi gördüğü, sade saçları, gözleriyle gördüğü Suad işte oradaydı. Onu beklemiş, hiç durmadan beklemiş, o yanında yokken ölmekten korkarak beklemişti. Son defa bir daha görüp "Ah güzelsin, yücesin, bana hayatı sen sevdirdin, meleksin!" deyip ölmeyi ne kadar istemişti. Bir iki gündür, doktorların söylediği tehlike süresi geçeli işte birkaç gündür hâlâ bekleyip gelmediklerini görünce, ıstıraplı, ümitsiz, tekrar soramayarak öylece kalmış, şimdi Süreyya geldi dedikleri zaman onun da geldiğini ummayarak, beklemiş, onu da görünce sevinci bir üzüntü olacak kadar büyümüştü. O kadar ki coşkuyla o sözleri hemen şimdi söylemek istiyordu.

Etraflarında herkes konuşuyordu. Neler konuşuyorlardı. Necib'le Suad konuşmalara katılmaya çalışıyorlardı, hatta bazılarına cevap bile veriyorlardı ama aslında ne konuştuklarının da farkında değillerdi, kelimeler dolanıyordu ama ikisine de ait değildi o kelimeler. Giren çıkan oluyordu. Hacer ara sıra kontrol etmek için girip çıkıyordu, acaba Suad, Necib'e çift manalı sözler mi söylüyordu. Hanımefendi hastayı anlatıyor, ilk hastalık belirtilerini nasıl anladığını tarif ediyordu. Hacer onun başucunda dayanmış dalgın dinliyordu. Necib sonunda: "Bereket versin hanımlara..." diye hanımefendinin nasıl anne, Hacer'in nasıl kardeş olduğunu söylüyordu.

Bir eldivenden bahsetmeye başladılar, Suad, anlayamadığı acı bir duygu ile ezildi. Necib'in önce sapsarı kesilerek donduğunu gördü. Necib bir şey söyleyemedi, boğuluyor gibiydi. Sade eliyle inkâr eder gibi anlaşılmaz bir hareket yaptı. Hanımefendi nasıl olup da eldivenin bulunduğunu anlatırken Hacer kolunu uzatıp şımarık çocuklara özgü bir teklifsizlikle eldiveni çıkardı. Elinde tutarak: "İşte!" dedi.

Bu Suad'ın içinde o kadar şiddetli, o kadar ansızın ortaya çıkan bir darbe oldu ki, başı uğulduyordu, gözlerini karartan ateşli bir damar atışı sonra... Ayakta olsa düşecekti sanki. Yerinde otururken bile bir yere dayanma ihtiyacı hissetti. "Ya Süreyya da burada olsaydı, yarabbim..." diye titriyordu. Onlar söylüyorlar, Hacer gülüyor, galiba kendi de bir şeyler söylüyor cevap veriyordu. Fakat hissediyordu ki, kendine sahip, sözlerine de hâkim değildi. Bütün bunları bir baygınlık hâli içinde duyuyor, öyle işitiyordu. Bu öldürücü darbeler: "Demek, demek..." diyordu. "Oh yarabbim, yarabbim! Demek o idi, eldiveni alan o idi. Demek..." Arkasını getiremiyor, büyük bir fikir karışıklığı ve düşünceler arasında korkuyla mutluluk o kadar düzensiz bir mücadeleyle onu yoruyordu ki, dayanamamaktan korkuyordu. Ve bundan duyduğu memnuniyetle korku birbirine dolaşıyorlar, o kadar yoruluyordu ki, ne hissettiğine bir türlü karar veremiyordu. Bu duygu karmaşası inatla devam ediyordu, onu sersemleten bu durumdan kurtulmak, yalnız kalıp rahatça düşünebilmek için oradan kaçmaktan başka çare yoktu, bir sebep aramaya başladı.

Fakat düşündüğü, istediği gibi hemen oradan ayrılmak mümkün olmadı. Ayrılırken başka bir darbe daha geldi. Necib'in iyileşmesi konusu çıktı. Bunun için: "Size komşu geleceğim..." diye gülümseyerek Tarabya'ya geleceğini haber verdi; fakat Süreyya o kadar darılarak, o kadar şiddet ve telâşla karşılık verdi ki hatta Necib'i Yenimahalle'ye gelmezse bir daha yüzüne bakmamakla tehdit etti, Suad, karşıdan titreyerek: "Aman Ya Rabbi, ne olacak?" diye beklerken Necib'in sonunda pes ederek "Peki!" demesi onu bitirdi.

O zaman Süreyya'ya karşı büyük bir öfkeyle: "Ama ne yapıyorsun?" demek isterken o ısrar ettikçe "Ama beni harap ediyorsun" diye şikâyet ederek sonra ağlamaya dönüşecek büyük bir üzüntüyle bakıyordu. Bununla beraber gülümseyerek, Süreyya'ya katılıp Necib'i davet etti, karar verilince de kendi kendine: "Tamam, işte asıl felâket!" dedi.

Demek Necib yine gelecekti. Bütün bu olan bitenden sonra Necib yine o hayata gelecekti. Yine o ömür sürülecekti. Oh, bu Suad'ın artık elinde değildi. Bunun için kendinde yeterli derecede güç bulamıyordu. Ah, niçin ondan hep elinden gelmeyen şeyler isteniyor, ne istediği sorulmadan, niçin hiç acı çekip çekmediği merak edilmiyordu, niçin ona böyle işkence ediliyordu? Bu, önce Suad için ıstıraplı bir rüyadan uyanma gibi bir şey oldu. Olanlar o kadar imkânsızdı ki yanıldığını düşünmek istiyordu fakat o kadar iyi görmüştü ki yanılmasına imkân yoktu. Sonra Necib'in kendine karşı hareketlerini düşünmeye, incelemeye başladı. O zaman, şimdiye kadar üzerinde düşünülmeyen, herhangi bir merak uyandırmayan tavırlar, manasız hareketler yavaş yavaş anlam bulmaya başladı. O çekingenliği, sonra konuşmaları, evlilik hakkında söyledikleri "Sizin gibi olsun!" diyen o sesi, tüm bunları uzun uzun düşündükten sonra "Demek o zamandan beri, demek birçok zamandan beri..." diye eziliyor sonra eliyle başını tutup sebepsizce sadece rahatlamak için ağlamak istiyor ama sade "Aman Ya Rabbi, aman Ya Rabbi!" diye inliyordu.

Demek ki seviyordu, demek ki bir seneden beri, belki daha önceden beri, belki senelerden beri seviyor ve bunu gizliyordu... Necib'in kendine karşı bu kadar ölçülü davranması, duygularını göstermemesi, aşkını anlatmaması, onu ruhunun derinliklerine saklaması, Suad'da memnuniyet yanında saygı da uyandırıyordu. Bu ateşi, bu aşkı o kadar saygın, o kadar içten ve büyük görüyordu. Bir kere anladıktan sonra da tedirgin olmaya başladı, korkular oluştu, şüpheler dolanmaya başladı, karanlık birtakım küçük bulutlar oluştu. Asıl olarak: "O beni seviyor" güveni ve bunun memnunluğu vardı. Kendini korkmaya zorluyordu ve istemediği hâlde de öyle hislerden geçiyordu ki, bunlar kendini daha çok korkutuyordu. Onda henüz bir belirti görmeden kendinde oluşan bu eğilimin en çok direnmeye muhtaç olduğu bir zamanda tam tersine o hissini kuvvetlendirecek derecede olan bu zaaf ve sevinç, işte onu bu korkutuyordu. Hatta kendinden, kendi azarlamalarından bile gizli bir mutluluk duyup buna her endişeyi feda edecek derecede olan bu zaaf, kendini bu hissine bırakmak için var olan eğilim ona: "İşte tehlike" diyordu.

Onun yıllarca süren aşkından korkmak gerekmeyeceğine, asıl kendinden, kendi zaafından, onunla yaşarkenki bağının bir felâket olabilmesinden, asıl bunlardan endişe etmenin doğru olduğunu anlıyordu. Ve içindeki isteğe sebepler öne sürerek engel olmaya çalışıyor, ortaya çıkacak felaketleri düşünüyordu. O zaman, yarabbim o zaman ne olurdu. Hayatı, kocası... Bütün dünya... Ve bunu düşününce yüzünü yakıp kavuran bir ateş duyuyor, tekrar korku ve azarlamaya dalıyor, o kadar ki, artık bunlar dayanılması güç bir acı hâline geliyordu. Fakat bulutların sert hücumu arasında orada hiçbir şeyi umursamadan titreyen güçlü bir parıltı vardı, korku ve endişe karanlıkları arasında öylece duruvermişti, kendini çekmiyordu, her şeyi bırakmak sade onunla yakın olmak arzusu vardı.

Demek gelecekti. Necib gelecekti. Artık bu kararlaştırılmıştı. Fakat ne yapılacaktı? Ne olacaktı yarabbim. Nasıl birbirlerine bakabileceklerdi? Necib artık kendinin bildiğini bilmiyor muydu? Eldiveni tanıdığını anlamış mıydı? Anlamışsa, bu sefer belki de duygularını açığa çıkaracaktı, onunla konuşacaktı; peki ya o zaman ne olurdu? Bu kaza her şeyi ortaya döktükten sonra artık her hareketin özel bir anlamı olmaz mıydı? O zaman artık onun yanında yaşayamayacağını, yaşamamanın gerekli olduğunu, korkusundan değil heyecanından, utanç ve heyecanından hissediyordu. Önünde korkunç bir uçurum olduğunu hisseden bir gece gezgininin korkusuyla gidiyordu, avının önünde tetikte bekleyen bir avcı heyecanıyla titriyordu.

Necib için de bu günler aynı acılar ve heyecanlarla geçmişti. Fakat onun korkuları eldivenin tanınması şüphesi değildi. Şüphe ve korkunun yerini şiddetli bir heyecan alıyordu, ona yakın olma ihtimali her şeyi unutturuyor, siliyor sevince boğuluyordu. Sonra, onun kendi mutsuz, yoksun, saygıdeğer aşkını bilmesi bazen onu o kadar sarhoş ediyordu ki "Biliyor" diye emin olduğu zamanlarda bile, sevinçle korku arasında canı yanmış bir hâlde kalıveriyordu "Ah bilse de ölsem..." diyordu. Şimdi ona Suad'ın bu aşkın ne derin ve saygıya değer olduğunu bilmesi yeterliydi. Ona: "Bak senin için ölüyorum, seni sevdiğim için ölüyorum; fakat sen mademki bunu biliyorsun, işte artık mutluyum... Ve başka bir şey istemedim, yemin ederim ki kutsalsın, başka bir şey istemedim." demek istiyordu.

Evet, biliyorsa ve hareket görmeyecekse... Sinirleri o kadar yıpranmıştı ki, şimdi Suad'a karşı isteklerinden çok duyguları baskın geliyordu. Onun duygularını bildiğini düşünerek aynı yerde bulunmak, onunla yaşamak, hayali de olsa onu sarhoş ediyordu. 

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro