Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Hıdırellez Özel Bölüm 2

Bölüm çok aceleye geldi, ilk fırsatta düzenleyeceğim. Hatta muhtemelen son kısma bir part daha eklemem gerekecek. Düzenlemeyi yapınca instagram hesabından duyuru paylaşırım. Lütfen kusuruma bakmayın. 🥹

Şimdilik iyi okumalar diliyor ve sizleri Hıdırellez özel bölümünün devamıyla baş başa bırakıyorum.

ps: bölüme yorum yapabiliyor musunuz? yapamayanlar lütfen duvarıma yazsın, problemi çözmeye çalışayım.

"Keşke biz de üsse girebilseydik..." dedi İzzet abi yeniden. "Elif'i karnında iki tane bebeyle görünce bizim itin gireceği halleri düşünebiliyonuz mu? Alparslan'la dalga geçmek için otuz senelik malzeme çıkardı bana."

Nigar abla hevesle lafa atladı. "Ay valla ben de meraktan çatlayacağım. N'apsak İzzet abi, kapıdaki nöbetçilere rica etsek bizi de içeri almazlar mı?"

"Kesin alırlar Nigar. Orası yol geçen hanı çünkü..."

Nigar abla onu pek takmadı. Telaşlı telaşlı konuşmaya devam etti.

"Gülendam ablanın babasından da rica edemeyiz. Sen olmasan bizi içeri aldırırdı ama sen yanımızdayken biraz zor... Hiç bakma öyle İzzet abi! Benim o ana şahit olmam lazım!" Çaresizce ellerini göğe kaldırıp yakardı. "Allahım sen bu kuluna yardımcı ol. Adağım olsun, üsse girebilirsem üç tane kurban kestireceğim!"

İzzet abi de ellerini açıp dua etti. "Allah'ım sen ordumuza böyle bir zeval verme. Adağım olsun, Nigar üsse giremezse beş tane kurban kestireceğim."

Arabadakiler gülmeye başlayınca Nigar abla suratını asıp cama döndü. Bense henüz gerginlikten sıyrılabilmiş değildim. Alparslan'ın geldiği haberini alınca evde panikten ve heyecandan deliye dönmüştüm. Ne yapacaktım? Karşısına çıkınca ona ne söyleyecektim? İşin kötü yanı bir şey söylememe gerek yoktu, bedenim yeterince şey söylüyordu zaten.

Aklımda binbir soruyla odaya çıkıp hazırlanmıştım. Hazırlanamamıştım. Panik içinde dört dönüp giyecek bir şeyler aramış, bir ara kendimi eteğin üstüne tunik giymeye çalışırken bulmuştum. Sonra telefon geldiğinde iyi haberi alana dek döktüğüm soğuk terler gelmişti aklıma. Ya kötü kokuyorsam? Kendi kokumu alamıyor olabilirdim, işimi sağlama almak için alelacele duşa girmiştim.

Panikle aldığım karar ummadığım şekilde faydalı olmuştu. Sıcak su yalnızca hayali ter kokusunu değil, telaşımı da alıp götürmüştü. Hiç değilse çıktığımda giyinip hazırlanmayı becerebilecek kadar sağlıklı düşünüyordum.

Saçlarımı kurutup dalgalı fön çekmiştim, normalde çok dalgalı değildi ama Alparslan seviyordu buklelerimle oynamayı. Sonra abartılı olmayacak bir makyaj yapmıştım. Zaten hamilelik cildime iyi gelmişti, son zamanlarda aynadaki görüntüm ekstra hoşuma gidiyordu. Zor geçen ilk aylarımın müfakatını alıyordum adeta.

Kıyafet seçmek kolay olmuştu çünkü son iki aydır her gece Alp'in döndüğü gün ne giyeceğimi düşünerek uyuyordum. Karnımın büyüyor oluşunu da hesaba katarak birkaç farklı alternatifim vardı. Mevsimin değişmesinden ve havaların soğumasından ötürü ilk ikisini eleyip üçüncü kombini giymiştim. Krem rengi, diz boyu, elastik kumaşıyla vücudumu saran örme bir elbiseydi. Kol uzunluğu dirsekle bilek arasındaydı, yakasındaki beş santimlik kesik arkadan bağlanan korseler gibi iplerle bağlanmıştı. Boynumun boş göründüğünü fark edince incecik zincirin ucunda minik, safirden bir kelebek figürü bulunan kolyemi takmıştım.

Şimdiyse üzerimde paltom ve yanımda henüz giymediğim kalın şişme montla arabada oturuyordum. Evet, son anda değişmişti fikrim. Askeri üssün ortasında hamile karnımla Alparslan'ın karşısına çıkmak mantıklı gelmemişti. Ne tepki vereceğini bilemiyordum. Belki de öfkelenecekti. Öyle az buz değil, dört buçuk aylık hamileydim.

"Elifcim acaba sen bizimkini videoya çekemez misin?" dediğini duydum Nigar ablanın. Hala aynı mevzudaydı anlaşılan. "Çok merak ediyorum bebekleri öğrenince vereceği tepkiyi."

"Merak etme Nigar abla, tepkisini siz de göreceksiniz zaten. Hamile olduğumu yalıya gidene kadar Alparslan'a söylemeyeceğim."

Arabadaki herkes, tüm Ahıskalı ailesi, aynı anda başını çevirip önce karnıma sonra tekrar bana baktı. Hepsinin yüzünde zekamdan şüphe ediyormuş gibi bir ifade vardı.

"Yani karşısına böyle çıkmayacağım tabi." diye açıklamaya çalıştım. "Yanıma şişme montumu aldım. Paltonun üstüne onu giyeceğim. Zaten hava epey soğuk, o da biliyor benim kolay üşüdüğümü... Cezmi abiye de söyleriz, arabanın ısıtıcısı bozuk falan der. Yalıya gidince siz eve geçersiniz, ben de Alparslan'ı rıhtıma götürüp orada söylerim."

Yalının giriş kapısının olduğu, sokağa bakan cephesinde yer alan bahçe iki adımlık bir yerdi. Arka taraftaki Boğaz'a bakan bahçeyse futbol sahasından bile büyük olabilirdi. Arka bahçenin solunda kalan kısa patikanın ucunda da yalının rıhtımı yer alıyordu. Birkaç ay önce yalının bodrum katındaki kayıkhaneden rıhtıma çıkan gizli bir yol keşfetmiştim. Alparslan çok tepki verirse bebeklerimle birlikte o yoldan eve kaçmayı planlıyordum. Ahıskalı ailesi beni korurdu.

"Aa yok, çardakta konuşun." dedi Nigar abla. "Rıhtımda olursanız evin içinden sizi nasıl göreceğiz? Hatta çardağın girişinde konuşun ki yüzünüz görünsün. Ama Alparslan'ın yüzünü doğrudan yalıya çevirme Elifcim. Biliyorsun, annem dudak okuyabiliyor. Alparslan halasından almış o yeteneğini... O yüzden sen onun şöyle birazcık açılı durmasını sağla ki annemin sizi okuduğunu fark etmesin. Gerçi annem okusa da kendine saklıyor ama hepimiz üstüne gidersek ne konuştuğunuzu söyler bize." Arabada çıt çıkmadığını fark edince diğerlerine döndü hevesle. "Ay çok güzel düşünmedim mi ama? Siz niye konuşmuyorsunuz?"

İzzet abi bir şey söyleyecek gibi oldu ama sonra dişlerini üst dudağına bastırıp ağzını ısırdı. Onun yerine Deniz karıştı lafa.

"Nigar sendeki merak seviyesi şako mu ya?" dedi bilmiş bilmiş. "İzzet dayım hep lafı ağzına tıktığı için gerçek potansiyelini bir türlü göremiyorduk ama vaov yani— VAOV! Sayende evrende iki değil, üç şeyin sınırsız olduğunu öğrendim. Biri de senin merakınmış."

"Üç değil, dört şey Deniz." diye ekledi İzzet abi. "Öbürü de senin hadsizliğin mesela... KIRK YAŞINDAKİ KADINA İSMİYLE HİTAP ETMEYE UTANMIYOR MUSUN ERGEN KÖPEK?!"

Deniz gözlerini devirdi.

"Üff dayı bütün aile kabullendi ya, sen de kabullen artık. Ben o ayrıcalığı ailede sadece dört kişiye tanıyorum, geri kalan herkese ismiyle hitap ederim. Hate it or deal with it."

"Ney vitit?"

"Yani ya sev ya terk et dayıcım."

"Bak bak, havalara bak." diye söylendi İzzet abi. Kıza çatacak bir şey aradı ama bulamamış olacak ki konuyu değiştirdi. "Hem sen ne demeye bizimle geliyorsun? O kızcağız bugün gelmiyor muydu? Evde kalıp karşılasaydın ya hocanı."

"Dayı onun otobüsü akşam gelecek ya."

Sırf kafam dağılsın diye konuya dahil olmaya çalıştım. "Ne hocası Deniz?"

"Özel matematik dersi aldığım üniversiteli kız vardı ya yenge..." dedi bana dönüp. "Geçen gün tanışmıştınız hani. Bayram tatili bitene kadar bizde kalacak işte."

Kızı hatırlamıştım. İsmi Zeynep'ti, Uçak Mühendisliği okuyordu ve sevimli birine benziyordu fakat bayram boyunca bizde kalacak olmasına anlam verememiştim.

"Yatılı mı kalacak?"

"Açıkla bakalım Deniz Hanım." diye sinirle lafa karıştı İzzet abi. Anlaşılan bir şeyler olmuştu. "Anlat da herkes bilsin yediğin haltı. O kızcağız senin yüzünden sokakta kaldı."

Deniz kendini savunmaya çalıştı ama en sonunda boynunu büküp olayı özetledi. İzzet abi matematik hocasının ücretini Deniz'e teslim etmişti. Bizimki de her zamanki sorumsuzluğuyla erteleyip durmuştu. İzzet abi öfke patlamaları yaşayıp sık sık lafa daldığı için olay örgüsünü tam anlamasam da kızın Deniz yüzünden KYK yurdundan ayrıldığını öğrendim. İzzet abi özel yurt ayarlayana dek bizimle birlikte yalıda kalacaktı. Normal şartlarda bu tuhaf bir durum olabilirdi ancak Ahıskalı yalısı zaten sülalenin yolgeçen hanı olduğu için bir problem çıkacağını sanmıyordum.

Ana Jet Üssü'ne vardığımızda heyecandan kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Belki yirmi defa girdiğim kapıda yanlış turnikelere yöneldim. Nöbetçiye kimlik yerine akbilimi uzattım, sonra panikle kimliğimi aradım çantamda. Bu esnada kapıdaki askerler her zamanki ciddiyetleriyle debelenmemi izliyordu. Kışla askerleri olsa havadan sudan sohbet ederlerdi mesela, ana jet üssündekilerse sivillerle iletişime kapalıydı.

Üsse girdiğimde her zamanki alışkanlıkla sol taraftaki rampaya yöneldim. Eşref Paşa'nın odası ve santralin bulunduğu binaya bu taraftan gidiliyordu. Fakat kapıdaki nöbetçi gitmem gereken yeri de biliyordu anlaşılan, birkaç adım sonra arkamdan seslendiğini duydum.

"Hanımefendi sizi ana binaya yönlendirmemi söylediler. Görevli personel ana binaya geçecekmiş."

Omzumun üstünden geriye baktım. "Oraya girmeme izin var mı?"

"Bu defaya mahsus olmak üzere." diye cevapladı. "Kapıdaki kontrole bildirildi, kimliğinizle girebilirsiniz."

"Teşekkürler..." diye geveleyerek önüme döndüm. İşaret ettiği yöne doğru yürümeye başlarken askerlerden biri koşar adımlarla yanıma geldi, benimle birlikte yürümeye başladı. Giriş izni olsa da sivil ziyaretçilerin tek başına üste gezinmesine müsaade edilmiyordu.

Önceki deneyimlerimden ders aldığım için askerle sohbet etmeye çalışmadım. Evet, geçmişte birkaç kez bunu denemiştim. Yol boyunca yanımdaki kişiyle muhatap olmamak kabalık yapıyormuşum gibi hissettiriyordu bana. Bu nedenle havadan sudan muhabbet etmeye çalışmıştım ve pek verimli geçtiği söylenemezdi. Bana eşlik eden askerlerin hepsi sorduğum sorulara tek kelimelik cevaplar verip susuyordu, kışlalardaki askerlerin böyle olmadığını bildiğim için problemi kendimde aramıştım. Acaba bilmeden bir hadsizlik mi yapıyordum insanlara?

En sonunda dayanamayıp Alparslan'a sormuştum. Son derece samimi kaygılarım karşısında utanmadan kahkahalarla gülmüştü. "Ana Jet Üssü'ndeki personel ziyaretçilerle keyfi sohbet edemez güzelim." demişti telefonda. "Gittiğin yer kışla değil."

Ne yazık ki bunları da telefonda söylemişti. Evleneli bir yıl olmuştu fakat zihnimdeki anıların çoğunda Alp'in sesi bir telefonun ucundaydı. Görevden döndüğü dönemleri adeta yeni bir balayı gibi yaşıyorduk, birkaç gün süren mutluluğumuz yeni bir görev emriyle son buluyordu.

"Her zaman böyle olmayacak." demişti bana. "Evliliğimiz kötü bir döneme denk geldi. Sınır ötesi harekatlar bittiğinde zamanımın çoğunu burada geçireceğim."

Şimdiyse harekatın bittiğini biliyordum. En azından medyada öyle söyleniyordu. Bu da Alparslan'ın uzunca bir süre yanımda kalacağı, göreve gitse bile en fazla birkaç gün içinde geri döneceği anlamına geliyordu. Düşündükçe mutluluktan havalara uçuyordum.

Zihnimdeki keyifli düşüncelerle ana binaya girdim. Kontrol noktasını geçtikten sonra başka bir asker yanıma geldi. Bu kez de onun eşliğinde koridorları geçmeye başladım. İlerledikçe duvarların ötesindeki pistten yükselen gürültüler belirgin hale geliyordu.

Havalimanlarının board gate önü bekleme alanlarına benzeyen, fakat çok daha büyük bir salona vardık. Uçuş pistine bakan taraftaki duvar boydan boya camla kaplıydı, bulunduğum yerden dışarıyı görebiliyordum. Piste açılan kapıda iki nöbetçi daha duruyordu ama piste çıkmama izin vermeyeceklerini bildiğim için o tarafa yönelmedim. Uslu adımlarla ilerleyip duvarın dibindeki koltuklardan birine yerleştim.

Geriye son bir bekleyiş kalmıştı.

-*-

Dakikalar sonra hala aynı yerde oturmuş camların ötesinde uzanan pisti izliyordum. Bayram günü olmasına rağmen üs epey hareketliydi, askerlerin hiçbiri bayram izni kullanmıyordu anlaşılan.

"Birazdan babanız gelecek." diye fısıldadım elimi karnıma koyup. "Azıcık gürültülü olabilir, korkmayın olur mu?"

Gerçi biraz korkup hareket etseler fena olmazdı... Dört buçuk aylık oldukları halde henüz hareketlerini hissetmemiştim. İlk gebelikte 22. haftaya kadar bebeği hissetmemenin normal olduğunu bildiğim için panik yapmamaya çalışıyordum ama bu haftanın bitiminde normal süreci doldurmuş olacaktık. Ne zamana kadar böyle sessiz sedasız büyüyeceklerdi ki?

Gökyüzünden yükselen ani gümbürtü aklımı başımdan aldım. Sanki biri jiletle göğün mavi çarşafına yırtık açmış gibi keskin, fakat camları sarsacak kadar şiddetli bir sesti duyduğum. Savaş uçaklarının sesi...

Baş parmağımla damağımı kaldırdıktan sonra yan tarafa döndüm, birkaç metre ötemde bekleyen askere sordum heyecanla.

"Alparslan mı geldi?"

Askerin yüzünde bir an için gülümsemeye benzer bir şeyler belirdi ama ciddiyetini bozmadı. Başını nazikçe iki yana sallayarak "Hayır hanımefendi, bu başka bir personelin uçağı." diye cevap verdi bana. "Alparslan yüzbaşım bir saat önce üsse iniş yaptı."

"Nasıl yani, Alparslan geldi mi?" Etrafıma bakındım şaşkınlıkla. "Nerede?"

"Sağlık kontrolünden sonra debriefing'e girmiş olmalı. Birazdan burada olur."

"Ne taraftan gelecek peki—"

Asker başıyla arkamdaki bir noktayı işaret etti. "Geldi bile."

Kalbim yerinden çıkacakmış gibi atmaya başladı. İşaret ettiği yöne dönüp bakamadım, stresten ve panikten bedenim kaskatı kesilmişti. Karnımdaki bebekler bile heyecanla nefeslerini tutmuş bekliyordu sanki.

Sonra sesi çalınmaya başladı kulaklarıma. Görev arkadaşlarından biriyle konuşuyor olmalıydı, askeri terimlerle dolu cümleleri seçebiliyordum. Bir ahizenin ucundan değil, canlı kanlı haliyle, üstelik az ötemde konuştuğunu duyabilmek öyle büyük bir lütuftu ki ilk birkaç saniye sadece sesini dinledim.

Zannedersem tam o anda beni fark etti. Zira konuşması aniden kesiliverdi, cümlesi gibi yaklaşan ayak sesleri de sekteye uğramıştı.

Sakince ayağa kalkıp ona döndüm.

Alparslan'ı karşımda görünce üç aydır yay gibi çekildikçe çekilen gerginliğimin zembereği aniden boşalıverdi. Buz gibi bir ferahlama hissinin eklemlerimden vücuduma yayıldığını, kalbimin yerinden çıkacakmış gibi hızlandığını, özlemden burnumun direğinin sızladığını hissettim. Anlık bir tepkisizliğin ardından ayaklarım kendiliğinden ona doğru sürüklenmeye başladı.

Gülünce kısılan Türkmen gözlerinden yorgunluk akıyordu. Yüzünde şaşkınlıkla karışık bir mutluluk ifadesi vardı, beni karşısında gördüğüne inanamıyor gibiydi. Yanındaki arkadaşının bizi baş başa bırakmak üzere yoluna devam ettiğini gördüm hayal meyal, öteki asker yanımdan geçerken bana selam verdi ama karşılık verip vermediğimi bilemiyorum. Normalden daha hızlı, neredeyse koşar adımlarla ilerliyordum fakat her şey ağır çekimde yaşanıyordu sanki. Aramızdaki mesafe bir türlü bitmek bilmiyordu.

Üç aydır gecelerimi kabus çeviren endişelerim paçalarımdan süzülerek vardım yanına. Beni kollarının arasına alıp sımsıkı sarıldığında dünya ayaklarımın altından çekildi sanki. Ağlayamadım bile. Başımı boynuna saklayıp kollarımla onu kendime bastırdım.

"Elena..." diye fısıldadı yüzünü saçlarımın arasına gömerken. "Çok özledim seni, Göçmen Kızı."

Sesini duyunca sıcacık bir karıncalanma hissi boynumdan başlayarak vücuduma yayıldı. Deliler gibi özlemiştim onu. Kokusunu özlemiştim, gülüşünü özlemiştim, bana aşkla bakan gözlerini özlemiştim. Gözyaşlarım yanaklarıma süzülürken bir şeyler söylediğini duydum ama bırakamadım onu. Hasret, hıdırellez ateşi gibi bağrımda yanıyordu.

Kollarımı boynundan ayırmadan başımı geri çekip yüzüne baktım. Zannedersem niyetim bir şeyler söylemekti, bilemiyorum. Belki de askeri üste oluşumuza aldırmadan öpecektim onu. Aklımdan geçen şey her ne idiyse gerçekleştirmeye fırsat bulamadım. Zira Alparslan'ın sesini duyduktan hemen sonra vücudumun içinde bir şeyler hareket etti.

Donakaldım.

Bugüne dek gebeliğe dair her şeyi bildiğimi sanırdım. Dile kolay, altı sene tıp okumuştum, onca hamile hasta görmüştüm. Biyolojik süreçlere bütünüyle hakimdim.

Fakat bebeklerin hareketinin böyle bir his olacağını asla tahmin edemezdim.

Karın bölgemde beklenmedik, yumuşak bir dürtü gibiydi. İlk başta amniyotik sıvının hafif dalgalanması zannettim, fakat ardından daha ritmik ve belirgin hareketler peydah oldu. İkisi de hareket ediyordu, endometriyal tabakamın ötesinde ikizlerin minik vücutlarıyla kıpırdandıklarını hissedebiliyordum.

Bu anı o kadar büyük bir hevesle beklemiştim ki... Bazen uykumda bir şeyler hissettiğimi sanıp sevinçle karnımı yokluyordum, bebeklerin ilgisini çekebilecek müzikler açıyordum, yalvarmayı denediğim bile olmuştu fakat bir türlü diğer hamileler gibi karnımın içinde bir şeylerin kıpırdadığını hissedememiştim. Her ne kadar bunun doğal olduğunu bilsem de saçma sapan kaygılara kapılıyordum. Bebeklerimin güçsüz olmasından, benim annelik içgüdülerimin gelişmemiş olmasından, doğuma kadar onların varlığını hiç hissedememekten korkuyordum.

Şimdiyse... Hareket ediyorlardı. Kıpırdanıp duran minik bedenleri bariz bir şekilde hissediyordum ama şaşkınlıktan tek kelime edemiyordum.

"Yavrum bu mont ne?" diye söylendiğini duydum Alparslan'ın. "Bir de michellin lastiği gibi şişme mont giymişsin. Sarıldığımı hissedemiyorum."

Tepki veremedim, onun sesini duyunca bebekler yeniden hareket etmişti. Alparslan geri çekilip montumun fermuarını açtı, montu kollarımdan sıyırıp çıkardıktan sonra arkamızda duran bekleme koltuklarına koydu.

Üzerimdeki paltonun kuşağı bağlı değildi, bana döndüğü anda karnımı göreceğini biliyordum ama hareket edemiyordum. Karnımın içindeki kıpırtılar öylesine beklenmedik bir anda gerçekleşmişti ki, hiçbir şey düşünemiyordum.

"Monttan kurtulduğumuza göre şimdi gerçekten sarılabiliriz." dedi gülerek. "Kıyafetlerin geri kalanından da evde kurtuluruz—"

Sonra bakışları karnıma takıldı, ve donakaldı.

-*-

Bu haberi vereceğim anı sayısız kez hayal etmiştim. Başlarda zihnim tatlı sürprizlerle, yaratıcı fikirlerle ve iç ısıtan hayallerle doluydu. Hiç beklemediği bir anda eline patik tutuşturmak, baş başa geçirdiğimiz romantik bir anda artık üç kişi olacağımızı söylemek, filmlerden ve dizilerden gördüğüm nice sevimli sahne...

Karnım belirginleşmeye başladıktan sonra hepsi geçerliliğini yitirmişti. Hamile olduğumu söylemenin sevimli bir yolunu değil, daha az travmatik olacak bir yolunu düşünmeye başlamıştım. Zira haberi nasıl verirsem vereyim sonrasında karnımı göstermem gerekeceği için bir şok etkisi yaratacaktı. Evet... Planlarımın hepsinde önce hamile olduğumu söylüyordum, ardından karnımı gösteriyordum. Alparslan'ın direkt karnımla karşılaştığı bir senaryoyu hayal bile etmemiştim.

Aramızda uzun, hayli uzun bir sessizlik oldu. Karnıma bakarken bocaladığını görebiliyordum, o kadar hazırlıksız yakalanmıştı ki neler olduğunu idrak edemiyor gibiydi.

"Elena—" dedi en sonunda. "S-sen... Ne oldu sana?"

Bu kez şaşırma sırası bendeydi. Devasa bir karnım olmadığını biliyordum, neticede bebekler daha dört buçuk aylıktı. Fakat inkar edilemez bir hamilelik çıkıntısına sahiptim. Üstelik vücudumun geri kalanı henüz gebelik kilolarından nasibini almamıştı. Sıradan bir insan ilk bakışta bebek beklediğimi anlayabilirdi.

"B-ben anlamadım." diye devam etti cevap alamayınca. "Yanlış anlamış da olabilirim, o yüzden emin olamıyorum ama... Yoksa sen—"

"Hamileyim." dedim pat diye. "Dört buçuk aylık."

Yeni bir sessizlik peydah oldu aramızda. Hayal görmediğinden emin olmak ister gibi gözlerini kapatıp açtığını gördüm. Gözlerini yeniden karnıma çevirdiğinde hayretten konuşamaz hale gelmişti.

"Hamilesin." diye tekrarladı doğru duyduğundan emin olmak ister gibi. "Hem de dört buçuk aylık hamilesin."

Güldü. Sonra yeniden ciddileşti. Ve tekrar güldü. Muhtemelen hayatımızın en tuhaf anlarından birini yaşıyorduk.

Tepkileri kesik kesikti, ellerini yüzüne götürüyor, çenesini sıvazlayacakken vazgeçip burnunun kemerini sıkıyor, bana doğru sarsak bir adım atıp sonra aniden duraksıyordu. Ellerinin titrediğini fark edince sıcacık bir şefkat yükseldi içimde.

"Evet, sevgilim." diye onayladım. "Bebeklerimiz olacak."

Gözlerinin ufkunda beliren sevinçli ifade sekteye uğradı. İkinci bir şok dalgasıyla sarsılırken "B-bebeklerimiz mi?" dedi kekeleyerek. "Bizim kaç tane bebeğimiz olacak?"

Elena topla kendini. Adam şoka girdi. Toparlan çabuk. Kahretsin ya... Bebeklerin ikiz olduğunu ağzımdan mı kaçırmıştım ben? Hiç değilse bunu sürpriz yapıp söyleseydim ya!

"İki tanecik." dedim panikle. "İkiz yani... Ama çift yumurta ikizi— Ben aslında sana söyleyecektim ama ikizlerimiz olacağını söyleyebilmem için önce bebeklerimiz olacağını bilmen gerekiyordu. Onu da söylemedim çünkü telefonda nasıl söyleyeceğimi bilemedim. Doğuma kadar burada olursun diye umuyordum- ki öyle oldu. Baksana, bebekler doğmadan yetiştin—"

Saçmalamayı kesemeyeceğim anlaşılınca bebekler duruma el koymak istedi sanırım. Zira içeride hissettiğim güçlü bir hareket sözlerimin yarıda kesilmesine sebep oldu. Gayrı ihtiyarı bir tavırla ellerimi karnıma koyup şaşkınlıkla aşağı baktım. Tekme miydi o?

"Elena ne oldu?" Alparslan şaşkınlıktan sıyrılıp endişeyle yanıma geldi. Omuzlarımdan tutup hafifçe sarsarken ikinci bir tekme yedim bebeklerden. "Elena bir şey mi oldu?"

"Kızımız tekme atıyor..." diye mırıldandım şaşkınlıkla. "Ya da oğlumuz..."

Ve böylelikle bebeklerin cinsiyetini de ağzımdan kaçırmış oldum. Ne yazık ki...

Bu kez hakikaten kitlenip kalmıştı. Ağzı bir karış açık kalmış halde karnıma baktığını görünce kontrolü devralmam gerektiğini anladım. Şaşkın bakışları arasında omzumdaki elini tuttum, aşağı indirip karnımın üzerine koydum. Sıcaklığı hissedince irkilir gibi oldu, fakat geri çekilmedi. Parmaklarını nazikçe tenimin üzerine kapatıp karnımdaki şişkinliği selamladı.

"Bir şeyler söyle." dedim nazikçe. "Seslen onlara."

"Merhaba." diye mırıldandı bocalayarak. "Merhaba, babacım."

Onun bu sözlerine göçmen kuşlar heyecanlı bir kanat çırpışla karşılık verdi. Karnımdaki belirgin hareketi hissedince Alparslan'ın gözlerinin dolduğunu fark ettim. Önce sol gözünden, ardından sağ gözünden birer damla yaş süzüldü yanaklarına.

Ve sonra, onu tanıdığım günden bu yana ilk kez, ağlamaya başladı.

-*-

El ele tutuşup ana binadan ayrılırken ikimizin de gözleri ağlamaktan kıpkırmızı kesilmişti. Üssün çıkışına giden yolda sık sık askerlere denk geliyorduk. Buradaki çoğu personel benim durumumdan haberdardı, her hafta telefon görüşmesi için santrale geldiğimden gebeliğimin aşamalarına bile şahit olmuşlardı. Alparslan'ı yüzünde sevinç dolu bir ifadeyle, gözlerine dolan yaşları gizlemeye çalışırken görünce onların da mutlu olduğunu fark ediyordum.

"O sabahki şey gebelik bulantısıydı, değil mi?"

Alparslan'a baktığımda gözlerini kısmış beni inceliyordu. Anlamıştı elbette. Üç ay evvel göreve gittiği sabah, yataktan ilk kez mide bulantısıyla fırlamıştım. Açıkça bir şey sormasa da bakışlarından anlaşılıyordu, gitmeden önce vedalaşırken çaresizliğini hissetmiştim.

Sonraki üç gün büyük bir kararsızlık içinde debelenerek geçmişti. Görev yerine ulaşana dek görüşme yapacağımızı biliyordum. O nedenle üçüncü günün akşamına dek hamile olduğumu nasıl söyleyeceğimi düşünmüştüm. O da üç gün boyunca aynı şeyi düşünmüş olmalıydı, zira telefonu açar açmaz ağzımı arayıp sağlığımın ne durumda olduğunu öğrenmeye çalışmıştı.

"Gittiğin gün biraz kötüydüm aslında." deyivermiştim. "Acile inip söyleyince zehirlenme şüphesiyle kan testi yaptılar ama sadece midemi üşütmüşüm, hepsi bu."

O ana dek neden haberi ondan gizlediğimi ben de bilmiyordum. Fakat Alparslan'ın derin bir nefes aldığını duyunca taşlar yerine oturmuştu. "Yemin ederim üç gündür aklım her an sendeydi." demişti gülerek. "Yani, biliyorsun işte neyden şüphelendiğimi... Bunu bensiz yaşayacaksın, yanında olamayacağım diye çok korkuyordum."

Böylelikle doğru olanı yaptığımı anlamıştım. Çünkü bir savaş pilotu için dikkat ve odaklanma kabiliyeti hayati önem taşıyordu. Aklının bende olması demek, hayatının tehlikede olması demekti.

"Evet, o gün hastanede aldım haberi." diyerek onayladım. "Aslında sana söyleyecektim ama dilim varmadı... Bir de görevin bu kadar uzun süreceğini tahmin etmemiştim."

Bir şeyler diyecek, sitem edecek gibi oldu ama yapamadı. Haklı olduğumu biliyordu, doğru olanı yaptığımı biliyordu. Yine de haberi bu kadar geç öğrendiği için bir burukluk vardı üzerinde.

"Artık yanınızdayım." dedi güven verircesine elimi sıkarak. "Hele bir evimize gidelim, her şeyi en baştan anlatacaksın bana."

Kaşlarımı kaldırdım hafifçe. "Ne eve gitmesi?"

"Başka bir yere mi gideceğiz?" Duraksadı aniden, yüzünün hevesli bir sevinçle aydınlandığını gördüm. "Haklısın, önce doktora gidelim. Bebekleri görmek için sabırsızlanıyorum."

Evet, sanırım üst üste yaşadığı şoklar ona biraz ağır gelmişti.

Gülmemeye çalışarak başımı iki yana salladım. "Sevgilim bugün bayramın birinci günü."

"Yani?"

"Yanisi, doktorum bayram izninde." diye hatırlattım. "Zaten kontrole daha bir hafta var, öyle bebekleri göresimiz geldi diye çat kapı gidemeyiz."

Oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi surat astı. "Nereye gidiyoruz öyleyse?"

"Yalıya elbette. Herkes bizi bekliyor."

Cevabı son derece net, ve keskin oldu. "Asla."

"Ne demek asla?"

"Üç aydır görevdeydim, az önce dört buçuk aylık iki tane bebeğin babası olacağımı öğrendim ve en önemlisi karımı çok özledim. Hiçbir kuvvet beni bugün yalıya götüremez."

Açıkçası benim istediğim de eve gitmekti. Bugünü onunla baş başa geçirmek, doyasıya hasret gidermek istiyordum. Fakat yalıdaki herkes Alparslan'ın dönüşünü bekliyordu, Zarife hala bile Gümülcine'den kalkıp gelmişti. Üstelik üç aydır en zor zamanlarımda bana destek olmuştu bu insanlar. Dışarıda arabada bizi bekleyen kalabalığa görünmeden eve kaçarsak çok, çok ayıp olacaktı.

"İyi o zaman, sen eve git. Ben yalıya gidiyorum."

"Elena saçmalama lütfen. Üçünüz de benimle eve geliyorsunuz."

"Alparslan bu konuda seninle tartışmayacağım." dedim üssün dışına çıktığımızda. "Yalıdaki herkes aylardır senin dönüşünü bekliyor."

"Bir gün daha beklesinler!"

"Birkaç saat sadece. Akşam yemeğinden sonra doğruca evimize geçeriz."

İkna edemeyeceğini anlayınca derin bir nefes alarak bana döndü. Gerginliği bakışlarından, boynunda görünür hale gelmiş şah damarından okunuyordu. Fakat yüzümü avuçlarına alırken sıcacık bir şefkatle sarmalandığımı hissettim. Gözlerinin karasını göz bebeklerime dikti, telkin verir gibi mırıldandı usulca.

"Yarım saat öncesine kadar düşünebildiğim tek şey evimize gidip seni kollarımın arasına almaktı." dediğini duydum. Elini nazikçe karnıma koydu. "Ama şimdi... Şimdi düşünemiyorum bile. Bu yeni gelişmeyi— gelişmeleri idrak etmem gerekiyor. Yalıdakiler de bunu anlayacaktır, emin ol."

Arkamızdan İzzet abinin sesi yükseldi.

"Valla aslanım, biz öyle anlayışlı bir sülale değiliz. Sen bizi başkasıyla karıştırdın herhalde."

Alparslan şaşkınlıkla arkasına döndüğünde Ahıskalı ailesinin fertleri bizi bekliyordu. İzzet abinin yüzündeki sırıtışın kardeşini görünce kaybolduğunu fark ettim. Gözleri dolduğunu gizlemeye çalıştı ama beceremedi. En sonunda kollarını iki yana açarak "Ulan gelsene şöyle!" dedi Alp'e. "Özledik herhalde, it!"

Böylelikle Alparslan'ı yalıya gitmek için ikna etmeme gerek kalmadı. Ailenin tüm fertleri şamatacı bir kuş sürüsü gibi etrafımızı çevreleyiverdi. Ne olduğunu bile anlayamadan kendimizi arabanın arka koltuğunda otururken bulduk. 

Yolculuk genel olarak sakin geçti. Nigar abla bebek haberini onlar yokken söylediğim için darılmıştı bana, ağzını bıçak açmıyordu. Alparslan hala şaşkındı, şoktaydı. Birkaç kez çaktırmamaya çalışarak başını eğip karnıma baktığını görmüştüm, ara sıra yüzünde sevimli bir sırıtış beliriyordu, ailedekilerin sorularına cevap verse de aklı burada değil gibiydi. Dalıp dalıp gidiyor, İzzet abinin sataşmalarına bile aldırış etmiyordu.

"Nereye daldın gittin lan yine?" diyerek şansını tekrar denedi İzzet abi. "Elif keşke taksit taksit verseydin haberi. Aklı uçtu gitti bunun."

"Abi biraz huzur ver yahu."

"Sen onu bunu bırak da söyle bakalım, harekat gerçekten bitti mi? Yoksa medyaya mı öyle söylediler?"

Alp oturduğu yerde huzursuzluk kıpırdandı. "O konuda bir şey diyemem, biliyorsun."

"Oğlum devlet sırrını ifşa et demiyoruz zaten. Harekat devam edecekse şimdiden komutanınla konuş, doğuma kadar seni göreve çağırmasınlar diye söylüyorum."

"Abi sen ne söylediğinin farkında mısın? Eşref paşadan böyle bir şeyi nasıl isterim ben?"

Nigar abla dayanamayıp lafa karıştı. "Niye, kızar mı yoksa?"

"Hayır kızmaz, hatta geri çevireceğini de sanmıyorum ama... Ama ben böyle bir şey isteyemem ondan."

Yüreğim sıkışır gibi olunca yüzümü gizlemek için cama döndüm. Harekatın devam ediyor olabileceği hiç aklıma gelmemişti, Alparslan'ın temelli geldiğini sanıyordum ben. Fakat İzzet abinin sözlerine doğrudan karşı çıkmaması geri gitme ihtimali olduğunu gösteriyordu. Ne zaman çağırırlardı ki yeniden? Doğuma kadar burada kalacağının bile garantisini veremiyordu. Bu kez kaç ay sürecekti yokluğu?

Bebeklerin ani hareketini hissedince gayrı ihtiyarı bir tavırla ellerimi karnıma koydum. Bu hisse alışmam zaman alacaktı anlaşılan...

"Güzelim iyi misin?"

Alparslan istemsiz hareketimi fark etmişti. Abisiyle tartışmayı kesip bana döndüğünü görünce "İyiyim, hareket ettiler sadece." dedim. "Endişelenecek bir şey yok."

Bir şey söylemedi ama omuzlarının gevşemesinden rahatladığını anladım. Belki de ilk aylarda onun burada olmaması hayırlı olmuştu. Elimi karnıma koyduğumda bile endişeleniyorsa düşük tehlikesi geçirdiğim dönemlerde kim bilir neler yapardı?

Zannedersem bunları düşünen tek kişi ben değildim. Zira İzzet abi yeniden lafa karıştı. "Aman merak etme, iyi karın." dedi sitem dolu bir sesle. "Sen şükret ki ilk aylarda burada değildin. Ömrümde ilk kez gebeyken kilo veren insan gördüm valla."

Alp hafifçe güldü, gerginliğini hissetmiştim ama bana dönüp baktığında yüzünde sevecen bir ifade vardı.

"Beslenmene dikkat etmiyor muydun yoksa?"

"Yok canım, ediyordu." dedi İzzet abi hafifçe gülerek. "Damar yoluyla beslendiği için o etmese bile doktorlar dikkat ediyordu."

Ona ters bir bakış attım ama oralı bile olmadı. Alparslan'ın yüzündeki sevimli ifade silinmişti, bu kez gizlemeye gerek duymadığı bir gerginlikle konuştu.

"Doktorlar derken?"

"Senin karın günlerce hastanede yattı oğlum." diyerek döktü eteğindeki taşları. "İki aydır da yalıda kalıyor. Gülendam yengen tesadüfen size gidip de Elif'i hastaneye yetiştirmeseydi—"

"İzzet abi, yeter."

"Bebekler dört aylık olana kadar Elif'in canından can gitti. Ne yese istifra ediyordu, bir deri bir kemik kaldıydı. Doktor stres yapmasını yasaklamıştı ama nerde o günler? Senin için endişelenmekten helak oldu kızcağız."

"Yahu yeter!" dedim daha fazla dayanamayıp. "Sırası mı şimdi bunları konuşmanın?"

"Kızım ne var, bilsin. İki güne tekrar göreve gider zaten. Hani olur da telsizle görüşmeniz falan aksarsa geçerli mazeretin olduğunu anlasın çocuk. Merakta kalmaktan iyidir."

"İzzet abi gerçekten ayıp ediyors—"

"Elif karışma." dedi Alparslan. "Bırak konuşsun, haksız değil."

"Aferin ulan sana." diyerek elini hafifçe dizine vurdu İzzet abi. "Nigar görüyorsun değil mi? Adeta bir olgunluk timsali. Şimdi arayıp göreve çağırsalar yine koşa koşa gider ama olsun, en azından dönünce hatasını kabulleniyor."

"İzzet abi!"

"Ne var kız, adımı mı ezberliyon?" diye çemkirdi. "Sana kalsa hatasını bilmesine bile izin vermeyecektin."

"Anlamadım abi." dedi Alp. "Elif benden neyi saklayacaktı?"

"Bebeklerin öldüğünü." diyerek bombayı masaya bıraktı İzzet abi. "Karın neden hamile olduğunu senden sakladı sanıyorsun oğlum? Bebekler ölseydi hiç söylemeyecekti sana, şu an karşımızda iki evlat kaybettiğini bilmeden oturuyor da olabilirdin."

-*-

Eve varana dek hiç konuşmadık.

Alparslan Izzet abinin sözlerinden sonra tamamen sessizliğe gömülmüştü. Aklından sayısız düşünce geçtiğini hissedebiliyordum ama birkaç kez konuşmaya çalıştığımda beni nazikçe dışarıda bırakmayı tercih etti.

Ona ulaşamayacağımı anlayınca başımı cama yaslayıp dışarıyı izledim bir süre. İçim buruktu. Üsten çıkışta onunla evimize gitmek yerine yalıya gittiğim için pişman olmuştum.

İzzet abi ise söylediklerinden pek pişman olmuş gibi görünmüyordu. Aslında ona da kızamıyordum, bir nevi bariyer olmuştu aramızda. Ben istesem de kızamazdım Alparslan'a, yanımda olmadığı için, geldiği gün geri gitmekten bahsettiği için sitem edemezdim. İzzet abi de bunun farkındaydı ve benim söyleyemeyeceğim şeyleri dile getirerek kendini günah keçisi ilan etmişti.

Yalıya vardığımızda evdekiler Alp'in gelişini büyük bir coşkuyla karşıladı. Gülendam abla ise keyifsizliğini fark etmiş gibiydi, kısa bir hasret giderme faslının ardından duruma el koydu. "Çocuğum sen git üzerini değiştir, bir duş alıp ferahla." diyerek yukarı gönderdi Alparslan'ı. "Biz de sofrayı kuralım. Hadi bakalım."

Kadınlarla birlikte mutfağa geçtiğimizde arabada olanları onlara kısaca özetledim.

"İzzet abinin söylemesi iyi olmuş." dedi Nurcihan abla. "Eninde sonunda öğrenecekti."

"Tatlı dille söylemedi ki Nurcihan abla. Çok ağır konuştu."

Nigar abla başıyla onayladı. "Bilerek öyle yaptı Elifcim. Alparslan doğuma kadar izin istesin diye özellikle üstüne gitti. Keşke sen de biraz baskı kursan... Bu kadar anlayışlı olursan o bebekleri tek başına doğurursun, benden söylemesi."

"İyi de—"

Mutfağın kapısı pat diye açılınca sözlerim yarım kaldı. Asaf abiydi gelen. Gülşen ablaya doğru yürürken öfkeyle elindeki telefonu gösteriyordu.

"Gülşen bu adam nerede oturuyor?"

"Hangi adam?" dedi Gülşen abla. "Asaf o benim telefonum mu?"

"Hadsiz herif yine mesaj attı sana!" diye söylendi Asaf abi. "Bayram günü rahatsız etmek istemiyormuş ama seninle Esila hakkında konuşması lazımmış. Bayramdan sonra bir yerde oturup konuşabilir miymişsiniz!"

"Asaf sen kafayı mı yedin ya? Telefonumu kurcalamışsın resmen! Utanacağın yerde bir de karşıma geçmiş konuşuyorsun."

Evet, sabahki mevzu devam ediyordu. Kızlarının öğretmeni Gülşen ablaya çok sık mesaj attığı için Asaf abi ufak bir kıskançlık krizi geçirmişti. Sonrasında konunun kapandığını düşünmüştük ama belli ki adam tekrar mesaj atmıştı.

İkilinin didişmesi şiddetlenince onları yalnız bırakmamız gerektiğine kanaat getirdik. Nurcihan ablanın kaş göz yaparak verdiği buyruklara uyup usulca çıktık mutfaktan.

Alparslan'ı devasa bahçenin sonlarına yakın, evle olan bağlantısının neredeyse yitip gittiği bir noktasında buldum. Çiçek tarhlarının öte yakasına konumlanmış kanepede, sırtı yalıya dönük duracak biçimde oturuyordu. Daha doğrusu yayılıyordu. Bacaklarını yerdeki puf yastıkların üstüne uzatmıştı, başını geriye atıp gözlerini kapamıştı. Yüzünde huzurlu bir ifade vardı fakat yanına yaklaştıkça üzerinden bir lav kütlesi gibi ağır ağır dökülen yorgunluğu hissedebiliyordum.

Uykuya dalıp dalmadığından emin olamadığım için ona seslenmedim. Elimdeki tepsiyi tarhların üzerine bırakıp koltuğun etrafından dolandım. Karşısına geçtiğimde yakıcı bir özlem kıvrandı bağrımda. Geriye doğru yaslanmış gövdesi, koltuğa yayılan bedeni beni kendine çekiyordu sanki. Yanına oturup ona sımsıkı sarılmak, başımı göğsüne yaslayıp kalp atışlarının ağır ritmini dinlemek geliyordu içimden. Öte yandan, uyandırmaya da kıyamıyordum. Hiç değilse yemekler hazır olana dek biraz dinlenmesi gerekiyordu.

Yanına oturursam uyanacağını bildiğim için kararsız bir tavırla etrafa bakındım. Tekli koltuklardan birine geçebilirdim ama kanepeye yeterince yakın değillerdi. Yerdeki puflar da bir seçenekti, ne var ki oradan da yüzünü göremezdim. Hem onu izleyebileceğim, hem de rahatsız etmeyeceğim bir yere oturmam gerekiyordu, ama nereye?

Alparslan iç çekti. Başımı çevirip yüzüne baktığımda bir an için uykusunda iç çekmiş olabileceğini düşündüm. Zira gözleri hala kapalıydı, bedeni hareketsiz görünüyordu. Sonra başının arkasında duran kolunu aşağı indirdi, gözlerini açmadan elini dizine vurdu iki kez.

"Buraya yavrum." 

Evet, bu hareketi de özlemiştim.

"Gözünü açmadan ben olduğumu nasıl anladın ki?" dedim ona doğru yürürken. Bir yandan da aklımı dağıtmak için çene çalıyordum. "Birinin geldiğini çimlerdeki hışırtıdan falan anlamış olabilirsin, orası tamam. Ama benim geldiğimi nereden biliyorsun? Süper kahraman yeteneklerin varsa paylaş bunu benimle, Alparslan. Hiç değilse hangi çizgi evrenden olduğunu bilmem gerek."

Saçmalıklarımı dinlerken gülüşü dudaklarından başlayıp yanaklarına doğru genişledi. Ses çıkarmamıştı ama kahkahaya eşdeğer bir gülüştü bu. Gözleri açık olsaydı kısılışını izleyebilirdim.

"Cidden nereden anladın ya?" diye söylendim. "Şu an karşında İzzet abi de duruyor olabilirdi. Gözünü açmadan nasıl bileceksin ki?"

Sesli güldü bu kez. "Kirpiklerimin arasından görüyorum seni."

"Haa..." dedim dalgınlıkla. "Mantıklı."

Sabırsız bir çekişle elimi tutup beni kendine çekti. Aramızdaki birkaç adımlık mesafeyi yalpalayarak aşıp üzerine devrildim. Fakat yüz üstü kapaklanmama izin vermedi, bir koluyla belimden kavrayıp yan dönmemi sağladı. Beni kucağına oturtunca ayıplar bir bakış attım yüzüne, ama pek oralı olmadı.

Gözlerimiz buluştuğunda hınzır tavrının altında yatan buruk hüznü gördüm. Hiçbir şey söylemeden elini yüzüme uzattı, gözlerimin önüne dökülen saç tutamlarını alıp nazikçe kulağımın arkasına sıkıştırdı. İnce bir tebessüm dalgalanıyordu dudaklarının kenarında, yanağımı okşayan parmakları dokunmaya kıyamıyor gibiydi.

"Gerçekten gizleyecek miydin benden?"

Sesi, bir akşam esintisinin alçak sesli fısıltısını andırıyordu fakat derinlere sinmiş acısını duyabiliyordum. Arabada duyduklarını kastettiğini anlamak zor değildi. Bebekleri kaybetseydim o döndüğünde hiçbir şey olmamış gibi davranıp davranmayacağımı soruyordu.

"Ben... İstesem de yapamazdım." diye geveledim. "O zamanlar hamileliğe yeni yeni alışıyordum, anne olacağımın bilincinde değildim. Ama şimdi düşününce... Bebeklere bir şey olsaydı muhtemelen seni düşünecek halde olmazdım."

Vücudunun kasıldığını hissettim, fakat bir şey söylemedi. Bir eliyle sırtımı desteklerken öteki elini karnıma koydu usulca. Bebekler uyuyor olmalıydı, bu kez tekmeyle karşılık vermediler.

"Neden izin isteyemeyeceğimi biliyorsun, değil mi?" diye sorduğunu duydum. "Mesele kendim için bir şey istemek değil, Elena. Orduda yüz binlerce pilot yok, sayımız belli ve eksik personelin yerine dışarıdan birini koyamayız. Eğer beni göreve göndermemelerini istersem, öteki pilotlardan biri kendi görevinden dönünce bir de benim yerime göreve gitmek zorunda kalacak."

"Alp, bunları açıklamana gerek yok." dedim elimi elinin üzerine koyarken. "Seninle evlenirken mesleğinin ne olduğunu biliyordum. Göklerde olmanın seni ne kadar mutlu ettiğini de... Görev emri gelirse elbette gideceksin, diğer askerlerin de aileleri var."

Sözlerimin onu rahatlatmadığını biliyordum. Zaten ben de yürekten gelerek söylemiyordum bunları. Elimde değildi, bencil bir parçam Alparslan'ın hiç gitmemesini istiyordu. Eğer askerliğin onun için ne kadar önemli olduğunu, gökyüzüne olan uçsuz bucaksız tutkusunu bilmeseydim bencil parçamın dile gelmesine izin verirdim. Fakat gerçeği biliyordum.

Ağır ağır saçlarımı okşamaya devam etti. Bir eli karnımın üzerindeydi hala, sessizce akşamın güzelliğini izliyorduk. Neler düşünüyordu, aklından ne geçiyordu bilmiyorum ama dakikalar sonra aniden bana döndü.

"Şu an ne kadarlar?"

Kaşlarımı çattım hafifçe. "Anlamadım."

"Bebeklerin büyüklüğünü soruyorum." diye açıkladı. "Fasulye tanesi kadar falan mı?"

"Hayır tabi ki hayatım." diyerek güldüm kendimi tutamayıp. "Şu an ikisi de 200-300 gram olmalı. Aşağı yukarı elma büyüklüğünde."

Bu bilgi onu heveslendirmiş gibi görünüyordu. "Başka?"

"Ne başka?"

"Anlat işte." diye sabırsızlandı. "Nasıl besleniyorlar, nelerden hoşlanıyorlar, nasıl görünüyorlar?"

Kendimi tutamayıp kıkırdamaya başladım. Bugüne dek ilişkimizde meraklı olan taraf hep bendim. Hatta Alparslan bu çocuksu hallerimle dalga geçip olgunluk taslardı bana. Şimdiyse rolleri değişmiş gibiydik.

"Şu an minyatür bir bebek görünüyor olmalılar." diye cevap verdim ona. "Kalpleri etkin şekilde çalışıyor, işlevsel bir dolaşım sistemleri var. İskelet sistemleri giderek gelişiyor ama derileri hala oldukça ince ve saydam. Hmm... Ellerini yumruk yapabiliyorlar, hatta göbek kordonuyla oynayabilirler. Ayrıca kaş çatma, esneme gibi yüz ifadeleri de gösterebilirler."

Anlattıklarımı yüzünde giderek genişleyen bir tebessümle pürdikkat dinliyordu. Sözlerimi bitirdiğimde "Peki nasıl tekme atıyorlar?" diye sordu. "İskeletleri henüz tam gelişmediyse tekme atarken ayakları incinmez mi?"

Kahkaha attım. "İncinmez hayatım. Amniyon sıvı korur onları."

Bu cevap onu ikna etmiş gibi görünüyordu. Çehresindeki keyifli tebessümü görünce dayanamadım, kucağında yan dönüp minik bir öpücük kondurdum dudaklarına.

Geri çekilmeme izin vermedi. Dudaklarımız yeniden buluşurken özlemini hissetmemek olanaksızdı, zira öteki eliyle baldırımdan kavrayıp büsbütün kucakladı beni. Belimdeki eli karnıma uzanıp bluzumu kavradı, elastik kumaşı sürdürerek yakamı biraz daha aşağı çekti. Avucu göğsümü kavrayınca soluğumun kesildiğini hissettim.

"Evet, yanlış görmemişim." dediğini duydum. "Memelerin cidden büyümüş."

Hafifçe güldüm. "Hangi ara beni inceledin ki?"

Başını geri çekip 'ayıp ediyorsun' der gibi baktı yüzüme. Bahçede olduğumuzu hatırlayınca omzunun üstünden yalıya tedirgin bir bakış attım. Buraya bakan kimse yoktu ama camların ötesindeki insanların içeride gezindiğini görebiliyordum. İçlerinden biri başını çevirip dışarı baksa—

Harika. Tam da bunu düşündüğüm anda Nigar abla arkasını dönüp bahçeye bakındı. Radarları sonuna kadar açtığını görünce panikle iteledim Alparslan'ı. Bir şey demesine fırsat vermeden kollarının arasından sıyrılıp ayağa fırladım.

"Ne oluyor?"

"Nigar abla görecek!" diye söylendim. "Diline düşersek sittin sene huzur vermez bize Alparslan."

"Yahu nereden görecek?" diyerek elimi tutup beni tekrar kucağına çekmeye çalıştı. "Bahçenin en ücra köşesindeyiz. Gel de biraz hasret gidereyim."

"Üzgünüm sevgilim, bayram günü tüm sülaleye rezil olamam." dedim net bir tavırla. "Zaten yemekler de hazır olmuştur. Ben şimdi eve geçiyorum, sen de biraz sakinleşip öyle gelirsin."

Onu bahçede bırakıp yalıya doğru yürürken çaresizce arkamdan bakmaktan başka bir şey yapamadı.

-*-

"Hadi bu salağı biliyoruz," dedi İzzet abi Atilla abiyi işaret ederek. "Karısını uçan kuştan kıskanıyor. Ama sana ne oldu Asaf? Senelerce hepimize kanunlar yasalar diye çene çaldın, şimdi nereden çıktı bu magandalık hevesi?"

"Konuş İzzet abi, konuş." diyerek destek oldu Gülşen abla. "Ben söylüyorum ama laftan anlamıyor."

"Gülşen o herif bal gibi de sana yazıyor. Hayır kendi ağzınızla söylüyorsunuz, ben normalde böyle kıskanç biri değilim. Bu herife ayar olduğuma göre demek ki bir bildiğim var."

"Hayatım, ben zaten adamın davranışının normal olduğunu söylemiyorum. Fakat senin buna verdiğin tepki de normal değil." Etrafına bakınarak yeni bir müttefik aradı masada. "Gülendam abla sen de bir şey söylesene. Allah aşkına normal mi Asaf'ın şu hali?"

Gülendam abla masa örtüsündeki bir noktaya dalıp gitmiş vaziyetteydi. Bu nedenle Gülşen ablanın onunla konuştuğunu biraz geç algıladı. Elindeki kaşığı tabağına bırakırken "Haklısın Gülşencim." dediğini duydum. "Asaf biraz fevri davranıyor."

Alparslan'ın gelişinin yarattığı sevinç yavaş yavaş sönmeye başlamıştı anlaşılan. Onun keyifsizliği hepimizi üzüyordu ama elimizden bir şey gelmiyordu. İzzet abi ise pek çok şeye olduğu gibi buna da öfkelenerek tepki veriyordu. Öfke, onun lugatında çaresizliğin eş anlamlısı gibi bir şeydi.

"Gülendam yeter artık, asma suratını!" diye söylendi hafiften sinirlenerek. "Hayır, madem surat asacaksın, bari git babana surat as. Tüm bunlar onun halt yemesi!"

"Babam nereden çıktı şimdi İzzet?" dedi Gülendam abla ters bir tavırla. "Ayağına taş değse sebebini babamdan biliyorsun. Bıktım ikinizin arasında kalmaktan!"

Bunları söyledikten sonra hışımla kalktı yerinden. İzzet abinin de ayaklanmaya yeltendiğini görünce "Ay merak etme, odaya kapanmayacağım!" diyerek terslendi. "Sütlaç yapmıştım, onları getirmeye gidiyorum."

Böylelikle İzzet abi yeniden yerine oturdu. Aralarındaki gerginliğin sebebini bildiğimiz için kimseden ses çıkmadı ama hepimiz gerilmiştik. Bilhassa Alparslan ekstra gergindi, topun dönüp dolaşıp ona geleceğini sezinlemiş olmalıydı. Nitekim sezgilerinde haklı çıktı.

"Sen bir şey söyle bari Alparslan." dedi İzzet abi kardeşine dönerek. "O Eşref denen herifin derdi nedir? Niye huzur vermiyor şu aileye?"

"Abi konunun onunla bir ilgisi yok ki." diyerek alttan aldı Alp. "Personel Başkanlığı veriyor kararları. Ankara ne derse o olur."

"Çocuk mu var lan senin karşında?" diye söylendi İzzet abi. "Koskoca korgeneralden bahsediyoruz. İstese rapor işini bayram sonrasına erteletebilirdi. Kendi kızına bir bayram hediyesini çok gören adamdan ne bekl—"

İzzet abi konuşurken Alparslan'ın duraksadığını fark ettim. Bakışları bahçenin girişindeki bir noktaya takılmıştı. Çehresi neşeyle aydınlanırken abisine döndü yeniden, eliyle az ileriyi işaret etti.

"Al sana bayram hediyesi!"

Sadece İzzet abi değil, hepimiz aynı anda gösterdiği yöne baktık. Gelen kişiyi görünce masadaki herkesten sevinç sesleri yükseldiğini duydum, kahkahalardan biri de bana aitti. Zira bugünün mutlu bitmesi için gerekli olan tek eksiğimiz de tamamlanmıştı.

Savaş gelmişti.

-*-

"LAN-" dedi İzzet abi hayretle ayağa fırlayıp. "LAN SENİN BURADA NE İŞİN VAR?!"

Savaş ufak bir kahkaha attı. "Yemin ederim sen beni bu ailede istemiyorsun. İtiraf et de rahatlayalım."

"ULAN NERDEN GELDİN—" diye teklemeye devam etti İzzet abi. "Daha iki saat önce telefonda konuşmadık mı oğlum? Gelemiyorum baba demedin mi? NATO görevi dönüşü doğrudan Ankara'ya gidip komutanlığa rapor mapor— LAN SEN ASKERDEN Mİ KAÇTIN YOKSA?!"

"Baba ben zaten askerim. Nasıl kaçayım askerden?"

"Ulan nasıl geldin o zaman erkenden?!"

"Amcam sağ olsun." diye sırıttı Savaş. "Yüzbaşımın namını duymayan kalmadı şu aralar, neredeyse kamikaze dalışı yapıyormuş. Sayesinde beni de erkenden yollad—"

Elimdeki çatal masaya düştü. "Kamikaze dalışı mı?"

İkinci dünya savaşı sırasında pilotların düşmana hasar verebilmek için yaptığı intihar saldırılarına verilen isimdi bu. Savaş pot kırdığını anlamış olacak ki bocaladı. Alparslan'a döndüğümde özür diler gibi bir ifade belirdi yüzünde.

"Güzelim mecazen söyledi onu. Sen bu salağın laflarına bakma—"

"Deneme bile." dedim lafını keserek. "Bu sefer kandıramazsın beni. Evde görüşeceğiz."

Ağzının kenarıyla söylendi. "Önce bir eve gidelim de... Görüşürüz istediğini yavrum."

Suratına ters ters bakmakla yetindim. Eğer canını tehlikeye atacak bir şeyler yaptıysa elimden çekeceği vardı. Fakat şimdi tartışmanın sırası değildi. Aynı gün içinde beklediğimiz iki insan da sağ salim gelmişti, bilhassa Gülendam ablanın ne kadar sevineceğini tahmin bile edemiyordum.

Savaş iki yıldır NATO görevindeydi çünkü. Bayramdan önce döneceğini öğrenmiştik, Gülendam abla günlerce hazırlık yapmıştı fakat son anda dönüşünün ertelendiği bildirilmişti. Önce Ankara'ya gidip görevle ilgili rapor sunması gerekiyordu. En erken bayram sonu gelebileceğini öğrenince hevesimiz kursağımızda kalmıştı.

İzzet abi şaşkınlığını atlatmaya fırsat bulamadan Gülendam abla evin bahçeye açılan kapısında görüldü. Elindeki tepside Savaş seviyor diye yaptığı sütlaçlar diziliydi. Vereceği tepkiyi kaçırmamak için hepimiz pür dikkat kesilmiş onu izliyorduk. Yüzünde buruk bir tebessümle yürürken nihayet masaya yeni katılan kişinin varlığını fark etti. Savaş'ın özlem yüklü bir gülüşle kollarını iki yana açıp ona doğru yürüdüğünü gördüm.

"Ben geldim, anne."

Gülendam ablanın ağzından ufak bir feryat koptu. Ve ardından, tam da tahmin ettiğim gibi elindeki tepsiyle birlikte yere yığıldı. Masadaki sessizlik birdenbire kırılırken Ahıskalı yalısındaki cümbüş yeniden başlamıştı.

"Bir kere de bayılma be kadın!" diye bağırıyordu İzzet abi. "Hay ben senin asker anası sendromuna— OĞLUM SEN DE HER SEFERİNDE ÜNİFORMAYLA GELME ŞU EVE YAUV, KADIN GÖRÜNCE DAYANAMIYOR! ANA OĞUL ÖMRÜMÜ YEDİNİZ!"

Oy vermeyi unutmayın lütfen. En kısa zamanda yeniden görüşmek dileğiyle, çokça seviliyorsunuz! 💖

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro