Hıdırellez Özel Bölüm
Selamlar, yeniden!
Bildiğiniz üzere Ederlezi hıdırellez demek, bu gün bizim özel günümüz. O nedenle bu özel günü özel bir bölümle kutlamak istedim.
Bölümün konsepti biraz farklı. Aslında Alparslan'ın Elif'e attığı mesajları özel bölüm olarak paylaşmayı düşünüyordum ama geçen gün aniden gelen bir ilhamla bambaşka bir şey yazmaya başladım. Yazdıklarımın derli toplu ve bu akşama yetiştirebildiğim kadarını da özel bölüm olarak paylaşmaya karar verdim. Bölüme geçmeden önce sizlere konsept hakkında kısaca bilgi vereyim.
Bu bölümü İzzet geçmişte Bahri Ahıskalı'ya savaş açmasaydı Ederlezi hikayesi nasıl gelişirdi diye düşünerek yazmaya başladım. Zira bu olay Ahıskalı ailesinin ve Alparslan Elif hikayesinin içinde bulunduğu keşmekeşin başlangıç noktası sayılabilir.
Fakat ilerledikçe gördüm ki, koşullar farklı şekilde geliştiğinde de ortaya neşeli bir öykü çıkmayacakmış. Sizlerden de bölümü bunun bilinciyle okumanızı rica ediyorum. ✨
Aslında bölümü daha erken saatte paylaşacaktım ama bugün iki tane sınavım vardı, yarın da proje teslimim var.
Bir de bunu söyleyip söylememekte biraz kararsız kaldım ama güzel haberleri içimde tutamıyorum pek. 🙈 Dün Ederlezi muhtemelen hepinizin bildiği bir yayınevinden teklif aldı. DMS'nin aksine Ederlezi daha önce hiç teklif almamıştı, dolayısıyla bu ilk teklifin bendeki anlamı büyük. Henüz kitaplaşma sürecini konuşmak için çok erken olduğundan şimdilik kabul edemedim, ama bu güzel haberi de bilmenizi isterim. <3
Son olarak, umarım bu geceki Hıdırellez dileklerinizde bana da yer verirsiniz sevgili okuyucularım. Hepinizi ismen tanımasam da, ben sizler için güzel dilekler dileyeceğim.
Sevgilerle,
Nilf Trismegistus.
*Bölüm şarkımız, bu hikayeye adını veren ve hayatımda uzun yıllardır ayrı bir yeri olan Beirut - Ederlezi şarkısıdır. Lütfen yukarıdaki videoda mevcut versiyonunu dinleyiniz. Videonun kendisine ulaşmak isteyenler için Instagram'da story olarak linkini paylaşacağım. Keyifli okumalar dilerim!
Ahıskalı yalısında bayram her zamanki gibi olaylı geçiyordu. Merdivenlerden aşağı inerken salondan bağırış çağırış seslerinin yükseldiğini duyabiliyordum. İzzet abi sabahtan beri evde terör estirerek akşamki mangal partisini organize etmeye çalışıyordu. Kahvaltıyla öğlen arasını iki saatte bir çıkan kavgalarla geçirmiştik.
Kavgalardan ilki, Atilla abinin kurbanlık koyunları yalıya getirmesiyle çıkmıştı. Asaf abi onun kurbanlıkları yalının bahçesinde kesme fikrini duyunca evi birbirine katmış, Gülşen ablayı ve çocuklarını alıp evlerine dönmeye kalkışmıştı. Zavallı koyunların gözümüzün önünde kesilmesi fikrine ben de kayıtsız kalamamıştım. Koyunlardan birine sarılıp ağlamaya başladığımı görünce İzzet abi olaya el koyup kurbanlıkları göndermişti.
İkinci kavga öğlen vakti, Baybars abilerin telefon açıp yalıdaki mangala iştirak edemeyeceklerini söylemeleriyle çıkmıştı. Bayramı Handan ablanın ailesinin yanında geçirmek istiyorlardı. İzzet abi sinirini Baybars abiden çıkaramayınca onun çift yumurta ikizi olan Atilla abiye sataşmıştı.
Atilla abi de çatacak kimseyi bulamayınca Asaf abiye çıkışmıştı. İkisinin tartışması Nigar ablanın araya girmesiyle büyümüş, Nigar ablanın kocası Dikmen eniştenin müdahalesiyle de arşa çıkmıştı. Finaldeyse İzzet abi herkesi fırçalayarak tartışmayı sonlandırmıştı.
Ta ki, sülalenin aykırı komünisti Tansu enişte yalıya gelene dek...
"BANA BAK BAYRAM SEYRAN DİNLEMEM ÖLDÜRÜRÜM SENİ!" diye bağırdığını duydum İzzet abinin. "HELE BİR O BAYRAĞI ASMAYA ÇALIŞ, GÖR BAK NELER OLUYOR!"
Merdivenlerden inip salona yürüdüm sessizce. Tam da tahmin ettiğim gibi İzzet abiyle Tansu enişte kavga ediyordu. Ailenin geri kalanı ise boks müsabakası izler gibi merakla onları izliyordu.
"İzzet bırak asıversin adamcağız." dedi Gülendam abla. "Hem baksana bu bayrak da kırmızı. Uzaktan görenler Türk bayrağı sanır, bir şey olmaz."
"KÖR MÜSÜN SEN KADIN?! BAYRAĞIN ORTASINDA KOCAMAN ORAK ÇEKİÇ VAR, NERESİ TÜRK BAYRAĞI BUNUN?!"
Bir eliyle Tansu eniştenin havaya kaldırıp onun yüzüne tuttuğu bayrağı işaret etmişti. Gülendam abla kocasıyla başa çıkamayacağını anlamış olacak ki, diğer adama dönüp bu kez de onu ikna etmeye çalıştı.
"Tansu abi bari sen yapma. Bayram günü siyasetin sırası mı şimdi?"
"Tam da bugün sırası siyasetin!" diye kükredi Tansu enişte. "Ya bu bayrağı buraya asarım, ya da gidip sandal kiralar gemileri Boğaz'ın ortasında karşılarım! O zenginler işçileri sömürerek aldıkları tur gemileriyle boğazdan geçecek bugün. Madem ezilenlerin hakkını savunamadık, öyleyse ezenlerin yüreğine korku salarız!"
Mevzu anlaşılmıştı. Tansu enişte son zamanlarda fabrikalarındaki ağır çalışma koşullarıyla gündeme gelen sanayi şirketlerinden birine kafayı takmıştı. Bu durum onun bayram ziyaretine gelmesini de anlaşılır kılıyordu. Normalde İzzet abinin şirketini de protesto ettiği için yalıya ayak basmazdı ama öbür şirkete olan öfkesi baskın gelmiş olmalıydı.
İzzet abi başta bağıracak gibi oldu, sonra Gülendam ablayla göz göze geldiler ve sessiz bir iletişim geçti aralarında. Her ne olduysa birdenbire sakinleştiğini fark ettim. Yeniden Tansu enişteye dönerken itidalli, alttan alan bir ifade vardı yüzünde.
"Tansu enişte, eniştem... Benim için değilse bile ablamın hatırına yapma. Zenginin gemisi kendi başını yesin, bizi ne ilgilendirir? Bırak o bayrağı kurban olayım."
Yalıda yaşayan bir insanın zenginlere laf etmesi komik gelmişti. Neyse ki Tansu enişte İzzet abinin kendiyle çelişen bedduasına takılmadı. Boğazdan geçecek geminin sadece zenginleri değil, hazine arazisine izinsiz yapılmış bir AVM'nin tanıtım afişlerini taşıyacağını da anlatmaya başladı. İzzet abi ise onu pek dinliyor gibi durmuyordu, sabırla bitirmesini bekledikten sonra şansını tekrar denedi.
"Ben sana protesto etme demiyorum ki, şimdi etme diyorum." dedi yalvarırcasına. "Feride'nin vefatından beri göremiyoruz yüzünü, dört sene oldu neredeyse. Hazır inadından vazgeçip gelmişken geç otur şöyle... Azıcık muhabbet edelim, yemekten önce iki el tavla atalım. Akşam da rakı masası kurarız, kendi ellerimle meze hazırlarım sana yauv! Bir kayınço olarak hakkım değil mi bunlar benim? Hadi diyelim ki beni umursamıyorsun, bari Feride'yi düşün... Senin bu halini görseydi kim bilir nasıl kahrolurdu! "
Tansu enişte bocalamaya başladı, belli ki karısının vefatı hassas noktasıydı. O zamanlar ailede yoktum ama Feride ablanın dört yıl önce trafik kazasında vefat ettiğinden haberim vardı. Arabayı kullanan kişi ise Tansu enişteydi ve duyduğum kadarıyla o akşam biraz alkol almıştı. Bu nedenle Fidel'in babasına hala kızgın olduğunu, Deniz'in ise onunla görüşmemek için İzzet abilerin himayesi altında yaşadığını biliyordum. Burada olduğunu bilseler kıyamet kopardı.
Hal böyleyken İzzet abinin adamı yalıda tutma çabasına anlam verememiştim. Neler olduğunu sormak için Gülşen ablanın yanına yaklaştım ama bir şey dememe fırsat kalmadan Asaf abi yanımıza geldi. Karısının beline sarılıp kulağına bir şey fısıldadığını görünce rahatsız etmemek için başımı diğer tarafa çevirdim.
Orada da Nurcihan ablayla Atilla abi vardı. Olayı izlerken yüzlerindeki sırıtışı bastırmaya çalışıyor, ara sıra birbirlerine kaş göz işareti yaparak tartışmaya devam eden ikiliyi gösteriyorlardı. Karı kocanın mimikleriyle kurduğu iletişimi izlerken buruk bir his kapladı içimi.
Düşünmemek için önüme döndüm.
Neyse ki Tansu eniştenin ikna olması uzun sürmedi. En sonunda bıkkın bir iç çekişle pes etti. Elindeki kırmızı bayrağı katlayıp ceketinin cebine koyarken "İyi madem, gelmişken bir tavla atalım." dediğini duydum. "Zaten gemi de ortalarda görünmüyor, korkup vazgeçtilerse demek ki..."
"Kesinlikle vazgeçmişlerdir." dedi İzzet abi. "Sen çardağa geç, ben de tavla takımını alıp geleyim hemen."
Tansu enişte başını sallayıp çardağın yolunu tuttu. Onun gidişiyle birlikte İzzet abinin derin bir nefes aldığını işittim. Ardından karısına dönüp "Gülendam çabuk Fidel'i ara, bir bahaneyle yalıya getir." diyerek gerçek niyetini açık etti. "Hazır eniştem buradayken ikisinin arasını düzeltelim. Bayram dediğin ayrı gayrı olmaz ki canım, bugün bu evde tüm aile bir arada olacak!"
Bakışları bana takılınca duraksadı. İzzet abi duraksayınca ailenin geri kalanının bakışları da çevrildi üzerime. Kendimi bir mahcubiyet yağmurunun altında gibi hissettim.
"Aa Elif, sen ne ara geldin kızım?"
"Sesleri duyunca merak ettim de..." diye geveledim. "Bir sorun yok, değil mi?"
"Yok yauv, Tansu enişte işte." diye sırıttı. "Babam zamanında Feride'ye bu herifin var olan tüm siyasi görüşlerden daha sakıncalı olduğunu anlatamadıydı. Babamın kızına laf geçirememesinin ceremesini biz çekiyoruz."
Atilla abi oturduğu yerden lafa karıştı. "Abi ne demek söz geçirememesi yüzünden? Ablam bu adamı sevmişti işte, babamın suçu yok ki."
"Hah, konuştu babasının gülü!" diye söylendi İzzet abi. "Sanki Bahri Ahıskalı bir tek Atilla beyimizin babası... Asla laf söyletmiyor!"
Evet, Ahıskalı erkekleri babalarına düşkündü ve bunun birtakım sebepleri mevcuttu. Doksanlı yıllarda Atilla ve Baybars abinin büyüğü, İzzet abinin ise küçüğü olan kardeşleri vefat etmişti. Savaş Ahıskalı... Onun ölüm sebebini ve olayın perde arkasını öğrendiğimde epey şaşırmıştım.
Şimdilerde pek dilendirmiyorlardı fakat geçmişte Ahıskalı ailesinin yeraltı dünyasıyla bağlantıları vardı. Savaş abinin ölümü ise ailede radikal kararlar alınmasına sebep olmuştu. Yaşadıkları korkunç olayın ardından tüm kardeşlerin babalarına destek olduğunu, sülalenin kalanının da onların yanında durmasıyla yeraltı dünyasıyla bağlarını kopardıklarını duymuştum.
Kısacası ailenin bugün geldiği noktayı belirleyen kişi, Savaş Ahıskalı'ydı.
Bu düşünce insana garip hissettiriyordu. Hiç tanımadığım bir adam benim kaderimi bile değiştirmiş olabilirdi. Savaş abi olmasaydı belki de Alparslan'la hiç tanışmazdım. Belki de bu ailenin gelini olmazdım. Belki de kader bir şekilde yine yollarımızın kesişmesini sağlardı ama sonrasında yaşananlar farklı olurdu.
Belki de farklı bir gelecekte, ailedeki herkesin yalıya toplandığı bu bayram gününde, Alparslan da burada olurdu.
Bir şeylerin boğazımda düğümlendiğini hissedince düşüncelerden sıyrılmaya çalıştım. Salondaki atmosfer hala aynıydı. İzzet abi çalışma odasındaki tavla takımını alıp getirmişti. Tansu eniştenin nereye kaybolduğunu anlamak için bahçeye bakınırken bir yandan da Gülendam abla ile didişiyorlardı.
"...kere arayacağım Gülendam? Açmıyor işte telefonunu. İki azarladık diye kendince trip atıyor." Bıkkınlıkla bir nefes vardı. "Allah aşkına biraz sal beni kadın. Gidip Tansu enişteyle ilgilenmem lazım, bu ailedeki geri zekalılardan ikrah geldi artık!"
Gülendam ablanın yüzünde ağlamaklı bir ifade belirdi. "Yazıklar olsun sana İzzet!" dedi öfkeyle. "Ben yukarı çıkıyorum, artık kendi kendine yaparsın mangalını!"
"Yauv benim ne suçum var Gülendam?! Git o geri zekalıdan hesap sorsana! GÜLENDAM—"
Gülendam ablanın onu dinlemek yerine merdivenlere yöneldiğini görünce vazgeçti bağırmaktan. Neden tartıştıklarını anlamamıştım. Göz ucuyla diğerlerine baktığımda ailenin kalanının da benimle aynı durumda olduğunu gördüm. Gülşen abla yanında duran eşine döndü, kısık sesli zannettiği bir fısıltıyla konuştu.
"Bahsettiği gerizekalı kim, anladın mı Asaf?"
Sorusunun cevabı İzzet abiden geldi. "Anlamamıştır kızım, bizim ailede gerizekalı çok çünkü." Bir yandan da bakışlarıyla etrafta Tansu Enişte'yi arıyordu. "Sayılmayız parmak ile, tükenmeyiz kırmak ile diye bir türkü vardı ya hani- Hani Şehzade Mustafa'nın öldüğü sahnede çalan şey-"
"Zahid Bizi Tan Eyleme mi abi?"
"Hee, ondan." diyerek başını salladı. "Zahid Bizi Tan— TANSU ENİŞTE!"
İzzet abi kükreyerek bahçeye açılan kapılara koşturunca ortalık tekrar karıştı. Şaşkınlıkla dönüp camlara baktığımda onu neyin çileden çıkardığını anladım. Tansu Enişte bahçenin en ucunda, Boğaz'a inen kayalıkların önünde yer alan sarmaşık çitlerine tırmanmıştı. Korkulukların tepesinde otururken bir yandan da ceketinden çıkardığı kızıl bayrağı açmaya çalışıyordu.
Başarılı da oldu. Elinde bayrakla kollarını iki yana açıp Boğaz'dan geçmekte olan gemiyi selamladı. Fakat bu şanlı direniş çok uzun sürmedi. Esen rüzgarla birlikte önce yalpalamaya başladı.
Ardından dengesini kaybedip öne doğru devrildi ve Boğaz'ın serin sularına düştü.
-*-
Mutfağın köşesindeki koltuklara oturmuş kitap okumaya çalışıyordum. Tansu eniştenin Boğaz'a düşmesiyle evdeki bayram kaosu zirveye ulaşmıştı. İzzet abi baba yadigarı tabancasını aramaya başlamış, ailenin geri kalanı suda çırpınan adamı kurtarmak için seferber olmuş, bense curcunaya dayanamayıp mutfağa kaçmıştım.
Sonsuza dek burada saklanamayacağımı biliyordum. Akşam tüm aile birlikte mangal yapacaktı, ailenin geri kalanı da birkaç saate gelmiş olurdu. Zarife hala yoldaydı mesela. Yusuf abinin hastanede nöbeti vardı, duyduğum kadarıyla bu akşam kız arkadaşı Tuğçe ablayı da bizimle tanıştırmaya getirecekti. Baybars abilerin de İzzet abiyi kırmamak için Handan ablanın ailesine geçmeden önce kısaca uğrayacağına emindim.
Evdeki kalabalık arttıkça içimdeki yalnızlık hissi büyüyor gibiydi.
Mutfağın kapısının açıldığını duyunca bakışlarımı pencereden ayırdım. Atilla abiydi gelen, elinde büyük torbalar taşıyordu. Buzdolabına doğru ilerlerken köşede oturduğumu fark etti, torbaları tezgaha bırakıp şaşkınlıkla bana doğru ilerledi.
"Elif ne yapıyorsun burada tek başına?"
"Hiç abi, oturuyorum öyle." dedim cansız bir sesle. "Sen nereden geliyorsun?"
"Mezbahaya gidip etleri almıştım. Tansu eniştenin hengamesi yüzünden arada kaynayacaktı, akşam abim bir de mangal yüzünden kavga çıkarsın istemedim."
"İzzet abi hala sakinleşmedi mi?"
Ufak bir kahkaha attı. "O bugün sakinleşmez. Kronometre tuttum, üç saatte bir kavga çıkarıyor." Başını eğip kol saatine kısa bir bakış attı. "Hatta bir sonraki kavganın başlamasına beş on dakika falan kalmış—"
Sözünü bitirmesine fırsat kalmadan mutfak kapısı hışımla açıldı. Asaf abinin öfkeden kıpkırmızı olmuş bir yüzle içeri daldığını gördüm, Gülşen abla da peşinden geliyordu. Mutfak epey büyük olduğu için ikisi de bizi fark etmemişti.
"Asaf biraz sakin olur musun hayatım?"
"Ben mi sakin olayım Gülşen?!"
"Evet çünkü fevri davranıyorsun. Adamcağız nezaket gösterip bayram mesajı atmış, ne var bunda Allah aşkına?"
"Yahu o adamcağız bal gibi de sana yürüyor!" diye bağırdı. "Hayır bin defa dedim şu çocuğu başka okula yazdıralım diye... Herif bizim kızı bahane edip seninle görüşmeye çalışıyor ya, anlamıyor musun bunu?!"
Gülmemek için elimi ağzıma kapattım. Atilla abi ise bıkkınlıkla iç çekti, ardından hafifçe öksürerek öfkeli çifte burada olduğumuzu fark ettirmeye çalıştı. Fakat kendilerini o kadar kaptırmışlardı ki, duymadılar bile.
"Asaf adam Esila'nın öğretmeni! Ben de çocuğun annesi olduğuna göre elbette benimle görüşmek isteyecek. Asıl sen bunun doğal bir şey olduğunu anlamıyor musun?!"
"Ee sen annesiysen ben de çocuğun babasıyım! Bana niye dallı güllü mesajlar yollamıyor o herif?!"
Gülşen abla öfkeli bir kahkaha attı. "Derdin buysa söyleriz canım, sana da yollar her cuma! Ama senin derdin mesaj falan değil, sen bal gibi de kıskanıy—"
"Bir dakika." diyerek elini kaldırıp onu susturdu Asaf abi. "Her cuma derken? O herif sana her cuma mesaj mı atıyor?"
"Cuma mübarek gün ya hani..." diye geveledi Gülşen abla. "İnsanlar birbirine toplu mesaj göndermez mi canım, cumanız mübarek olsun minvalinde... Üff, ne kadar uzattın Asaf ya!"
"Kızım adam sana her cuma mesaj yolluyormuş! Sence ben bunu uzatmaz mıyım?!"
Öfkeli bir tavırla elini yüzüne götürüp çenesini sıvazladı. Normalde kolay kolay galeyana gelen bir insan değildi, problemleri genelde avukatlık kabiliyetleriyle çözmeye çalışırdı. Onun hali karşısında Gülşen ablanın bocaladığını fark ettim, tartışmanın büyüyeceğini anlamış olmalıydı.
"Aşkım vallahi değmez." diyerek dudağını büktü en sonunda. Asaf abiye yaklaşırken yüzünde sevimli bir ifade belirmişti. "Elin adamı yüzünden bayram günü tadımız mı kaçsın?"
"Mesaj atıp da kaçırmasın o zaman tadımızı!"
"Bir daha yollarsa sana söylerim, gider konuşursun." dedi uysal bir tavırla. Söylemeyeceğine adım gibi emindim. Ardından kollarını kocasının boynuna sarıp parmak uçlarında yükseldi. "Sen de sıkma canını artık, gel öpeyim de sakinleş biraz."
Asaf abi dayanamayıp güldü. "Bunun sakinleştireceğine emin misin Gülşen?"
"Öhö-öhöm!"
Atilla abinin öksürük sesini duyunca panikle ayrıldılar. Köşedeki masada oturduğumuzu görünce ikisinin de utandığını fark ettim. Gülşen abla kendi kendine bir şeyler geveledi, ardından Gülendam ablanın yanına gitmesi gerektiğini söyleyerek kaçtı mutfaktan. Asaf abi ise hangimizden utanacağına karar verememiş gibiydi, en sonunda utanmaktan komple vazgeçti.
"Abi niye önceden ses vermiyorsunuz ya?"
"Ses verdik ama duymadınız ki. Ayrıca biz nereden bilelim oğlum? On saniye içinde kavgadan oynaşmaya geçtiniz Allah'ın ergenleri!"
Bu kez ağzımdan kaçan kıkırtıya engel olamadım. Asaf abinin keyfi iyice kaçmış gibi görünüyordu.
"Heh, çoluk çocuğun da maskarası olduk."
Evet, bu ailedekilerin kendilerinden yaşça küçüklere çoluk çocuk muamelesi yapma huyu vardı. Asaf abi kırk yaşındaydı ama Atilla abi ona ve karısına ergen diyordu. Baybars abi, Atilla abinin çift yumurta ikizi, sırf kardeşinden bir dakika önce doğdu diye ona ufaklık muamelesi yapıyordu. İzzet abinin gözünde ise kardeşlerinin hepsi oğlandı. Başlarda garibime gitse de zamanla düzene ayak uydurup ben de kendimden küçüklere velet muamelesi yapmaya başlamıştım.
"Bu arada sen nereye kayboldun abi? Kaçıp gittin Tansu Enişte denize düştükten sonra, abimin öfkesiyle baş başa kaldım!"
"Her zamanki gibi problemi çözmeye gittim aslanım." diye söylendi Atilla abi. "Bunları gidip almasaydım akşam abim bir tur da mangal yüzünden kavga çıkaracaktı."
Tezgaha bıraktığı torbalardan birini alıp önümüzdeki masaya koydu. Poşeti açtığında kesif bir et kokusu mutfağa yayıldı.
"Torbaların geri kalanı da arabada. Çocuklardan birine söyle de gidip onları da getirsinler. Hava epey soğuk ama yine de buzluğa koyalım, ne olur ne olm—"
Elimi ağzıma kapatıp ayağa fırladığımda sesleri kesildi. Çiğ et kokusu midemi alt üst etmişti birden, banyo çok uzakta olduğu için mecburen lavaboya koştum. Neyse ki kahvaltının üstünden epey zaman geçmişti, lavaboya eğildiğimde ağzımda biriken tükürükten başka bir şey çıkmadı.
Bir elimle tezgaha tutunup musluğu açtım. Ağzımı çalkalarken Asaf abiyle Atilla abinin de paniklediğini fark etmiştim. Ne yapacaklarını bilemez halde bir şeyler söyleyip duruyorlardı.
"Elif iyi misin abicim? Doktor çağıralım mı?"
"Ulan kızın kendisi doktor zaten!" diye söylendi Atilla abi. "Kaldır şu etleri masadan, belli ki kokusu dokunmuş."
"Abi ne kokusu? Kokmuyor ki etler..."
"Asaf sen üç tane çocuğun olurken neredeydin lan? Gebelik bulantısı işte, sana bana kokmayan gebe insana kokar!"
"Tamam durun, kaldırdım torbaları." diyerek masaya seğirtti yeniden. Bir yandan da konuşmaya devam ediyordu. "Abi hatta şey yapalım, sen gidip içeridekilere haber ver, biz de Gülşen'le Zarife halanın karışımından hazırlayalım. Gülşen hamileyken şıp diye kesiyordu bulantısını..." Bana dönüp başıyla masayı işaret etti. "Elif sen de geç otur şöyle, ayakta durup da yorulma."
Ah, hayır ya... İnsanların başıma toplanmasını istemiyordum. Aylardır hepsinin gündemi bendim zaten, iyi olduğumdan emin olmak için etrafımda pervane oluyorlardı. Mide bulantımı duyarlarsa yalıda yine panik havası yaşanacaktı.
"İyiyim ben Asaf abi. Allah aşkına kimseyi çağırmayın, zaten aylardır herkes benimle ilgileniyor."
"O nasıl söz Elif?" diye söylendi. "Elbette herkes seninle ilgilenecek. Sen bize Alparslan'ın emanetisin—"
Ne dediğini fark edince sustu, fakat epey geç kalmıştı. Mutfakta derin bir sessizlik oluşurken gün boyu boğazıma düğümlenen yalnızlığın yavaşça çözüldüğünü hissettim. Zihnimin içinde geçmişten yükselen tanıdık bir şarkının sesleri, doğduğum toprakların neşeyle hüznünü içinde barındıran Ederlezi nağmeleri yankılanmaya başladı. Göğsümde hasret yüklü bir sızı dağlanırken daha fazla dayanamadım.
Ellerimi yüzüme kapatıp hüngür hüngür ağlamaya başladım.
-*-
"İç bakalım şu suyu."
Atilla abinin masaya koyduğu bardağı görünce burnumu çektim. Neredeyse yarım saat süren bir ağlama krizinin ardından gözyaşlarım nihayet dinmişti. Mahcubiyetimse henüz tükenmemişti. Aylardır tüm aile gece gündüz benimle ilgileniyordu zaten, hepsi kendi hayatından feragat etmişti. Hal böyleyken hiç değilse bayram günü insanların keyfi benim yüzümden kaçmasın istemiştim, ama olmamıştı. En fazla bu kadar kendimi tutabilmiştim.
Neyse ki evdekilerin haberi yoktu. Ben ağlamaya başlayınca Atilla abi duruma el koyup Asaf abiyi mutfaktan kovmuştu. Kimseyi başımıza toplamamasını da sıkı sıkı tembih etmişti. Şimdiyse mutfak masasının etrafındaki sandalyelerde karşılıklı oturuyorduk. Normalde bu ağlama krizlerinde beni sakinleştirme işini Gülendam abla üstlenirdi ama bugün o da berbat halde olduğu için görevi Atilla abi üstlenmişti.
"Biraz daha iyi misin?"
"İyiyim abi, gerçekten." dedim. "Birden tutamadım kendimi ama şimdi geçti."
Geçmemişti. Geçmiyordu. Fakat bunu ona söylemenin bir yararı yoktu. Belli ki o da bir şey söylemenin yararı olmayacağını biliyordu, o nedenle başka bir konuya geçti.
"Yalnız bizim yeğenler de amma belalı olacak." dedi sırıtarak. "Daha dört aylıkken annelerinin canına okuyor sıpalar... Doğdukları zaman tüm aileyi peşlerinden koşturacaklar belli ki."
Buruk bir tebessümle elimi karnıma sardım. Bebekler dört aylık değildi, dört buçuk aylık olmuşlardı. Atilla abinin bunu bilmemesi normaldi elbette. Böyle detaylara olsa olsa bebeklerin babası dikkat ederdi. Fakat o da yoktu.
Gözlerimin yeniden dolduğunu hissettim.
Yüzümdeki ifadeyi görünce Atilla abi de muziplik yapma çabasından vazgeçti. İç çekerek masadaki havlu kağıda uzandı, kopardığı iki yaprağı uzattı bana. Peçeteyi ondan alıp gözyaşlarımı kurularken "Elif yapma böyle abicim." dediğini duydum. "Bak zaten çok zor günler geçirdin. Daha yeni yeni kendine geliyorsun. Allah korusun, ya size bir şey olursa?"
Korumacı bir tavırla karnıma sardım elimi. "Bir şey olmaz abi, düşük tehlikesi kalmadı. Geçen hafta doktor da söyledi, bebeklerin ikisi de çok sağlıklı. Hem artık iştahım da yerinde, verdiğim kiloları geri aldım."
Üstelik karnım da büyümüştü. Çok büyük sayılmazdı, henüz vücudumda küresel bir eklenti gibi görünmüyordu ama inkar edilemez bir hamile karnım vardı. Hayatımı zindana çeviren bulantılar epey azalmıştı, son bir aydır iştahım da düzelmişti. Bebeklerin kıpırtılarını henüz hissetmemiştim ama ilk hamilelikte 22. haftaya kadar hissetmemenin normal olduğunu biliyordum. Tek problem, tüm bunları yalnız yaşıyor olmaktı.
"Canım benim, stres de yapmaman lazım." dedi Atilla abi. "Sakın bana hormonlar yüzünden ağlıyorum falan deme, öyle olmadığını biliyoruz."
"O zaman elimden daha fazlasının gelmediğini de biliyorsunuz." dedim dayanamayıp. "En fazla bu kadar iyi olabiliyorum abi. Hepiniz yanımdasınız, biliyorum ama yetmiyor işte. Bebeklerimin babasız büyüdüğünü düşündükçe canım yanıyor."
"Elif o nasıl söz Allah aşkına?" diye çıkıştı bana. Sonra derin bir nefes aldı, daha itidalli bir üslup takınarak nasihat vermeye çalıştı. "Bak kızım, senin kocan savaş pilotu. Uzun süreli görevlere gitmesi çok normal, daha önce de aylarca göreve gittiği olmuştu. Yeni evli olduğunuzdan alışamamış olabilirsin ama bari bizim sözümüze güven yahu... Bu çocuk her göreve gittiğinde böyle yemeden içmeden mi kesileceksin?"
Başımı öne eğip burnumu çektim. Bana moral veriyordu ama bunun normal bir görev olmadığını biliyordum. Alparslan anlatmıştı, uzun süreli görevlere giden askerlerin aileleriyle görüşmelerine çok önem gösterildiğini, telefon bağlantısı yoksa bile telsizle iletişim imkanı verildiğini söylemişti.
Üç ay önce göreve gittiğinde, ilk zamanlar hakikaten söylediği gibi olmuştu. Her akşam beş dakikalık telefon konuşması hakkımız vardı, ilk bir ayı böyle geçirmiştik. Sonra birden görüşmeler haftada bir güne düşürülmüştü. Üstelik artık telefonla konuşamıyorduk. Ana Jet Üssü'ne gidip Alp'in komutanının odasında telsizle konuşuyordum. Normalde bu görüşmelerin santral odasında, bir askerin gözetiminde yapıldığını duymuştum ama Eşref Paşa bize böyle bir ayrıcalık tanımıştı.
"Abi geçen hafta gittiğimde görev yerindeki santralde arıza var diyerek geri gönderdiler beni." dedim burnumu çekerek. "Bir terslik var belli ki..."
"E söylemişler ya işte, santralde arıza varmış. Terslik bu yani."
Buruk bir tebessüm belirdi yüzümde. "Ondan önceki iki görüşmeye bebeklerin durumundan ötürü gidememiştim, biliyorsun. Alparslan sorarsa ne diyeceksiniz dediğimde Eşref Paşa 'ben görev bölgesindeki komutanla konuşurum, bizimki görüşmeye gittiğinde santralin arızalı olduğunu söyleyip geri çevirirler' demişti."
"Yahu aynı şey değil Elif. Alparslan'a senin yüzünden yalan söylemek zorunda kalmışlar. Çocuk hamile olduğunu bilmiyor sonuçta... Sen ise onun görevde olduğunu biliyorsun. Bir terslik olsaydı bunu gizlemezlerdi."
Bu da bir başka mevzuydu. Alparslan hamile olduğumu bilmiyordu, ondan gizlemek zorunda kalmıştım. Görevin bu kadar uzun sürebileceği aklıma bile gelmemişti. Şimdiyse her geçen gün daha çok paniğe kapılıyordum. Çatkapı çıkıp gelse bu haberi ona nasıl söyleyeceğime dair en ufak fikrim yoktu.
'Neyse ki söyleme aşamasını çoktan geçtin, zeka küpü. Hiçbir şey yapmadan karşısında durarak da bu haberi verebilecek haldesin.'
Umutsuzca iç çektim. Keşke ne tepki vereceğini de bilebilseydim. Belki de öfkelenecekti. Öyle az buz değil, dört buçuk aylık hamileydim. Üstelik sadece hamilelik haberini gizlememiştim ondan. Bebeklerimizin ikiz olduğunu, cinsiyetlerini, düşük tehlikesi yaşadığımı, sonrasındaki kabus gibi günleri ve daha birçok şeyin haberini gizlemiştim. Telsiz görüşmesine geçmeden önceki son telefon görüşmemizde bir hastane odasında olduğumu, bebeklerimizin ölüp ölmediğini öğrenmek için doktoru beklerken onunla konuştuğumu bilmiyordu.
Ben de tüm bunları ona nasıl söyleyeceğimi bilmiyordum.
"Geçen hafta dönmüş olması gerekiyordu abi." dedim umutsuzca iç çekerek. "Operasyon tamamlanmış. Bana inanmıyorsan İzzet abiye sor, vallahi kulaklarımızla duyduk!"
Atilla abi bıkkın bir tavırla iç çekti. Ardından başını yukarı kaldırıp "Allah'ım ya bana sabır ver, ya da bu ailenin delilerine akıl ver!" diye yardım dilendi çaresizce. "Kulaklarımızla duyduk diyor ya... Hayır gören de Genelkurmay Başkanı arayıp bunlara brifing vermiş sanır. Fatih Portakal'la Fox Ana Haber'de duymuşsunuz Elif, askeri istihbarat kaynağı mı orası?! Hem doğruysa bile bizimkinin orada olduğu ne malum? Belki de Avrupa'daki bir NATO üssüne tatbikata gönderdiler. Alparslan bütün gün uçuş simülasyonunda takılırken siz burada Hüsnü Mahalli gibi Suriye analizleri kasıyorsunuz!"
Hüsnü Mahalli lafını duyunca kendimi tutamayıp güldüm. Gerçekten de son zamanlarda İzzet abiyle birlikte orta doğu uzmanı olup çıkmıştık. Zaten iki aydır burada yaşıyordum. Alparslan gittikten sonraki ilk bir ayı evimizde yalnız geçirmiştim, hastaneye yakın olduğu için gidip gelmesi kolay olur diye düşünüyordum.
Fakat işler pek iyi gitmemişti. Gülendam abla beni yoklamak için eve gelmeseydi, olacakları düşünmek bile istemiyordum. Önce apar topar hastaneye gitmiştik, birkaç gün orada kaldıktan sonra da beni buraya getirmişlerdi.
Açıkçası halimden pek şikayetçi değildim. Yalıda her gün bir aksiyon yaşandığı için kafam dağılıyordu, istesem de uzun süreli kaygı nöbetleri geçiremiyordum. Zaten buna fırsat kalmıyordu. Gündüzleri curcunayla, akşamları ise İzzet abiyle dizi izleyerek geçiriyordum.
Üstelik burada yemek ve ev işiyle uğraşmama da gerek kalmıyordu. Bizim evdeyken haftanın belirli günleri temizlik için yardımcı gelirdi, onun haricinde her işi biz yapardık. Yalıdaysa yedi yirmi dört yardımcılarla çevriliydim. Gülendam abla psikolojik destek yardımcımdı mesela, panik modunu açtığım zamanlarda beni karşısına oturtup kaygı balonlarımı toplu iğne gibi cümleleriyle pıt pıt patlatıyordu.
Sosyalleşme ihtiyaçlarımı Nurcihan ablayla Gülşen abla karşılıyordu. Nigar abla da ara sıra nükseden gıybet ihtiyacımı gideriyordu. Hamilelikten kaynaklanan sıkıntıları ise hiç ummadığım biri giderir olmuştu; Zarife Hala. Sabah bulantılarımı şıp diye kesen, iştahsızlığımı gideren, uyku problemlerimi çözen envai çeşit karışım biliyordu. Bu karışımları hazırlarken de 'Ben dediydim Rumelinden görücü çağırem diye... Gördün mü bak asker herifi goca alırsan a beyle ortada kalırsın.' diye söylenmeyi ihmal etmiyordu.
Mesela dün sabahı Gümülcine'deki köyünde kocası harbe gidince bebeleriyle ortada kalan bir kızçenin hikayesini dinleyerek geçirmiştim. Mevzubahis kızçe kocasını bir sene beklemiş, sonra da köydekilerin kınamasına aldırmadan savaş devam ederken başka kocaya varmış. Üç sene sonra harp bitince duymuşlar ki, meğerse kızın kocası gittiği yerde ilk seneden başka bir kadınla evlenip aile kurmuş. Tüm köylü vaktiyle kızçeyi kınadığı için utancından yerin dibine geçmiş. Toplaşıp helallik istemeye gittiklerinde içlerinden biri dayanamamış, kocanın dönmeyeceğini nereden bilip anladıydın diye sormuş. Kızçe de gülmüş kenardan, "Er kısmının döneceği vardıysa, cehenneme koysalar uzun kalamaz." demiş. "Ya kaçar kendi gelir, ya bir haber gönderir. Habersiz koyan adamı iddet müddeti kadar beklesen kafi. Ben bir sene çok bile bekledim."
Evet. Alparslan bu hikayeyi duyunca yalıda kıyamet kopacaktı.
İçeriden İzzet abinin bağırışları yükselince başımı kaldırdım. Atilla abi hafifçe güldü, ardından saatine bakarak "Başladı bizimki." dedi. "Hayret, bu seferki kavga seansı yarım saat gecikmiş—"
Mutfağın kapısı pat diye açılınca sözleri yarıda kesildi. İzzet abiydi gelen. Bağırmaktan kızarmış yüzüyle etrafa bakınırken pek de öfkeli görünmüyordu. Aksine telaşlı gibiydi. Bakışları bizi bulunca "Yauv neredesiniz siz?!" diye çıkıştı. "İki saattir sesleniyorum, duymuyonuz mu beni?!"
"Abi yine ne oldu Allah aşkına?"
"Elinin körü oldu Atilla!" diye söylendi. Ardından bana dönüp çekine çekine konuştu. "Askeriyeden telefon var, Elif'i istiyorlar."
Biri kalbimi avucunun içine alıp var gücüyle sıktı sanki. Dizlerimin bağının çözüldüğünü, ellerimin yaprak gibi titremeye başladığını hissettim. Bu aramalara asla alışamayacaktım. Her seferinde yüreğim ağzıma geliyordu korkudan. Telefonu elime alıp da karşı tarafta bir astsubayın sesini duyana dek ömrümden ömür gidiyordu. Günün birinde telefonu açtığımda karşı tarafta bir astsubay değil de, rütbeli bir komutanı bulmaktan deliler gibi korkuyordum.
Panikten kaskatı kesildiğim için yerimden kalkamadım. İzzet abi de bunu anlamış olmalıydı, koşar adımlarla telefonu getirip uzattı bana. Kulağıma götürüp korkuyla "Alo?" dedim. Şükürler olsun ki karşı tarafta bir astsubay vardı. Fakat hissettiğim rahatlama, kendimi tanıtıp arama sebebini öğrenene dek sürdü.
"Korgeneral Eşref Savtekin sizinle görüşecek. Hatta kalın, bağlıyorum."
Aklımdan binlerce farklı düşünce aynı anda geçti. Telefonu kapatıp bu aramayı unutmak istedim. Zihnimin gerilerinde dizlerinin üstüne çökmüş lütfen olmasın, lütfen olmasın diye yalvaran bir ses vardı. Ya olduysa?
Keşke ona bir kızımızla bir oğlumuz olacağını söyleseydim. Şüphelenmişti zaten. Göreve gittiği sabah, yataktan ilk kez mide bulantısıyla fırlamıştım. Açıkça bir şey sormasa da bakışlarından anlaşılıyordu, gitmeden önce vedalaşırken çaresizliğini hissetmiştim.
Sonraki üç gün büyük bir kararsızlık içinde debelenerek geçmişti. Görev yerine ulaşıp yerleşene dek görüşme yapamayacağımızı biliyordum. O nedenle üçüncü günün akşamına dek hamilelik haberini nasıl söyleyeceğimi düşünmüştüm. O da üç gün boyunca aynı şeyi düşünmüş olacak ki, telefonu açar açmaz ağzımı arayıp sağlığımın ne durumda olduğunu öğrenmeye çalışmıştı.
"Gittiğin gün biraz kötüydüm aslında." deyivermiştim. "Acile inip söyleyince zehirlenme olabilir diye kan testi yaptılar ama sadece midemi üşütmüşüm, o da geçti çoktan."
Niye böyle bir şey yaptığımı ben de bilmiyordum, fakat Alparslan'ın derin bir nefes aldığını duyunca taşlar yerine oturmuştu. "Yemin ederim üç gündür her an aklım sendeydi." demişti gülerek. "Yani, biliyorsun işte neyden şüphelendiğimi... Yanında olamayacağım, bunu bensiz yaşayacaksın diye çok korkuyordum."
Böylelikle doğru olanı yaptığımı anlamıştım. Zira aklının bende olmaması gerekiyordu. Dikkat ve odaklanma kabiliyetinin bir savaş pilotu için hayati önem taşıdığını biliyordum.
Fakat şimdi, telefon bağlanana dek geçen birkaç saniyelik süreçte pişmanlıktan başka bir şey hissedemedim. Ya bebeklerimizin varlığını öğrenemeden—
"Elif iyi günler, müsait misin?" dedi karşıdaki ses. "Endişelenme diye önce astsubaya arattım ama—"
"Alparslan iyi mi?" dedim tek nefeste. "Afedersiniz, sözünüzü kesiyorum ama ben..."
Endişelenecek bir şey yok dedim kendi kendime. Eşref Paşa Alp'in üstü değildi, koskoca korgeneraldi. Geçmişe dayalı ilişkileri sebebiyle Alparslan genelde onunla bağlantılıydı ama kötü bir şey olsa resmi protokol gereği bir üst rütbeli komutanı aramaz mıydı? Bilmiyordum ki. Hiç sormamıştım bunu...
Bana yüz yıllar kadar uzun gelen birkaç saniyenin sonunda "Fiziksel olarak iyi," dediğini duydum gülerek. "Ruh halini de akşam kendisine sorarsın."
"İyi de... B-bugün görüşme günümüz değil ki."
"Görevi bitti Elifcim, birkaç saate üsse iniş yapacaklar. Son gelişinde onu karşılamak istediğini söylemiştin, ben de arayıp haber vereyim dedim. Özel ziyaretçi iznini de ayarlıyorum, kimliğinle A kapısından giriş yaparsın." Ufak bir kahkaha attı. "Bir an önce gel de şu çocuk baba olacağını öğrensin artık yahu!"
Telefonu kapattıktan sonra yeniden ağlamaya başladım.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro