Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Altıncı Bölüm

Necib bu sefer bir hafta aralıksız Pazarbaşı'nda kaldı. Sabahları Süreyya'nın bıktırıcı ısrarına dayanamayarak kotrada ona eşlik ediyordu. Süreyya'nın kotra hevesi kendisine her şeyi önemsiz gibi görme derecesine getirmişti. Haziran meltemleri pek çok eğlendiriyordu. Her gece havaya bakıp güya yarınki rüzgâra dair keşiflerde bulunmaya çalıştıkça Necib'le Suad birbirilerine bakarak gülüşüyorlardı. Havanın durgun olması onu korkutuyor, artık akşama kadar rüzgâr için çeşitli yönler kollayarak sıkılıyordu. İki kez öğle vakitlerinde havanın bozulması sebebiyle yarı yolda kalmışlar bu yüzden de yemeklerini ancak saat yedide yemişlerdi. Süreyya buna özür bulmak için "Ne yapalım, her keyfin bir zahmeti vardır!" diyerek yalnızca omuz silkiyordu. Bir defasında Suad da eşlik etti; fakat öbür günler sandal pek erken çıktığı için işini bırakamayarak gelemedi. Necib bir saat daha beklenirse onun da işini bitirip onlara katılabileceğini görüyor, fakat Süreyya'nın bunu yapmayışına şaşırıyordu. Geldikleri zaman Suad'ı dikişiyle uğraşır, yemeği hazır bulurlar; yemekten sonra tekrar balkona çıkıldığında Süreyya ancak yarım saat sabredebilir sonra dayanamayarak yine sandalcıya işaret verir, Suad'la Necib kendisini alıkoymak isterler; fakat başaramazlardı... Bir defa bin zorlamayla evde alıkoydular; fakat o gün hep kotra ahıyla ofuyla geçtiğinden onlar da acı duydular. "Ben sizin piyanonuza karışıyor muyum, siz de beni bırakın..." diyordu.

Süreyya çıktıkça Suad'la Necib ya karşıda yüzen sandala bakıp konuşuyorlar, yahut piyano ile oyalanıyorlardı. Bu haziran öğleden sonraları sandal konusundan girilerek havadan sudan sohbetler sırasında Suad'ın ağırbaşlılığı ve güzelliğine hayranlığı, tabiatındaki yumuşaklık ve sakinliğine tutkunluğu yineleniyordu. Sonra piyano onlar için büyük bir eğlence idi. Suad, Necib'in getirdiği notaları sabahları yalnız kalınca çalmak için uğraşıyor, öğrenirse akşamları ona çalıyordu. Bazen öğrendim zannettiklerini onun yanında beceremeyince kızıyor "Ben işte iki sabahtır sizin için uğraşmıştım..." diye hırçınlaşıyordu. Maskeli Balo'da bir potpuri vardı ki, bazı parçalarındaki güzellik ve tatlılığa Necib doyamıyor. "Bunu bir sene durmadan dinlerim..." diye gülüyordu. Bazı havalar oluyordu ki, ilk denemede beğenmemiş oluyorlardı, fakat sonra bunu öyle bir beğeniyorlardı ki adeta bu derin zevkten sarhoş oluyorlardı. Traviata'dan "Melek Kadar Saf" Aida'dan "Ah Benim Kederim, Sana Merhamet Versin", Faust'tan "Artık Geç Oldu, Adiyo!" parçaları böyle olmuştu. Onları en çok Manon Lescaut büyülüyordu. Üçüncü perdenin finali olan "Yok, Ben Çıldırmışım; Bak, Nasıl Ağlıyorum?.." parçası defalarca tekrarlanıyordu. "Ah Manon!" diye Necib mırıldanıyor, piyano ağır ağır inleyerek onlara her şeyi unutturuyordu. Sonra şen havalar geliyordu. Traviata'nın girişi, Carmen'in marşı, dördüncü perdenin girişi Necib'i mest ediyordu. "Ah Cavaleria Rusticana..." diye yalvarıyordu. Fakat Suad bunun ancak şarap şarkısıyla Lola'nın şarkısını kolayca çalabiliyordu. Asıl büyük parçaları Sicilyanasıyla intermezzosunu, girişiyle dua parçasını denemek istedikçe birbirine karıştırıyor, "Bir ay çalışma gerekli." diyerek erteliyordu. Buna karşılık kolay parçalar peş peşe geliyordu. Verdi, ikisinin de en çok tercih ettikleri tek bestekârdı. Onun için eserlerini zevk alarak dinliyorlardı. Şimdi Puccini'yi de beğeniyorlardı. Suad, bir senedir Manon Lascaud'ya el sürmediğini söyleyerek gülüyor "Hiçbir şey ummadımdı." diyordu. O zaman bu müzik merakının kaynağını anlatmaya başlıyordu. Nasıl olup da babasının kırkından sonra bir Avrupa seferi sonrasında viyolonsele merak saldığını, sonra kızını nasıl uddan, kanundan alıkoyup piyanoya çalıştırdığını anlatıyordu.

Dışarıda köpüren rüzgârla perdeler uyanırken güneşin sunduğu o ılık gizlilik içinde, nasıl da rahat ve bu müzik sarhoşluğu içinde nasıl da mutluydu, kendini, dünyayı, her şeyi unutuyordu. Süreyya'nın geri dönüşü onlar için bir işaret gibiydi. Hemen hazırlanırlar, gezmeye çıkarlardı. Suad gülerek "Dadı, sen de gel..." der, fakat Behice Dadı yalıda beklemeyi tercih ederek "Siz gidiniz kızım... Haydi, Allah keyfinizi artırsın, efendilerim" diye çekilirdi.

Artık bu hemen her zaman tekrarlanıyor gibiydi. Her akşam kavak yoluna çıkıyorlardı. Orda karakolu geçince küçük bahçeye girdikleri de oluyordu. Her zaman Süreyya kapıdaki levhayı gülerek okur, "Güzellik gösteren bahçe!" derdi. Burası Necib'in düşüncesine göre Boğaz'ın en güzel yeriydi. O kadar ki, başka her yeri unutuyordu. Burada alabildiğine bir açıklık vardı, gözün görebildiği her yeri seyredebiliyordunuz, ondan daha muhteşem hiçbir şey olamazdı. Deniz ayaklarının altında bütün hareketliliğiyle serilmiş, gülümsüyor, ufuk birbirlerini kovalayarak dalgalanan tepe silsileleriyle mavileşerek dumanlanıyordu.

Kendi kendine hayret eder ve başka türlü açıklayamayınca buna "sadece bir tepki" diyordu. Uzun süre kalabalık içinde yaşadıktan sonra şimdi bu sessizlik ihtiyacı pek doğaldı. Bütün bir kış sonu acı bir kinle biten bir ilişkinin peşinde Beyoğlu kasırgasının değersiz bir tozu gibi olmuştu. Şimdi ruhunda, vücudunda sessizlik ve ümit ihtiyacı vardı. Sonra buradaki içtenlik ve gizlilik, bu masumluk ve sessizlik, bu taraflarda insanlığın kötülüklerinden şüphe ettirerek unutturan meleklere yaraşır sessizlik, kendisini bütün pisliklerden kurtarıyordu. Uzun bir ahlâk hastalığından şimdi temiz ve sağlam çıkıyor gibi geliyordu.

İnsanlardan kaçanlardaki tecrübelerin şiddetini genele yaydıktan sonra ulaştığı sonuçlar ona şimdi pek acımasız, pek kesin görünüyordu. Böyle şeyler hakkında kesin hükümler vermek kadar budalalık olmadığını kabul ederek o hâlini haksızlık sayıyor, bütün Suad'a benzeyen yüce kadınlardan kalben af diliyordu. Suad'ın sessiz ve sakin bakışı onu ağlatacak kadar üzüyordu. Bütün yüzünde, dudaklarında, alnında öyle bir masumluğun nur dairesi görüyordu ki önceden beri bu şeylerle çok oyalandığı için olanca önemiyle takdir ediyor ve "Herkes de benim gibidir değil mi?" diye deneyimli geçinenlere gülüyordu. "Bütün suç, işi genelleştirme ve sonuç çıkarmada!" diyordu. "Kendine has bir bakışla bakıp genele yaymak... İşte bir cinayet! Oh, beni affetsinler." Sonra aslında bunun cezasını da kendi çektiğini düşünerek kalben büyük bir ihtiyaçla mutluluk anının artık gerçekleşmesini istiyordu. Asıl sorun onun gibi bir kadın bulmaktı. Tereddüt ediyordu: "Nasıl, bu mümkün olur mu acaba?" Onun gibi biri, kendi şüphelerini, şimdi tedavi edilmeyen bütün yaralarını ipek elleriyle saracak, onları iyi edecek, masumluk ve sessizlik içinde güzel kokularla kokulandıracak bir kadın?

Hep bu düşünceyle oyalandığı için, bir akşam yine Büyükdere'den gelirken Süreyya bir sebeple kendisine: "Evet, evlenmeli azizim..." deyince titredi, sonra gülmeye başladı. Üç ay önce evliliğin o kadar aleyhinde bulunan Necib on altı yaşında bir okullu gibi şimdi onu kutluyordu. Ve işte buna gülüyordu. Fakat aldanmak, yanılmak zihnini dehşete sürüklüyordu. Suad gibi bir kadın hayal ederken... Burada hep gözünün önünden sonsuz bir kocalı kadınlar alayı geçiyor, o zaman bir dakika yine eski Necib olarak omuz kaldırıyordu.

Bu sıralarda bir gün, erken kalkamadığı için kendisini evde bırakıp gitmiş olan Süreyya görünüşte darılarak, gerçekteyse odanın güneş gören gölgesinde dikişiyle oyalanan Suad'ın karşısında sigara içen Behice Dadı'nın yanında oturmayı tercih ederek uzanmış bakıyor, Suad'ın dikişini seyrederek bu ailenin sakinliğine hayran oluyordu. Suad ara sıra bir iki söz söyleyerek ikide bir de başını çevirip dalgın gözleriyle sandalı arayarak dikişini dikiyordu. Arkasında ince siyah çizgili bir keten gömlek vardı. Saçları başının üstünde kestaneye yakın rengiyle dalgalanarak bir bulut gibi kümeleniyordu. Bu o kadar güzel bir tabloydu ki: "Şüphesiz ki kadınları güzelleştiriyor." diye karar verdi. Eski Necib sesini yükselterek: "Fakat düşündürüyor!" dedi. Evet gerçekte Suad dalgındı; fakat ikide bir de başını çevirip baktığında gözlerindeki o endişe, sandalı görünce öyle bir rahatlamaya dönüşüyordu ki, bu dalgınlığın sebebi kolayca anlaşılıyordu.

"Ah, ne kadar seviyor..." diye düşündü ve içi sıkıldı. Çünkü kendisinin böyle bir eşi olsa bile Süreyya gibi sevileceğini garantileyebilir miydi? Ve bir söz sırası düştüğünde ona da söyledi. Evlilik hakkındaki bütün fikirlerini anlattı. Necib aslında Suad'ın ona nasıl bir ilaç, nasıl bir kalp kuvveti olduğundan bahsetmek "Peki evleneyim; ama bana sizin gibi, kendiniz gibi birini bulunuz." demek istiyordu. Fakat söz ağzında dolaşıyor, bir türlü çıkmıyordu. Sıkıldığına şaşıyor, bunda bir sakınca olmadığını kabullenmek istiyor; ama bir türlü o kelimeleri söyleyemiyordu. Buna bir dadı engel olamazdı herhâlde. O, dinlerken bile anlamıyor gibi bakardı. Hem ondan gizlemek için hiçbir sebep göremiyordu. Bunun için onun kendinde nasıl bir değişikliği gerektirdiği, içinde yaşadığı büyük çölde kendisine nasıl bir ümit vahası ve emel olduğu konusunu uzun uzun anlattığı hâlde sonucu söyleyemeyerek tereddüt etti. Suad tüm bunları suskun bir şekilde dinliyordu. Kadınlar hakkında Necib'in kötü düşüncelerine, şüphelerine gülerek: "Ooo, hiç öyle değildir... Aman ne kadar aldanmışsınız!" diyordu. Onun tanıdığı kızlar vardı ki, o hepsini beğeniyordu. Ve böyle kolaylıkla beğenebildiği için de Necib şüphe ediyordu. Suad sonunda: "Söyleyiniz bakalım, nasıl bir kız istiyorsunuz?" dediği zaman dondu kaldı. Omuzlarını kaldırarak: "Nasıl olursa olsun, asıl gerekli olan hâlidir..." dedi.

O zaman Suad tekrar sordu. Ayrıntı istiyordu. Konuşma öyle bir yere geldi ki, sonunda mecbur olup "Sizin gibi olsun." dediği zaman Necib kendi de sebebini bilmeyerek kızarmıştı.

Suad'ın normal ve sakin olan yüzü hafifçe kızardı, sustu. Sonra başını kaldırıp: "Teşekkür ederim. Fakat iltifatı başka bir zamana saklayınız da..." diyerek devam etti. O zaman asıl güç şey yapılmış olduğundan; evlenmekten çekinme sebebinin onun gibi bir kadına rast gelmemek korkusu olduğunu anlattı. O söyledikçe Suad'da utangaçlık yok oluyordu. "Çok..." diyordu.

"Çok, siz görmemişsiniz... Tabii göremezsiniz. İltifatlarınızı boş yere harcıyorsunuz. Neler var, neler..."

Ve mahzun, boynunu bükerek, tekrar ediyordu:

"Neler!"

Evet, neler vardı; fakat işte Necib onların hepsini görmüştü, ancak Suad gibi olursa yaşayacağına karar vermişti. Onun için bir kadın bulmayı bile düşünen Suad'ın bu konudaki yüzeysel fikirlerine bakarak söylediklerini onun hakkında beslediği güzel fikirlere yakıştırıyor, bir süs gibi düşünüyor, kötülük görmemiş, pislik bilmiyor... diyordu. Sonra anladı ki Suad "hâli" sözünden incelik ve güzellik anlamıştı. O zaman iyice anlatmaya başladı. Ve bu anlatımı uzun sürdü. Birer birer, olaylarla örnekler göstererek onda tam karşılığını bulamadığı "Meleklik" kavramını anlattı. Ve bunun bir kadın için nasıl bir güzellik ortaya çıkardığını, yumuşaklık ve sabrı, şefkati, sakinliği ve gülümsemesi ile bir kadının nasıl daima tapınılmaya değeceğini tarif etti.

Suad:

"Nasıl, bir kadını sabır ve tahammülü için mi seversiniz?" diyordu.

Necib, tekrar güzelce açıkladı. Bunun kadınlığı nasıl süslediğini, sakinlik ve tebessümün bitkin ve kahrolmuş erkekler için nasıl bir güç ve teselli olduğunu anlatıyordu. Suad artık dikişini yanına koymuş, başını koluna dayamış dinliyordu. Kendi kendine: "Süreyya da böyle görse, böyle düşünse..." diyordu. Fakat bir şey söylemedi. Sade, Necib bitirdiği vakit gülerek: "Herhâlde bütün bunlar yemek kadar önemli değildir." dedi. Necib onun ne düşündüğüne dair bir şey anlayamadı. Bunu ancak yemek sırasında anlayabildi. Orada bu konu bir daha Süreyya'nın yanında tekrar edildi. Suad evlilik konusunu açmış anlatıyordu. "Onun için zor!" dedi. Süreyya, "Niçin?" diye sorduğu vakit Necib bir an, "Benim gibi istiyor..." diyeceğini düşünerek farkında olmadan kızardı, Suad bir süre tereddütten sonra sadece: "Kendisi pek zor beğeniyor da..." diyebildi. Bu gizlilik, bu küçük sır Necib'in tüm kalbini titretti, bir saniye bile olsa ruhu haz içinde kaldı. Aralarında böyle bir şeyin bir sır oluşu onu o kadar mest ediyordu ki, hep bunu düşünüyor, uzun uzun bununla oyalanıyordu. Fakat iki gün sonra bir şey oldu ki, bütün ruhunun sakinliğini alt üst etti:

O gün öğleden sonra üçü birden yine bahçeye gidiyorlardı. Bu, boğazın köşe bucağının dumanlarla dolup denizin sıcaktan hâlsiz serildiği sıcak bir gündü. Ancak bahçede otururlarsa sıcağın şiddetinden biraz kurtulacaklarını, orada biraz hava bulacaklarını sanmışlardı. Bahçenin yolunda yürürlerken karşıdan bir gencin geldiğini gördüler. Delikanlı bu kadar ıssız bir yerde birisi hanım olmak üzere üç kişinin dikkatli bakışları altında bulunmaktan vücut bulmuş gibi hafif bir sıkılganlıkla geçti. Bu, güzel, zarif, ince bir delikanlıydı. Geçince Süreyya, Suad'a: "Bu kim Suad, tanıyor musun?" diye sordu. Kendisini birkaç kere daha gördüğünü zannediyordu. Ara sıra şurada burada rast geldikleri olmuştu. Hatta dün Necib yanlarındaki yalının iskelesine sandalla çıkarken görmüştü. Birden hatırlamaya başladı; bir gün de vapurda rast gelmişti ona, vapur Yenimahalle'den kalkıp aşağı doğru dönmek üzere Pazarbaşı'na yaklaştığı zaman yalılara pek dikkatle bakması dikkatini çekmişti. Necib bunlarla oyalanırken Suad, Süreyya'nın sorusuna "Bilmem!" diye cevap verdi. Necib bu konuşmalar arasında bu çocuğun karşılarına çıkmasına önem vermeyerek sebebini ararken öyle geldi ki, Suad bu sözü söylemek için bir an tereddüt geçirdi.

Ve bu yeterli geldi. Bir anda eski Necib, şüpheli, sinirli, karanlık Necib tekrar uyandı. Kadınlardan öyle hıyanetlerle aldatılmış, bazılarını o kadar küçümseyerek aldatmıştı ki, şimdi kalbine bir yılan girmişti, Suad'dan başka hangi kadın olsa şüphe edecek bir kabiliyet kazanmıştı. Hatta ona bile, şüpheciliğinin alışkanlığıyla, Suad için bile kendi kendine: "Sakın..." diye başlayan ses, dudaklarını ıslatan tebessüm... Bunlar şüpheyi azdırıyorlar ve o zehrini kalbine akıtıyorlardı.

"Ah ben budalayım, deliyim..." dedi. Bunda hiçbir ilişki, bu ihtimal için hiçbir sebep yoktu. Kendinden bir tiksintiyle kaçmak isteyerek "Hem mümkün değil, mümkün değil!" dedi. Fakat eline geçen her hükümsüz sebeple üzüntüler bulmaya o kadar alışmış, onu öyle bir zevk derecesine çıkarmıştı ki, ihtimali gerçekmiş gibi düşünmeye koyuldu: Bu, önce yavaşça sokularak, okşamalarla, ricalarla dinlemeye zorlayarak elinde olmadan ortaya çıkan bir sürü sorularla başladı. Bunlar öyle şeylerdi ki dinledikçe düşündürüyor, şüphe etmek zorunlu oluyordu. Ve şüphe gelir gelmez sade bir ihtimalle yerleşen bu düşüncelerle, cehennem azabı içinde yanmaya başlıyordu. Suad'ın başka birisini sevmesi ihtimalinin, onun temizlik ve masumluğundan doğan şüphenin zehirli tırnakları vardı, dokundukları yeri ateş gibi yakıyorlardı. "Ya öyle ise, yarabbim ya bu gerçek ise?" diyordu. Bu ihtimal onu gerçekmiş gibi rahatsız etmeye başlayınca Suad'a olan güveni zayıflıyor ve ondan farkında olmaksızın uzaklaşmış oluyordu.

Ona bakarak bu gözlerin, bu dudakların böyle kirli hıyanetlerin kadını olmadığını düşünmek, Suad'ın o kadar zamandır hayran olduğu melekliğini hayal etmek istiyor "Nasıl olur, başkaları için tamam ama onun için mümkün değil..." demeye uğraşıyordu. Onun her günkü hayatını göz önüne getirerek bu hayatta öyle ihtimaller bulunmadığını tekrar ediyordu. Fakat o sorular, o hain sorular tekrar kulaklarına, tekrar ruhuna sokuluyor, uzayıp gidiyordu. Öyle olmasına ne engel vardı? "Kadın değil mi?" diyordu. İnsan onları ne zaman yeterince anlayabilirdi, tanıyabilirdi? Görünür bir sebep, bir işaret yoksa bile herkes bilmez miydi ki kadınlarda böyle şeyleri gizleyebilmek için ne hain yetenekler, kolaylıklar, ne başarılar vardı. Hem kadınlara hıyanet için sebep sormak kadar budalalık olur mu? Bu onlar için bir ihtiyaç, aldatmak, hıyanet etmek doğal ve hayatî bir görev değil midir? Ah, onlar böyle pisliklerle aldattıklarına, kendilerine, büyük, temiz ruhlarına aldananlara acaba nasıl bir bakışla bakarlar, yarabbim?

Bunlara bir cevap gerekiyordu. Cevabı ararken Suad'da da böyle bir tavra yatkınlık buluyor, kadınların ketum oluşları, gizemli oluşları onu sebepler bulmaya itiyordu; sonrasında da artık olaylar uydurmaya başlıyordu. "Gerçekten böyle bir şey olsaydı!" diye yanarak düşünürken, delikanlının önceden verilen haberler üzerine orada burada karşılarına çıkması, hatta bugün Suad'ın kendilerini buraya getirmesi de belki hep onun için olduğunu düşünmek onu harap ediyordu. Ah hepsi mi, hepsi mi öyle idi? Hepsi mi aynıydı? Onun da böyle bir şeyi yapması, yapabilmesi mümkündü, öyle mi?

Önceleri "kadın" kelimesi kendisi için sadece saçma, hain, kuş beyinli manalarına gelmişti. Ve şimdi tekrar kadın kelimesini o manada kullanınca o kadar zaman masumluğuna hayran olduğu Suad için de düşünmek ona acı, pek acı geldi. "Mümkün mü Suad, sen, sen de böyle şey yapar mısın? Sen de mi çamursun, yarabbim, sen de mi Suad?" diye sormak istiyordu. Şüphelerini doğrulayan bir sebep bulamaması, kendini tam olarak inandıramamak da onu rahatsız ediyordu. Ah ne kadar yazıktı! Bu kadar güzel, temiz bir ruhun da heveslerine esir olması, çirkinleşmesi, kirlenmesi ihtimali... Ah ne kadar yazıktı! Niçin böyle oluyordu! İnsanın hayatını temizliği, saflığı, namusu için feda edebileceği bir kadın bulmanın ne kadar güç olduğunu düşündükçe kalbi derin bir acıyla sızlıyordu.

Sonra Süreyya'ya bakıyor, onu habersiz, masum, şüpheden uzak gördükçe "Zavallı Süreyya" diyordu. Onların mutluluk köşkü, o kadar zaman gözünde büyüttüğü, yücelttiği bu namus yuvası, üzerine yıkılıyor, altında kalıyor sanıyordu. Zaten var mıydı acaba? Bir yuva, bir mutluluk, bir namus var mıydı? Hiçbir yerde yoktu ve budala, bunun olmadığını, hiçbir yerde olmadığını bildiği hâlde burada var sanmıştı, öyle mi? İşte kendine bir ders! Fakat o bundan da yararlanamayacak, ah, o hâlâ akıllanmayacak, hâlâ şair ruhunun aşağılık bir çocuk oyuncağı olacaktı.

Kesin olarak kabul etmemekle beraber, gerçekmiş gibi ayrıntıları düşündükçe tecrübeleriyle bu ayrıntıları o kadar canlı, o kadar gerçek hayal ediyordu ki, bunun gerçeğine aldanarak şimdi inanmaya başlamıştı. Suad için hiç aklına getirmediği bu pislikler şimdi bir tesadüfle, bu olasılığın, onun için de geçerli olduğunu kabul etmek zorunluluğuyla ezilirken Suad "Ne oluyorsunuz, dalgınsınız Necib Bey?" dediğinde, "Burası o kadar güzel ki, insanı mahzunlaştırıyor..." diye cevap verdi. Kendi kendine "nasıl mümkün olur da bu saf ses başka birine seslenmesin ve bundan mutlu olsun da bunu gizleyebilsin?" diyordu. Ve böyle, onların hayatını Suad'ın kendilerinden gizlediği bir âşıkane hayatı varmış da kendisi bunun şahidi imiş gibi her türlü ayrıntılarına kadar görür gibi, o hayatı onlarla beraber yaşıyormuş gibi, onlarla gizli mektuplar, haberlerle yahut ayrılıklarda tekrarlarla, ricalarla titreyerek verilen kararlarına Süreyya ile kendinin de nasıl oyuncak olduklarını gördükçe haykıracak kadar acı duyuyordu. Suad'ın sıtmaya tutulmuş ateşli arzularını, ona aşkını göstermek için nasıl her şeyi feda etmek, her şeyi önemsiz gören yeminlerini, titreye titreye nasıl beklediğini, nasıl aradığını; gördüğü zamanlar nasıl mutlu olduğunu, ona kalbinin nasıl bir mutluluk hamlesiyle atıldığını ve bütün bunlar içinde kendisinin nasıl aşağıladığını, onun yanında hiçbir yeri olmadığını görüyor ve adeta ölüyordu.

Evet, ölüyordu. Önce Süreyya'ya acımakla başlayan duyguları, şimdi kendinin de bir oyuncak olmasına kabarmış, hırs, acı, iğrenç bir ateşle onu yakmaya, hiddet ve öfkeyle onu kudurtmaya başlamıştı. "Ah, eğer sen de yalansan Suad, eğer sen de hainsen!.. O hâlde kime tutunmalı? Neye inanmalı?" diye düşünerek ağlayacağı geliyordu. Ah, şimdi nasıl anlıyordu! İki aydan beri olayları çözümleyerek ciddi denemelerle kurulan felsefe binasının, onu büyük bir teselli soluğu ile şifaya kavuşturan, yaşamaya cesaret ve ümit veren bütün düşüncelerinin bir anda ne kof, ne gülünç bir şekilde boş olduğunu nasıl anlıyor, onların yıkıntıları altında nasıl harap oluyordu. Ah, hepsi de boş, hepsi mi haindi? Demek hepsi istisnasız hain olabilirdi? Her şey boş, hep felsefeler, inançlar, meslekler, hepsi... Ama bu kadınlardan bir tane olmayacak mıydı ki, bir yüce ihtiyaca âşık ve tutkun, büyük fikirleri hayal olmaktan çıkarmış, kendinde taşıyan, bu pisliklerden nefret ederek, pak ve gösterişli yaşasın? Hiç, hiçbir tane? Hâlbuki o, bu imkânsızlığın olabileceğini düşünmüştü.

Hayatın hareket hattının her yönüne giren fikirlerin ne kadar ruh meclisimize uydukları, ihtiyaçlarımıza uygun geldikleri için ortaya çıktıkları ve nasıl işte sadece onun için doğru saydıklarını tekrar teslim etmeye mecbur olması, dünyada sabit, dengeli bir gerçek, yüce bir fikir olmayıp zamana, mekâna, şahsa göre, hep boş, hep manasız kalışlarını tekrar görmek onu eziyordu. Suad'ı öyle görmüştü. Çünkü ruhunda öyle bir ihtiyaç, bir temizlik, namus arzusu vardı. Şimdi kendi büyüttüğü, kendi yükselttiği hayalî amacın ne kadar büyüdüğünü, imkânsız olduğunu hatta neredeyse kuruntu gibi bir şey olduğunu görüyordu.

Eve gidince biraz önce bir olasılık derecesinde kalabilen durum kolayca gerçek hâline girdi. Evin her günkü hayatında ancak şimdiki gözleriyle bakılırsa görülebilecek, bu fikir ve şüpheyi doğrulayacak ve güçlendirecek şeyler görür gibi oluyor, köşede gizli şeylerin gölgesi var gibi geliyordu. Suad'ın alışkın olduğu hayat tarzında, işlerinde, gidip gelişlerinde, kayboluşlarında, önceden bir mana verilmeyen fakat şimdi epeyce mana verilebilecek hâller vardı. Yukarı hizmetini görmek için tutulmuş bir Rum hizmetçi kızı vardı ki, böyle işler için yaratılmış gibiydi. Pencerelerde kapılarda, odaların ıssızlığında hep bu hayatı kolaylaştıran bir uygunluk göze çarpıyordu. Kendinden iğrenerek, fakat içi yandığı için arzusuna dayanamayıp gizlice araştırdıkça bir iz, artık hiç şüpheye meydan vermeyecek, onu gerçekle yüz yüze getirecek bir eser görmekten korkuyordu. Odasına kapanıyor, üzerine vazife olmadığı için önem vermemesi gerektiğini düşünerek başka şeylerle uğraşmak istiyordu. Fakat bir fikir, onu gelip kavrayan ve tatlı olduğu için de terk edilemeyen, pek çok acı olduğu için o kadar tatlı gelen bir fikir vardı ki ona teslim olmamak elinden gelmiyordu. O delikanlının bakışıyla kendilerini görüyordu. Bu önce o kadar yoğun bir açıklıkla kendini yaktı ki "Öldürürüm!" diye söylendi. Evet, kendinde o çocuğu öldürebilmek kabiliyetini görüyordu: Bazen bir dönüş oluyordu. Aynanın karşısına geçip elleriyle şakaklarını yumruklayıp "Suad, Suad... Ama bu nasıl mümkün olur? Oh değildir; ben kötü, kötü bir adamım..." dediği oluyordu. Fakat Suad'a dikkat ettikçe onu tanıdığı gibi değil, pek başka türlü bir kadın görüyordu. Onu sakinliğinde, yumuşaklığında korkunç fırtınaların gök gürlemesini görür gibi oluyordu. Ve bu yürekte gerçekten eşsiz bir kadın, fırtınalı bir kadın kalbi bulunup da böyle rast gele bir çocuğun iradesine teslim edişini, onun için herkesi, her şeyi feda edecek bir hâle gelişini, etrafı kırmızı görmeden düşünemiyordu.

Ve zavallı Süreyya, habersiz ve safça tüm bunları yükleniyordu, değil mi? Kendisi bile kılı kırk yararcasına pek ince araştıran, o kadar her şeyi çok önceden düşünen biri olduğu hâlde hiçbir şeyden şüphe etmiş miydi? "Çünkü kadın, çünkü doğru yoldan sapmış!" diyordu. Çünkü bu iş için vücut bulmuşlar. Çünkü kadınlık demek aldatmak olduğu için, ne kadar çok kadın olurlarsa o kadar kolay aldatabileceklerdi... Ve Suad, Necib'in gözünde kadın, her manasıyla, her inceliğiyle, bütün şiirleri, bütün pislikleri; her kabiliyeti, her eğilimiyle kadın, en yüksekleri kadar büyük kadındı...

Bari karşı koyamayacağı, senelerin söndüremeyeceği ateşli büyük bir bağ olsaydı. Bari böyle bir tutku özrü olsaydı.
Hayır, öyle olamazdı. Buraya geldiklerinden beri, şu üç ay içinde böyle yapmak, bu aşağılık eğilime boyun eğmekten başka bir şey değildi.

Öbür gün akşamüstü, yine delikanlı sandalla yalının önünden geçiyordu. Necip, odasından aşağı bakınca balkonda Süreyya ile Suad'ı gördü. Sandal uzaklaştıkça Suad gözüyle izliyordu. Çocuk ikide bir de başını çevirip arkasına bakıyor, korkuyor gibi bir çekingenlik belirtisi gösteriyordu ve perdenin arkasından bakarken, dalgın Süreyya'nın yanında Suad'ın gözlerinde bir gülümseme uçuştuğunu hissedince, zaten sıkılan göğsünde bir daralma hissetti. Haykırmak, bir şeyler yırtmak, birini öldürmek ihtiyacıyla kuvvetsiz, bir şey yapamamak azabıyla artan kızgınlıkla, buradan kaçmak, ona birden açılan kurtuluş ufku gibi göründü. Bu kararı verdikten sonra biraz rahatladığını zannetti. Bunun için elinden geldiği kadar gülümsemeye, tekrar geleceği için söz vermeye kendini zorlayarak kalktı, hemen o vapurla kaçtı.

Fakat oradan ayrılmanın azabını arttırmaktan başka bir şey olamadığını yolda anladı. Orada oldukça her şeye engel olmak, varlığıyla her şeyi engellemek, hiç olmazsa orada bulunup emin olmak ihtimali vardı. Şimdi ise başıboş kuruntularına dalmıştı, onun yokluğunun bile onlara bir imkân olabileceğini düşünüyordu. Bu fikirlerle, hayatı bir zehir oldu. Ne yapsa bu kötü fikirlerden kendisini kurtaramıyor, bunun kendi hayatına nasıl gaddar bir darbe olduğunu görüyordu. Artık ruhu haraptı, gıdasızdı, hayatını nasıl sürükleyecek, kendine nasıl bir rahatlama köşesi bulacaktı? Artık hiçbir kadına güvenmeyecek, hiçbir göze aldanmayacaktı?

Üç gün, nerede ve nasıl yaşadığını bilmeyerek yandı. Dördüncü gün, bir arkadaşının anlattığı bir hikâye üzerine, aklına Tarabya'daki otele gitmek geldi. Bu sene oranın pek eğlenceli olduğuna güvence veriyordu, fakat Süreyya'dan aldığı bir mektup bu kararını hemen uygulamasına engel oldu. Süreyya: "Suad aklıma getirdi... Zaten erkeklerin bu konuda ne kadar ihmalci olduğumuzu tekrarlamaya gerek yok... Meğer bu temmuzun üçüncü günü bizim altıncı evlilik yılımızmış. Bunun için küçük bir aile şenliği yapmak istedik. Aile fertlerinden, düşündük düşündük, davet etmek için bir seni bulabildik. Anneme de haber gönderdim ama gelemeyeceğini biliyorum. Sana programı yazamayacağım, bu daha çok ümit verir de hevesle gelirsin." diye yazmıştı.

"Zavallı Süreyya!" dedi. Onu; sandalıyla, programıyla, evlilik yıldönümü masalıyla ne kadar gülünç ve bunun için ne zavallı buluyordu? Ama kendisi de gülünç, kendisi de zavallı değil miydi? Bunun için, önce kendini bile aldatmak isteyerek, orada bulunup görmek, emin olmak, böylece azabını son dereceye getirmek zevki için koşmak isterken, sonra hemen o gün izin alıp doğru Tarabya'ya otele dönmeye ve bu işte kendine ait hiçbir şey olmadığı için artık düşünmemeye karar verdi.

Suad'ı göreceği zaman kalbi çarpıyordu. Onun berrak gözlerinin önünde ağlamak ihtiyacı ile ezildi. O, tam tersine, şen, bugün için süslenmiş ve ah ne kadar güzel olmuş, anlatıyordu. Hanımefendi gelememişti, hatta dadısını bile göndermemişti. Bugün Süreyya'nın geldiği vapurda beklemişlerdi. Bunun için sade üç kişi kaldılar, Süreyya ile Suad o kadar şen, o kadar mutlu görünüyorlardı ki, Necib karşılarında, yüzünün çatıklığını saklamak için uğraşıyordu.

Fakat yemeğin sonunda bir söz, bir seferde içilen, o anda hayat veren bir şifa kâsesi gibi oldu. Bütün acıları sönüp yerine büyük bir rahatlık veren, güvenden oluşan bir huzur ve teselli geldi: Süreyya Suad'ın suçlarını sayarken birdenbire "Ha, asıl büyüğünü unuttum... Bilsen Necib, Suad artık esrar kumkuması olmuş... Meğer benden neler gizliyormuş..." diye anlatmaya başladı. Bu, Suad'ın keşfedip kendine söylemediği bir komşu sevgilisi idi. Gerçekten Süreyya da bundan biraz şüphe eder gibi olmuştu. Bir delikanlının buralarda çok dolaştığını fark etmişti. Necib ilk olarak kendi kendine, Süreyya'nın şüphesi üzerine uydurulan bir öykü dinliyorum zannetti. Süreyya, bir gece uyumak üzere bulundukları sırada ortaya çıkan bir gürültü ile nasıl korktuklarını anlatınca, artık şüphesi kalmadı. Gürültünün sebebi bir kayınpederin oğlu dışarıdayken gelininin, sevgilisine pencereden, mektup verirken görmesi üzerine çıkmıştı. Süreyya katılarak anlatıyor, Suad'ın bunu çok önceden anlamış olduğunu söyleyerek bir yandan da çatalını kaldırıyor, "Görüyorsun a, neler gizlemiş..." diye şikâyet ediyordu.

Fakat Necib dinlemiyordu, aniden kan beynine sıçramıştı, boğuluyorum zannetti. Bu, kaldırabileceğinin üstünde bir sevinç oldu. O kadar ki, yemekten kalkınca hemen odasına koştu, deli gibi söylenmeye başladı. Kalbini tutarak "Değilmiş... Değilmiş... Şükür Ya Rabbi!" diyordu. Kendi kendine "Ah canavar. Ah haydut!" diyordu. "Suad, Suad, ah beni affet! Fakat hayır etme. Bilsen etmezsin, bilsen benden nefret edersin... Ben dünyanın en temiz meleğinden şüphelendim." diyordu.

Birdenbire karşıdaki aynada kendisini gördü. Başkalaşmış yüzünde gözleri o kadar garip bir bakışla bakıyordu ki, durdu. Bu gözler sanki aynadan kendine "Niçin?" diye bakıyor gibi geldi. Evet, bütün bu ateşlerin, kıskançlıkların sebebi ne idi? Hem kurulmamış, hem sabit olmayarak? Sonra, onun ismini söylerken, böyle, sadece "Suad" diye söylerken bu büyük zevk, bütün bu heyecanlar niçindi?

Gözleri donuk, karanlık bakıyordu. Bir an oldu ki, aynadan kendine bakan gözlerinden korkarak geri çekildi. Sapsarı olmuştu. 

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro