Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 24

Gölün kenarındaki ağaçlardan birine yaslanmıştım. Uyuyakaldığımı irkilerek gözlerimi açtığım zaman anlamıştım. Akşam olmuştu. Aron hala ortalıkta gözükmüyordu. Ormanın sessizliğini dinlerken korkuyla etrafı kolaçan ediyor, olur olmadık yerden başka bir cehennem yaratığının çıkmasından deli gibi korkuyordum. Hançeri de kaybetmiştim üzerine. Boynumdaki kolyeden başka bir silahım yoktu.

Bir de Alarik mevzusu vardı. Başım ağrıdan çatlarken gözlerimi yumdum. Amacı neydi, neyin peşindeydi bilmiyordum ama bu anlaşma canımı sıkmaya başlamıştı. Ondan kendimi korumam ve bu anlaşma saçmalığından uzak durmam gerekiyordu. İstediği şeyi verebilir miydim? Gözlerimin önüne gelen görüntülerle içim sızladı. Iolas'ın benim yüzümden acı çektiğini düşünmek kahrediciydi. Sadece o da değil. Laurë'ye bile üzülüyordum. Ne kadar benden nefret etse de hayatımı kurtarmıştı ve ona borçluydum. Onları kurtarmam lazımdı. Peki Alarik'e güvenebilir miydim? Anlaşma yapabilirdim. Onlara karşılık, istediği şey. Önce elini o oynamalıydı. Bunu nasıl sağlayacağımı bilmiyordum. Bildiğim tek bir şey vardı, o da, zihnimi mavi büyücüden uzak tutmalıydım.

Sıkıntıyla yerdeki taşlarla oynarken Aron'u ve diğerlerini düşünmeye başladım. Yaşıyorlar mıydı? O yaratıklar ve o korkunç yılanla baş edebilecekler miydi? Oradan kaçtığım için kendimi suçlu hissediyordum nedense. Ve de huzursuz.

Bir saat geçmişti ki çalıların arasından bir ses geldi. Gerilerek yaslandığım ağacın arkasına saklandım. Sentorları göremesem de etrafımda olduklarını biliyordum ama Alarik onlara görünmeden dibime kadar girebilmişti değil mi?

Gelen kişiye gizlice baktım. Uzun boylu bir adam omuzlarını düşürmüş göle yürüyordu. Üstü başı pislik ve kanla...

"Aron." dedim hevesle. Sırtını hemen bana döndü ve gözlerini yumarak rahat bir nefes aldı. Onu sağlam bir şekilde gördüğüm için ben de çok rahatlamıştım.

"İyi misin? Seni o kadar çok merak ettim ki."

Başını zorlukla salladı. Bitkindi ve çok üzgün görünüyordu. O an soğuk bir yılan gibi göğüs kafesimin içine çöreklendi sıkıntı. "Ne oldu?" diye sorabildim. Kim diye soramadım.

"Thalia."

Ardından gölün kıyısına çöktü ve sessiz hıçkırıklarla omuzları sarsıldı. Hiç tanımadığım belki de bir saatten az vakit geçirdiğim bu kadını kaybının yarattığı acıyla sarsıldım. Bize yardım etmişti. Kardeşi beladan kaçmak istese de beni korumak için Aron'a yardım etmişti. Kaderime baktığı sırada, etrafımda dolanan ölümün içinde kendi silüetini de görmüş müydü acaba?

Hayal meyal adımlarla onun yanına oturdum. Aralarında ne olduğunu bilmesem de Thalia ondan hoşlanıyordu. Belki Aron'da ondan hoşlanıyordu. Ne kadar gözleri beğeniyle beni süzse de içinde bir yerlerde Thalia için sevgi tomurcukları ekmişti habersiz bir şekilde belki de. Elimi sarsılan omzuna koyduğumda bana döndü, kehribar gözleri yaşlardan bulanıklaşmıştı. "Onu koruyamadım. O yılan..."

Daha fazlasını duyamazdım. Omuzundaki elim titremeye başlamıştı. Abra, yeraltının bekçisi diye düşündüm. Kocaman, korkunç yılan. Thalia'nın, o uçarı, sevimli, hayat enerjisiyle dolup taşan güzeller güzeli kadının sonu bu kadar korkunç olmak zorunda mıydı?

"Esmeralda beni ilk gördüğü yerde öldüreceğine and içti." diye mırıldandı kırık dökük. "Onu suçlamıyorum. Artık Orman'ın İkizleri yok."

Suçluluk boğazımda kocaman bir taş misali oturmuştu. Yutkundukça canım yanıyordu. Zihnimde deliler gibi bağıran ses ise bu acıya alışmam gerektiğini, daha çok kayıp vereceğimi söylüyordu. Tanrım diye dua ettim ilk kez. Ailemi koru.

Onu acısıyla baş başa bıraktım. Zaten temizlenmeye ihtiyacı vardı. Saçlarının diplerine kadar kan ve ölüme bulanmıştı. Gölden uzaklaştım ve sentorların bölgesine ilerledim. Güzel ve asil yaratıklardı lakin çok da kibirlilerdi. Elfler gibi diye mırıldandım belli belirsiz.

"Acaba yarı sentor diye bir ırk da var mı?" diye söylendim. Aslında merak ettiğimden değildi. Her türlü saçma fikirle kafamı dağıtmak istiyordum.

"Sentorlar başka canlılarla birlikte olmazlar. Olan sapkınlar varsa da eğer bu birliktelikten bir yavru olmaz. Kısır döllenme."

Yanıma gelen atadamla birlikte gerildim. Oldukça iriydi ve benden uzundu. Uzun kahverengi saçları vardı ve toynakları güçlü bir şekilde yeri titreterek hareket ediyordu. Göğsü de kahverengi kıvırcık tüylerle kaplıydı.

"Ben Franz." diye tanıttı kendisini.

Cevap vermedim. Nasılsa o da adımı biliyor olmalıydı. Yıldızların belirmeye başladığı gökyüzüne baktık ikimizde. "Kısır döllenme de ne demek?" deyiverdim.

"Şöyle düşün, bir insan bir hayvanla birlikte olduğunda gebe kalmıyorsa, bir sentorda başka bir hayvanla birlikte olduğunda böyle bir ihtimal olmuyor."

Gerçekten çok nahoş bir düşündeydi. Yüzümü buruşturdum. Franz yeniden gökyüzüne baktı.
"Beni bir arkadaşınız kurtarmıştı." deyiverdim birden. Başını ağır ağır salladı.

"Evet. Melez öldüğünü söylüyor."

Ağlamamak için dişlerimi sıktım. Thalia'nın korkunç kehaneti başlamıştı bile. Peki ya sırada kim vardı? "Ben... çok üzgünüm." diyebildim gözyaşlarımın akmasına engel olmaya çalışırken.

Franz içini çekti. "Mornor hepimizin ortak sorunu ne yazık ki."

Ona baktım. Yüz hatları sert, gözleri ve kaşları karaydı. Yüzünde en ufak bir duygu kırıntısı bile yoktu. "Onun için üzülmüyor musun?"

Parlak, siyah gözlerini gözlerime sabitledi. Öyle siyahtı ki göz bebekleri bir ayna misali minyatür yansımamı görebiliyordum oradan. "Canlılar doğar ve ölür." dedi doğal bir sesle. "Ölüm için yaygara koparmanın bir faydası yok."

Gözlerini benden çevirip gökyüzüne baktı. Sanki yıldızların ötesini görüyor gibiydi. Sanki orada çok başka şeyler de vardı. "Siz onlara yıldız dersiniz." dedi yavaşça. "Ama aslında onlar soğuk gezegenlerdir. Parlaklıkları soğukluklarından gelir. Gezegenler yer değiştiriyor Elda. Senin için zor zamanlar başlıyor."

Yanımdan geçip giderken seslice içimi çektim. Yeni bir iç açıcı kehanet daha duymak ne güzeldi! Aron'un geldiğini duyunca yüz ifademi sabit tutmaya çabaladım. Artık buradan gitmek istiyordum. Fazla kasvetliydi.

Aron temizlenmiş ve sakinleşmişti. "Yürüyerek gideceğiz." dedi eline kalınca bir ağaç dalı alarak. Benim için uygundu. En azından içimdeki kasveti dağıtabilirdim.

"Gümüş." dedim tedirgince. Onu da kaybetmek istemiyordum.

"Kaçtı."

İçimdeki kasvet bu rahatlamayla biraz da olsa dağılmıştı. Gümüş onu bulurdu ne de olsa. Yolu sessizlik içinde tamamladık. Aron yastaydı ve ben onun acısına saygı duymakta kararlıydım.

Uzaktan ışıklar görünmeye başladığında yorgunluktan bitmiştim. Acıkmış ve susamıştım da. Gece yarısına kadar yürümüştük. Aron'un ağzını bıçak açmıyordu. Yarı elfler ağaç kovuklarının içinde küçük camdan fenerlerin aydınlığında uyuyorlardı. Garibime gitmişti.

"Karanlığı sevmeyiz." dedi birden Aron merakımı anlamış gibi. "O kadar uzun süre karanlığın içine kilitlendik ki."

Ülke sınırlarına girdiğimizde bir kaç yarı elf uyandı ve bizi izlemeye başladı. Aron ise onları görmüyordu bile. Beni direk Glìven'in ağacına götürdü. Alarik'in sözleri aklıma gelmişti. En yaşlı ağaç demişti onun yuvası için. Gerçekten de oldukça büyük ve yaşlı bir meşe ağacıydı bu.

"Sana kalacak bir yer ayarlamıştık çoktan." dedi ulu meşenin yanında bulunan genç bir ağacı göstererek. Tahtadan ince bir merdivenle yukarı çıkılıyordu. Yukarıda bir oyuk vardı belli belirsiz.

"Onunla sabah konuşuruz. Dinlenmemiz lazım." dedi kısaca. Başımı salladım ve merdiveni tırmanmaya koyuldum. Bir ağaç kovuğunda uyumak çok ilginç bir deneyim olacaktı. Kovuk tam içine sığabileceğim kadardı. Güvenli bir sığınak gibiydi. Beyaz bir yer yatağı, yastık ve yorgan vardı sadece. Hiç düşünmeden uzandım ve göründüklerinden daha rahat olduklarını fark ettim. Ağırlaşan göz kapaklarım kapanırken aklımda ne Alarik, ne Thalia ne de Glìven'den çalmam gereken her neyse o vardı. Kopkoyu bir karanlığın içine yuvarladım.

***
Uyandığımda öğlen olmuştu bile. Bir süre anlamsızca bulunduğum ağaca baktım. Olanları hatırlamaya başladıkça yüreğime bir ağırlık çökmüştü. Bu histen bir an önce kurtulmak için hızla ayağa kalktım. Dağılmış saçlarımı parmaklarımla tararken etrafın fazla sessiz olduğunu düşünüyordum. Sadece kuşların ve böceklerin sesi vardı. Diğerleri neredeydi?

Dikkatle merdivenlerden indiğimde çevrede kimsenin olmadığını gördüm. Meydana doğru yürümeye karar verdiğimde Glìven'in yaşadığı ağacın önünden geçerken duraksadım. Kalbim heyecanla atmaya başlamıştı. Bir şey alacağım yoktu. Sadece göz gezdirecektim. Yeniden çevreme baktım. Kimsenin olmadığından emin olunca meşeye yaklaştım. Kocaman bir gövdesi vardı ve iki katlı olmak üzere düzenlenmişti. Alt katta boş bir yatak vardı. İkinci kat ise tahtadan bir merdivenle çıkılıyordu. Kitaplar ve defterlerle dolu bir yere benziyordu. Gözlerimi onların üzerinde gezdirirken bir köşede belli belirsiz yanan bir parıltı gördüm. Kalbim aniden tekledi. Bu parıltılı mavi renkliydi. Tıpkı mavi büyücünün büyüsü gibi.

"Nasıl? Beğendin mi?"

Olduğum yerde zıpladım. Glìven yanımda belirmişti birdenbire. Bunu nasıl yapmıştı? Paniğimi bastırmaya çalıştım ve bir şey yokmuş gibi gülümsedim. "Günaydın."

"Tünaydın demek daha uygun olur."

Gözleri sanki ne yapmaya çalıştığımı bilirmiş gibi bakıyordu yüzüme. Onun bu bilgiç halleri beni rahatsız etmişti. Etrafımı göstererek sordum. "Herkes nerede?"

Ağır adımlarla yanımdan geçti ve ağacının dışarı fırlamış köklerinden birine oturdu. Kemik kadar ince parmakları uzun sakalını elliyordu. "Hazırlanıyorlar." dedi oldukça olağan bir sesle.

Kaşlarım havaya kalktı. "Neye?"

"Savaşa. Birkaç güne kalmaz buraya da gelecekler seni almak için."

"Benimle ne yapacak Glìven?" diye sorudum birden. Yaşlı adamın bakışları beni delip geçecek kadar sivriydi. Mornor'un kolyeyi istediğini biliyordum ama sanki daha fazlası var gibi geliyordu bana. Bu içine düştüğüm tuhaf hikayede sorularıma doğru cevapları verecek tek kişi de bu yaşlı adamdı. Bakışlarını üzerimden çektiğinde yeniden sakallarını çekiştirmeye başlamıştı.

"Seni kurban etmesi lazım. Kolye sana kan bağıyla bağlandı. Onu kullanabilmesi için kanını akıtması lazım. Hepsini."

Zorlukla yutkunurken elim kolyeye gitmişti. Nereden bulanmıştım bu lanete? Kader miydi bu? "Onu yok edemez miyim?"

Başını hafifçe eğerken olasılıkları düşünüyor gibiydi. Anında cevap vermemesi böyle bir şeyin mümkünlüğünü söylüyordu bana. Ama, bunda da kocaman bir ama gizliydi işte.

"O zaman Mornor'u yenemeyiz."

"Onu yenebilecek miyiz ki? Ordusunu gördüm! İnan bana onlarla boy ölçüşemeyiz!"

"Yenilmez olsaydı o kolyeyi bu kadar çok istemezdi."

Bir sessizlik oluştu. Korku içimde soğuk rüzgarlar gibi dolanıyordu. Farkında bile olmadan titredim. Yaşlı adamın yanına oturdum. Neden bilmiyordum ama bir yakınlığa ihtiyacım vardı. Babamı özlemiştim. Onun hoşgörü ve sabrıyla halledemeyeceğim sorunum yoktu. İçimdeki korku kendimden çok onlar içindi. Tanımadığım, bilmediğim bir düşman sevdiklerimi elimden alabilir miydi?

"Korkuyorum."

"Korkmalısın."

Yaşlı adamdan odun ve misk kokusu geliyordu. Bana güven veriyordu. Ayrıca etrafımdaki pek çok kişiden daha dürüsttü bana. Korkacağımı, üzüleceğimi bile bile gerçekleri söylemekten çekinmiyordu. Birden aklımı kurcalayan asıl sorunumu ona danışabileceğim aklıma geldi.

"Zihnimi dışarıdan herhangi bir güce karşı nasıl koruyabilirim? Düşüncelerimin duyulması çok can sıkıcı."

Gri gözleri yeniden üzerimde dolaştı. Sanki biliyordu ne düşündüğümü, sanki Alarik ve anlaşmamızı en başından beridir biliyordu. "Lütfen sen de zihnimi duyabildiğini söyleme." dedim kuru bir sesle. Yavaşça güldü.

"Duymuyorum." dedi kesin bir dille. "Ama istersem zihnine girebilirim. Bunu sihir gücü olan her yaratık yapabilir."

Kaşlarımı çattım. Bu olasılık canımı sıkmıştı. Zihnimin gerilerinden bir fikir çıktı ortaya o an. Sihir gücü olan her yaratık. "Buna ben de mi dahilim?"

"Senin damarlarında çok güçlü bir sihir var Ela. Kendini küçümsememelisin. Gelmiş geçmiş en güçlü elfin kanındansın sen."

Öz babamı düşünmeye başladım. Uzun boylu, uzun kestane rengi saçlı ve ormanlar gibi derin yeşil gözleriyle oldukça yakışıklı bir adamdı. Anneme çok aşık olmalıydı. Ayrılıklarına şahit olduğum an nasıl acıyla çırpındığını izlemiştim. Annem, güzeller güzeli köylü kızı, o da çok sevmişti babamı. Öldüğü haberini aldığı zaman intihar etmişti. Beni bile görmemişti gözleri. "Ama bir yanım insan. Hatta tahmin edebileceğinizden de çok, bir insanım ben."

Yaşlı adam yeniden gülümsedi. "Gözlerini Merilindir'den alsan da yüzünün güzelliği, vicdanın sesini annenden almışsın küçüğüm."

Şüpheli bir bakış attım ona. "Onunla tanışmış gibi konuşuyorsun."

"Evet, evet. Tanıştım. O güzeller güzeli küçük kızla tanıştım. Bana geldiğinde sana hamileydi ve çok korkuyordu. Onu ve seni öldürmek isteyenler vardı. Bize sığındı. Sen bu topraklarda doğdun Ela. Varda gelip seni alana kadar, bizimleydin."

Söyledikleri bomba etkisi yaratmıştı bende. Kısa bir sessizlik paylaşırken aramızda zorlukla yutkundum. "Annem burada mı öldü?"

"Evet hatta ona bir mezar da hazırladım. Ona bu kadarını yapmaya borçlu hissettim kendimi."

İçimde fırtınalar koparken yıllardır bilmediğim ve özlediğim o kadının mezarının olduğunu bilmek elimin ayağımın uyuşmasına neden olmuştu. Glìven devam etti. "Ve baban." dedi birden. Kalbim hızlanırken soru dolu bakışlarımı ona çevirdim. "Zor olduğunu itiraf etmeliyim ama onu da annenin yanına gömmeyi başardım. Belli bir kısmını en azından. Çünkü korkunç bir şekilde parçalanmıştı. Ama dediğim gibi, bunu annene, o küçük kıza yapmayı borçlu hissetmiştim kendimi. Yaşarken kavuşamamışlardı. Bari ebedi uykularında bir arada olsunlar istedim."

Gözlerimde yakıcı yaşlar peyda olurken yaşlı adama minnetle baktım. Yaptığı şey öyle nazik, öyle saygı duyulası bir minnettarlıktı ki! Beni anlıyormuş gibi gülümsedi. "Annen ve babanı görmek ister misin Ela?" diye sordu yumuşak bir sesle.

Başımı sallarken gözlerimden yaşlar akıyordu. Göreceğim bir avuç toprak ve eskimiş bir taş blok olsa da çok uzun yıllar sonra ilk defa üçümüz bir araya gelecektik.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro