
Bölüm 33
Bir hafta boyunca ölümümü tartıştık. Ben durumu kabullenmiştim. Alarik zaten yıllardır bunu planlıyordu. Nisan sürekli Alarik'e sataşıyordu. Iolas ise onu yok sayıyor beni ikna etmeye çalışıyordu.
"Senin görevin de bu değil miydi zaten?" diye patladım. Güzel yeşil gözleri içtenlikle titredi. Dizlerimin üzerine kapanmıştı adeta. Yavaşça ayağa kalktı ve ellerimi tutup yanıma oturdu.
"Seni sevdiğimi biliyorsun." dedi en sonunda. "Ölmene izin veremem."
Yavaşça ellerimi çektim. Bakışlarım fırtına öncesi sessizliği ile bizi dinleyen Alarik'e kaymıştı. Sert bir ifadeyle önüne bakıyordu. Önündeki kağıtlarda Sirius'un tam olarak konumunun hesapları vardı. Gözleri onlarda olsa da kulaklarının bizde olduğundan oldukça emindim.
"İzin vermiyorum." diye karşı çıktı yeniden Nisan. "Onu öldürmene izin vermiyorum!"
Alarik başını kağıtlardan kaldırdı ve ters bir bakış attı. "Onu öldürmeyeceğim zaten."
"İntihar etmesine yardım ediyorsun! Bu da bir cinayet!"
Masadan bir hışımla kalktı. O kadar öfkeli görünüyordu ki arkadaşım geri adım atmak zorunda kalmıştı. Bana doğru döndü. "Benimle gel."
Iolas yeniden elimi tuttu. "Gitme. Onu dinleme artık." diye yalvardı. Fakat ben kararımı çoktan vermiştim.
"Nisan sana emanet." diyerek ondan uzaklaştım fakat bu sefer Nisan karşıma geçmişti.
"Ela lütfen."
"Eru aşkına!" diye patladı birden Alarik. "Lanet yıldızın belirmesine daha iki ay var. İki ay boyunca kafa ütüleyeceğinize işe yarar bir şeyler bulun!"
İkisi de durgunlaştı. Birbirlerine bakmaya başlamışlardı bu sefer. Yapacakları plan kafalarında belirirken beyinlerinde dönen çarkları duyabiliyordum. Hışımla dışarı çıkan büyücünün peşine takıldım.
Karanlığın ve izbeliğin koynundaydık yine. Buradayken hiç güneş görmemiştim. Her zaman karanlık ormana çıkıyordum. Karamsar ruhumu daha çok karartıyordu bu durum. Elbette ki bu bir illüzyondu. Büyücünün her zamanki kusursuz planı.
Yabani otlarla sarılmış bahçeye doğru ilerledi. Kuru otlar bir çalı gibi her yeri sarmıştı ama dokunduğum zaman kuru gibi göründüklerini aslında oldukça canlı olduklarını fark etmiştim. Virane evi saran bu otlar güzel bir kamuflajdı. Evin daha izbe ve ürkütücü görülmesi sağlıyordu. Garip bir şekilde Alarik'in yaşadığı eve çok benzediğini fark ettim. Dışarıdan oldukça ürkütücü ve ruhsuzken, içi oldukça canlı ve sıcaktı. Sıkıntılı bir halde sigara içiyordu. Yabani otların arasında dolaşırken düşünceliydi. "Geçen gün evinin oraya gittim." dedi birden. Şaşırdım. Ne işi vardı ki orada? Cevap alabilmek için yavaş adımlarla ona yaklaştım. Uzun dikenli otlar paçalarıma sürtünüyordu.
Merakını giderecek herhangi bir açıklamada bulunmadı. Bu tavrı beni şaşırtmamıştı açıkçası. Cebinden orta büyüklükte değerli bir taş çıkardı. yuvarlak, parlak, düz bir yüzeyi vardı ve leylak rengindeydi. "Anladığım kadarıyla bir yüzüğe ait bu taş. Sana mesaj olarak bırakılmış. Kimden olabilir?"
"Lessien." dedim duraksamadan. Demek ki yaşıyordu ve bir şekilde kaçmıştı. Elinden taşı aldım. Oldukça kıymetli görünüyordu. Parlak ve ihtişamlıydı. Yüzeyi de pürüzsüzdü. Sanki özenle seçilmiş gibiydi. "Benimle iletişime geçmeye çalışıyor."
Alarik ikna olmuşa benzemiyordu. "Emin olma. Tuzak olabilir."
Taşın parlak yüzeyine dokundum. Eğer Lessien yaşıyorsa çok mutlu olacaktım. Belki bana bu karmaşayı açıklayabilirdi. Sonra birden omuzlarım düştü. O da biliyordu ölmem gerektiğini. Belki de o da istiyordu. "Bunu Iolas'a göstermeliyim."
Başını salladı. Yüzünde bir şey söylemek istermiş gibi bir ifade belirdi birden. Bekledim ama bir türlü çözülmedi. Öylece baktı gözlerime, uzun uzun. Sonra birden "Ela," dedi yavaşça. Cevap vermeden beklemeye devam ettim. Neden bu kadar kıvranıyordu ki?
"Ben..." Yeniden sustu. Sinirle elini saçlarına daldırdı ve çekiştirdi. Sanki konuşabilmek için dürtüyordu kendisini. "Üzgünüm." dedi sadece. "Gerçekten, üzgünüm."
"Ben de." diyebildim. Gözümden akmaya çalışan gözyaşımı bastırdım. Derin bir nefes alarak eve döndüm yeniden. Iolas ve Nisan baş başa vermiş hararetli hararetli konuşuyorlardı.
"Sana göstermem gereken bir şey var." diyerek elimdeki taşı gösterdim. Hızla ayağa kalktı ve taşı elimden aldı. Her yerini inceledi.
"Bu taş bir mesaj." dedi en sonunda.
"Gerçekten mi dahi?" diye güldü Alarik arkamdan alayla. Kollarını göğsünde bağlamıştı. Iolas ters bir bakış atsa da bir şey demedi. Taşın yüzeyini okşadı ve gözlerinde tanıdık gümüş hale belirdi. Aynı anda taştan büyükçe bir ışık huzmesi yükseldi odanın tavanına doğru. Işığın ortasında bütün zarafetiyle Lessien duruyordu.
"Sevgili Elda, eğer mesajım eline geçmişse dediğim adrese gel. Arkadaşlarını ve beni orda bulacaksın." Savaşçım ile birbirimize baktık. Arkadaşlardan kastı sadece kızlar mıydı ya da hepsi miydi? "İncili Şato'nun mahzenlerinde buluşalım."
Görüntü hızla kayboldu. Hiçbir şey anlamamıştım. "İncili Şato'da ne?"
"Ben biliyorum." dedi savaşçım düşünceli bir ifadeyle. Dikkati yeniden taşın üzerindeydi. Mesajı yeniden açmaya çalıştı ama olmamıştı.
"Bir tuzak." dedi Alarik yeniden. "Sizi tuzağa çekmeye çalışıyor."
"Lessien yapmaz öyle bir şey. Ama zorla yaptırdılarsa..."
"Ne olursa olsun oraya gitmeliyiz."
"Nedenmiş o?" dedi Alarik dalga geçer gibi bir sesle. "İncili Şato'yu bilmediğini biliyorlar. Aramızda bilen tek kişi Iolas. Demek ki Iolas'ın seninle olduğunu biliyorlar."
"Eğer bir tuzaksa da onları esir tutmuş olmalılar."
Büyücü ellerini havaya kaldırdı. "Ve biz de süper kahramanlar olarak onları kurtaracağız öyle mi? Bize ne faydası olacak bu durumun? Kimlerle savaştığının farkında mısın?"
Umutsuzlukla Iolas'a baktım. Hala taşı inceliyordu. "Ben giderim." dedi sonunda. "Sen burada kalacaksın, eğer bir tuzaksa ellerine düşen kişi sen olmayacaksın."
"Asla kabul etmem bunu! Neredeyse ölüyordun! Bu sefer ölümün kesin!"
"Sen de öleceksin." dedi yarım yamalak bir gülüşle. "Ha senden önce ha senden sonra."
Dişlerimi sıktım. Neden bu kadar dramatize ediyordu? Yüzüm kızarmıştı yine. Alarik'in yanındayken Iolas'la özel konuları konuşmaktan hoşlanmıyordum. İtiraz kabul etmeyecek bir şekilde masaya ilerledim ve boş bir kağıt aldım elime. "Şatonun planını çizeceksin." dedim tekdüze bir sesle. Fakat bana aldırmışa benzemiyordu. Alarik ile birbirlerine bakıyorlardı.
"Onu zapt edemem." dedi sonunda büyücü beni şaşırtarak. Savaşçım hafifçe gülümsedi.
"O zaman sen de gelirsin."
***
Evin içinde bir o yana bir bu yana dört dönüyordum. Iolas beni yok sayarak Alarik'i zorla yanında götürmüştü. Aradan tam yirmi dört saat geçtiği halde hiçbirinden haber yoktu. Tırnaklarımın kenarılarındaki etleri koparmaktan parmaklarım acır olmuştu.
"Yakaladılar onları. Bu sefer kesin öldürecekler. Ne yapmam lazım? Bu Allah'ın cezası yerden nasıl çıkacağımı dahi bilmiyorum!"
Alarik'in evi bulması zor olduğu gibi kaçması da zor bir yerdeydi. Bir kere hiç güneş doğmuyordu ve bahçenin ilerisi olabilecek en karanlık ormana aitti. Ormana dalsam dahi kaybolacağım kesindi. İçimden bir ses aynı zamanda ormanda birbirinden tuhaf varlıkları görebileceğimi de garantiliyordu.
"Yardım isteyebileceğimiz kimse yok mu?" diye yakındı Nisan sıkıntıyla. Alnıma vurdum hızla.
"Aptal Ela! En başında gözünün önündeydi! Nasıl unuturum?" diye haykırdım. Uzun zamandır Aron ile iletişim kurmuyordum. Yaşıyor muydu, kurtulmuş muydu onu dahi bilmiyordum ki. Hiç düşünmeden gözlerimi yumdum ve onu düşündüm.
"Aron! Sana ihtiyacım var!"
Sözler zihnimin içinde yankılanmıştı. Şimdi bekleme zamanıydı. Paniklememek için zor duruyordum ama ya Aron'da öldüyse diye düşünmeden edemiyordum. Yaklaşık yarım saat geçti. Yeniden umutsuzlukla gözlerimi yumdum.
"Aron!"
"Ela!"
Aron'un yumuşak sesi zihnimde yankılanınca neredeyse gözyaşlarına boğulacaktım. Demek ki kurtulmuştu saldırıdan. Rahatlayarak derin bir nefes aldım.
"Nerdesin Ela?" diye sordu Aron bu sefer. Umutsuzlukla etrafıma baktım. Burayı nasıl anlatabilirdim ki!
"Burası neresi ben de bilmiyorum." Bir an düşündüm. "Belki Glìven biliyordur. Alarik'in evindeyim."
Uzun bir süre yanıt gelmedi. Yerimde duramıyordum. Her geçen saniye benim için yiten zamandı. Aron'un beni bulabileceğinden şüpheliydim. Bir saat geçmişti. Aron'a seslensem dahi cevap vermiyordu. O an Alarik'e sövüyordum. Ne diye böyle bir çukurun içine getirmişti bizi.
İki saat geçti ve Aron'dan hala ses çıkmadı. Bu sefer de Iolas'a sövmeye başlamıştım. Ne halt yemeye kendini tehlikenin ortasına atıyordu? İyileşeli çok olmamıştı zaten. Canına mı susamıştı bu adam? Bir de Nisan'ı emanet etmiştim ona!
Üç saat geçti. Sürekli volta atmaktan yorulmuştum. Yanmayan şöminenin önündeki yatağıma uzanmış, onlar için dua ediyordum. Gözlerim yavaşça kapanmaya başlamıştı. Uyumak istemiyordum sadece gözlerimi dinlendirmek için diye düşünerek gözlerimi yumdum. Derin bir uykunun kollarına düştüm.
***
Nisan'ın koşturan ayak sesleri zıplayarak uyanmama neden olmuştu. Titreyen eliyle kapıyı işaret ediyordu. Kapıya gürültülü bir şekilde vuruluyordu. Geldiler diye sevinerek kapıya koştum. Fakat gelenler onlar değildi. Yine de beklediğim kişilerdi.
"Buldunuz!" diye haykırdım sevinçle Aron'un boynuna atlarken. Sendeledi ama gülüyordu. Glìven dikkatli gözlerle etrafı inceliyordu. "Çabuk girin!" dedim yaka paça içeriye sürükleyerek onları. Kapının dışında okları ve mızraklarıyla beş altı tane elf daha vardı.
"Etrafı kolaçan etseler iyi olur. Güvende değiliz." dedi Glìven.
Aron'a dikkatle baktım. Zayıflamıştı ve çok solgun görünüyordu ama bunların dışında çok iyiydi. Iolas en büyük hasarı alan olmuştu belli ki. İlgiyle Nisan'a bakıyordu. Sanki uzaydan gelmiş gibi şaşkındı ifadesi. Nisan ise merakla Glìven'i süzüyordu.
"Emin olamıyorum." dedi birden arkadaşım. "Gandalf'a mı benziyor Dumbledore'a mı?" Son derece gergin olduğum halde söylediği gülmeme neden olmuştu. Glìven bizi hiç görmeden evi incelemeye devam ediyordu. Aron ise kahkahalarla gülen Nisan ve bana bakıyordu. Yüzünde ortada olan şakayı anlamaya çalışan bir ifade vardı. Sinirlerim bozulduğu için gülme krizine girmiştim.
"Hiçbiri değil Nisan. O Glìven." dedim en sonunda. "Gri büyücü."
Son söylediklerim Glìven'in dikkatini çekmeme neden olmuştu. Tatsız bir şekilde gülümsedi. Rütbesinin hatırlatılması hoşuna gitmiyor gibi.
"O zaman Gandalf! O da gri büyücüydü." diye dudak büktü arkadaşım. Yeniden güldüm ama bu sefer kısa sürmüştü.
"Merhaba." dedi yarım yamalak bir gülümseme ile Aron. "Çok tuhaf, büyü gücün olmadığını hissediyorum."
"Çünkü yok." dedi Nisan da.
"Nisan benim dünyamdan Aron. Yani insanların dünyasından ve bir insan. Ayrıca benim en yakın dostum." İçimi çektim. Ardından Nisan'a döndüm. "Bu da Aron. Yarı elf yarı insan. Yani o da benim yeni dünyamdan. Benim ırkımdan. Kendisi yarı elflerin lideri."
Nisan'ın bir kaşı alayla havaya kalktı. "Sizde kraliyet yok galiba." Ona Eldar'ı anlatmıştım ama yarı elflerden çok bahsetmemiştim.
"Onlar demokrasiye inanıyorlar." dedim. "Seni iyi gördüğüm için çok sevindim. Kurtulabildiğiniz için çok sevindim."
Aron umursamıyormuş gibi omuz silkti ama bir şeylerin canını yaktığı belliydi gözlerinden. "Aslında kaçmak zorunda kaldık. Surìon yerle bir oldu. Canımızı zor kurtardık."
Ağaç kovuklarındaki muazzam yuvalar ve rahat yatakları gözlerimin önüne geldi. Oldukça doğal ve rahat, özgür bir ülkeydi. Eldar'a kıyasla çok daha güzeldi benim gözümde. En azından parlak ama soğuk kaymaktaşları, burnu havada halkı ve mücevherlerle kaplı eşyaları yoktu.
"Ben de senin iyi olmana sevindim." diyerek konuyu değiştirdi. "Evet, sorun tam olarak nedir?"
Onlara olan biteni anlattım. Kaçırılışımı, Iolası'ı kurtarışımızı, Alarik'in aslında hain değil casus olarak çalıştığını birbir anlattım. Aron'un yüz ifadesi şok içinde olduğuydu ama Glìven sesini çıkarmamıştı bile.
"Burada zaman kavramını anlayamıyorum. Hiç güneş doğmuyor. Ama yirmi dört saattir yoklar onu biliyorum. Sizi beklerken ne kadar zaman geçti inanın bilmiyorum."
"Bizim sizi bulmamız bir günümüzü aldı. Yaklaşık iki gün geçti."
Ellerimle yüzümü kapattım. İki gün! Belki de çoktan ölmüşlerdi. "Oraya gitmeliyim ama nasıl? Neresi olduğunu da bilmiyorum."
"Ben biliyorum." dedi Aron yavaşça. "Ama güvenli olur mu bilmiyorum. Bir tuzağın içine düşüyorsun, biliyorsun değil mi? Bile isteye."
"Bile isteye." dedim kesin bir ifadeyle. Glìven'le bakıştılar. Yaşlı büyücü sakalını çekiştiriyordu. Nasıl oluyordu da Alarik onun gibi yaşlı durmuyordu? Glìven ondan daha mı yaşlıydı?
"Bütün ırklara haber gönderdim." dedi birden. "Hepsini İncili Köşk'e çağırdım. Zaman birlikte olma zamanı. Önsezilerim büyük bir savaşın eşiğinde olduğumuzu söylüyor. Hazırlıklı olsak iyi olur."
"Onu savaşa götüremeyiz. Öldüreceklerini biliyorsun değil mi?" diye atladı Aron. Glìven ile birbirimize baktık anlamlı anlamlı.
"Öldürülmeyeceğinden eminim." diye mırıldandı sessizce.
Birkaç saat sonra hazırlıklara başlamıştık. Aron bıçaklarını dökmüştü masaya. Uzun saplı, kısa saplı, sivri uçlu, çengel uçlu irili ufaklı bir sürü bıçak. Şaşkınlıkla bunları tam olarak neresinde sakladığını düşündüm.
"Bilseydim savaşa gideceğimizi daha iyi bir hazırlık yapardım." diye söylendi dik dik Glìven'e doğru. Ama büyücü onu duymuyordu bile.
"Önce ben gireceğim şatoya." dedim bıçakların sivri uçlarına dokunurken.
"Hayır." dedi büyücü. "Bahçede kal."
"Pekala." dedim yavaşça. Aklında bir şeyler olduğu belliydi ama zamanı gelmeden konuşmayacaktı. Bütün maiların genel özelliği açıklama yapmamalarıydı sanırım. Aron bana saklanabilir, küçük ama etkili olduğu belli olan bir bıçak uzattı fakat ben daha alamadan Glìven araya girdi.
"Ela'ya silahını ben vereceğim."
Aron şaşırsa da başını salladı. Ardından bıçakları toplamaya başladı. Deri yeleğini açtı ve pantolon kemerine teker teker takmaya başladı bıçakları. Birkaç tanesini de çizmesinin içine sıkıştırmıştı.
"Ben de sizinle geleceğim." dedi Nisan. Üzerine pantolonlarımdan birini giymişti.
"Kesinlikle olmaz!" diye karşı çıktım. "Nasıl yaratıklar olduğunu bilmiyorsun bile. Seni cehenneme atacağımı sanıyorsan yanılıyorsun! Bir dakika bile yetmez yaşaman için."
"Ayrıca sihir gücün de yok." dedi Aron.
"Ok atabilirim, bana ok ve yay verirseniz..."
"Nisan!" diye haykırdım şaşkınlıkla. "Belediyenin kursundaki gibi plastik ok ve yaylar değil bunlar ayrıca öldürmekten bahsediyoruz!"
"Sen gidebiliyorsun ama ben nasıl gidemiyorum! Burada kalamam. Yoksa seni asla affetmem."
Tam ona karşı gelecektim ki Glìven araya girdi ve arkadaşımın elini tuttu. "Haklısın Nisan, burada bizi beklemek çok zor olur." Yavaşça alnına dokundu. Arkadaşımın gözleri kaydı ve büyücünün kollarına yığıldı. "En iyisi uyuman." dedi yumuşak bir şekilde. Onu öylece bırakıp gitmek can sıkıcı olsa da ölüme götürecek de değildim. Aron, arkadaşımı büyücüden aldı ve nazik bir şekilde odasına yatırdı.
"Başında bekleyecekler. Biz de yola çıkalım artık. Yarı elfler bizi bekliyorlar."
Her zaman korktuğum zifiri ormana daldık. Sanki ne yana dönersek dönelim daireler çiziyor gibiydik. "Başarılı bir illüzyon yapmış." diye açıkladı Glìven. "Hilesi, sanki bir labirentin içinde yürüyormuşsun hissi vermesi. Ama sadece kuzeye doğru yürürsen, bu illüzyondan kurtulabilirsin."
Aron yolu biliyormuş gibi hızlı hızlı önümüzden yürüyordu. Kolyeme dokundum endişeyle. "Bana neden söylemedin?" diye sordum aniden. "Ölmem gerektiğini."
"Bu açıklamayı Alarik'in yapmasını uygun buldum."
"Helyak Doğuşu sırasında yapmamı istiyor. Birlikte Sirius'a gidecekmişiz. Ama tam olarak planı ne bilmiyorum. Iolas, oraya girersem bir daha dönemeyeceğimi söylüyor."
Glìven onaylar gibi başını salladı. "Ama tek başına gidersen." dedi birden. Merakla ona döndüm. Bu ne demekti? "Alarik'in hepimizden farklı bir özelliği vardır Ela. O, öteki aleme girebilir ve canlı bir şekilde çıkabilir. Seni oraya götürecek. Bir şekilde kendisiyle birlikte canlı çıkarmaya çalışacak. Anladığım kadarıyla planı bu. Yoksa Helyak Doğuşu'nu beklemenize gerek yoktu. Sadece Helyak Doğuşu zamanı gidebilir oraya. Seni kaçırmaya çalışacak, tabii Asena'yı geçebilirse."
"Asena mı?" dedim afallayarak. Alarik ölmeme izin vermeyecek miydi yani?
"Öteki alemin bekçi köpeği. Ama bunu ona deme. Çok alıngan olduğunu duydum."
Kafam karışmıştı. Bir yandan da heyecanlanmıştım. Söylediği gibi ölmemi istemiyordu! Bir şekilde geri dönebilmek için umudum vardı. Garipseyerek ona güvendiğimi fark ettim. O anda Glìven durdu.
"Fakat..." Elime bir hançer uzattı. Alarik'in mavi taşlı hançerine benziyordu. Sadece kabzasında bembeyaz bir taş parlamaktaydı. "Eğer, orada işler kötüleşirse ve hiç şansımız kalmazsa..."
Devam edemedi bir an. Ne demek istediğini anladım. İşler geri dönülmez bir hal aldığı an intihar ederek savaşı durdurmam gerektiğini ima etmişti. Titrememeye çalışarak hançeri aldım. Büyücü başını eğmişti.
"Fir demen yeterli."
Hançere baktım. Deneyebilmek için "fir" diye fısıldadım. Birden elimden havlandı ve hızla üzerime uçtu. Son anda büyücü kabzayı tuttu. Hançerin sivri ucu tam kalbimin üzerinde kalmıştı.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro