Bölüm 38
Nisan'a sarıldığım gibi daha çok ağlamaya başlamıştı. Bayılacağından korkuyordum. Neyse ki Glìven küçük bir uykuya yatırmıştı onu. Yoksa ben de onunla birlikte ağlama krizine girecektim. Alarik elimi tutmuyor olsaydı bu kadar soğukkanlı olamazdım büyük bir ihtimalle. Odasına yatırdığımızda sevgiliyle baktım arkadaşıma. Belki de onu son görüşümdü. Yine de ailesine kavuşacağını bilmenin sevinci içinde gidiyordum.
"Uyurken ne kadar masum duruyor. Uyanık halinin tam tersi." Yanımda ürperen Alarik'e göz ucuyla baktım. Yine ne olmuştu acaba?
"Seni sağ salim getirmezsem en son korkacağım kişinin Mornor olması gerektiğini söyledi. İlk defa bir insandan korktum. İnanabiliyor musun?"
Yarı ağlayarak yarı gülerek sarıldım ona. Güven vermek istercesine omuzlarımı kavradı. Diğerleriyle vedalaşma zamanımız gelmişti.
İlk önce sarılan Aron olmuştu. "Lütfen geri dön." diye mırıldandı.
"Deneyeceğim. Eğer başarısız olursak, Nisan'ı sana emanet ediyorum. Birbirinize ısındığınızı düşündürecek sebeplerim var."
Utanarak gülümsedi. "Elbette." diye kekeledi. "Onu korurum."
Sonra diğerleriyle vedalaştım. Hayatları pahasına beni koruyanlara teşekkür ettim. Birbirlerine emanet ettim onları ve iyi şanslar diledim. En son Iolas sarıldı bana. Günlerdir suçluluk duygusuyla ve Alarik'le olan yakınlaşmamın acısıyla benden uzak durmuştu. Onu kaybetmek istemiyordum. Ailemden kalan bir yadigardı benim için. Ben de sıkıca sarıldım ona.
"Geri döneceksin." dedi tutkuyla, aksi olması imkansız gibi.
"Kendine iyi bak Iolas. Seni tanıdığım için çok memnunum."
Elleriyle yüzümü okşadı ve saçlarımın tepesini öptü. "Bu bir veda konuşması değil." diye gülümsemedi kırık dökük. Ardından Alarik'e döndü.
"Onu getireceğine inanıyorum." dedi hafif tehditvari bir ses tonuyla. Alarik koyulaşan gözleriyle bakıyordu ona. Sadece başını sallayarak cevapladı.
Onlar ormandan geçerek gideceklerdi. Biz ise Alarik'in daha önce de yaptığı gibi vakumlanarak gidecektik. Sadece kendisi yapabiliyordu bu evin sınırları içinde. Gri büyücünün büyüsü sınırlıydı.
Bir tek Glìven veda etmemişti. Garip gelse de tavrı Alarik eğleniyor gibiydi. "Hey bunak..." Benden yediği dirsekle bir an nefesi kesilse de toparlandı. Öfkeli bir bakış attı yüzüme. "İhtiyar delikanlı..." diye homurdandı alayla. "Bize veda öpücüğün yok mu?"
Glìven delici gözlerini Alarik'e dikti. Disiplinli bir babayla haylaz oğlunu andırıyordu aralarındaki ilişki bana. Cevap vermeyeceğini düşünmüştüm. Çünkü Alarik'le doğrudan hiç konuşmamıştı. Ama beni şaşırttı.
"Asena'yı ikna etmek için tek bir şansın var büyücü."
Alarik'in gözlerindeki alaycı pırıltılar bir anda söndü. Ağzını sımsıkı kapattı. Bakışları kararmıştı yine. Olduğu yerde kaskatı kesilmişti. Bu ne demekti? Glìven öylesine söyler gibi değil sanki soru sorarmış gibi söylemişti bu sözleri. İkisinin de bildiği bir şifreydi bu. Anlamını çözmem lazımdı. Birbirlerine sertçe baktılar. Ardından gri büyücü dışarı çıktı.
"Ne demek istedi?" diye sordum yüzündeki tepkileri dikkatle incelerken. Cevap vermedi.
***
Önümdeki soğumuş pizzaya ilgisizce baktım. Alarik karşımda oldukça hızlı bir şekilde pizzasını yiyordu. Benimse iştahım yoktu. Gerçi onun da iştahı olduğunu sanmıyordum. Soracağım sorulara cevap vermemek için ağzına zorla tıkıyordu pizza dilimlerini.
Oturduğum cam kenarından piramitlere baktım. Her ne kadar çölün ortasında olduğunu düşünsek de aslında merkezden oldukça yakın görünüyorlardı. Bu büyük şaşalı yapıların tam karşısında gecekondular, yarım kalmış inşaatlı evler, çamurlu sokaklar, yerel dükkanlar ve fakir bir halk vardı. Bir de pizzacı.
Yanımdaki boş sandalyeye koyduğum kağıt demetini yeniden elime aldım. İnternet kafeden çıktı almıştık. Alarik bilgisayar, telefon gibi izlenebilir herhangi bir elektronik cihazı kullanmamızı istemiyordu. Zaten teknolojik aletlerin kolaylığını unutalı çok olmuştu.
"Dört bin yıl önce yapılmışlar." diye okudum keyifsizce. Alarik başını salladı. "Sence nasıl yaptılar? Pek çok teori var haklarında ama hala kesin bir sonuç yok. O koca koca taşları nasıl kaldırdılar?"
Omuz silkti. "Tabiki büyüyle. Bunlar büyülü yapılar. Hatta sırf bu işi yaparak geçinen büyücüler tanıdım. Zavallı insanlar hala teori peşindeler yıllardır."
"Eskiden insanların büyüyü bildiğini söylemişti Iolas bir keresinde."
Başını olumlu anlamda salladı. "Uzun zaman önce. O kadar uzun zaman oldu ki büyüye inanan kimse kalmadı."
Yeniden kağıtlara döndüm. "Gize Piramitleri. Üç taneler." diye anlatmaya başladım tane tane. "Keops, Kefren ve Mikerinos. Üçünün de konumunun gökyüzündeki Orion takım yıldızıyla aynı hizada olduklarını biliyor muydun?"
Ukala gülüşünden bildiğini anladım. "Ayrıca..." diye ekledi. Dünyanın tam ortasındalar. Bu ne demek biliyor musun?"
Boş gözlerle baktığımı görünce vereceği bilginin kıymetiyle keyiflendi. "Dünyanın belli merkezlerinde belli bir manyetik alan vardır. Belli noktalar. Belli kapılar. Bunu herkes bilmez. Çoğu kapıyı kaybetti insanlar. Ama bunlar..." Eliyle camdan görününe üç yapıyı işaret etti. "İşte bunlar en önemli alanın üzerine kurulular. Sadece Sirius'un en net görüldüğü yer değil, alemler arası, dünya dışı alemlerden bahsediyorum, kapılardan birinin merkezindeyiz. Ve eski Mısırlılar bunu biliyorlardı."
"Kafam karıştı. O kadar çok alem var ki." diyerek içimi çektim. "Şimdi bir yeryüzünde ayrı alemler olduğunu biliyorum. Bir de dünya dışı alemler var öyle mi?"
Ağzına dayadığı pipetten kolasını gürültülü bir şekilde çekti. Beni güldürmüştü fakat pek farkında değil gibiydi. "Bence insanların en iyi icadı kola."
"Sen bir de bunu kapitalizm karşıtlarına söyle." diye mırıldandım alayla. Anlamayarak kaşlarını çattı. Elimi salladım boşver der gibi. "Alemlerden bahsediyorduk?"
"Evet, dünyada altı alem var. Dünya dışında dokuz alem var. İnsanlar sadece tek bir boyutu algılayabiliyorlar. Tabii eski insanlar bütün bu alemleri algılayabilecek düzeydeydiler. Fakat alkol, uyuşturucu ve organik olmayan ürünleriniz ile o kıymetli ve parlak algılarınız tamamen kapandı. Sadece fani şeyleri algılıyor ve istiyorsunuz. İnançlar köreldi. Yarı insanlar hariç. Onların her zaman bir şansı var. Senin gibi."
"Peki bana bu alemleri anlatacak mısın?"
"Aslında altı alemi de biliyorsun. Çoğu ırkı gördün. Hepsi de kendi alemlerinde yaşıyorlar. Eskiden birdi ama ırkçılık girince araya bölündüler. Cüceler, devler, periler, cadılar, elfler ve karanlık yaratıklar."
"Karanlık yaratıklar?"
"Vampirler, kurt adamlar, yürüyen cesetler, kratonlar, gulyabaniler, karabasanlar, dev yılanlar ve örümcekler anlayacağın geceye ait olan yaratıklar. Aslında onların dünyada yeri yok. Hepsini Mornor yarattı." İçini çekti. "Onların alemi kandan ve vahşetten oluşuyor. Görmek istemezsin. Ama onlara ayrı bir alem vermek çok doğru bir şey oldu."
Ürpermiştim. "Peki ya santorlar? Onların alemi yok mu?"
"Santorlar doğanın varlıklarıdır. Tek boynuzlu atlar gibi. Kökleri yoktur ve istedikleri yerde yaşama özgürlükleri vardır. Kabile gibi düşün."
"Biliyor musun? Hiç dev görmedim."
Güldü. "Görme zaten, kimisi çok şapsal, trol diyoruz onlara. Kimisi ise tanımak istemeyeceğin kadar kötüdür."
"Peki ya dünya dışı olan alemler?"
Elimdeki kağıtları aldı ve rulo yaptı. Sıkıntılı bir ifade belirmişti birden yüzünde. "Sonra anlatırım onları da. İçimden bir his aynı noktada çok fazla durmamamız gerektiğini söylüyor."
Onunla birlikte masadan kalktım. Hemen bir elini belime attı ve kendine çekti beni. "Sakın etrafına bakma." diye mırıldandı. Kasada ödememizi yaparak çölün sıcak havasına daldık. Nereye gittiğimizi sormaya cesaretim yoktu. Bu kadar acele ettiğine göre takip ediliyorduk.
Ana caddeden çıkarak dar bir sokağa girdik. Öğle sıcağından dolayı pek insan yoktu. Sanki tenim buharlaşıverecek gibiydi. Dar ve kirli sokaklara daldık. Serinlesin diye evlerin önüne su döken vardı ama döküldüğü gibi buharlaşıyordu damlalar.
Geniş kenarlı şapkamı iyice eğdim. Güneş benim gibi beyaz tenli biri için oldukça zarar verici olabiliyordu. Alarik hızlanınca ben de hızlandım. Etrafıma bakmasamda ensemde bir çift gözün olduğunu hissedebiliyordum. Bir gölge geçti ayaklarımın altından. İrkildim ama Alarik güven vermek için elimi sıktığında sakinleşmiştim. Ona güveniyordum. Hızlı hızlı bir sürü sokağa girip çıktık. Ter sırtımdan akmaya başlamıştı artık. Başım döner olmuştu her girdiğimiz sokakta. En son hızla döndüğümüz bir kavşakta önümüze büyük, kasalı bir kamyon çıktı ve panikle kornaya bastı. O an hissettim. Kamyon takipçilerimizin göz hizasından çıkarmıştı bizi.
Yine aynı vakumlanma hissiyle mavi bir girdabın içine daldım. Döne döne kaybolurken koyu mavi okyanusun içinde nefesim kesilmişti. Boğulmak üzereyken zemine yapıştım. Kaldığımız üç yıldızlı motelin odasına gelmiştik. Ben kendimi yerden kazımaya çalışırken Alarik çoktan pencereleri kapatmış, perdeleri sıkıca çekmişti. Ardından kapıyı kilitledi.
"Agra şhad hatmer." diye mırıldandı genizden gelen bir sesle. Parmaklarının ucunda statik enerji gibi mavi renkli elektriklenmeler oluşuyordu. Parmaklarının uçlarından bütün odaya yayıldı mavi ışıltılar. Mavi bir elektrik akımına kapılmıştı oda. Kapının, pencerelerin, perdelerin, tavanın ve hatta duvardaki tablonun bile üzerinde dolaştı mavi akım. Ardından derin bir sessizlik oluştu.
"Hangi dil bu?" diye mırıldandım şaşkınlıkla. Yerimden kalkamamıştım bile.
"Unutulmuş bir dil." Ardından bana döndü. "Evet, artık güvendeyiz." Ellerini birbirine sürterek beni ayağa kaldırdı.
"Bizi takip ediyorlardı." Soru sorar gibi sormuştum.
"Aragathi. Seni engellemeye çalışacak."
Titreyerek ona sarıldım. "Ne zaman bitecek? Ne zaman güvende olacağız?"
Saçlarımın tepesini öperken sakinleştirmek için sırtımı okşamaya başlamıştı. Sessizliği onun da karamsar düşünceler içinde olduğunu haykırıyordu adeta. "Bana Sirius'u anlat." dedim en sonunda. Sessizliğine dayanamamıştım. "Orası cennet mi?"
"Hayır. Orası bir geçiş kapısı. Dünyadan cennet ya da cehenneme gidemezsin. Sirius'ta ruhlar toplanır. Orayı Asena korumaktadır. Mısırlılar ona Anubis derler. Kişinin kalbini bir tüyle birlikte tartacağına inanırlar. Yani eski Mısırlılar inanırdı." İçini çekti. "Çoğunlukla batıl inanç ama hemen hemen doğru. Ruh orada mahkemeye çıkar. Vicdan sorgular onu. Karara göre de gideceği yer belirlenir."
"Beni de mahkemeye çıkaracaklar mı?"
"Mahkemeden önce yanında olacağıma eminim."
Stresten karnıma ağrı girmişti. Titreyen ellerimi onun beline sardım. Çok fantastik geliyordu kulağa. Aslına bakarsanız içine düştüğüm alem tam bir fantastik hikayeydi. "Alarik, ya hiçbir şey yoksa? Ya sadece karanlık varsa?"
"Olduğuna emin olabilirsin. Birkaç mahkemeye katıldığım olmuştu."
"Peki Sirius'a nasıl gideceğim? Öldükten sonra yani?"
Buruk bir şekilde gülümsedi. "O konuda yardım edebileceğimi sanmıyorum. Çünkü daha önce ölmedim."
Rüyada gibi başımı salladım. Yatağın yanındaki berjerin üzerine yığıldığımda şakaklarım zonkluyordu. "Piramite nasıl gireceğiz demiştin?"
"Görevliler ile konuştum. Bizi uluslararası görevlendirilmiş ünlü arkeologlar olduğumuza inandırdım."
"Hipnozla." diye ekledim. Çapkın bir şekilde gülümsedi. "Gizlice girebileceğimiz girişleri olduğunu okumuştum. Hırsızlardan kalma."
"Evet, bu yüzden çoğunluğu bubi tuzaklarına düşüp öldüler. Piramitin içine bir rehberle gireceğiz. Böylece tuzaklar olmadan rahatça giriş yapmış olacağız. Sonra şafakta da planımızı uygulayacağız."
"Yarın." diye mırıldandım rüyada gibi. Yarın şafak, kaderin belirlendiği gündü. Şura'nın belireceği gündü.
***
Rehberimiz uzun beyaz elbiseli, Mısır'ın yerlilerindendi. Piramidin içine girdiğimizde ziyaret saati çoktan bitmişti. Piramidin içi oldukça dar ve alçak koridorlardan oluşuyordu. Tahta basamaklar ve tutunabilmek için demir çubuklar eklenmişti duvarlara. İki büklüm halde uzun koridordan ilerledik. Burası bende klostrofobiye neden olacaktı bundan emindim.
Rehber önden gidiyordu. Ben onun arkasından, Alarik'de benim arkamdan geliyordu. Rehber rüyada gibiydi. Ne Alarik'in arkamızdan yaptığı büyüleri görüyor ne de çevremizi aydınlatması için oluşturduğu mavi ışık toplarını fark ediyordu.
Piramidin iç duvarları pembe granittendi. Oldukça pürüzsüz olan bu yüzey beni çok etkilemişti.
"Dışı da beyaz granitten yapılmaydı. Ama zamanla deformasyona uğrayarak bozulmuş ya da çalmışlar." diye anlatıyordu Alarik. Tırmandığımız koridorun sonunda yol ayrımı çıkmıştı. Bir koridor aşağıya iniyor diğeri yukarı çıkıyordu.
"Büyük Galeri'ye açılan koridor bu."
İnledim. Duvarlar öyle yüksek, alansa öyle dardı ki nefes almakta zorluk çeker olmuştum. Sanki iki taşın arasına sıkışmıştım. Alarik'in desteğiyle ilerlemeye devam ettim.
"Ne işe yarıyormuş bu şey? Ne yürünüyor ne duruluyor." diye söylendim piramide ithafen.
"Sana dedim ya, dünya dışı aleme açılan bir kapı burası. Ha bir de elektrik üretiyorlardı."
"Ne?" diye soludum şaşkınlıkla. Keyifle güldü.
"Sonra anlatırım. Şu an çok uzun bir konuşma olacak."
Gözlerimi devirdim zorlukla ilerlerken. "Zaten yolumuz da uzun! Bence dinleyebilirim."
O sırada Büyük Galeri'ye açılan yerin tam altında başka bir koridora soktu bizi rehber. Dar alanda dizlerimizin üzerinde emekleyerek küçük ama yüksek tavanlı bir odaya giriş yaptık sonunda. Odanın karşısında büyükçe bir nişli duvar vardı.
"Kraliçe Odası'na hoşgeldin kraliçem." diye güldü Alarik serseri bir gülüşle. Onu umursamadan yere oturdum. Sırtına taktığı büyük çantayı indirdi. Rehber hiçbir şey demeden geldiğimiz yoldan geri gitti.
"Ben burdan Sirius'u falan göremem."
"Agra şhad hatmer"."
Yine aynı enerji çıkmıştı ortaya. Bu sefer bütün duvarları kaplamıştı mavi akım. Motel odasındaki akımdan çok daha büyüktü. "Tercümesi ne bu söylediğinin."
"Koru ve sakla."
Yere oturabilmek için mavi matı sererken güldüm. "Böyle desen olmaz mı? İlla janjanlı mı söylemek zorundasın?"
Gözlerini devirdi. Duvarlara dokunuyordu. Öyle eski ve ürkütücüydü ki duvarlar kendimi canlı canlı mezara girmiş gibi hissediyordum. "Her şeyin orjinalini daha iyidir." dedi biraz önceki alayıma karşılık. Duvarlara dokunmaya devam ediyordu.
"Ben piramitleri mezar sanıyordum."
Omuz silkti. "Bildiğim kadarıyla tek bir mumya bile bulamadılar."
Korku içimde soğuk bir yılan gibi dolaşırken titredim. Alarik olmasa çoktan çıldırırdım.
Sonunda bir nokta bulmuş gibi güldü. Duvara yapışmasını garipsesem de bir an sonra benden de aynısını yapmamı istedi. Nişli duvara yaslandım. Parmak kadar açık bir delikti vardı. Gözümü dayayıp baktığımda gökyüzünde sabit bir noktayı görebiliyordum. Sirius'un belireceği yeri.
Boğazım daralırken geriledim ve matın üzerine oturdum. Ölümüme özel olsun diye beyaz elbisemi çıkarmamıştım. Saçlarım açıktı. En azından cesedim güzel görünecek diye saçmasapan bir şekilde avuttum kendimi. Sessizce otursam da panik içimde ordan oraya çığlıklar atarak koşuyordu.
Alarik dizlerinin üzerine çökerek titreyen ellerimi tuttu. Mavi gözleri, ışık toplarının da etkisiyle binbir ışıkla parlıyordu. "Hep yanında olacağım ve seni asla bırakmayacağım. Bu işi birlikte başaracağız Ela."
Bir elimle yüzünü avuçladım. Hafifçe batıyordu sakalları. Ne ara tıraş oluyordu bir fikrim yoktu. Gözlerine bakarken yüzünü çaresizce hafızama kaydetmeye çalıştığımı fark ettim. Onu son görüşüm olabilirdi. Sabah olduğunda ölmüş olacaktım. Öleceğin zamanı bilmek gerçekten acı vereci ve dehşet bir duyguydu.
Dudaklarıma doğru eğildiğinde memnuniyetle kabul ettim onu. Boynuna kollarımı doladım ve kendime çektim. İtiraz etmeden üzerime uzandı. Ellerim saçlarına uzandığında hafif bir şekilde mırıldandı. Siyah saçları gürdü ve yumuşaktı. Parmaklarımın arasından kayıyordu. Kokusunu içime çektiğim zaman huzur buluyordum. Demek aşk dedikleri şey buydu.
Öpücükleri dudaklarımdan boynuma kaydığında kararımı vermiştim. "Alarik..." diye mırıldandım kulağına. Geri çekildi. Durmasını istediğimi sanmıştı. Yeniden boynuna doladım kollarımı ve uzaklaşmasına engel oldum. Yüzüm kızarsa da gözlerimi ondan çekmedim.
"Ben... istiyorum." dedim bir solukta. "Bunu seninle yaşamak istiyorum. Eğer son gecemse bu hoş bir anı olacak."
Bakışlarındaki sıcaklık içime işlerken gülümsedi. "Son gecen olmayacak. Sil şunları aklıdan."
Omzumu silktim. "Tamam, son gecem değil. O zaman sevişmek için uzun bir zamanımız olacak. Başka sefer de yapabiliriz." dedim ciddi bir ifadeyle. Gözlerini devirdi.
"O kadar da sil demedim." Bu sefer daha tutkulu öpmeye başlamıştı. (Burası +18e girebilir. Okumak istemeyenlere aşağısı yok :d)
Bir çırpıda tişörtünü çıkardı. Bakışlarımı çıplak vücudundan ayırmaya çalışsam da beceremiyordum. Güzel teninde bir sürü yara izi vardı. Geniş göğsünde çentikler şeklinde bıçak izlerinin altında tam karnına doğru uzanan büyük bir dikiş izi de mevcuttu. Parmaklarımla dokunduğumda dikişin epey derin bir yaraya atıldığından emin olmuştum. "Sana ne yaptılar böyle?" diye fısıldadım titreyen sesimle. Gözleri anılarının dehşetiyle kararsa da omzunu silkti.
"Uzun zaman oldu." derken parmakları beyaz elbisemin askısını indiriyordu. Çıplak omzuma bir öpücük kondurdu. Bir daha öptüğünde bırakmadı, öpücükleri boynuma kadar devam etmişti. Başımı geriye attım ve kendimi ona bıraktım. Çoktan titremeye başlamıştım bile.
Çok kısa bir an sonra ise elbisem zemini boylamıştı. Dudaklarını dudaklarımdan koparmadan pantolonunu çıkardı. İç çamaşırlarımızla kalmıştık.
"Seni ilk gördüğüm andan beridir istediğimi itiraf edebilirim sanırım." dedi boğuk bir sesle.
"Hipnoz ettiğin zamanlar yani?"
Başını kaldırıp gözlerimin içine baktı. Oldukça ciddi bakıyordu yüzüme. "Sinemada olduğumuz gün dışında seni hiç hipnoz etmedim."
Söylediklerini duymazdan geldim. Doğru söylediğini biliyordum çünkü. "Aslında ben de bir şey itiraf edebilirim." diye devam ettim utangaç bir sesle. Gözlerinde merak belirmişti. "Beni ilk öptüğün gece, odamdayken, ben de seni istemiştim."
Dudaklarının kenarı kıvrıldı. "Biliyorum. O zaman ikimize de istediğimizi verelim." Vakit kaybetmeden sutyenimi çıkardı. Göğüslerime bakarken gözlerinin mavisi gittikçe koyulaşıyor, bir çift kara kuyu oluyordu. Onun karşısında çıplak olmak kendimi özgür hissetmeme neden oluyordu. Bir tanrıçaya tapar gibi dokunuyordu bana.
Dudakları göğüslerimin üzerinde dolaştığında seslice inledim. Bu kadar iyi hissettireceğini hiç düşünmemiştim. Parmakları altımdaki çamaşırımın kenarlarına takılmıştı. Yavaşça çıkardı ve yerini aldı. Göğüs uçlarımı hafifçe dişlerken sırtım yay gibi gerilmiş, ona daha çok yaklaşmıştım. Bacaklarımın arasında onu hissettiğimde bir an panikledim.
"Canım yanacak mı?" diye soludum nefes nefese. Çapkın gülümsemesini sundu yine. Parmaklarıyla en özel yerlerime dokunurken istekle içimi çektim.
"Omzuna aldığın darbe kadar acıyacağını sanmıyorum." dedi hırlar gibi boğuk bir sesle. "Aslında bu senin elinde. Kendini bana bırak."
Kendisini bana ittiğinde bir an irkildim. Hafif bir dirençle karşılaşsa da yumuşak bir şekilde yatıştırdı bedenimi. Hafif bir sızı hissettim. Sonrasında içimdeydi. Gözlerimi açarak onu izlemeye başladım. Şu an tamamen bana aitti. İçimdeki baskı çok fazla olsa da her hareketinde kendini belli eden sızıyla ve aklımı başımdan uçuran bir zevkle doldum.
Odanın içinde inlemelerimiz yankılanıyordu. Hızlanırken ellerimi tuttuğunda hafif bir çığlık attım. Sanki gökyüzünde uçuyordum. Onun gözleri arzuyla koyulaşmıştı ve beni de çekiyordu tutkusunun içine. Onunla birlikte son kez inlediğimde bin ışık parçası gibi dağıldığımı hissettim. Bedenlerimiz titriyordu. Alarik bitik bir şekilde yüzünü boynuma gömdü. Ellerim saçlarını okşarken uzun zaman sonra mutlu hissediyordum.
(Bitti :d)
Birden başını kaldırdı. Gözleri büyümüştü ve daha parlak bakıyordu. İçinde bir yerlerde hem mutluluğu hem de kederi görebiliyordum. O an duyabileceğim en güzel sözleri sarf etti bana.
"Seni seviyorum."
***
Günaydınnn! Hepinize çok güzel günler geçirmenizi diliyorum ❤️
Yorumları alabilir miyim 🔜
🥰🥰😘
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro