Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 37 - Türkmen Gözlü Adam

Merhabalar!

Epeyce uzun bir bölümle geldim. Sizlerden en büyük ricam, bölüme başlamadan önce oy vermenizdir. Yorumlarınızı ve paylaşımlarınızı da esirgemeyeceğinizi umut ediyorum. Çokça seviliyorsunuz! <3

Bu bölümü iyi ki tanımışım dediğim, benim için son derece kıymetli ve önemli bir insana; Ceyda ablacığıma ithaf ediyorum. İyi ki varsın güzel kadın. *.*

"Koskoca bir dünya ölüyor,
İçinde ben de varım, sen de...
Birlikte ölüyoruz, hay yiğidim!
Elimde can veriyor koca bir Türkmen."

Yaşar Kemal, Binboğalar Efsanesi


ALPARSLAN

Babam beni abimlerin yanından alıp Balkanlar'a götürdüğünde henüz üç yaşındaydım. Bakıma ve anneye muhtaç bir bebek olmaktan yenice çıktığım, lakin unutma kabiliyetimin bağ kurma kabiliyetimden hala güçlü olduğu zamanlar... Sahiden de şimdilerde yalıda geçen ilk üç seneyi hatırlamıyordum. Hafızamın başlangıcında hiç bilmediğim bir evde, yabancı insanların arasında uykudan uyandığım üçüncü yaş günümün ertesi sabahı vardı.

Sonrasında aklımdan silinip gitmişti ama belli ki o dönemler yalıda geçen hayatımı anımsayabiliyordum. Zira kendimi birdenbire hiç tanımadığım insanların arasında bulunca korkuyla ellerimi yüzüme kapatmış; "Yenge!" diye hıçkırarak ağlamaya başlamıştım.

Evet, diğer çocukların aksine anne ya da baba diye ağlamazdım ben. Yenge diye ağlıyordum ve zaman zaman hala aklımı kurcalayan bir detaydı bu. Neden Gülendam yengemi annem zannetmemiştim acaba? İzzet abim bizi himayesi altına aldığında ben henüz on beş günlük bir bebektim, Yusuf abim ise üç dört yaşlarındaydı. Buna rağmen yengemle abimi gerçek anne babası sanarak büyümüştü, ergenliğe girene dek yengeme anne diye hitap ederdi. Benim de öyle olmam gerekmez miydi? Üstelik yengem benim süt annemdi. Onun annem olmadığı farkındalığını nereden edindiğimi merak ediyordum.

Üç dört ay sürmüştü yenge diye ağlamalarım. Sonra gelip beni almasını beklemeyi bırakmıştım. Zannedersem farkındalığımın bana sağladığı avantajlardan biriydi bu. Eğer onun annem olduğunu zannetseydim bekleyişim daha uzun, kırgınlığım daha büyük olurdu.

Zaten çok geçmeden bekleyecek başka şeyler edinmiştim kendime. Babamın babam olduğunu anladıktan sonra uykumda başımı okşamasını bekler olmuştum. Bazı geceler dayanamayıp gerçekten uykuya dalardım ama babamın hep geldiğini biliyordum. Saçımı okşarken "Kara oğlum benim..." diye iç çekerdi bazen. "Annen görse kim bilir ne çok severdi seni."

Sonra giderdi ve sabah uyandığımda, himayesinde kaldığım yabancı gelmiş olurdu yerine.

Beklediğim bir diğer şey de yaz mevsimiydi. Çünkü yazın gelmesi, kumpanyanın gelmesi demekti. İlkbahar dalları çiçek açtığı andan itibaren bir gözüm yolda, kumpanyanın gelişini bekliyor olurdum. O dönemler Avato'da, yani Beyköyü'nde oturuyor olmalıydık. Zira kumpanya yaklaştığında Drama'daki akrabalardan alırdık haberi. Kasabanın bir kısmı heyecana kapılırdı, gençler gizlice kumpanyaya gitme planları yapmaya başlardı, çoğu kişi o yaşlarda anlayamadığım bir sebepten ötürü huzursuz olurdu, çocuklarsa kumpanyaya gitmek için anne babalarına yalvarmaya başlardı.

Ben böyle dertlerden muaftım. Nazlanıp küsebileceğim bir annem zaten yoktu. Babamın elimden tutup beni gezmeye götüreceğini ise hayal bile edemezdim, öyle bir ilişki hiç gelişmemişti aramızda. O nedenle bu tarz yerlere genelde babamın yakın arkadaşı Ali İhsan amca götürürdü beni.

Evvela sirk gösterisini izlerdik, cambazların şovları karşısında ağzım açık kalırdı. Gösteri arasına girince de seyyar satıcılardan abur cubur alırdık, yörenin meşhur dönercisinde karnımızı doyururduk. Gece yarısına dek kumpanyanın her bölümüne uğrardık. Bir tanesi hariç.

Öteki bölümlerden görece uzakta, kumpanya alanındaki ağaçların gövdesine bağlanmış bir perdeyle gizlenen, sık sık şuh kahkahaların yükseldiği ışıltılı, gizemli bir bölme... Şimdilerde o bölmenin fuhuş amaçlı kullanıldığını biliyordum, perdenin önünde kuyruk olan adamlardan bunu anlamak mümkündü. Fakat çocukken orayı büyülü bir evrene açılan gizemli kapı olarak kodlamıştım zihnimde.

Hatta bir keresinde perdenin diğer tarafından kafasını uzatmış, gizlice beni izleyen bir peri kızı bile görmüştüm. Üstelik çok küçük değildim, on iki yaşında falandım. Perdenin arkasında büyülü evren falan olmadığını sezinlemeye başladığım dönemlerdi... Lakin o gece gördüğüm ufak kız, tüm kuşkularımı dağıtıp beni yeniden peri masalının içine çekmişti.

Gece vaktiydi, kumpanyanın her yanı rengarenk ışıklarla donatılmıştı. Küçük peri kızının saklandığı ağaçlar görece karanlık bir yerde kalıyordu. Onu perdenin diğer tarafından kafasını uzatmış, iri maviş gözlerinde meraklı bakışlarla beni izlerken yakalamıştım. Başını eğdiği için saçları sırtını terk edip gövdesinin önünde altın renkli bir perdeye dönüşmüştü ve zannedersem masala inanmamı sağlayan şey buydu. Kızın saçları kumpanya ışıklarının da etkisiyle karanlığın ortasında parlıyor, adeta etrafa ışık yayıyordu.

Merakıma yenik düşüp peri kızının peşinden gitmeye çalışmıştım. Ne var ki korumalardan biri yarı yolda fark etmişti beni. Anlattığım hikayeyi ise pek inandırıcı bulmamışlardı. Ali İhsan amca gevrek bir kahkaha atarak "Anlaşıldı, senin delikanlılık çağın gelmiş." demişti bana. "Ne vardı çarçabuk büyüyecek Alp oğlan?"

Böylelikle, kumpanyaya gidişimiz son bulmuştu. Babam kendi adamlarını da yanımıza verdiği için Ali İhsan amca söylemese bile mevzuyu öğrenmiş olmalıydı. Bir şey söylememişti bana, kızıp öfkelenmemişti. Ben de peri kızı masalını anlatmaya utanmıştım.

Zaten sonraki yıl kumpanya şehre geldiğinde hakikaten de büyümüştüm artık. Kumpanyaya gitseydim muhtemelen yine perdenin diğer tarafına geçmeye çalışırdım. Lakin beni oraya bastıbacak peri kızlarının altın saçları değil, güzel kadınların şuh kahkahaları çekerdi.

Peri kızlarının kıymetini yeniden anlamam için, aradan on beş yıl geçmesi gerekecekti.

-*-

"Alparslan..."

Bir peri kızının bana seslendiğini duyunca göğsümün içinde yine o tavla zarları takırdadı. Bu hatun bir başka ünlüyordu adımı. Normalde Alp'in a'sı kalın okunurdu, doğrusu oydu ama benimkinin Balkan dilleri dönmüyordu telaffuzuna. Girişteki a'yı ağzının içinde pamuklu şeker çevirir gibi ince okuyordu. Adımı herkesten farklı söylemesi hoşuma gittiği için bilerek düzeltmiyordum.

"Efendim güzelim?"

"Sahile mi gitsek acaba? Saat geç olmadan oraları da görmüş olurum."

"Saat daha dokuz." diyerek güldüm. "Hem geç olsa ne fark eder ki? Mersin gibi değil burası, çoğu mekan sabaha kadar açıktır."

"Peki, öyle diyorsan..." İşaret parmağını dalgın bir tavırla bira bardağının etrafında gezdirmeye başladı. "Bu arada oturduğun yer rahat değilse yer değiştirebiliriz. Hani çiftlikteyken demiştin ya, sırtımı duvara dayayarak oturmayı seviyorum diye..."

Askerlikten kalma bir refleksti bu. Gittiğim mekanlarda görüş açısı en geniş olan yere oturmayı tercih ederdim. Bu da genelde duvar kenarındaki koltuklar olurdu.

Fakat bu gece Elif'i duvar kenarına oturtmaktan başka şansım yoktu. Zira benim oturduğum yerden insanlar geçip duruyordu, ara sıra çarpanlar bile oluyordu. İtin tekine denk gelirsek adam dövmem gerekebilirdi.

"Yok güzelim rahat burası..." Birkaç yudum alınmış dolu bira bardağına baktım. "Niye içmiyorsun?"

"Birayı pek sevmedim." dedi yüzünü buruşturarak. "Denizdeyken içtiğimiz kokteyller daha güzeldi."

"Hani şu Mersin'den Rumeli'ye yüzerek gitmeye çalışmana sebep olan kokteyller mi?"

"Sana sinirlenip bir sürü kokteyl içmesem öyle olmazdı." diye söylendi. Ardından omzunun üstünden merakla bar tarafına bakındı. "Şu shot atanlar ne içiyor? Tekila mı vodka mı?"

"Cin."

"Tamam, ben de ondan deneyeceğim." diyerek korktuğum şeyi dile getirdi.

"Mersin'de içtiğin kokteyllerden bile sert bir içki o. Asla olmaz Elif."

"Öyleyse henüz denemediğim başka bir içkiden içeceğim." diye ısrar etti. "Huysuzlanma Alparslan. Şu an senden izin istemiyorum, içkileri benden daha iyi bildiğin için tavsiye istiyorum. Verecek tavsiyem yok diyorsan gidip barmenden isteyeceğim."

Son yarım saatte beş kez ona bakışını yakaladığım yavşak barmenden mi bahsediyordu? Görünüşe bakılırsa mekandan ayrılmamızın zamanı gelmişti. Aksi taktirde keyfimizin kaçmasına sebep olacak şeyler yaşanacaktı.

"Hani sohbet edecektik bu akşam?" dedim mağdura yatarak. "Şu an resmen mızıkçılık yapıyorsun."

Bunları söylerken yüzüme gücenmiş bir ifade kondurup uzaklara bakmayı ihmal etmemiştim. Elbette yelkenleri suya indirdi anında. Oturduğu yerden kalkıp pıtı pıtı yanıma geldi.

"Hayır hayır sohbet edelim lütfen." diyerek koluma girmeye çalıştı. "İçkiyi başka zaman da denerim, sorun değil."

"Emin misin? İstersen başka zaman da sohbet edebiliriz."

"Eminim!"

"İyi, öyleyse sahile gidelim." diyerek amacıma ulaştım. "Burası çok gürültülü, rahat konuşamayız."

"Olur gidelim." dedi masumane bir tebessümle. Hemen ikna olmuştu. Sonra bana doğru eğilip azarlar gibi bir sesle fısıldadı. "Alparslan tutsana elimi. Zaten parmağında yüzük de yok..."

Göz ucuyla karşı tarafa kaçamak bir bakış attığını fark ettim. Bakışlarını takip ettiğimde kalabalık bir kız grubunun masası çıktı karşıma. İçlerinden biri o tarafa baktığımı görünce selam verir gibi gülümsedi.

Ve böylelikle Elif'in sırf ben mekandan gitmek isteyeyim diye sert içkileri denemekte ısrar ettiğini anladım. Vay amına koyayım... Hatun bildiğin suya götürüp susuz getirmişti beni.

Buyurduğu gibi el ele tutuşup ayrıldık mekandan. Sahile yürürken keyfim yerine gelmişti. Yalan yok, hoşuma gidiyordu kıskanılmak. Bazen bu kızın zekasından ürkmüyor değildim ama zaten Elif'te en çok etkilendiğim şey de buydu: kafasının içi. Akıllı olması, henüz kendisi bile farkında olmasa da otoriter yönleri, canını sıkan durumlardan kimsenin canını sıkmadan tatlı tatlı sıyrılıvermesi hoşuma gidiyordu. Belki normal bir erkek için bir kadının bu kadar akıllı olması rahatsız edici olurdu fakat bizim ailenin kadınları akıllı olmak zorundaydı. Kolaylıkla oyuna gelebilecek, kriz yönetmeyi beceremeyen, yanımızda bir süs bitkisi gibi gezip erkeklik egomuzu tatmin edecek kadınlara güvenemezdik.

Elif bana o güveni veriyordu. Tıpkı çiftliğe baskına geldiklerinde yaptığım gibi, olası bir kriz anında yeğenlerimi ona emanet edebilirdim ve gözüm arkada kalmazdı. Çiftlikte çok ezilmişti ama çekirdeği sağlamdı hatunun. Bu da beni feci halde azdırıyordu.

Allah belanı versin, Alparslan. Özlemişsindir.

Karanlık sokağa çıktığımızda omzumun üstünde geriye dönüp korumalara işaret verdim. 'Peşimizden gelmeyin.' Adamlar ara sokağa dalıp kayboldular gözden. Az sonra sahile indiğimizde bizi orada bekliyor olacaklardı.

Bu esnada Elif elimi bırakıp telefonunu çıkarmıştı cebinden. Bıdır bıdır bir şeyler anlatarak bana bir kedi videosu göstermeye çalışıyordu. İçerideki mevzuyu açmaya niyetli olmadığını anlayınca iç çektim.

Yanından geçtiğimiz iki binanın arasında ufak bir boşluk vardı. Tam önünden geçerken kolumu omzuna atıp kendime çektim onu, diğer elimle sırtından tutarak binaların arasındaki boşluğa iteledim. Adımları birbirine dolanarak yalpaladı, sırtı binanın duvarıyla bütünleşirken dudaklarından bir hayret nidası fırladı.

"Alparslan!"

"İçeride çevirdiğin dümeni itiraf etmek için on saniyen var." dedim ellerimi başının iki yanından duvara koyup. "Yoksa bu ıssız sokakta seni elimden kimse alamaz."

Başta bocalar gibi oldu, kafasının karıştığını fark etmiştim. Fakat sonra haylaz bir parıltı yerleşti bakışlarına. Başını hafifçe geriye atıp yapmacık bir panikle ellerini havaya kaldırdı.

"Vallahi ben masumum!"

Kendimi tutamayıp güldüm. "Sen, düzenbazın tekisin." diye söylendim güzel yüzüne bakarak. Ellerimi havada duran elleriyle birleştirerek duvara yasladım yeniden. "Sırf mekandan gitmek isteyeyim diye içki denemek için ısrarcı oldun, değil mi? İtiraf edersen iyi hal indiriminden öpücükle kurtulursun."

Gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı. "Yapma şöyle... Sokak ortasındayız."

Ne yazık ki haklıydı. İstanbul'un göbeğindeydik, korumaları da göndermiştim. Burada onu doya doya öpemezdim bile.

"Itiraf et." dedim dizimi bacağına bastırırken. "Niyetin içkileri denemek falan değildi."

"Hayır ya, gerçekten merak etmiştim." diye karşı çıkacak gibi oldu. Beni inandıramayacağını anlayınca homurdandı. "Biraz da mekandan sıkılmış olabilirim."

"Bak hala..." diye güldüm. "Karşı masadaki kız grubu yüzünden yaptığını anlamadım mı sanıyorsun?"

"Ha sen karşı masamızda bir kız grubu olduğunun farkındaydın yani..."

"Farkındaydım tabi Elif, kör müyüm ben?"

Cıks der gibi bir baş hareketi yaptı. "Yok, kör değilsin de biraz öküzsün."

"Ayrıca sol masamızda üç üniversiteli erkek grubu, sağ masamızda iki sevgili ve tam karşımızda canına susamış bir barmen olduğunun da farkındaydım." ekledim içinin rahat etmesi için. "Biraz daha otursaydık ya sana bakmaktan boynu kırılacaktı, ya da ben gidip boynunu kıracaktım."

Gözbebeklerinde anlık bir şaşkınlık belirip kayboldu. Onun hakikaten barmeni fark etmediğini anlayınca mevzuya iyice kuruldum. Hayır, bir de evlendikten sonra yurt dışına gönderecektim ben bu kızı...

"Ben bu yüzden korkuyordum senden işte..."

"Korkuyordum derken?"

"Fazla dikkatlisin." diyerek başını silkeledi. "Bunun sebebini bilememek beni biraz ürkütüyordu. Bazı şeyleri zihnimde bağdaştıramadığım için de kafamda kurup duruyordum."

"Nasıl yani... Bende seni tedirgin eden bir şeyler mi vardı?"

"Hayır ama evindeki dolapta Batman kostümü bulsam şaşırmazdım." diye güldü. "Kara Şövalye'nin imam nikahlı karısı olduğumdan şüpheleniyordum."

Yaptığı espriye gülemedim. Aklım, benden korktuğunu söylemesinde takılı kalmıştı. "Daha açık konuşsan olmaz mı? Neden bahsettiğini anlayamıyorum."

Gülüp geçiştirmesine izin vermeyeceğimi anlayınca o da gülmeyi bıraktı. Neşeli sırıtışı perde perde sönerken altında yatan buruk tebessümü gördüm. Dile dökmek isteyip de çekindiği bir şeyler vardı belli ki... Kısa bir kararsızlığın ardından istemeye istemeye itiraf etti.

"Senin dışarıdan göründüğün gibi biri olmadığını hissediyordum işte. Zengin bir ailenin hovarda oğlusun sözde... Ama dikkatinden hiçbir şey kaçmıyor. Reflekslerin çok hızlı. Kas hafızası geliştirmişsin. Hani sana profesyonel sporculuk geçmişin var mı diye sormuştum ya... Bu garipliklere bir sebep bulmaya çalışıyordum."

Askerlik geçmişimden bahsettiğini anlayınca iç çektim. "Spor salonlarında vücut geliştirme yapmış da olabilirdim."

"Kas hafızası ve refleks hızı vücut geliştirmeyle oluşmaz ki." diye mırıldandı. "Üstelik kalbinin yavaşlığı da var."

"Kalbimin yavaşlığı derken?"

Cevap vermek yerine bileklerini avucumdan sıyırıp aşağı indirdi. Başta benden uzaklaşacak sandım ama hayır, parmaklarıyla tişörtümü kavrayıp hafifçe kendine çekti. Yaklaşmamı istediğini anlayınca öne doğru bir adım daha atarak onu duvarla kollarımın arasına hapsettim. Karanlık sokakta usulca birbirine değdi gözlerimiz.

Neden sonra, göğsüme uzanan elini fark ettim. Avucunun içini kalbimin üzerine koyarken "Atletik bradikardi." diye mırıldandı. "Kalbin normalden yavaş atıyor."

Yutkundum. "Bu kötü bir şey mi?"

Mesela sevişmemize engel teşkil eder mi?

"Hayır, doğal bir şey." diye gülümsedi. "Kalbin tek seferde normal bir insana göre daha fazla kan pompalıyor, o yüzden de daha yavaş atıyor. Genelde profesyonel sporcularda ve düzenli yoğun idman yapan kişilerde görülür. Askerlik geçmişini bilmediğim için sende olmasına anlam veremiyordum."

Kendimi tutamayıp güldüm. "Tuhafmış."

"Bana huzur verici geliyor." diye mırıldandı. "Sarıldığımızda kalp atışını dinliyorum genelde. Yatıştırıcı bir etkisi var."

Bunları masumane bir samimiyetle söylemişti. Gözlerinin içine bakarken romantik bir an yaşadığını, benden de romantik bir karşılık beklediğini görebiliyordum. Acaba elimi sutyeninin içine sokup aynı şeyi hissettiğimi söylesem romantik olur muydu? Neticede göğsünü avuçlarken kalp atışlarını da hissetmiş oluyordum. Üzerimde yatıştırıcı bir etkisi yoktu ama romantikti bence.

Yazanı okuyanı erkeklerden soğuttun, Alparslan.

Muhtemelen hızlanan kalp atışlarımdan şu an pek de romantik bir an yaşamadığımızı idrak etti. Elini göğsümden çekip "Öyle işte..." diye geveledi. "Ee, sahile gitmiyor muyuz?"

"Olur." dedim alnına bir telafi öpücüğü kondurup. "Gidelim hadi."

Birlikte yeniden sokağa çıktık. Elini tuttuğumda başının altından sevimli bir tebessümle yüzüme baktı. Sonra bir göçmen kuş çekimserliğiyle bana yaklaştı, kolumu kaldırıp başını altına sokuverdi.

Elimle omzunu kavramaktan başka tepki veremedim, öylesine şaşkındım... Normal şartlarda Elif böyle yakınlaşmazdı bana, sevgisini açığa vuracak hareketler yapmazdı. Ben de pek derdine düşmezdim bunların.

Elena benim ilk aşkımdı ve öylesine şiddetli bir şekilde aşka düşmüştüm ki, uzunca süre kendi aşkımdan başka bir şeye kafa yoramamıştım. Hislerime karşılık bulmak endişelerim arasında değildi, ilk yüze bile giremezdi. Zaten o da bana aşık olduğuna dair pek bir ipucu vermemişti. Benden hoşlandığını biliyordum ama hayatında olmasam yokluğumu pek aramazmış gibi geliyordu.

Şimdiyse sevgisine maruz kalıyordum ve bu da alışkın olmadığım bir şeydi. Kalbimin varlığını fiziksel bir biçimde hissediyordum. Üstelik bu hissi ilk kez, Hava Harp Okulu'nda ilk yalnız uçuşuma çıktığımda yaşamıştım. İkincisini şimdi, bir göçmen kızının dile getirilmemiş sevgisiyle yaşıyordum.

Ve üçüncüsünü de, kalbimin varlığını bütünüyle unuttuğum bir gelecekte yaşayacaktım.

ELENA

"Elif, sor hadi."

Gözlerimi kırpıştırdım. "Soru sormak istediğimi nasıl anladın?"

"İnan ki özel bir çaba gerektirmiyor." diye cevap verdi. "Bir şey sormak istediğinde bakışlarınla tahtaya parmak kaldırıyorsun." 

Bakışlarımı kaçırdım. Son derece komik bir şey yapmışım gibi güldü. Üstelik içtendi gülüşü, ne soracaksan sor da gideyim der gibi değildi. Başımın altından ufak bir bakış attım yüzüne. Tebessümü bir parça daha büyüdü, gözlerinde şefkatli bir sıcaklık boy gösterdi.

Beşiktaş sahilde, arabanın içinde oturmuş çay içiyorduk. Geleli yarım saat kadar olmuştu. Can sıkıcı konuları ona hatırlatmamak için havadan sudan sohbetler açmaya çalışmıştım ancak daha ilk denemede çuvallamıştım. Karşı kıyıda ihtişamıyla dikkat çeken bir yapıyı gösterip "Orası neresi?" diye sorduğumda "Kuleli Askeri Lisesi." demişti bana. "Eskiden öyleydi yani..."

Ve böylelikle geçmişini ona hatırlatmama çabasından vazgeçmiştim. Zira geçmişi gözlerinin önündeydi, yalının camlarından boğaza bakınca gördüğü ilk şeydi. Sorularımı kendime saklasam ne fayda?

"Aslında merak ettiğim birkaç şey var." diye itiraf ettim çekinerek. "İnternette araştırmayı denedim ama doğru düzgün bir şey bulamadım. Türkiye'deki askeri okullarla ilgili spesifik bir bilgiye ulaşmak 51. Bölge'nin haritasını bulmaktan daha zor." 

Anlamaya çalışır gibi sözlerimi tekrarladı. "51. Bölge'nin haritası mı?" 

"Hıhı, gizli uzay üssü var orada. ABD ordusunun orada uzaylıları sakladığını söylüyorlar. Bunu bilmiyor muydun?" 

"Bilmiyordum, Şevket'in kızı." dedi kinayeli bir sesle. "Gizli uzay üsleri babanla senin uzmanlık alanın." 

"Ne alakası var şimdi?!" diye çıkıştım haklı olarak. "Konya'daki gizli uzay üssü saçmalığıyla benim söylediğim aynı şey mi? Area 51 komplo teorisi değil, geçen yıl dünyanın her yerinden bir sürü insan toplanıp baskına gitti oraya!" 

"Bastılar mı peki?" 

"Basamadılar elbette. ABD Savunma Bakanlığı üsse zorla girmeye çalışan olursa vuracaklarını açıkladı."

"Çünkü orası uzay üssü değil, bir askeri üs Elif." dedi sabırla. "Dünyanın her yerinde askeri üsse zorla girmeye çalışanı vururlar, ama üssün içinde uzaylılar saklandığı için değil. Üsse giren kişi düşman unsuru olabileceği için." 

"Area 51 Raid etkinliğine katılan bir grup zararsız nerdden bahsediyoruz Alparslan. Üssü işgal planları arasında Naruto koşusu yaparak komutanları gafil avlamak, aşı karşıtı ailelerin çocuklarını canlı kalkan olarak kullanmak falan vardı. Düşman unsuru olabilecek son topluluk yani..." 

"O tarz toplulukların olmazsa olmaz unsuru nedir biliyor musun? İçlerine sızmış istihbarat ajanları. Emin ol MİT bile ABD'nin baskına gelenleri yatıştırmak için üssü gösterme ihtimalini düşünerek oraya adam yollamıştır." 

Surat astım. Bazen bu kadar mantıklı konuşması keyfimi kaçırıyordu. 

"Ne söylersen söyle, ben o üste uzaylıların gizlendiğine eminim. Sadece güvenlik sebebiyle halka açıklayamıyorlar."

"Baban da böyle demişti, biliyor musun?" dedi ciddiyetle. Ardından sesini değiştirerek devam etti. "Sen bilmezsin yeğenim, hır gür çıkmasın deyu halktan gizliyorlar amma Konya'da aslanlar gibi uzay üssümüz var."

Daha fazla dayanamayıp gülmeye başladım. Bir yandan da omzuna vurarak onu hırpalamaya çalışıyordum. "Eşeksin sen ya—"

"Ahh!"

"Hii! Acıdı mı?!"

"Çok acıdı." dedi utanmadan. "Öpsene."

Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırırken yüzüne ters bir bakış attım. "Sen hep böyle uğraşacak mısın benimle?"

Bakışlarını dudaklarıma dikip buğulu bir sesle mırıldandı. "İnkar etme, hoşuna gidiyor."

Ne yalan söyleyeyim, sıcak bastı birdenbire. Aklımdan geçenleri biliyormuş gibi hafifçe geriye yaslandı. Hiçbir şey söylemedi ama kucağına oturmam için bana yer açtığını hissetmiştim. Yapsa mıydım? Ortam sessizdi, tekinsizdi. Siyah camlardan içeri süzülen ay ışığı arabanın içindeki karanlığın belini büküyordu. Bakışlarımla yüzünde kervan yolu çizerken 'Çok yakışıklı.' diye geçirdim içimden. 'Bu adam bir günah kadar yakışıklı.'

Üstelik beni bir günah kadar arzuluyordu. Nasıl karşı koyacaktım ki?

Zannedersem tereddütlü ruh halimi de hissetti. Zira daha fazla köşeye sıkıştırmadı bakışlarıyla, aniden toparlanıp sırtını dikleştirerek arabadaki gergin atmosferi bozdu. Ön panelde duran çayımı alıp birkaç yudum içerken "Neyse, konumuza dönelim." diye geveledim. "Ben sana askeri okullarla ilgili sorular soracaktım."

"Gönder gelsin bakalım."

"Hmm... Askeri liselere nasıl giriliyor?" 

"Girilemiyor. Askeri liseler kaldırıldı." 

"Ya senin okuduğun döneme göre cevap ver işte. Biliyorum kaldırıldığını..." 

"Benim dönemimde liseye giriş sınavının dışında bir de ALS vardı. Eğer ALS'yi kazanırsan ön sağlık muayenesine katılıyordun. Muayeneden geçebilirsen bedensel yeterlilik sınavına giriyordu. O sınavı geçenler mülakata girmeye hak kazanıyordu. Mülakatı da geçersen sevk edileceğin askeri liseden "Askeri Öğrenci Olur" raporu alıyordun."

"Vay be, tüm bu testleri geçtin yani..." diye dudak büktüm beğeniyle. "Bir şey soracağım ama dürüst ol. Sence ben bu testleri geçip askeri liseye girebilir miydim?" 

"Giremezdin." 

"Pardon da neden giremezmişim?" diyerek doğruldum oturduğum yerde. "ALS'yi kazanırım, sağlık muayenesiyle mülakatı da hallederim. Bedensel yeterlilik sınavında ne yaptırıyorlar bilmiyorum ama bedensel bir eksiğim yok bence."

Şöyle bir süzdü beni. "Bence de yok."

"Sorun ne zaman? Askeri liseye niye giremiyorum?" 

"Çünkü erkek değilsin."

Bir anlığına duraksadım. "Kızlar asker olamıyor mu?"

"Kızlar asker olabiliyor ama Harp Okulu'na girerek olabiliyorlar. Lise düzeyindeki askeri okullara giremiyorlar sadece."

"Niye ya?!"

Ufak bir kahkaha attı. "Genelkurmay başkanı mıyım ben Elif, nereden bileyim?"

"Aman, ben de doktor olmak varken asker olmak istemezdim zaten." diyerek burun kıvırdım ona.

Sonra farkındalık yüzüme çarptı ve duraksadım. Ben doktor olamayacaktım ki...

"Neyse, bunları öğrendiğim iyi oldu." dedim lafı kıvırmaya çalışarak. "Şimdi sizin aileye gelelim... Anlat bakalım, İzzet abinin Nigar ablalarla ne problemi var? Yalıda durmadan onlardan dert yanıyor."

Şükürler olsun ki konuyu kapatma isteğimi anlayışla karşıladı. Birkaç saniyelik sessizliğin ardından arkasına yaslanıp hafifçe boğazını temizlediğini duydum. Konuşmaya başladığında sesi keyifli çıkıyordu.

"Abimin Nigar ablalarla bir problemi yok." dedi ciddiyetle. "Nigar ablalar problemin ta kendisi."

Güldüm. "Nasıl yani?"

"Ne demek nasıl yani?" Yapmacık bir hayretle bana baktı. "Yavrum anlıyorum, etrafında olup bitenleri biraz geç fark ediyorsun ama Kanlı Nigar'dan bahsediyoruz yahu. Defne bile o kadındaki kaotik potansiyelin farkındadır."

"Yani, biraz dedikoduyu seven bir tip..." dedim gülmemeye çalışarak. "Ama İzzet abi onlardan ailecek nefret ediyor Alparslan. Mesela Dikmen Enişte çok iyi bir adam bence, onu niye sevmediğini anlamıyorum."

"Yok seviyordur elbette, abim çoğunlukla şakasına takılır. Yine de bizim ailedekileri iyi kötü olarak sınıflandırma derim. Ona bakarsan Tansu Eniştem de dünya iyisidir ama İzzet abim onu vurmuştu."

"Vurmuştu derken?"

"Basbayağı vurdu işte." dedi ciddi ciddi. "Tansu Enişte solcu örgütlerle birlikte emperyalizme karşı protesto düzenlemişti."

"Ee?"

"Protesto bildirisini de abimin mekanının önünde okumuştu. İzzet abim 'Ulan emperyalizmin muhtarı mıyım ben' diyerek onları göndermeye çalıştı ama pek başarılı olamadı. Eniştem ipin ucunu kaçırınca da..."

"Ciddi olamazsın ya—" dedim ama çoktan gülmeye başlamıştım. "Başı belaya girmedi mi peki?"

"Eniştem aile içi mesele diyerek şikayetçi olmadı ama kamu davası hala sürüyor..." diyerek iç çekti. "Anlayacağın, bizim ailede birinin iyi olması problem yaratmayacağı anlamına gelmiyor. Özellikle Nigar abla ve ailesi bu konuda herkesi geride bırakır."

"Onlar ne yaptı ki? Amerika'ya sürgün muhabbetini duymuştum ama detayları pek bilmiyorum."

Bu sefer Alparslan da gülmeye başladı. "Anlattılar mı o olayı?"

"Sadece İzzet abinin geçmişte onları Amerika'ya sürgüne gönderdiğini biliyorum. Hatta sanırım İzzet abi o dönemler Amerika'da bir mekan açmış, Nigar ablaları da mekanı işletmeleri için göndermiş. Ama neden geri döndüklerine dair bir bilgim yok."

"Geri dönmediler ki, sınır dışı edildiler." dedi gülmeye devam ederek. "Abimin bunları gönderdiği yer siyahilerin çoğunlukta olduğu bir bölgeymiş. Bizimkilerin İngilizcesi pek yok, oğulları Enes de o zamanlar küçüktü bayağı. Gittiklerinin ertesi günü Yerebatmaz ailesi olarak civarda gezmeye çıkıp kalabalık bir kafeteryaya gitmişler. Nigar abla oğluyla bir masaya geçmiş, Dikmen enişte de yiyecek sırasına girmiş. Sonra sırasını kaybetmemek için yerinden ayrılmadan karısına seslenmiş ne içeceklerini sormak için... Etraftakiler ters ters bakmış ama bizimki anlamamış, kafeteryada "Nigar!" diye bağırmaya devam etmiş."

Boş boş baktım yüzüne. "Ee?"

"İngilizcede Nigar neyin okunuşu Elif?"

Jetonumun düşmesi birkaç saniye sürdü. Mevzuyu anladığımdaysa kahkahalarla gülmeye başladım. "Ve bunu siyahilerle dolu bir kafede mi söylemiş?"

Nigar sözcüğünün okunuşuyla İngilizcedeki nigger sözcüğünün okunuşu aynıydı. Siyahilere aşağılama amaçlı bir hitap olarak kullanılıyordu bu kelime, özellikle beyaz ırktan birinin telaffuz etmesi çok ciddi problem yaratırdı. Yabancıların bu kelimenin söylenmemesi gerektiğini izah ederken bile sözcüğü açıkça kullanmak yerine n-word diyerek kısalttıklarını biliyordum. Dikmen enişte ise beyaz ırktan biri olarak siyahilerle dolu bir kafeteryada Nigar diye bağırmıştı.

"Dahası da var." diyerek güldü Alparslan. "Mekandaki iri kıyım siyahilerden birkaç tanesi Dikmen eniştenin karşısına dikilmiş ama bizimki adamların söylediklerini pek anlamamış. Nigar abla da olayı uzaktan görünce oğlunu alıp kocasına yardıma koşmuş hemen. "Dikmen!" diye bağırarak... Şimdi bu sözcüğü de İngilizce okunuşuyla düşün bakalım."

İçimden Dikmen diye tekrar ettim birkaç kez. Zihnimde ışıklar yanınca "Ohaaa!" diye bağırdım kendimi tutamayıp. "Dickman'in okunuşu bu!" (dickman = yarrak adam)

Elimdeki çay bardağını ön panele bırakmış, kollarımı karnıma sararak püskürür gibi gülmeye başlamıştım. Alp'in durumu da benden farklı değildi. Kahkahalarının arasında güç bela devam etti anlatmaya.

"Olay çıkınca mekana polisler gelmiş işte... Bizimkilerin adını sormuşlar, aldıkları cevap bunlar olmuş. O sırada Nigar ablanın oğlu da uslu durmuyormuş sanırım. Dikmen enişte derdini anlatmaya çalışırken Nigar abla çocuğa hitaben "Enes sus!" demiş." Bu noktada dönüp tekrar bana baktı. "Bil bakalım Enes İngilizcede neyin okunuşu?"

Bunu hemen anlayamadım. Zihnimin içinde kelimeyi tekrar edip duruyordum ama mantıklı bir İngilizce karşılık gelmiyordu aklıma. Kafamın karıştığını görünce Alparslan açıkladı.

"An ass." dedi basitçe. "Göt demek."

Ve böylelikle kayışı kopardım. Anlattığı olaylar silsilesi kadar bunları anlatma biçimi de komikti çünkü. Dikmen eniştenin çaresiz hallerini, Nigar ablanın dehşete düşmüş yüz ifadesini de taklit etmişti. Gülmekten nefesimin kesildiğini görünce "İzzet abimi görmeliydin..." dedi kahkahalarının arasında. "Olanları duyunca... Görmeliydin surat ifadesini..."

Gülmekten ağrıyan diyafram kaslarımdan ötürü pek fazla bir şey söyleyemedim ama hayal edince daha çok gülesim geldi. En sonunda "Bu kadar tesadüf nasıl üst üste gelmiş olabilir?" diyerek gülmekten ağrıyan karnıma sardım kollarımı. "Allahım, şaka gibi olay!"

"Polisler de senin gibi düşünmüş sanırım. Bizimkilerin kasten onlarla dalga geçip hakaret ettiğini düşünüp sert çıkmışlar. Dikmen enişte de karısının tartaklandığını görünce polislere saldırmış. Olay büyüyünce bizimkileri iki gün içinde deport etmişler. Ellerinde valizlerle yalıya geldiklerinde abim anlattıklarına inanamamıştı."

Bir süre daha kahkahalarla gülmeye devam ettim. Neden sonra, çehresindeki güneşli neşe takıldı nazârıma. Hafifçe geri çekilip boylu boyunca yüzüne baktım. Usul usul... Teninin esmerliğinden adını koyamadığım bir sıcaklık üzerime akıyordu.

Kahkahalarım peyderpey yavaşladı, yerini ince bir tebessüme bıraktı. Alparslan gülmeye devam ederken albümdeki fotoğraflardan çıkıp ansızın karşımda beliren Harbiyeli genci seyre daldım. Demek ki yitip gitmemişti, demek ki ruhunun derinliklerinde sessizce gizlenmekteydi hala...

"Sen beni iyiden iyiye gözüne kestirdin." dediğini duydum. "Niyetin ciddi değilse oyalama göçmen kızı."

Onu izlediğimi fark ettiğini anlayınca ufaktan bir utanç bastı. Ne var ki ben utanınca başını öne eğen usturuplu kızlardan değildim. Elim ayağım birbirine dolaşıyordu. Ya utancımı yersiz bir öfkeyle gizlemeye çalışıyordum, ya da kendimi tutamayıp cilve yapıyordum. Bu kez de kendimi tutamadım.

"Gülsene biraz daha."

"Nasıl yani?"

"Gül işte." dedim sabırsızlanarak. "Gülünce gözlerin kısılıyor... Ona bakacağım."

Kahkaha attı. "Yavrum nesine bakacaksın?"

Sorusunu cevapsız bıraktım, çünkü gözleri kısılmıştı gülmeye başlayınca... Soluğumu tutmuş; iki neşeli çizgiye yakınsayan kirpiklerini, yukarı doğru çekimlenen Türkmen kaşlarını izliyordum. Çiftlikteyken aynı sofrada yediğimiz ilk yemekte de gözlerinin yapısı dikkatimi çekmişti. Lakin kalabalık masada uzun uzadıya bakamamıştım. Hem ne demeye bakacaktım ki? Beni görünce suratını ekşiten, durduk yere babama şikayet eden, çiftliğe geliş sebebi belli uğursuzun tekiydi. Kaşı gözü güzel olsa ne değişirdi?

Çok şey değişmişti işte... Yüzünü izlerken nasıl dalıp gittiysem, en sonunda gülmeyi bırakıp ciddileşti. Sorgulayan bakışlarını görünce sıcak bastı yanaklarıma. Az evvel resmen gözlerine bakmaya doyamadığımı ona itiraf etmiştim.

"Ne bileyim, anatomik açıdan tuhaf geliyor bana." diye söylendim huysuz bir tavırla. "Çinli değilsin Japon değilsin. Gülerken niye gözlerin kısılıyor senin?"

Gözleri önce şaşkınlıkla açıldı. Ardından gür kahkahası arabanın içinde yankılandı.

"Bak sen şu göçmen kızına... Demek beğeniyorum diyemediğine anatomik olarak tuhaf diyorsun ha? Bazı şeyler şimdi anlamlı gelmeye başladı..."

Evindeyken vücuduna anatomik olarak ilginç deyişimi kastediyordu. Kırdığım potu fark edince pişmanlıkla dudaklarımı ısırdım. Halbuki çiftlikte geçirdiğim on beş sene, niyetimi gizleme becerisi vermişti bana. Usturuplu bir kız gibi görünmeyi öğrenip gönlümden her geçeni dile vurmaz olmuştum. Patavatsızlıklarım törpülenmişti mesela, densizliklerim epeyce kaybolmuştu.

Fakat bu Türkmen gözlü adamın gülüşü, içimdeki pervasız Rum kızını açığa çıkarıyordu.

"Ee," dedim neşeyle. "Var mı böyle başka hikayen?"

"Sen beni iyiden iyiye hikaye anlatıcısı belledin, göçmen kızı."

"Güzel anlatıyorsun ama..." diye sırıttım. "Demek ki isteyince anlatabiliyormuşsun."

Soktuğum lafı duymazdan geldi. "Aslında buna benzer bir olay da Ufuk'un başına gelmiş. Ben de geçenlerde öğrendim."

Ellerimi çeneme koyup hevesle öne eğildim. "Anlatsana onu da."

"Barbaros Abas'ı biliyorsun... Onun yanında gelip giden Cesur diye bir herif var, asker olduğu on kilometre öteden anlaşılıyor. Bayağı da sinir bozucu bir şey, durmadan laf sokma çabalarında... Geçen gün görüşme sonra giderken dışarıda Ufuk'u gördü. Bizimki adamı tanımadı ama adam NATO'da da görev almış belli ki, Ufuk'a laf sokayım derken ifşa etmiş oldu."

"Ne laf soktu ki?"

"Ufuk'un eski asker olduğunu anlamış, 'Bu isim soyisimle ordudan atılmana pek şaşırmadım.' gibisinden gereksiz bir yorum yaptı."

Hafifçe kaşlarımı çattım. "Nesi varmış ki Ufuk'un adının soyadının?"

"Ben de adam gidince aynı şeyi sordum. Beyimizin söylediğine göre NATO görevindeyken ad soyad kombinasyonunun İngilizce telaffuzu sıkıntı çıkarıyormuş. Ufuk İngilizcede 'you fuck' kısaltması yerine geçiyor. Ersöğüt de Ersogut olarak yazılıyor. İkisini yan yana koyunca 'you fucker so good' telaffuzuna epey benziyor."

Kahkaha attım neşeyle. "Bak bu da komikmiş. Yüksek rütbeli yabancı bir komutanın Ufuk'a seslendiğini düşünsene..."

"Komik olurdu cidden." dedi fakat pek komik bulmuş gibi görünmüyordu. "Gerçi yüksek rütbeli bir komutan askere neden adı soyadıyla hitap etsin ki? Yaka kartında sadece soyisim yazar, Ersogut da tek başına bela çıkaracak bir soyisim değil."

Güldüm, fakat bu kez şaşkınlıktandı. "Canım niye yalan söylesin ki?"

"Dimi?" dedi dudaklarının kenarında manidar bir tebessümle. Sonra aniden düşünceli tavrını bir kenara koyup bana döndü. "Neyse boşver şimdi yapay zekayı. Biraz da sen anlat, görüşemediğimiz günlerde neler yaptın?"

"Üzgünüm ama yemezler." diyerek burun kıvırdım ona. "Mikrofonu bana devredip dinleyici koltuğuna çekildiğin günler geçmişte kaldı, Alparslan. Bundan sonra ben soracağım, sen anlatacaksın."

"Yavrum sabahtan beri bir sürü şey anlattım. Başka neyi merak ediyorsun ki?"

Her şeyini. Harp okulu yıllarının her ayrıntısını, Balkanlarda geçen çocukluk yıllarını, ailesine dair bilmediğim detayları, benden sakladıklarını, anlatmayı unuttuklarını... Ona dair her şeyi öğrenmek istiyordum. O yüzden aklıma ilk geleni sordum.

"Uçmak nasıl bir his?"

Boğuk bir gülüş yankılandı yanı başımda. "Onu kuşlara sormak lazım."

"Neyi kastettiğimi anladın işte..." diye söylendim. Sonra dayanamayıp kendi sorumu cevapladım. "Aslında az çok tahmin edebiliyorum. Çocukken ben de uçağa binmiştim ama camları çok küçüktü. Askeri uçaklardaki gibi kocaman camlardan gökyüzünü izlemek daha farklı hissettiriyordur herhalde."

Yeniden güldü, bu kez söylediklerimi komik bulmakla şaşırmak arasında bir tepki vermişti. "Askeri uçaklar kesinlikle daha farklı hissettiriyor ama camlar yüzünden değil."

"Başka ne fark var ki?" diye sordum merakla. "Yani, askeri uçakların daha hızlı gittiğini elbette biliyorum ama sonuçta uçağın içindeyken bunları hissetmiyorsun."

"Hmm... Anlaşılan senin kafan epey karışmış." dedi nihayet ciddileşerek. "Askeri uçaklar yolcu uçaklarından epey farklıdır."

"Ne gibi farklar var?"

"Söylediğin gibi yolcu uçaklarındayken uçuşun etkilerini pek fazla hissetmezsin ama bunun bazı sebepleri var. Birincisi, yolcu uçakları olabildiğince rahat bir uçuş deneyimi sunmak için tasarlanmıştır. İkincisi, temel fizik bilgisiyle alakalı... Bir aracın içindeyken sadece ivmeli hareketi fiziksel olarak hissedersin. Yolcu uçakları ani manevralar yapmazlar, birdenbire hızlanıp yavaşlamazlar, rotalarında keskin dönüşler olmaz. Sadece kalkış esnasında olabildiğince yumuşak şekilde ivmelenirler, onu da hissedersin zaten."

"Mantıklı..." diye mırıldandım. "Bahsettiğin hissi de hayal meyal hatırlıyorum. Uçak havalanırken iç organlarım yer değiştiriyormuş gibi hissetmiştim."

"G kuvveti yüzünden." dedi çayından bir yudum alırken. "Yolcu uçaklarında kalkış esnasında 1.3 G civarı bir kuvvet oluşuyor, kendi ağırlığının %30'u kadar ekstra bir kuvvet hissedersin yani."

"Askeri uçaklarda ne kadar peki?"

"10-12 G'ye kadar çıktığı olur."

Şaşkınlıkla bakakaldım. "Ciddi misin sen?"

"Sürekli hissetmiyorsun tabi. Dediğim gibi, sadece ivmeli hareketi fiziksel olarak hissedersin. Yani uçak manevra yapmadığı, keskin bir şekilde dönmediği, hızlanıp yavaşlamadığı sürece o kadar yüksek G kuvveti olmaz."

Sorun şu ki, gördüğüm kadarıyla askeri uçaklar durmadan manevra yapıyordu. Alp haklıydı, yolcu uçakları havada daha stabil bir rota izliyordu.

"Peki başka?" diye sordum. "Birden fazla sebebi var demiştin."

Yüzünde eğlenir gibi bir ifade belirdi. "Ne yapacaksın sen bunları?"

"Merak ediyorum." diye omuz silktim. "Hoşuma gidiyor yeni şeyler öğrenmek."

Hafifçe tebessüm etti, lakin kırmadı beni. "Basınç etkisi var bir de... Sebebini az çok tahmin ediyorsundur. Yukarı çıktıkça hava basıncı azalır ama vücudun içindeki basınç sabit kalır. Dolayısıyla iç ve dış basınç arasında fark oluşur. Bunu fiziksel olarak hissedersin."

"Hipoksi, barotravma, dekompresyon." dedim bilmiş bir tavırla. "Bahsettiğin fiziksel etki ölümcül bir şey, Alparslan."

Sonra birden duraksadım, aklıma yeni bir soru gelmişti. "Sahi, uçaktayken niye ölmüyoruz biz? 10.000 metreye falan çıkılıyor sonuçta. Uçağın içinde olmakla alakalı bir şey olduğunu biliyordum ama şimdi düşününce kapalı bir alanda olmanın düşük basınç etkilerini ortadan kaldırması mantıksız geldi."

"Öyle zaten." diye güldü hafifçe. "Yolcu uçaklarında kabin içi basınç var güzelim. Motorlardan alınan sıkıştırılmış havayı kullanarak uçağın içinde ideal bir basınç ortamı oluşturuluyor. Askeri uçaklarla yolcu uçakları arasındaki en büyük farklardan biri de bu zaten."

"Ne yani, askeri uçaklarda kabin içi basınç yok mu?"

Başını iki yana salladı. "Hayır yok. Askeri pilotlar neden tulum giyiyor sanıyorsun? Özel kıyafetler onlar, taktıkları maskeler de oksijen maskesi. Tabi bir de uçuş öncesinde senelerce alınan fiziksel eğitimler falan var."

"Yine de çok zor görünüyor..."

"Ve bir o kadar da güzel..." diye mırıldandı başını arkaya atıp. "Pistte hızlanırken vücudun tepeden tırnağa kasılıyor. Müthiş bir rahatsızlık hissi... İstesen de görmezden gelemiyorsun, vücudun her zerresiyle karşı koymaya çalışıyor. Zihnin de..." Hafif bir gülüş döküldü dudaklarından. "Mersin'deki toprak yolda karşıma çıktığın gün de aynı şeyi hissetmiştim. Sanki bedenim uçmaya hazırlanıyor gibiydi."

Başımı çevirip şaşkınlıkla yüzüne baktım. Fark etmedi... Gözleri yarı yarıya kapanmıştı, dudaklarının kenarında inceden bir tebessüm vardı. O sıcak yaz gününü yeniden yaşıyor gibiydi.

"Derken tekerlekler pistten ayrılıyor." diyerek devam etti anlatmaya. "Havalanırken ani yükselişin verdiği boşluk hissiyle sarsılıyorsun. Yerçekimi bir anda azalmaya başlıyor, vücudun hafifliyor, neredeyse kanatlanıp uçacakmış gibi hissediyorsun. İnsanın aklını başından alan bir duygu..." Durdu, belli belirsiz iç çekti. "Çardakta senden özür dilemeye geldiğim geceyi hatırlıyor musun? Ayak seslerimi duyunca başını kitaptan kaldırıp gözlerini yüzüme dikmiştin. O gece aklım başımda değildi Elena."

Bir damla yaş süzüldü gözlerimden. Neden bahsettiğini, beni neyle kıyasladığını idrak ettikçe iplik iplik dağılıyordum.

"Sonra manevralar başlıyor..." diye sürdürdü konuşmasını. "Uçağın motorları gümbürderken kulakların uğulduyor, basıncı tepeden tırnağa hissediyorsun. Jetin hızı arttıkça tam şuranda—" Gözlerini açmadan elini bana uzattı, midemin üzerine koydu. "Şuranda bir heyecan dalgası birikiyor. Orada kalmıyor... Şuraya doğru giderek yükseliyor..."

Mideme bastırdığı elini ağır ağır yukarı sürükledi, göğsüme doğru... Bir şeylerin boğazımda düğüm düğüm olduğunu hissettim.

"Yüksek irtifadayken oksijenin kıymetini anlıyorsun." diye mırıldandı. "Nefes alışların daha ölçülü oluyor. Her dönüşte iç organlarının hareketini, damarlarındaki kanın vücudunun bir ucundan diğer ucuna hızla akışını fiziksel olarak hissediyorsun. Gökyüzünün mavilikleri sonsuzluğa uzanırken imkansız diye bir şey kalmıyor, her şey mümkünmüş gibi geliyor insana. Aşık olmaya benzer, tuhaf bir delilik hali..." Derin bir iç çekişle ekledi. "Uçmanın imkansızlığı imkansız kılan bir yanı var, göçmen kızı. Ayakların yere basarken asla cesaret edemeyeceğin şeyler gökyüzünde bir ihtimale dönüşebilir."

Gözlerini araladı, başını hafifçe yana çevirip yüzüme baktı. Bakışlarındaki buğulu hüzün geceden bile karanlık görünüyordu.

"Bugüne dek hislerimi itiraf etmemiştim çünkü mutlu olabileceğimize inanmıyordum. Hala da inanmıyorum. Fakat evimizde seninle sevişirken, senin de beni sevdiğini anlarken farklı hissetmiştim. O gece gözlerin çok maviydi, Elena. Gökyüzü gibi, sanki her şey mümkün olabilirmiş gibi..." Parmakları yüzüme uzandı, yanağıma süzülen gözyaşını sildi usulca. "Ama öyle olmadığını biliyoruz. Çünkü ne sen bir göçmen kuşsun, ne de ben gökyüzüne dönebilirim artık. Yeryüzünün gerçekliğiyle yüzleşmek zorundayız."

Onun beni gerçekten sevdiğini, hem de böylesine çok sevdiğini ilk kez iliklerime kadar hissettim. Tüm bu hissiyat yaşanmışlıklarıma yeni bir renk kattı adeta. İntiharlarımı ilk kez yaşadığım travmaların, uğradığım haksızlıkların, kendi bakış açımın ötesinde algıladım. Hayatıma girdiği günden bu yana ilk kez, olanlara ve az kalsın olacaklara Alparslan'ın gözünden baktım.

Benim için en ağır olan intiharım ilkiydi, ilk vazgeçişimdi. Fakat Alparslan için hangisi daha ağır olurdu bilemedim. İlkinde başarılı olsaydım zaten birbirimizin hayatından çıkmışken, niyeti beni korumak olsa bile neticede benden vazgeçmişken ölmüş olacaktım. Onun için ecelimle ölmemden daha mı ağır olurdu bu? Birlikte olabileceğimize asla ihtimal vermemişti ve o gün çiftlikte ölseydim, zaten vazgeçtiği bir şeyi kaybedecekti. Belki de tam tersine, ölmesin diye vazgeçtiği birini yitirmek ona daha ağır gelecekti. Bilemiyorum...

Fakat dağ evindeki intiharlarımın ona büyük bir kötülük olacağını biliyordum. İkincisinde emin olamazdı, belki de kazada bıçakların üzerine düştüğümü zannederdi. Ancak üçüncüsünü onun silahıyla denemiştim. Alparslan dışarıda odun kesiyordu, çiftlikten çoktan ayrılmıştık. Birlikte olabileceğimize hala inanmıyordu ama neticede yan yanaydık. Silahın şarjörü dolu olsaydı o gün onun yanı başında, belki de kaybetmeye en hazırlıksız olduğu anda ölüp gidecektim. Üstelik bu kez çiftlikteki gibi bir intihar mektubu da bırakmayacaktım geride. Zamanla sebeplerimi az çok anlasa bile asla emin olamayacaktı.

Mezarlıkta ona attığım tokadın acısı bile hala yüreğimde sürüyorken, eşiğinden döndüğüm kötülükleri idrak etmeye dayanamadım. Emniyet kemerini çözüp gözyaşları içinde ona doğru atıldım aniden. Kollarımı boynuna dolayıp var gücümle sarıldım.

"Alparslan özür dilerim!" dedim hıçkırarak ağlarken. "Yalvarırım affet beni..."

"Güzelim yapma böyle." diyerek iç çekti. "O gece bana inanmaman çok normaldi. Yaşananları düşününce ben de hak verdim sana... Tabi, yengemden de biraz akıl aldım."

Beni sevdiğini söylediğinde ona inanmadığım için özür dilediğimi sanıyordu. Varsın öyle sansın...

"Affettim de sadece." diye yalvardım. "Bunu duymaya ihtiyacım var. Lütfen..."

Hıçkırıklarımın şiddetlendiğini duyunca inatlaşmadı benimle. "Tamam tamam, affettim." diye sırtımı sıvazladı. "Gerçi neyi affettiğimi de bilmiyorum ama sen emrettiysen vardır bir sebebi. Sorgulamak ne haddime?"

"Şöyle şeyler söyleme. Ağlayasım kaçıyor..."

İç çekti hafifçe. Sonra belimden tutup koca bir bebekmişim gibi kucağına oturttu beni. Başımı hala boynunda sakladığım için yüzünü görmüyordum ama konuşurken ses tonundan gülümsediği anlaşılıyordu.

"Elif'im..." dedi iyelik ekine bastıra bastıra. "Sarışınım, göçmen güzelim, narin kalpli sevgilim benim." duraksadı, belimi saran elleri böğrüme kaydı yavaşça. "Zorla mı güldüreyim seni illa?" Kaburga kemiklerimi dürtükleyince huylandım. "Böyle mi? Yoksa şuradan mı gıdıklanıyorsun?"

Yeniden dürtünce tikli gibi zıpladım yerimde. "Alp yapma."

"Yok, şuradandı herhalde..."

Huylanınca tutamadım kendimi, dudaklarımdan bir kıkırtı koptu. "Alp ne olur dur!"

"Güldün mü sen az önce? Tam duyamadım da..." Başını boynuma gömüp kokulu bir öpücük aldı. "En iyisi tekrar güldüreyim..."

Öpücüğe aldanıp gevşer gibi olmuştum. Bu nedenle saldırıya geçtiğinde gardımı alamadım. Zaten kucağına kıstırmıştı beni, istesem de kaçacak yerim yoktu. Yeniden gıdıklamaya başladığında denize düşen yılana sarılır misali boynuna sarılıverdim lakin bir gram merhamet etmedi. Gülmekten yüzüm kıpkırmızı kesilene dek gıdıklamaya devam etti beni.

"Nefesim kesilecek!" dedim biçare çırpınırken. "Gıdıklama ne olur, söz ağlamam bir daha!"

Şükürler olsun ki insafa gelip durdu, ama yüzümün halini görünce bu kez de kahkaha atarak yanağımı ısırdı. Belimdeki elleri gevşer gibi olunca can havliyle kucağından kalkıp kendimi yan koltuğa attım. Nefes nefese kalmış, dağılıp hırpalanmış halimi gördüğünde kahkahaları şiddetlendi.

"Gülmesene eşek herif!" diye söylendim. Bir yandan da telaşla aynadan kendimi kontrol ediyordum. Evet, yanağımı ısırdığı yerler iz yapmıştı elbette. Saçımın başımın birbirine girdiğini görünce öfkeyle söylendim. "Her seferinde ya bir tarafımı morartıyorsun, ya ısırıp kızartıyorsun!"

İmalı bir bakış attı bana. "Ben biraz hoyrat severim."

Gülmeye çalıştım ama başaramadım. Aklıma çocukken kumpanyada duyduğum sesler gelmişti. Ne zaman fahişelerden biri Madio diye bağırsa herkes apar topar karavana koşardı. Biz çocukları müşteriler varken başka bir karavana gönderirlerdi ama sesi duyunca duramazdık orada işte. Göçmen kuşlar gibi sıra sıra karavanın penceresinden başımızı uzatıp neler olduğunu görmeye çalışırdık.

Bunları aşmıştım çoktan. Çiftliğe gittikten sonra dedem birden çok terapiste göndermişti beni. Kumpanyada şahit olduklarımı anlamlandırmama, fahişeliğe ve fuhuşa dair yanlış algılarımı düzeltmeme yardımcı olan sayısız terapi seansına girmiştim. Orada yapılan şeyin yanlış olduğunu biliyordum. Cinselliğin kadınların mecburiyetten katlanması gereken bir eziyet olmadığını, para karşılığı yapılmasının ahlaki açıdan yanlış olduğunu, fahişeliğin bir meslek olmadığını biliyordum. Fakat yine de bazen anılar su yüzüne çıkıyordu işte.

"Elif?" dediğini duydum Alp'in. "Bir şey mi oldu?"

Bakışlarımı ona çevirdiğimde bir miktar endişeli görünüyordu. Yüzümün asılmasından bile endişelendiğini görmek nedense rahatlattı beni. 'Sorun yok.' der gibi gülümsedim. Başını yana eğdi hafifçe, 'Emin misin?' diye sorar gibi. Gözlerimi devirdim. Abartma dediğimi anlayınca hafifçe güldü.

"Ee şimdi nereye gidiyoruz?"

"Bilmem." diyerek sakallarını sıvazladı. Ardından muzip bir bakış attı bana. "Hala cin tonik denemek istiyor musun?"

Hevesle başımı salladım.

Arabadan indiğimde kısa bir an için Hogwarts'a geldiğimizi sandım. Zira tıpkı Hogwarts'ın büyülü merdivenleri gibi caddeyi çevreleyen ağaçlar da hareket ediyordu. Sadece ağaçlar mı? Kaldırım taşları da peyderpey dönmekteydi. Kah iç içe geçiyor, kah bulanıklaşıyor, adeta aklımla oyun oynuyordu.

"Elif gel böyle, düşeceksin."

Alp'in koluma girdiğini hissedince başımı iki yana salladım. "Yalnız bişi diyim mi, ben ayıldım."

Huyuma gitmeye çalışır gibi bir sesle onayladı. "Aynen güzelim. Zaten sarhoş olmamıştın ki."

"Kocacım ben de onu diyorum iki saattir!" diyerek boynuna sarmalandım yeniden. "Boş yere eve geldik, hadi geri dönelim."

"Eve değil, tekneye geldik Elena..."

Şaşkınlıkla başımı çevirip etrafa bakındım. Arabadan indiğimizde dalga sesleri duymuştum ama tekneye geldiğimizi fark etmemiştim. Sahi, biz ne demeye tekneye gelmiştik ki? Yalpalayan adımlarla kıyıya yürürken birden heyecana kapıldım.

"Denize mi açılıcaz?!" dedim Alparslan'a dönerek. "Evime mi götürüyorsun beni? Rumeli'ye mi—"

Sözlerime devam edemedim, zira belediyenin sırf ben düşeyim diye yere koyduğu bir taşa takıldım. Neyse ki yanımda aslanlar gibi manitam vardı. "Yavrum yavaş, düşeceksin!" diyerek son anda sarıldı belime. Ardından eğilip pat diye kucağına alıverdi beni. Birdenbire yeryüzüyle bağlantım kesilince bacaklarımı havada çırparak ufak bir çığlık koyuverdim. Alparslan teknenin kıyıya uzanan köprüsünden geçip güverteye çıkarken boynuna sarılmış neşeyle kıkırdıyordum.

Fakat bakışlarım çehresine takılınca gülüşüm yavaşça soluverdi. Beşiktaş sahilden buraya gelene dek bir yandan araba kullanıp bir yandan beni zapt etmeye çalışmıştı. Durmadan sarılıp onu öpmeye çalıştığım için de derli toplu nizami görüntüsü bozulmuştu. Saçları birbirine karışmış haldeydi, gömleğinin yakası kaymıştı, yanağında ve boynunda ruj izleri vardı. Teninin esmerliği ve yüzünün keskin hatları tüm bu darmadağın haliyle birleşince bambaşka bir çekicilik katmıştı ona.

Daha fazla dayanamadım, kamaraya girerken bir külhanbeyi edasıyla "Heyt be, kimin yakışıklısı!" diye nara attım. Sonra iç çekerek ekledim. "Yaktın beni Ahıskalı... Öyle böyle değil."

Gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı.

Yatağın kenarına vardığımızda beni karyolaya oturttu, ardından diz çöktü önümde. Bacaklarımı kucağına alıp sırayla ayakkabılarımın tokalarını açtı. Ayakkabıları çıkardıktan sonra bacaklarımı kucağından kaldırıp tekrar yatağa koydu. Bunu yaparken dizlerim havaya kalktığı için yatakta dengemi koruyamadım, sırtüstü devrildim.

Saçlarım yastığa çarpıp dağılırken yatağın yanında ayakta duran Alp'e baktım. Ellerini belinin iki yanına koymuş, bir problemi çözmeye çalışır gibi beni inceliyordu. Göz göze geldiğimizde çehresinde acı çekiyormuş gibi bir ifade belirdi. Kıkırdadım.

"Ne düşünüyosun?"

İç çekti. "Bilmek istemezsin."

"Söylesene yaaa!" diye sızlandım yattığım yerde. Streç pantolon bacaklarımı kaşındırınca huysuzlandım. "Ayrıca dikilme tepemde, git geceliğimi getir."

İnanamıyormuş gibi bir kahkaha attı. "Emredersiniz küçük hanım!"

Fakat inatlaşmadı benimle, kendi kendine bir şeyler söylenerek gidip kıyafetlerimin arasından bir gecelik getirdi. Tıpış tıpış. İşte kocayı böyle eğiteceksin.

"Aferin kocacım. Şimdi onu bana giydir."

Hafifçe güldü. "Asla üzerini değiştirmem."

"Niye ya?!"

"Çünkü zaten yeterince acı çekiyorum." diye terslendi. "Başlatma sarhoşluğuna göçmen kızı. Giy şu geceliği, sonra da zıbar yat."

Hayvan...

Homurdanarak yattığım yerde doğrulup oturdum. O da yatağın diğer ucuna oturup sırtını döndü bana. Sabrını epeyce sınadığımı bilmesem sataşırdım ama sarhoş kafayla bile onu kızdırmaya cesaret edemedim. Beni denize atıp gidecekmiş gibi bir hali vardı.

Üzerimdeki bluzu çıkarmak kolaydı, tek hamlede başımdan sıyırıp kenara attım. Fakat streç pantolon gerçek bir baş belasıydı. Kalçamdan aşağı sıyırdıktan sonra tekrar sırt üstü yatıp havaya tekmeler atarak kurtulmaya çalıştım. Olmadı. Yan döndüm yatakta, pedal çevirir gibi bacaklarımı kıvırarak sıyırmayı denedim. Yine olmadı. Ben pantolonla boğuşurken sırtını dönmüş kös kös oturan bir hayvan dile geldi.

"Giyinemedin mi hala?"

"Soyunamadım!" diye çemkirdim öfkeyle. "Çıkar şu pantolonu, nolur..."

Nihayet insafa geldi. Çaresiz bir iç çekişle bana döndüğünde üzerimde sutyen, altımda dizlerime kadar sıyrılmış pantolonla yatakta nefes nefese kalmış haldeydim. Büyük bir ızdırabın içindeymiş gibi gözlerini yumdu.

"Tanrım neden?"

Debelenmenin verdiği yorgunluktan olsa gerek ona daha fazla sataşamadım. Zaten sızmama ramak kalmıştı. Alp yanıma gelip pantolonumu çıkarırken dilim dolanarak teşekkür ettim galiba. Bezgin bir sesle güldü.

"Uyu hadi güzelim."

Sonrasını pek hatırlamıyorum. Kesik kesik görüntülerde bana ayıcıklı pijamalarımı giydirdiği anlar, ve onu öpme çabalarıma direnişi vardı. Bir ara direnişini kırmış olmalıydım. Beni bileklerimden tutup yatağa sabitlediğini, dudaklarıma yapışıp tutkuyla öptüğünü, dilinin ağzımın içinde gezindiğini hatırlıyorum. Sonra nefes nefese geri çekilip dudaklarını kulağıma yaslamış, boğuklaşmış sesiyle "Dur artık." diye yalvarmıştı.

Hatırladığım son görüntüde yatakta sarılmış uzanıyorduk. Başımı göğsüne yaslamış, tüm sarhoşluğumla bıdır bıdır bir şeyler saçmalıyordum. Halinden pek şikayetçi değil gibiydi. Saçlarımı okşarken dudaklarından onaylar gibi sesler çıkararak saçmalıklarımı dinlediğini beyan ediyordu.

Sabah gözlerimi araladığımda bu anıların hepsi silinip gitmişti zihnimden. Kamaranın loşça aydınlığında bir süre sessizce denizi izledim. Dışarıda martıların çığlıkları gemilerin düdük seslerine karışıyordu. Yatakta yan dönüp sırtımı Alparslan'ın göğsüne yaslamıştım. Kolları sıkıca karnıma sarmalanmış haldeydi, sıcak nefesi saçlarıma çarpıyordu. Kalbinin normalden yavaş, huzur verici ritmini kürek kemiklerimin arasında hissediyordum.

Gece olanları hatırlamaya çalıştım ama görüntüler bölük pörçüktü zihnimde. Bir bara gidip cin tonik içtiğimizi, sonra sarmaş dolaş dans ettiğimizi hatırlıyordum. Sonrası karman çormandı. Belli ki akşam epey kafayı bulmuştum ve muhtemelen beni uykumdan uyandıran tuvalet ihtiyacı da bu sebeptendi.

Alparslan'ı uyandırmadan kalkabilmek için ellerini tutup yavaşça karnımdan ayırmaya çalıştım. Uykusunda homurdandı, belli belirsiz iç çekerek çenesini başımın tepesine yasladı.

Uykunun epey derin katmanlarında gezindiğini anlamıştım. Bu nedenle uyanmasından korkmadan bileğini tutup karnımdan kaldırdım. Bileğini bıraktığımda yeniden karnıma sarılmadı.

Bağrımda duran elini bluzumun altına uzattı, sutyenimin içine daldırıp göğsümü avuçladı.

Nefesimi şaşkınlıkla içime çektim.

Bunu o kadar doğal bir şekilde yapmıştı ki ilk birkaç saniye olan biteni algılayamadım bile. Uyanık mıydı şu an? Değilse neden böyle bir şey yapmıştı? Meme avuçlamanın bir uyku refleksi olduğundan pek emin değildim. Üstelik şu an okşuyordu. Uykusunda mı okşuyordu? Kahretsin...

"Alp?"

Boğuk bir sesle homurdandı yeniden. Evet, kesinlikle uyuyordu...

Bileğinden tutup elini çekmeye çalıştım. Okşamayı bıraktı, ancak elini göğsümden çekmedi. Bu esnada ister istemez ona yaslanmıştım. Popomun üstünde hissettiğim sertlikle kafamda taşlar yerine oturdu.

Şu an REM uykusundaydı, bu nedenle parasempatik sinir sistemi daha aktif hale gelmişti. Parasempatik sinir sisteminin dalları ise spinal sinirlerin sakral pleksusundan başlayıp erektil dokuyu besleyen arterlere kadar uzanıyordu. Bir şeyden ötürü bu sinir dalları uyarılmış olmalıydı. Bu da asetilkolin salgılanmasına sebep olmuştu. Asetilkolin ise endotel hücrelerdeki nitrik oksit salınımını tetiklemiş; ve penise giden kan akışını artırmıştı. Kıçımda hissettiğim sertliğin sebebi buydu, ve bu son derece doğal bir biyolojik süreçti. Paniklemem için ortada herhangi bir sebep yoktu. Fakat yine de panikledim.

"Alp!" dedim sesimi bir perde yükselterek. "Alparslan!"

"Yavrum uykum var..." diye sızlandı. "Uyandırma beni..."

Kahretsin, daha ne kadar uyanık olabilirsin ki?

"Tamam uyuyacaksın." dedim küçük bir çocuğu ikna eder gibi. "Ama önce kalkmama izin ver."

"Sen de uyu..."

"Tuvalete gitmem lazım." diye yalvardım. "Sadece yataktan kalkmama izin ver. Uykunu bölme lütfen."

Belki o zaman uyandığında bunları hatırlamazsın...

"Offf..." diyerek esnedi. Sesi şimdi daha dinç geliyordu kulağa. "Uykum bölündü bile—"

Cümlesi yarıda kesilince fark ettiğini anladım. Kısa bir sessizlik oluştu aramızda. Hafifçe öksürdü, yatakta geri çekilerek benden uzaklaşmaya çalıştı ama yapamadı. Sanırım göğsümdeki elini de bu noktada fark etti, çünkü neyi kavradığını anlamaya çalışır gibi parmaklarını sıkılaştırdığını hissettim. Nefesimi tuttuğumu duyunca birdenbire geri çekildi.

"Elif affedersin..." diye gevelediğini duydum. "Ben uyurken... Fark etmedim yani."

Neden onu uyandırmak için ısrar ettiğimi anlamış, ve epey mahcup olmuştu.

"Sorun değil." dedim telaşla doğrulurken. "Ben bi' lavaboya gideyim."

Yataktan kalkıp yüzüne bile bakmadan lavaboya kaçtım. Kendimi içeri atıp kapıyı kilitledim, sırtımı duvara dayayıp derin bir nefes aldım.

Pekala... Aramızda giderek kaçınılmaz hale gelen bir durum vardı. Sevişecek miydik? Normal şartlarda çoktan sevişmiş olacağımızı biliyordum. İkimiz de birbirimizi istiyorduk, imam nikahımız zaten kıyılmıştı. Onun için bir önemi olduğunu sanmıyordum ama benim için önemli bir etkendi bu.

Fakat düğünden sonra beni yurtdışına göndereceğini bilmek de önemli bir etkendi. Mezarlıkta öğrendiklerimden sonra gardımı indirsem de bu konuda hala kırgındım ona. Geleceğimiz böylesine belirsizliklerle doluyken ve Alparslan bunları ortadan kaldırmaya yanaşmıyorken her şey normalmiş gibi davranmak zoruma gidiyordu. Ve bir de tedirgindim, kafam karışıktı, kumpanyada şahit olduklarımı terapilerle aştığımı düşünüyordum ama ya aşamadıysam? Ya aşamadığımı onunla sevişirken anlarsam?

Banyonun kapısı tıklatılınca yerimde sıçradım. "Elif?" diye seslendi Alp dışarıdan. "Kahvaltı sipariş ediyorum, uygun mudur?"

Kapının dibinde durduğumu anlamasın diye banyonun içlerine doğru ilerleyip dışarı seslendim.

"Tamam, ben de çıkıyorum beş dakikaya!"

Lavabodan çıktığımda Alparslan yatağı toplamıştı bile. Beni görünce ayağa kalkıp "Sen geç otur şöyle," dedi. "Siparişler yirmi dakikaya gelir. O arada ben de bir duş alayım."

"Olur, ben yan taraftayım."

Başımı ona çevirip bakmadan hızlı adımlarla kamaradan çıktım. Bel hizasından yukarısı camlardan oluşan, güverteyi kamaraya bağlayan ara bölmeye geçtim. Kapıyı arkamdan kapatıp koltuklardan birine oturdum.

Yüzüme bir sırıtış yayıldı.

Olur da ezkaza biri görür korkusuyla başımı kucağıma gömdüm alelacele. Bir yandan da "Fesat düşünme, Elena." diye kendimi azarlıyordum, ama ne mümkün? Okuduğum onca aşk romanından sonra fesat düşünmemem olanaksız gibi bir şeydi.

Düşünme, düşünme. Başımı kucağımdan kaldırıp ellerimle yüzümü yelledim. Acaba ne yapıyordu içeride? Beni düşünerek mi şey— Off! Düşünme, düşünme... Belki de gerçekten günahını alıyordum. İçeride şey yapacak olsa duşa gireceğini söylerken utanırdı. Ne bileyim gergin olurdu en azından...

Aklımdaki fesat düşüncelerle başa çıkamayacağımı anlayınca kalkıp tekrar içeri geçtim. Önce güzel bir şeyler giydim üzerime. Saçlarımı tarayıp makyaj çantasındaki el aynasından bakarak hafif bir makyaj yaptım. O esnada korumalardan biri dışarıdan seslendi. Kahvaltıların geldiğini anlayınca dışarı çıktım. Masayı kurarken Alparslan da duştan çıkmıştı, içeriden gelen sesler sayesinde üzerini giyindiğini anlayabiliyordum.

Kamaranın kapısı açılınca omzumun üstünden ona baktım. Duş almakla kalmayıp tıraş da olmuştu, biraz uzamış saçlarının ve kirli sakalının yerinde nizami bir subay tıraşı vardı artık. Üzerine koyu renk bir pantolonla siyah bir gömlek giymişti. Beyaz gömlekli haline de bayılıyordum ama siyahlar içindeyken başka bir yakışıklı olduğunu inkar edemezdim.

"Sıhhatler olsun." dedim gülümseyerek.

Beni süzmekle meşgul olduğu için birkaç saniye geç cevap verdi.

"Olur umarım."

-*-

Kahvaltı huzur içinde geçti. Bir ara dün gece neler olduğunu sordum. Pek bir şey olmadığını, ben sarhoş olunca tekneye dönüp uyuduğumuzu söyledi. Denizdeyken yaptığım gibi rezillik çıkarmadığımı duyunca rahat bir nefes aldım. Görünüşe bakılırsa geçen seferki ilk kez sarhoş olmanın etkisindendi.

Kahvaltıdan sonra birlikte masayı topladık. Bugün ne yapacağımızı bilmediğim için onun bir şeyler söylemesini bekliyordum. Neyse ki beni çok bekletmedi. Etrafı toplamakla oyalandığımı görünce yanıma geldi, omuzlarımdan tutarak camlı bölmenin dışına yönlendirdi.

"Tamam artık, her yeri topladık işte. Gidebiliriz."

Diğer elinde çantamı tuttuğunu görünce hafifçe güldüm. "Bugün nereye götüreceksin beni?"

"Ben seni bir yere götürmeyeceğim." diye düzeltti güverteye çıkarken. "Sen beni bir yere götüreceksin."

"Nasıl yani?" diye sordum. "Ne oluyor Alp?"

"Benim güzel sevgilim bugün 23 yaşına giriyor." dedi boynuma minik bir öpücük kondururken. "İlk doğum günü hediyesi benden olsun istedim."

Şaşkınlıktan ağzımı açamadım. Gerçek doğum günümün bugün olduğunu nereden biliyordu ki? Kimliğimi Türkiye'ye geldiğimde çıkartmıştık, orada yazan tarih doğru değildi.

Sonra birden çiftlikteki gece buluşmalarımızı anımsadım. Burçlarla ilgili bir şeyler sormuştu bana. Kendi burcumdan bahsederken doğum günümü de ona söylemiştim. Bunca zamandır aklında tuttuğunu anlayınca gözlerim doldu.

"Ben... Yani, ne desem bilemiyorum..." diye geveledim. "Bunu hatırlaman benim için o kadar değerli ki..."

Ardından parmak uçlarımda yükselip minik bir öpücük kondurdum yanağına. Misler gibi tıraş losyonu kokuyordu. Dayanamadım, ellerini bırakıp yüzünü avuçlarımın arasına alarak koklaya koklaya öptüm. "Çok, çok teşekkür ederim!"

Hafifçe güldü. "Doğum gününü hatırladığım için mi, yoksa hediyeyi beğendiğin için mi?"

Geri çekilip şaşkınlıkla yüzüne baktım. "Hangi hediye?"

Ufak bir baş hareketiyle kıyı tarafını işaret etti. Arkamı dönüp gösterdiği yere baktım fakat sıradışı bir şey göremedim. Yürüyüş yapan insanlar vardı, sahili yoldan ayıran yeşil alanda birkaç genç oturuyordu. Daha ileride, yolun kenarında korumalar vardı. İki tanesi Alparslan'ın arabasının yanında duruyordu, diğerleri ise yabancı bir arabanın yanındaydı. Kırmızı bir arabanın...

Çiftlikteki gece buluşmalarımızda, ona günün birinde araba alırsam renginin mutlaka kırmızı olacağını da söylemiştim.

"Yüzündeki ifadeden beğendiğini anlıyorum."

Hayretle yüzüne baktım. "Alparslan sen bana araba mı aldın?"

"Eh, her dışarı çıkmak istediğinde birileri seni götürüp getiremez." diye güldü. "Kusura bakma göçmen kızı, babanın evindeki özel şoförle ulaşım imkanlarını sağlayamam sana—"

Dudaklarına yapıştığımda sözleri yarıda kesildi. Parmak uçlarımda yükselerek kollarımı boynuna sarmaladım. Bana araba hediye ettiği için öpmüyordum onu. Canım istediğinde arabaya atlayıp bir yerlere gidebilme imkanı verdiği için öpüyordum. Galiba o da bunun farkındaydı.

Belimden kavrayıp kendine çekti beni, dudaklarının kenarında belirip kaybolan bir tebessümle öpüşüme karşılık vermeye başladı. Ta ki, gözümden süzülen bir damla yaş dudaklarına çarpana dek... Ağladığımı fark edince geri çekilip bir öpücük bıraktı alnıma. Bir eliyle başımın arkasından kavrayarak yüzümü köprücük kemiklerindeki çukura bastırdı.

Kollarımı beline dolarken "Teşekkür ederim," diye fısıldadım. "Neye teşekkür ettiğimi biliyorsun, değil mi?"

İç çekti hafifçe. "Biliyorum... Aslında aklıma ilk gelen şey motosikletti. Çiftlikteyken babanın motorunu ahıra kilitlemesine çok üzülüyordun... Ama biliyorsun, burası Mersin değil. İstanbul trafiğine motorla çıkman epey tehlikeli olurdu."

Kollarımı daha sıkı sardım beline. Bana hediye ettiği kırmızı arabanın maddi bir jestten ibaret olmadığını o da biliyordu. Zaten çiftlikteyken mahrum kaldığım şey bu değildi. Babam hiçbir zaman maddi konularda kısıtlamazdı bizleri. İstesem araba alacak maddi imkanım hep vardı, fakat o imkanlar kredi kartlarının bir köşesinde öylece dururdu.

Şimdiyse birileri karşıma geçmiş, samimi bir mahcubiyetle, motosiklet tehlikeli olduğu için araba kullanmamın daha uygun olacağını anlatıyordu bana. Hem de hayallerini kurduğum kıpkırmızı bir arabayla...

Uzun zaman sonra ilk kez, özgürlüğü iliklerime dek hissediyordum.

"Hadi gidip şu arabayı bi' deneyelim." diye mırıldandığını duydum. "Bugün yapılacak çok işimiz var."

Elimin kenarıyla yanağımdaki ıslaklığı silip başımı salladım. Belimdeki kollarını çözüp başımın tepesine bir öpücük bıraktı. El el tutuşup yürümeye başladık.

Kumpanyadan ayrıldığımdan bu yana ilk kez gerçek doğum günümü kutlayacaktım. Dedem öldükten sonra ise ilk kez bir doğum günü kutlayacaktım. Tekneden inip önce kıyıya, oradan yolun karşısına geçerken heyecandan içim içime sığmıyordu.

Arabanın yanına ulaştığımızda heyecanım ikiye katlandı. O kadar güzeldi ki... Sessiz bir asaleti vardı adeta. Şehrin gri betonları arasında bir yangın çiçeği gibi parlıyordu.

Canavarı andıran devasa arabalardan değildi. Bakın ben aşırı zenginim diye bas bas bağıran uzun, şasesi yere yakın görgüsüz arabalarından da değildi. Daha da önemlisi, bayan arabası diye tabir edilen bir araç değildi. Bu tabirin kendisine ayrı, arabalara bile cinsiyetçilik yapan erkeklere ayrı sinir oluyordum.

Fakat Alparslan gayet güçlü bir araç seçmişti bana. Arabalar konusunda uzman sayılmazdım ama bu arabanın yüksek jantlarına bakınca içinde sessiz bir canavar yattığı hissediliyordu.

Alp sürücü tarafındaki kapıyı açınca tüm şaşkınlığım ve hayranlığımla arabaya bindim. Bir şeyler söylemem gerektiğini biliyordum ancak kendimi arabaya öylesine kaptırmıştım ki, mantıklı bir cümle kurabileceğimi zannetmiyordum.

Sürücü koltuğuna oturduğumda farkı daha belirgin biçimde hissettim. Kapıları kapatır kapatmaz dış dünyanın sesleri azalmıştı. Kendimi güvenli bir yeraltı sığınağının içinde gibi hissediyordum. Kontrol panelindeki düğmeleri ve yüksek teknoloji sürüş destek sistemini görünce "Vaov..." diye mırıldandım. "Sen bu işlerden anlıyorsun, Ahıskalı."

Kahkaha attı. "Ne dedin sen?"

Tamam, biraz gaza gelmiştim sanırım.

"Arabaya bayıldım." dedim onu duymazdan gelerek. "Modeli ne bunun?"

"Lexus NX ama INKAS zırhlı."

"Hmm... Bu ne demek oluyor?"

"Yani, camlar ve gövde kurşun geçirmez." diye açıkladı. "Aracın altında ek zırh plakaları var, patlamaya karşı korumalı. Süspansiyon ve frenler takviyeli, yakıt deposu hasar alırsa kendi kendini mühürlüyor. Bir de acil durum çıkışı eklendi. Arka bagaj alanında gizli bir panel var, güvenlik şifresiyle açıp çıkabiliyorsun."

Pekala, bu biraz tedirgin ediciydi. Mezarlıkta gördüklerimden sonra saydığı özelliklere gereksiz diyemezdim ama yine de patlamaya karşı önlem alma gereksinimim olduğunu bilmek hoş değildi. Korktuğumu fark etmesin diye espri yaparak ortamı yumuşatmaya çalıştım.

"Bir de mafya değilim dersin..."

"Mafya değilim zaten, Şevket'in kızı. Beni babanla karıştırma."

Bıkkınlıkla iç çektim. Alparslan'ın bu konudaki inkârıyla ileri seviye münazara kabiliyetlerim bile başa çıkamazdı. Ve bir de, bu durum içten içe hoşuma gidiyordu. Eğer mafya olduğunu kabullenip bu kimliği benimsemiş olsaydı işte o zaman çaresiz kalırdım. Çünkü böyle bir durumda ya ondan ayrılmak zorunda kalırdım, ya da Gülendam ablanın kaderini yaşardım. Mezarlıkta öğrendiklerimden sonra ikincisini seçebileceğime pek ihtimal vermiyordum.

Fakat Alparslan'dan ayrılmayı da kabullenemezdim artık. Bir şekilde benimle birlikte yurtdışına gelmeye ikna etmeliydim. Onun yeraltı dünyasında olmayı kendine yakıştıramadığını, çoğu erkeğin havalı bulacağı illegal bir hayatı utanç kaynağı olarak görüp reddettiğini görmek bu nedenle hoşuma gidiyordu. Çünkü bunlar Alparslan'ın ikna edilmeyi içten içe istediğinin göstergesiydi.

Daha da keyiflenmiş olarak emniyet kemerimi bağladım. Arabayı çalıştırdığımda umduğumdan daha sert bir kalkış yaptık. Öne doğru savrulurken Alparslan'ın endişeli bakışlarını görmezden gelmeye çalıştım.

"Çiftlikte kullandığım araçlar daha büyük olduğu için..." dedim geveleyerek. "Traktör ve jeep kullandıktan sonra crossover arabalar kendi kendine gidiyormuş gibi hissettiriyor."

Sorun şu ki, traktör ve jeep sadece çiftlikte arazisi içinde kullandığım araçlardı. Arazimiz devasa olsa da yüksek hız yapabileceğim bir parkur veya otoban değildi sonuçta.

Fakat sürüş konusunda yetenekli olmalıydım. Zira çok geçmeden uyum sağladım arabaya. Sanki birbirimizi önceden tanıyor gibiydik, tuhaf bir şekilde arabanın da bana ısındığını hissetmiştim.

"Nimbus beni sevdi." dedim direksiyonu okşarken. "Aslan oğlum benim."

Alparslan kahkaha attı. "Arabaya isim mi verdin cidden?"

"Kıskandın mı?" diye sordum. Sonra sırıtarak ekledim. "Gerçi sen kıskanç biri değildin dimi? Öyle söylüyordun..."

"Önüne bak, Elena." dedi homurdanarak. "Virajı kaçıracaksın."

"Buradan mı döneyim?"

"Dön ama sola doğru."

"İyi de o zaman tekneye geri dönemeyiz." diyerek kaşlarımı çattım. "Burası otoban yoluna çıkıyor."

Alp haylaz bir çocuğu andıran gülüşüyle göz kırptı.

"Sürücülük kabiliyetlerini bir de otobanda görelim istedim. Korkuyor musun yoksa?"

Küçümser bir bakış attım ona. Ardından direksiyonu kırıp otoban yoluna saptım. Aldığım kusursuz viraja ufak bir ıslık çalarak tepki verdi. Yüzüme yayılan keyifli sırıtışa engel olamadım.

Zaten yeniden didişmeye başlamamız çok uzun sürmedi. Otobanda ilerlerken durmadan bana laf atıyor, bazen vites kullanım tarzımı, bazen bıraktığım takip mesafesini, bazen de gaza basmayışımı eleştirerek beni çileden çıkarıyordu. Bir noktada öylesine tepem attı ki "Sıkı tutun." dedim öfkeli bir nefes vererek. "Ve mümkünse çığlık atma."

Kahkahası kulaklarımda çınladı. "Attırsana."

Gazı kökleyerek çenesini kestim. Çığlık atmamıştı fakat vücudu koltuğa yapışırken bir eliyle kapının koluna tutundu. Öteki eliyle bacağımı kavradığında az kalsın direksiyonu bırakıyordum. Hızı düşürüp yüzüne şaşkın bir bakış attığımda pardon dercesine iki elini birden havaya kaldırdı fakat suratında hınzır bir tebessüm ışıldıyordu. Bu hali karşısında bu kez kahkahalarla gülmeye başladım.

Mutluydum. Öylesine mutluydum ki mutlu olduğumu düşünmeye korkuyordum. Kalbimi yerinden sökecekmiş gibi çarptıran, dizlerimi titretip adımlarımı yalpalatan bu şey her neyse çok kırılgan bir hismiş gibi geliyordu bana. Sanki avuçlarımda kanat çırpan bir göçmen kuş vardı. Ellerimi açarsam uçup gitmesinden korkuyordum.

"Şu az ileride dur." dediğini duydum Alp'in. "Otobüs durağının biraz ilerisinde."

Durmamı söylediği yer yaklaşık yüz metre ileride olduğu için ulaşmamız birkaç saniye sürdü. Bense nereye geldiğimizi hala çözememiştim. Devlet kurumu gibi bir yer olmalıydı, devasa bahçe kapılarının tepesinde bir tabela vardı ama yan durduğu için üzerinde yazanları okuyamıyordum.

"Neresi burası?"

Ülkenin en iyi vakıf üniversitelerinden birinin adını söyledi. "Burası da kampüsün arka kapısı." diye ekledi. "Buradan girersek rektörlüğe daha çabuk gideriz."

"Rektörlüğe neden gidiyoruz ki?"

"Öğrenci kartını almak için." dedi. "Tıp fakültesi dekanıyla da görüşmen var. Kayıt işlemlerin halloldu ama bazı detayları seninle konuşması gerekiyormuş."

Şaşkınlıktan sesim zar zor duyuldu. "Alparslan... Ne demeye çalışıyorsun? B-ben anlayamıyorum..."

"Anlamayacak bir şey yok, göçmen kızı." diyerek gülümsedi. "Tıp fakültesine geri dönüyorsun."

"Ne var ki, kavuştuğu özgürlüğün ortasında ansızın şunu fark etmişti; özgürlüğü ölümdü. Tek başına kalmış, dünya onu korkunç bir şekilde kendi başına bırakmıştı."

Hermann Hesse, Bozkırkurdu

-*-

ELENA
aylar sonra

Ani bir telefon sesiyle irkilerek uyandım ve tuhaf olan şey şu ki, ayaktaydım. Internlük sayesinde geliştirebildiğim kabiliyetlerimden biriydi bu; sadece oturduğum yerde değil, ayakta da uyuyabiliyordum. Tıpkı astronotlar gibi... Sahi, tıp fakültesini bırakıp astronot olabilir miydim acaba? Doktorluğa dair pek bir beklentim kalmamıştı, üstelik astronotluğun başka bir gezegene gidebilmek gibi bir avantajı vardı.

Odadaki internlerden biri hocanın sorusuna cevap vermeye başlayınca hafifçe sıçradım. Vizitin ortasındaydık, dört internle birlikte Pars hocanın hastalarından birinin odasına toplanmış muayeneyi izliyorduk. Bu esnada ara sıra bize dönüp sorular soruyor, bulgulardan yola çıkarak doğru sonuca ulaşmamızı bekliyordu. Bütün hastanenin nöbetlerini üstlendiğim için bu konuda bir sorun yaşamıyordum, uyurken bile bir hastaya teşhis koyabilecek kadar kendimi geliştirmiştim.

Fakat uyanık kalma konusunda pek becerikli değildim...

"Doktor hanım!"

Pars hocanın bana seslendiğini duyunca irkilerek tekrar uyandım uykudan. Ne sorduğunu duymamıştım ama belli ki ilk kez sormuyordu. Zira hastanın yanından ayrılıp bana doğru yürümeye başladı, bu da sağlam bir fırça yiyeceğimi gösteriyordu. Evet, Pars bu konuda kimseye ayrıcalık tanımazdı.

"Gerçekten duymuyor musunuz?" dedi karşıma dikilirken. Yeniden dalmak üzere olduğum uykuyu elimin tersiyle itip kendime geldim telaşla. Başımı kaldırıp yüzüne bakarken mahcubiyetle cevap verdim.

"Affedersiniz hocam, dalmışım. Soruyu tekrar alabilir miyim?"

Neden bilmem ama yüzümü görünce duraksadı. Öfkesi bir anlığına sekteye uğrarken beni muayene eder gibi incelediğini fark ettim. Yüzündeki ifade giderek sertleşti, dudakları düz bir çizgi haline geldi. Koyduğu teşhis her neyse hoşuna gitmediği ortadaydı. Zira şimdi iki kat daha kızgın görünüyordu.

"Telefonunuz çalıyordu." dedi dişlerini sıkarak. "İki dakika boyunca neşeli zil sesini dinledik—"

Ve onu doğrularcasına telefonum yeniden çalmaya başladı. Cebimden yükselen zil sesiyle bir kez daha sıçrarken bunu nasıl duymadığıma hayret ettim. Ayakta dururken REM uykusuna girmiş olabilir miydim?

"Sessize almayın, dışarı çıkıp konuşun." diye buyurdu Pars. "Sonra da yemekhaneye gidip bir şeyler yiyin lütfen. Bugün acil servis fazlasıyla yoğun, bir de sizinle uğraşmayalım."

Afallamış bir halde başımı sallayıp kapıya yöneldim. Dışarı çıkarken odadaki diğer üç intern'in hoşnutsuz bakışlarını fark etmiştim. Haksız değillerdi. Aynı şeyi içlerinden biri yapsa bir ay boyunca Pars hocanın vizitlerinden men edileceğini hepimiz biliyorduk.

Koridora çıkınca derin bir nefes alıp cebimdeki telefonu çıkardım. Muhtemelen Savaş arıyordu, Gülendam abla hakkında konuşmak isteyecekti. Fakat telefon ekranına baktığımda yanıldığımı anladım. Zira hiç ummadığım biriydi beni arayan kişi...

Babam.

Titreyen ellerimle telefonu açıp kulağıma götürdüm. "Alo?"

"Hele şükür!" diye bir gürleme yükseldi karşı taraftan. "Niye açmıyorsun on saattir telefonunu?!"

Kulağa çok saçma geldiğini biliyorum ama aylar sonra babamın sesini duyunca gözlerim doldu. Bir zamanlar hayatımın olağan bir parçasıydı, bana yaptığı onca şeye rağmen on beş yıl boyunca her gün yüzünü görmüş, her gün sesini duymuştum babamın. Sonra bir anda pat diye hayatımdan çıkmıştı ve şimdi sesini yeniden duyana dek, eksikliğini hissetmediğimi sanıyordum.

Yaptığı onca şeyden sonra babamı nasıl özlemiş olabilirdim ki?

"B-ben hastanedeyim." diye geveledim. " Bir şey mi oldu baba?"

"Onu sen söyle." dedi homurdanarak. "Ama sakın yalan söyleyeyim deme. Kalkar gelir un ufak ederim seni."

"Anlamadım... Neyi söyleyeyim?"

"Ahıskalı olacak kalleş ailesi sana para vermiyor mu?" diye sordu pat diye. "İtibarımı yerle bir etmek için şimdi de bunu mu yapıyorlar?!"

"Baba sen ne diyorsun Allah aşkına? Nereden çıkardın parasız olduğumu?"

"Kredi kartından para çekilmiş." dedi homurdanarak. "Sabahleyin muhasebeci haber verdi. Çok küçük meblağ olunca şüphelenmiş, kartı mı kaybettiniz diye sordu." Derin bir nefes aldı, telefonun diğer ucunda yumruklarını sıktığına emin olduğum bir sesle devam etti. "Ulan bu Ahıskalı denen soysuzlar iki yüz liraya mı muhtaç etti seni?! Ne cüretle?!"

Kahretsin... Eğer küçük bir meblağ çekersem farkına varmaz diye düşünüyordum ama tam tersine fark etmesine sebep olmuştum. 'Keşke yüksek meblağ çekseydim...' diye hayıflandım. Hiç değilse o zaman bir yalan uydurabilirdim, kartımı evde unuttuğumu, cüzdanımdaki nakit yeterli gelmediği için onun kartını kullandığımı falan söylerdim. Şimdiyse söyleyecek tek bir yalan bile gelmiyordu aklıma. İki yüz lirayı onun kartından çekmek zorunda kalışımı nasıl izah edebilirdim ki?

"Baba ne iki yüz lirası?" dedim hayret yüklü bir sesle. "Ben İstanbul'a geldikten sonra çiftlikteki kartımı hiç kullanmadım. Nerede olduğunu bile bilmiyorum. Neden iptal ettirmedin ki onu?"

"İptal ettirseydim de cümle alem Şevket Baykar kızının harcayacağı üç kuruştan korkmuş mu deseydi?" diye söylendi. "Bana bak akılsız, ben seni o aileye cariye diye vermedim. Gelin gittiğin evde gelin gibi muamele göreceksin, anladın mı beni? Eğer öyle muamele görmüyorsan da bana söyleyeceksin!"

Güçlükle yutkundum. Boğazımda düğümlenen bir şeyler sükun etmek üzereydi.

"Merak etme baba, Ahıskalılar bana sizin davrandığınız gibi davranmıyor. Benim bir ailem var artık. Günün birinde sıkıntıya düşersem de kendi ailemden birilerine söylerim, sana değil."

"Nankör köpek!" diye bağırdı öfkeyle. "Belli ki iyi şımartmışlar seni orada... Ama şunu kafana koy, geberip gidene kadar sen Şevket Baykar'ın kızı olacaksın. Çaldırdığın kredi kartını iptal ettirip yerine yenisini yollayacağım, salaklık edip onu da kaybetme sakın."

Bıkkınlıkla iç çektim. "Kullanmayacağım ki. Neden yolluyorsun?"

"Yollamadı demesinler diye."

Ve telefonu suratıma kapattı.

Öfkeyle dişlerimi sıktım. Babamın derdi buydu işte. Kendi itibarının zarar görmemesi... Göndereceği kartı kullanmaya kalkarsam itibarının zarar gördüğünü anlayıp buraya gelecekti. Sonra da beni yaka paça çiftliğe götürürdü belki. Veya bu kez kafama sıkıp kurtulurdu. Kurtulurduk.

"Elif?" diye bir ses duydum yanımda, ancak dönüp bakamadım.

Günün birinde bir hayatım olacak mıydı sahiden? Pek umudum yoktu. Tek bildiğim şey o güne değin yaşamak zorunda olduğumdu. Zira insanın hayatından vazgeçebilmesi için kendine ait bir hayatı olması gerekiyordu.

"Elif yüzüme bak."

Çiftlikteki ve dağ evindeki intihar girişimlerimin neden başarısız olduğunu anlamıştım. Çünkü o zamanlar kendime ait bir hayatım yoktu. Sahip olduğum hayatı kendim yönetmediğim için onu sonlandırmam da başka insanların istencine bağlı bir karardı.

Önce yaşamak istiyordum. Sonra hoşuma gitmezse belki yine ölürdüm.

"Elif beni duyuyor musun?" diye yineledi yanımdaki ses. Başını eğip benimle göz teması kurmaya çalıştı. "Elena?"

Gözlerine baktım.

Türkmen gözlü bir adamın kapkara bakışları değil; Pars'ın yeşil, Balkanlarda yitirdiğim evimin dağları kadar yeşil gözleri karşıladı beni.

Vizit bitmiş olmalıydı, diğer intern'ler odadan çıkıyordu. Pars'ın endişeli gözlerle beni izlediğini görünce toparlanmaya çalıştım.

"Bu adı kullanma." diyebildim sadece. "Sana kullanmamanı söylemiştim."

"Bu ad senin gerçek adın." diye hatırlattı. "Dalıp gittiğinde, etraftakileri duymaz olduğunda sadece bu ad seni geri getirebiliyor."

Geri gelmek istediğimi kim söyledi ki?

Başımı iki yana salladım halsizce. "Yine de kullanma."

"O zaman dalıp gitme." dedi iç çekerek. "Neyse... Görüyorum ki yemekhaneye gitmemişsin. Bu şekilde sonsuza dek devam edemeyeceğini biliyorsun değil mi?"

"Telefon görüşmem yeni bitti. Ayrıca ben gayet iyiyim."

Dudaklarının kenarında alaycı bir tebessüm belirdi. "Uykusuzluktan gözlerinin altı mosmor. Cildin o kadar solgun ki seni morga göndersem ceset torbasına koymaya çalışırlar. Ellerin titriyor, muhtemelen açlıktan. Ve hala başkalarının nöbetlerini tutuyorsun."

Kahretsin. Bunu nereden öğrenmişti?

"Ben aslında—"

Elini kaldırarak susturdu beni. "Yaşamak isteyip istemediğine karar ver Elif. Bu şekilde ölemezsin. Ama yanlışlıkla birilerinin ölümüne sebep olabilirsin."

Utançla başımı eğdim. Haklıydı. Bir intern olarak yanlışlıkla birilerini öldürme ihtimalim epey azdı ama bu şekilde diğer personellerin işine engel olabilirdim. Sorun şu ki, parayla nöbet tutmaktan başka şansım yoktu.

"Özür dilerim hocam." dedim samimiyetle. "Bundan sonra daha dikkatli olacağım."

Yeniden iç çekti. "Eminim öyle yaparsın... Neyse, yemekhanede düzgün bir şeyler kalmamıştır şimdi. Zaten ben de kurt gibi acıktım. Şu yeni açılan köfteciye gitmeye ne dersin? Hesaplar benden."

"Hocam gerek yok gerçekten—"

"On dakika sonra hastane çıkışında ol." diyerek susturdu beni. Ardından saatine kısa bir bakış atıp ekledi. "Hayır, on beş dakika sonra... Benim 235 numaradaki hastaneye bir bakmam gerekiyor, o arada sen de intern odasından çantanı falan alırsın."

"Hocam—"

"Elena." dedi basitçe. "On beş dakika sonra hastane çıkışında görüşürüz."

Daha fazla itiraz etmek istemedim. Dudaklarımda buruk bir tebessüm belirirken başımı salladım hafifçe.

"Teşekkürler, Pars." dedim. "İyi ki varsın."

Oy vermeyi lütfen unutmayalım. Sonraki bölümde görüşmek üzere! *.*

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro