Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Beşinci Bölüm

Suad, ara sıra gözlerini dikişinden kaldırıp yeşil köpüklü denizde beyaz yelkeniyle uçan kotraya bakarak, dalgın, yalnız, meşgul idi. Kalbi sürekli bir çarpıntı ile onu işini bırakıp gözleriyle sandalı takip ve araştırmaya itiyordu. Süreyya'nın verdiği güvenceye rağmen şiddetli rüzgârlarla teknenin devrileceğinden korkuyordu.

Sandalın geldiği günden beri Süreyya, rüzgâr buldukça fırsatı kaçırmıyor, hemen balkona çıkıp sandalcıya sesleniyordu. Bu ses Suad'ın hayatının karabasanı olmuştu. Sessizlik, hayatında bir fırtına merhametsizliğiyle tekrar ediyordu. Önce beraber olmak için birlikte çıkmak istemişti. Fakat deniz onu harap ediyor, günlerce sersem bırakıyordu. Onun için burada karşıdan onun gezintisine bakarak, bin heyecanla beklerdi. Kendini oyalamak için eline aldığı dikişi bile şaşırıyor, söküp tekrar yapmaya mecbur kalıyordu. Süreyya her zaman kendisini de götürmeye uğraşıyordu ama, hayır baş dönmesi o kadar çoğalmıştı ki artık sandala binmesi mümkün değildi. Önceleri bir iki gün sersemliğin geçici olduğunu düşünüp onun isteğini kırmamaya çalıştıysa da olmadı. Hatta havalar iyi olduğunda bile binemeyecekti, aklına getirdiğinde bile midesi bulanıyordu.

Eğer tehlikeden korkmasaydı Süreyya'nın kendisini bırakıp gidişine yine memnun olacaktı. Onun canının sıkılmasından pek endişe ediyordu. Hayatını sade kendi huzuruyla oyalayamadığını hissetmeye başladığı zamandan beri eğlenmesi için her şeye razı olmuş, ta ruhunun en derinlerinde sızlayan ufak bir yarayı yalnız kendisine saklayarak sessizliğe sığınmış ve sabretmişti.

Buraya ilk geldikleri zamanlarda henüz sandal konusu da ortaya çıkmadığından, yeniliğin hevesi ile bir ferahlık olmuştu. Fakat her gün o canlılık biraz daha soluyor, o ferahlık biraz daha şişiyor, her gün biraz daha iniyordu. Bazen bu durumu, hayalinde birden kararan sonsuz ve karanlık, bir boşluk, sonu olmayan bir çukur gibi görüyor, bir korku ürpertisiyle üşüyerek boynu bükük kalıyordu.

Gözleri dalgın, dikişi dizlerine bırakmış, beynini titreterek geçen bu düşünce üzerine "Ne yaparım yarabbim, ne yaparım?" diye düşündü. Ne olacağını kesin olarak görmemekle beraber o çukur duygusu onu korkuya itiyordu. Bu korku ona sade Süreyya'sız, onsuz kalmak şeklinde görünüyordu. Tekrar başını kaldırıp denize baktı. Gözleriyle uzun uzun sandalı aradı ve onu sonunda orada, dalgaların arasında, köpüklere bulanarak, bir tarafa eğilmiş, yatmış, kırmızı bayrağı rüzgârla çırpınarak, bulunduğu tarafa doğru geliyor görünce tekrar kalbi hopladı. Süreyya'ya şikâyet edemiyor, onu engellemek istemiyordu. Kendisi anlasaydı, ah Suad'ın kalbinde ne acılar, ne özlemler olduğunu anlasa da öyle hareket etseydi...

Evde kalırsa daha çok canı sıkılacağından korktuğu için cesaret edip bir şey söyleyemiyor, hatırı kalacağından, öfkeleneceğinden korkuyordu. Fakat bir gün sandaldan da bıkacak değil miydi? Sandal da onu sıkacaktı, o zaman ne yapacaktı?

Tekrar o yara, o küçük yara bağırdı: Ah niçin ona yetmiyordu? Niçin ona her şeyi unutturamıyordu? Erkek kalbinin kadınların kalbinden daha fazla isteği olması bir haksızlık değil miydi?

Buna karşı susmak ve katlanmaktan başka yapılacak bir şey olmadığını düşünmek, suskunluğun ve boyun eğmenin bu kadar zor olduğunu görmek onu eziyordu. Önceden ricaya gerek duymayan Süreyya, şimdi gittikçe artan bir şiddetle şaka görünümü altında her isteğine karşı gelebiliyor, Suad'ın istemediği şeyleri bile yapıyordu. Bu hoş görünümlü şakalar asıl niyeti güzelce koruyarak işi ciddiyetten kurtarıyordu. Ne olursa olsun isteği kabul olunmuyor, isteği dışındakiler yapılmış oluyordu. Hâlbuki onun için Süreyya'nın daha söylemediği isteklerini bile gözlerinden okumak ayrı bir zevk hatta mutluluk derecesinde bir duyguydu. Bazen Süreyya'nın kendisine böylesine acı çektirmesinin ve onu yalnız bırakışının bir haksızlık olduğunu anlatmak isterdi fakat birbirini izleyen küçük olaylar ve devamından doğan sonuçlar da kendini rahatsız ettikçe susuyordu, vazgeçiyordu. Bazense kocasına karşı fazlasıyla doluyor ve bu birikimlerin, Süreyya'nın bir samimiyet anında bir okşayışıyla yıkıldığını, yok olduğunu görünce, ona aslında ufak haksızlıkları için değil de okşamadığı için incindiğini itiraf ediyordu.

Hizmetçi kızın: "Necib Bey geldi" demesi bu yalnızlık ve endişeli düşünceler arasında ona birden sevinç verir gibi oldu. O kadar bunalmıştı ki, Necib'in bu ansızın gelişi onu pek memnun etti. "Ah, ne iyi ettiniz de geldiniz, vallahi!" diyordu. Necib elinde bir tomar kâğıtla ayakta durarak Süreyya'yı soruyordu. Suad eliyle denizi gösterdi. Necib "Hâlâ sandal paralanmadı mı Allah aşkına?" dedi. Suad "aman ne diyorsunuz?" diye kalbini tutuyordu. Necib gülerek: "Yok efendim, bir gece bir bora çıkar da..." diye patavatsızlığını düzeltmeye uğraşıyordu.

Suad "Çağıralım mı?" diyerek balkona geçti, elinde dikmekle uğraştığı gömleği, karşıdan yukarı doğru geçmekte olan sandala uzun uzun salladı. Necib, "Acaba görür mü?" diye soruyor, Suad suskun Süreyya'yı çağırmak için bahane bulduğundan oldukça memnun olarak elindekini ara sıra durarak tekrar tekrar sallıyordu, bu durum için Necib'e teşekkür borçluydu. Birdenbire sandalda bir başka hareket görüldü. Yelkenin yalpaladığını sandalın döndüğünü, sonra oradaki burna doğru gelmeye başladığını gördüler.

Suad: "İşte geliyor..." dedi.

Necib elindeki kâğıtları sallayarak kendini göstermek istiyordu.

Beklerken oraya oturdular. Necib, niçin beraber çıkmadıklarını soruyordu. Suad bu soruya hafifçe kızararak ve sebebin tuhaf olduğunu düşünerek Süreyya'nın o hâlde bile kendini yalnız bırakmasını şaşkınlıkla düşündükten sonra: "İşim vardı..." dedi. Sonra yalan söylemekten daha da utanarak ekledi: "Deniz de tutuyordu..." Sonra utandığını belli etmemek için "Onlar ne?" diye kâğıtları gösterdi. Necib elindekileri uzatarak "Sizin için..." dedi.

Suad, kâğıtları açmaya uğraşırken Necib ayakta ona bakarak, şu notalar için ne kadar telaş ettiğini düşünüyordu. İki seferdir unuttuğu için bu kez kesinlikle getirmeye karar vermişti. Sabah vapurla Boğaziçi'ne geçmek niyetindeyken vapurda aklına gelince dönmek zorunda kalmış, Beyoğlu'na çıkıp hem notaları almak hem de yemek yemek için öğleye kadar kalmıştı.

Suad sevinçle: "Ooo, bunlar nota..." dedi. Necib de, notasızlıktan sızlandığı için getirdiğini söyledi.

Suad, memnun, birer birer karıştırıp isimlerini okuyordu:

"Ooo, Nurma, Otello, Manon, Lescuat, Hernani, Lucretia, Borgia, Sappho... Ah ne güzel! Bu ne, bu da Ganone... Romeo ve Juliet... Ah ne güzel... Fakat ne güç yarabbim, ne güç! Ben bunları beceremem ki!.. Mümkün değil!.."

Teker teker heyecanla notalara bakıyordu:

"Ooo, bunlar burada vardı ya... La Traviata, Faust, Carmen, Mascout, Rigoletto... Bunlar burada hep var... Lafororça Deldedesteno..."

Necib, hepsi hırpalanmış olduğu için tekrar aldığını söylüyordu. Suad o kadar memnun kalmıştı ve mutlu olmuştu ki, Necib de memnun oldu. Sonunda Suad teşekkür ederek: "Artık uzun baş ağrılarını hak ettiniz..." dedi.

"Ben de onu rica edecektim."

Aşağıdan Süreyya'nın sesini işittiler. Balkonun kenarına çıktılar. Süreyya sandalda, dağınık bir kıyafet, güneşten kavrulmuş bir çehreyle yukarı bakıyor, fesini sallayarak: "Hoş geldin! Bakalım, bir haftadır nerede idin a kuzum?" diyordu. "Haydi gel, gezelim." dedi. Sonra Necib'in başka güne erteleme ricası üzerine kendi yukarı çıktı.

"Başka gün filân diyerek yine yarın kaçarsın. Belli, biz artık Suad'la kararı verdik... Kapının anahtarı elimizde..."

Necib gülerek:

"Ben görmeyeli iyi yanmışsın..." diyordu.

Suad kırgın bir şekilde:

"Bir haftadır sandaldan çıktığı yok ki... Ben de öyle kavrulacaktım ya... fakat ciğerlerim kopuyor sandım... Sandal dalgaların arasında küt küt vurdukça... Fakat burada kalmakla daha rahat oluyorum zannetmemeli... Akşama kadar bin telaş, bin heyecan..."

Süreyya, fesini bir tarafa atarak:

"Belli a Necib." dedi. "Kadınlar sürekli heyecan, sürekli telâş ederler. Devamlı sinirleri rahatsızdır ve başları ağrır..."

Sonra elini tutup sıkarak:

"Eee, sen hoş geldin bakalım. Ne haber? Bir haftadır ne yaptın, nereleri gezdin?" dedi.

Necib oradan ayrıldığı cumartesi gününden beri ne yaptığını anlatıyordu! "Haberler!" diye başlayarak önce bağa gittiğinden bahsetti. Bir gece de o "Taş ocağına" gitmişti. Hacer pek merak ediyordu. Hatta birkaç gece için gelmek bile istiyordu. Fakat Fatin'in bu aralık işleri o kadar çokmuş ki, getirdiği büyük defterlerle geceleri bile uğraşıyormuş...

Süreyya gülerek: "Gitmeye ihtimal kalmasın diye yapar." diyordu. Sonra soruyordu: "Annem niçin gelmiyor?"

Suad, o hep anlatırken elindeki notalarla meşgul, başını kaldırdı:

"Evet, hanımefendi gelecekti. Söz verdiydi?"

Hâlbuki beyefendiden kurtulmak imkânı olmadığını hepsi biliyordu. Beyefendi bir kocadan çok bir efendi olan kocalardan olduğu için hiç kimsenin keyfine bir saatini feda etmek istemediğinden, hanım bir iki gün gelip burada kalamıyordu. Haber göndermişti: O kadar gelmek istiyor, fakat mümkün olamıyordu. Asıl o, kendileri niçin gelmiyor diye soruyordu. Hacer: "Kışa gelecekler a! Şimdi niçin uğrasınlar?" diyordu.

Süreyya kabararak:

"Kışa mı? Öyle budala bulurlar..." diyordu. Sonra Necib'e sorarak: "Biz kışın da burada otururuz, değil mi? Ne dersin Necib? Olur mu acaba?"

Necib pek uygun buluyordu. Kışın buraları bütün bütün sessizliği ve ıssızlığıyla o kadar hoş olurdu ki... Başını çevirip Süreyya'ya bakarak:

"Sade can sıkılır..." diyordu. "Kitap, kitap, kitap, kitap... Dünyanın bütün gazetelerine abone olmalı... Bir hafta gelen gazeteleri öbür haftaya kadar okuyamamalı... Sonra havalar iyi olunca..."

Süreyya da asıl onun için istiyordu. Havalar iyi olunca yazın tozundan, sıcağından gezilemeyen bütün bu civarın ormanları, koruları hep gezilir, keşfedilirdi. Balıkçılık da vardı. Hem kim bilir daha neler çıkardı?

Sonra Fatin'i sordu: "O ne yapıyor bakalım, ne söyledi?" dedi.

O da Süreyya'yı merak ediyordu. Necib'e: "Borç kaça çıktı acaba?" diye sormuştu. Yazın borç edip kışın İstanbul'da pinekleyerek ödemek ona pek tuhaf geliyordu. Sonra pantolonunu çekerek "Gençlik, heves... Ne olacak?" diyordu.

Süreyya, Suad'ın elinden kâğıtları alarak: "Miskin herif... Kışın buldular bizi, budala gibi oraya mı kapanacağız?" diye mırıldandı.

Dalgın dalgın notaları karıştırıyordu. Sonra onları ilgisizce bir tarafa bırakarak: "Başka ne haber? Sen vaktini nasıl geçirdin?" dedi.

Necib ilgisizce:

"Her zamanki gibi!.."

Fakat yalan söylüyordu. Çünkü bir haftadır her tarafta gezdiği hâlde hiç bu kadar sıkılmamıştı. Önce Beyoğlu'na gitmiş, oranın mevsimi olmadığına suç bularak adaya geçmişti. Üç gece orada otelde kalmıştı. Otel gerçekten seçilmiş bir toplulukla tıka basa doluydu. Kalabalık bir süre kendisini uğraştırır gibi olmuştu. Uzaktan tanıdığı birkaç kişiyle arkadaşlık kurdu. Bazı yeni gruplarla ve insanlarla tanışmıştı. Bir süre orada epey bir zaman geçireceğine inanmıştı. Önce grup hâlinde dolaşmak, Hristoslar, oyunlar onu eğlendirmiş, bir ressam ailesinin üç kızıyla da hoş vakit geçirmişti. Fakat bir süre sonra yine bu ilişkilerden ve bu hayattan iğrenmeye başlamıştı. Konuşurken, gezerken, susarken kalbe ait duygularını abartılarla karartarak onlardan ve kendinden bir iğrenme hissetmişti. Herkes içtenliğini başka bir zamana saklıyormuş da sanki burada kendisine özel bir kimlik oluşturuyordu. Bunları bile bile herhangi biriyle görüşmek, ondan birtakım itiraflar dinlemek, her şeyin, sözlerin, davranışların, sesin, evet sesin bile yapmacıklığını, her türlü davranışın seçkin görünmek sevdasıyla yapılan hareketler olduğunu sezdikçe, iğrenme duygusu artmış yemeğini yer yemez balkonun bir köşesine çekilmeye başlamıştı. Aslında bu davranış tarzı da yaşadığı zamanın belli bir tabakasına göre alışılmış tavırlardı. Ama artık o, bunları kabullenmek istemiyordu.

Ve içinde sürekli bir çırpınma, ruhunda sürekli bir heyecan ürpertisi vardı. O sese, o bakışa ait bir heyecan ki, etraftaki kadınların böyle şeylere ne kadar yabancı olduklarını görmekten iğreniyor sanılırdı... Bütün bu üzüntü ve sıkıntının arasında bir sevinç, durup dururken taşan bir neşe oluyordu ki, bu duygunun nereden çıktığını bilemiyordu. Merak ediyor, bu sebebi arıyordu. Hayatında oyalanacağı bir uğraşı, kendini mutlu edecek hiçbir şeyi yoktu. O zaman birden Boğaziçi'ni görüyordu: Evet orası vardı. Yalnız oraya giderse sıkılmayacağını hissediyordu. Fakat bunun için bu kadar heyecanı fazla görüyor, bu durumu başka bir sebebe yüklemek istiyordu. Herhâlde orayı şiddetle arzuluyordu. Oranın sersemletici güzelliği ve bir çiçek gibi açan ufukları, yıldızlarla heyecan dolu semaları, berrak ve yeşil denizi... Hep onları istiyordu. Onları, özellikle orada, o temizlik ve masumiyet içindeki hayatı istiyordu. Cumartesi ancak öğle yemeğinden sonra koyuvermişler, hafta içinde yine beklediklerini söylemişlerdi. Onların hoşlandıkları gibi yapmanın, nezaket kurallarına pek de uymayacağını düşünüyordu. Ve ufak bir mücadele oluyor, ruhu orayı isterken nezaketi onu engelliyordu. Bu mücadele bir hafta devam etti.

"Perşembe günü giderim..." demiş bulundu ve bu kararı verdikten sonra da o günü tuhaf bir sabırsızlıkla bekledi. Artık sıkıntılı hâli geçmiş yalnız beklemek kalmıştı. Kararı verişinin sonrasında ise eskisi kadar sıkılmadığını fark etti. Sebebini tam olarak bulamıyordu ama bu perşembe günü gitmenin onu rahatlattığını hissetti, hayretler içinde kalıyordu, bunun üzerinde derinlemesine düşünmüyordu ama bu duyguyu her fark ettiğinde: "Garip, garip..." diyordu.

Adaya pazar günü gittiği hâlde, perşembeye kadar bekleyemedi, salı günü adadan ayrıldı. Hiç olmazsa yanlarına giderken değişik haberler götürürüm bahanesiyle bağa gitmek istiyordu. Bağda daha çok bunaldı, orada önceki gibi neşe kalmamıştı. Önceden, ayda yılda bir oraya uğradıkça sıkılmaz, güzel vakit geçirirdi. Bu sefer bir buçuk gün orada harap oldu. Akşama kadar esneye esneye ölüyordu. Hacer, kendisine darılmıştı. "Onlarla beraber bize oyun edersin ha?" diye ciddi bir şekilde rahatsız olduğunu gösterir bir tavırla bakıyordu.

"Artık tabii oraya sık sık gidersin değil mi?" diye soruyordu. Ve bunu sorarken gözlerinde öyle bir delici bakış vardı ki, Necib bu bakıştaki kıskançlığı ve kini fark edince titredi.

Hanımefendide yine o sakin gülümseyiş ve yine o herkes için iyi düşünmek ve elinden geldiğince iyilik yapma hâli vardı. Uzun uzun oğlunu, gelinini soruyor, gidip görüşemediği için sızlanarak: "Onlar olsun ara sıra gelmeliler, değil mi?" diyordu.

Necib bağda perşembe sabahını zor etmiş ve ilk trenle inmişti; fakat notaları alması sebebiyle Boğaziçi'ne ancak öğleden sonra gelebilmişti.

Bu ayrıntıları işine geldiği gibi değiştirerek aktarıp, ada hayatını biraz gürültülü ve eğlenceli bir şekilde anlattıktan sonra sustuğu zaman Süreyya: "Eee, haydi bir yere çıkalım... Gezmeyecek miyiz?" dedi.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro