Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 35 - Dost Ateşi

Son partı son anda ekledim, hayli uzun bir bölüm oldu. Çoğunuzun bildiği üzere okunma sayılarımız epey hızlı artıyor ama yorum ve oy sayılarında daha gerideyiz. Rakamların ötesinde, fikirlerinizi de hakikaten merak ediyorum arkadaşlar. Paylaşmak mecburiyetinde değilsiniz ama paylaşırsanız çok çok sevinirim. *.*

Bu bölümü Twitter'da yaptığı paylaşımları ilgiyle takip ettiğim biricik okuyucum Wish'e (thatswish) ithaf etmek istiyorum. Ellerine sağlık canım benim, Ederlezi seninle çok daha güzel. <3

"Okçulardır gözleri hoş nişandır kaşlar;
Öldürür yüz süvari kimdir ol Alparslan."

-Mevlâna, Divan-ı Kebir


ELENA

"Buraya geldiğin günden beri hangi abimi gördün?" diye sordu. "Kaç tanesi gelip tanıştı seninle?"

Sesim titredi. "Bu ne demek şimdi?"

"Ne demek olduğunu biliyorsun, Elena." dedi sakince. "Abilerimi görmüyorsun, çünkü hepsi toprağın altında."

Kahkaha attım. "Ne anlatıyorsun sen ya?"

"Kardeşlerim arasında sadece İzzet abim hayatta diyorum. Bu yüzden sadece onunla tanışabildin. Çünkü diğerleri yok."

"Saçmalama." dedim boş bakışlarla. "Saçmalama, bir sebebi var. Asaf abi İzzet abiyle görüşmüyormuş, ondan gelmiyor buraya. Atilla abin hapiste, Nurcihan ablan hapishaneye ziyarete gidip geliyor. Baybars abin de karısı yüzünden gelmiyordur. Bilmiyorum. Saçmalama Alparslan."

"Bunları sana kim söyledi?"

"Birinin söylemesine gerek var mı?!" diye çıkıştım ona. "Bütün gün bu evdeyim ben, sürekli isimlerini duyuyorum. Ölmüş birini anar gibi konuşmuyor kimse, gayet de yaşıyorlar çünkü. Daha dün Nurcihan Hanım lahana sarmasını görünce Atilla bayılır buna dedi. Atilla bayılırdı demedi, anlıyor musun?"

"Bizim ailede ölülerin arkasından yas tutulmaz Elif. Onlardan bahsederken farklı bir dil kullanmayız, ciddileşip matem havasına girmeyiz. Hala hayattalarmış gibi konuşuruz. Ama hepsi ölü."

"Ne demek ölü ya?!"

"Ölü işte!" diye yineledi. "Benim abilerimin hepsi öldü! Bir tek İzzet abim var, onun da çocukları öldü."

"Siktir git yalancı aptal!" diyerek iteledim onu. "Ben de durmuş aptal gibi seni dinliyorum. Aptal!"

"Ne yalanı Elif? Öldüler diyorum, nesine inanmıyorsun?!"

"Gülşen abla bugün bizimle AVM'ye neden gelmedi biliyor musun? Asaf abiyle evlilik yıldönümlerini kutlayacakları için!"

"Kim söyledi sana bunu?"

"Gülşen abla söyledi, kim olacak? "Ben sizinle gelemeyeceğim, bugün Asaf'la evlilik yıl dönümümüz." dedi!"

"Gülşen yengem sana bugün evlilik yıldönümümüz demiş, birlikte kutlayacağız dememiş. Muhtemelen çocukları da alıp kabristana gitmiştir, o yüzden gelmemiştir sizinle."

Onu dinlerken söylediklerinin gerçek olma ihtimalini düşünmeden edemedim. Sahi, bugüne dek abilerinden hangisiyle karşılaşmıştım ki? Sonra İzzet abinin çocuklarının öldüğünü de söylediği geldi aklıma. Silkinip kendime geldim.

"Alparslan sen gerçekten iyi değilsin."

"Asıl sen iyi değilsin Elif!" diye çıkıştı bana. "Abilerimi bir kez bile görmedin. Öldüklerine inanmak neden bu kadar imkansız geliyor?"

"Bak sadece sakin—"

"Kızım soruma cevap versene!"

"Mantıksız şeyler söylüyorsun çünkü!" dedim kendimi tutamayıp. "Bir tek İzzet abim var, onun da çocukları öldü dedin mesela... Eğer bu söylediğin doğruysa o zaman ben deliriyorum demektir."

"Neden? İzzet abimin hangi oğlunu gördün bugüne dek?"

"Görmedim ama yaşadıklarına yüzde yüz eminim! Gülendam abla durmadan onlardan bahsediyor ya!"

Ömrümde gördüğüm en kesif çaresizlik çöktü bakışlarına. "Elif, sen her şeyi—"

"Yanlış anlamış olamam!" diye çıkıştım ona. "Çünkü kulak misafiri olduğum şeyler değildi bunlar. Ölülerden hayattalarmış gibi bahsederiz diyerek açıklayabileceğin şeyler de değil... Şu an neden tam aksine inanıyorsun bilmiyorum ama yeğenlerin hayatta Alparslan. Hatta Cihan askerde, bir iki haftaya terhis olup gelecek. Onun ikizi Murat yurtdışında okuyor. En büyükleri Savaş da hapiste şimdilik, Gülendam abla ikinci duruşmada serbest kalması için dualar edip duruyor. Sen bana abinle yengenin üç evladının da öldüğünü söylüyorsun!"

"Dört." diye mırıldandı. "Abimle yengemin dört evladı öldü."

Ve böylelikle onun bir psikoz geçirdiğine emin oldum. Zaten ikimizden birinin delirmemiş olması imkansızdı, zira birkaç gün önce Savaş'ın hapishaneden gelen mektubunu gözlerimle görmüştüm. Gülendam abla gözyaşları içinde oğlunun yazdıklarını okurken diğer gelinler de oradaydı üstelik. Hepsi birden delirmiş olamazdı.

Alparslan'ın sağlıklı düşünemediğine emin olunca etrafımı saran panik bulutları dağılıp yitti. Hemen her konuda kendimden şüpheye düşebilirdim fakat karşımda bir hasta varken işler basitleşiyordu.

"Alp sana birkaç şey soracağım." dedim panikten titreyen ellerimle. "Bugünün tarihini biliyor musun?"

"Ne?"

"Tarih işte... Bugün ayın kaçı?"

"Elif sen ne saçmalıyorsun?"

"Sakince bugün ayın kaçı olduğunu düşünmeni istiyorum." dedim. "Çok zor bir şey değil."

"Yahu beşi işte! Niye soruyorsun bunu bana?"

"Evet, bugün ayın beşi. Peki şu an nerede olduğumuzu biliyor musun?"

Ufak bir kahkaha attı. "Sen şu an benim delirdiğimi falan mı düşünüyorsun?"

"Ben senin iyi olmadığını düşünüyorum." dedim açıkça. "Psikolojik baş ağrısı atakları yaşıyorsun Alparslan, üstelik yazı yazarak kurtuluyorsun ağrıdan. Ne malum şu an bir psikoz geçirmediğin?"

Çehresinde görmeyi en son umduğum duygunun izleri belirdi: Umudun...

Alparslan'ın söylediklerime inanmak istediğini, delirmiş olmayı umut ettiğini anlayınca içimde biriken kanlı nehirler denize sürüklendi. Hangi psikoz hastası, yaşadıklarının psikoz olduğunu kabullenmeye bu kadar hevesli olurdu ki? Hangi psikoz hastası, delirmiş olmayı umut ederdi?

Öte yandan, söylediklerinin gerçek olamayacağını da biliyordum. Abileriyle tanışmamıştım ama yeğenlerinin hayatta olduğuna adım gibi emindim. Belki de bendim deliren... İkimizden birinin akıl sağlığının yerinde olmadığı kesindi.

Kısa bir duraksamanın ardından silkinip kendine geldiğini fark ettim. Göz bebeklerindeki umut yüklü parıltı kaybolurken "Kahretsin Elif, yapma şunu!" diyerek ellerini yüzünden geçirdi. Ayağa kalkıp sırtını döndü bana, birkaç metre uzaklaştıktan sonra çalışma masasının önünde durdu. Ellerini masaya dayayıp başını hafifçe öne eğdiğini gördüm. Sakinleşmeye çalışır gibi derin bir nefes aldığında kürek kemikleri genişleyip tekrar büküldü.

"Alp sakin ol." dedim ayağa kalkıp. "Şu an iyi değilsin, ama geçecek. İnan bana..."

Gülmeye başladı. Kahkaha atarken ellerini masadan ayırıp doğruldu yavaşça. Yüzünü döndüğünde çıldırmanın eşiğine ulaşmış gibi görünüyordu. Sonra ani bir kararla bana doğru yürümeye başladı. Yolda iki kez duraksayıp yerdeki ayakkabılarımı da almıştı.

"Geç şöyle." dedi beni kolumdan çekip koltuğa otururken. "Ayakkabılarını giy."

"Ne oluyor ya?"

"Bir kere de sorgulamadan yap dediğimi!" diye homurdanarak diz çöktü yere. Şaşkın bakışlarım arasında bacaklarımı kucağına aldı, ayakkabılarımı giydirip tokalarını taktı sırayla.

"Alp ne yapıyorsun?"

"Yürü, gidiyoruz." dedi beni ayağa kaldırıp. Elimden tutup yürümeye başladığında peşi sıra sürüklendim.

"Nereye gidiyoruz?!"

Basamakları çıkarken cevapladı. "Mezarlığa."

"Alparslan sen delirdin mi? Ne işimiz var gece vakti mezarlıkta?!"

Üstelik hakikaten de delirmiş gibi görünüyordu. Ansızın bir ürperti kapladı içimi. Ya gerçekten şu an iyi değilse? Son üç gün içerisinde Alparslan'ın bir askerlik geçmişi olduğunu, çocukluğunun Balkanlarda geçtiğini ve tıpkı benim gibi krizler yaşadığını öğrenmiştim. Tüm bunların üstüne bir de psikolojik rahatsızlığı olduğunu öğrenmek çok şaşırtmazdı beni.

"Gözlerinle göreceksin, konu kapanacak." dedi portmantodaki kabanını alıp bana giydirirken. Düğmeleri ilikledikten sonra yüzümü avuçlarının arasına aldı. "Üzgünüm ama aklıma başka bir şey gelmiyor. Ben bu konuda seninle tartışmaya girecek kadar güçlü değilim."

Mezarlığa vardığımızda saat üçe geliyordu. Bir şey yapmak için ya çok erken ya da çok geç kalınmış bir zaman dilimi... Ana kapıdan girdikten sonra ilerlemeye devam ettik. İlerledikçe şehrin ışıklarının yerini zifiri bir karanlık aldı. İlerledikçe çoğaldı sessizlik, etraf bir gece kuşunun kanat seslerinin duyulabileceği kadar ıssızlaştı.

Arabanın içinde de benzer bir sessizlik hüküm sürüyordu. Yol boyunca epey dil dökmüştüm ama Alparslan beni dinlemiyordu bile, mezarlığa gitme konusunda epey kararlıydı. Bir noktadan sonra akışına bırakmıştım. Neticede yüzleşeceği şey acı verici olmaktan ziyade, onu huzura erdirecek bir gerçekti. Bana kalsa bunu daha az travmatik bir yöntemle, örneğin abilerinden birinin evine gidip hayatta olduklarını göstererek çözerdim fakat Alparslan aradığı cevabı mezarlıkta bulacağımıza inanıyordu. Madem ki ikna olmak için gözleriyle görmek zorundaydı, öyleyse gidip görürdük biz de.

Kendi içinde sokaklara ayrılan ana yolları geçip neredeyse Boğaz'a kadar gittik. Bir yerden sonra yollar epey daraldı. Alparslan arabayı bir çeşmenin kenarına park ederken dışarı çıkacağımızı anladım. Elimi kapıya uzattığımda durdurdu beni. Gözlerine mahcup bir bakış yerleşmişti nedense.

"Özür dilerim." dediğini duydum. "Seni buraya getirmek istemezdim ama bana inanman için başka bir yol gelmedi aklıma."

"Peki sence neden inanmıyorum?"

Normal şartlarda inanırdım çünkü. Alparslan bugüne dek canımı acıtma pahasına hep gerçekleri söylemişti bana. Eksik anlattığı olurdu, anlatmadığı ise epeyce çoktu fakat ağzından çıkan sözün yalan olmadığını bilirdim.

"Bizim ailenin geleneklerine yabancı olduğun için muhtemelen." diyerek iç çekti. "Bunun sebebi de yine benim... Sana en başından ailedeki düzeni anlatmam gerekirdi."

"İşte mantıksız olan da bu zaten." dedim kendimi tutamayıp. "Neredeyse bir aydır İstanbul'dayım, Alp. Abilerinin hepsi vefat etmiş olsaydı bunu fark etmez miydim?"

"Etmezdin Elif. Boşlukları sorgulamak yerine kendince mantıklı açıklamalar getiriyorsun sen. İnsanları kitap gibi okuyorsun derken bunu kastediyordum."

Hafifçe burnumu kırıştırdım. "Bu deyim genelde insanları çok iyi anladığını ifade etmek için kullanılır, biliyorsun değil mi?"

Dalgın bakışlarını yüzümden ayırmadan elini uzattı, saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdı nazikçe. Parmakları şakaklarımda gezinirken "Yanlış bir kullanım öyleyse." dediğini duydum. "İnsan kitap değildir, varlığından bile haberdar olmadığın soruların cevapları saklıdır içinde. Senin daha çok sorman, benim de daha çok anlatmam gerekiyordu. Biz bu yüzden bu noktaya geldik."

"Bak söylediklerinde haksız değilsin, kabul ediyorum." Başımı hafifçe geri çekip parmaklarının dikkat dağıtıcı dokunuşundan kurtardım. "Ama bu konuda sen bile yanılmama seyirci kalmazdın Alparslan. Abilerin gerçekten ölmüş olsa ve ben bunu bilmesem, gerçeği söylemek için bu kadar beklemezdin. Çiftlikteyken bile bana abilerinin nasıl insanlar olduklarını anlatıyordun ya... Böyle bir konuda beni kandırmak istemen çok saçma olmaz mıydı?"

Bariz bir pişmanlıkla gözlerini yumdu. "Ben de bir Ahıskalı'yım Elif... Niyetim kandırmak değildi, alışkanlıktan öyle konuşuyordum. Açıklamayı akıl edemeyeceğim kadar içselleştirdiğim bir alışkanlık bu..."

Eğer Gülendam ablanın ailenin diğer kadınlarına bir iki haftaya terhis olacak oğlundan bahsettiğini duymasaydım, onun gelişi için yaptığı hazırlıklara şahit olmasaydım, birkaç gün önce hapisteki oğlundan mektup gelmeseydi Alparslan'ın sözlerine ikna olabilirdim. Yaşadığı delüzyona beni bile inandırırdı.

"Bana bir konuda söz vermeni istiyorum." dedim çaresizce. "Aile mezarlığına gittiğimizde beklemediğin bir manzarayla karşılaşırsan sakin kalacaksın ve ben ne söylersem onu yapacaksın. Yoksa ölürüm de çıkmam arabadan."

"Söyleme şöyle!" diye terslendi birden. Derin bir nefes alıp bakışlarını dışarıdaki karanlığa çevirdi. "Ayrıca ne tür bir manzaradan bahsediyorsun? Seni tedirgin eden şey neyse açıkça söyle."

"Diyelim ki aile mezarlığına gittik ve orada abilerinin mezarlarını göremedin." Başını çevirip yüzüme bakınca hemen düzelttim. "Yusuf abin hariç elbette... Diğer abilerinden bahsediyorum, bir de yeğenlerinden... Olur da onların mezarlarını göremezsen sakin kalıp sözümü dinleyeceksin. Söz ver bana."

"Elif, bu söylediğin-"

"Söz ver Alparslan." dedim inatla. "Niye böyle bir sanrıya kapıldığını sorgulamayacaksın, mezarların yokluğuna açıklama bulmaya çalışmayacaksın. Akıl sağlığından endişe duyup paniğe kapılmayacaksın. Son zamanlarda psikolojik açıdan çok yıprandın, bu yaşadığın şey düzelmeyecek bir durum değil. O yüzden söz ver bana, ne söylersem yapacağına dair yemin et."

Uzun, hayli uzun bir an boyunca sessizce yüzüme baktı. Bir parça kızgınlık, bir parça isyan, bolca çaresizlik ve gerilere gizlenmiş hevesli bir beklenti vardı gözlerinde. Hiçbir şey söylemeden uzanıp elini tuttum. Dokunuşumla birlikte kırılıverdi direnci, saniyeler ilerlerken yaşadığı delüzyonun zayıflayışına şahit oldum. Yüzme bilmeyen birinin denizde derinlere ilerleyişi gibi tereddütle, her adımda durup omzunun üstünden kıyıya baka baka kabullenişe yaklaştı. Kapıldığı sanrı tamamen sona ermemişti, hala ailesinin yarısını kaybettiğini düşünüyordu ama hiç değilse bunun bir sanrı olabileceğine inandırmıştım onu.

"Yemin ederim." diye mırıldandığını duydum. "Eğer yanılıyorsam, eğer öldüğünü sandığım insanlar hayattaysa... O zaman ne istersen yaparım."

Bir nebze rahatlamış olarak başımı salladım. İç çekti, elimi dudaklarına götürüp parmaklarımı öptükten sonra arabanın kapısını açtı. Onunla birlikte ben de çıktım dışarı. Evden çıkmadan önce uzun kabanını bana giydirmişti fakat kabanın altında yarı çıplak sayılırdım. Bacaklarımın alt kısmından kabanın içinde dolan soğuk, arabanın sıcaklığına alışmış vücudumda şok etkisi yarattı. Şiddetli bir titremenin bel kemiğimden yukarı tırmandığını hissettim.

"Üşüdün mü?" dedi Alp. "Gel böyle."

Cevabımı beklemeden omzumdan tutup beni kolunun altına çekiverdi. Ben de kolumu onun beline sardım. Yan yana yürümeye başladık.

Otların üstü çiy damlalarıyla kaplanmıştı. Kaldırım taşlarının arasında kırağı parçaları ışıldıyordu. Mezarların başına dikilmiş sıra sıra serviler sessiz bir gece nöbetinin ortasındaydı sanki. Issız patikada ilerlerken gayri ihtiyari bir şekilde Alparslan'a sokulmuştum.

İnsan ölüsünden korkmazdım, fakat ölülerin toplu halde bulunduğu yerler korkutuyordu beni. Morglar, kabristanlar, mavi kelebeklerin ve ölüm çiçeklerinin yerini gösterdiği toplu mezarlar...

Alparslan sanki ruh halimi hissetmiş gibi omzumdaki kolunu daha da sıkılaştırdı. Parmakları güven verircesine akromiyon kemiğimi sıvazlarken çenesinin altına sakladığım başımı yukarı çevirdim. O da bakışlarını aşağı çevirmiş, ufaktan bir merakla yüzümü seyre koyulmuştu. Göz göze geldiğimizde hafifçe gülümsedi.

"Korkuyor musun sen?" dedi kaşları yukarı kalkarken. Sessiz kaldığımı görünce dudaklarını birbirine bastırarak ekledi. "Korkma, ben yanındayım."

Bazı cümleler görünenin ötesinde anlamlar taşır. Saat gecenin üçüydü, mezarlıkta yürüyorduk ve kapıldığım korkunun mantıklı bir sebebi olmadığını ikimiz de biliyorduk. Fakat yanımda olduğunu dile getirmesi, mantıksız bir şekilde korkumu dindirmişti. Halbuki korkularımı neyin tetiklediğinden bile habersizdi.

Kolunun altına iyice sığınıp bakışlarımı toprağa çevirdim. Kazara mezar taşlarını okumamak için yapmıştım bunu. Babaannem öyle tembihlerdi çocukken, mezar taşlarını okursan unutkan olursun derdi. Unutkan olmamak için mezar taşlarını okumaktan kaçıyordum.

Ahıskalıların aile mezarlığına vardığımızda, paslı korkulukların çevrelediği bir alan karşıladı bizi. Alparslan beline kadar gelen, ferforje parmaklıklarla bezeli kapıyı hafifçe iteledi. İçeri girerken yavaşça sıyrıldım kolunun altından. Onu ardımda bırakıp ilerlemeye devam ettim.

Arabanın farlarından epeyce uzaktaydık ama etraf karanlık değildi. Boğaz'dan yansıyan şehir aydınlatmalarıyla geceyi süsleyen dolunay yeryüzüne inmişti. Gümüşi ışıklar doğrudan mezar taşlarına çarpıyor, granit blokların adeta ışıldamasına sebep oluyordu.

'Keşke yoldaki tüm mezar taşlarını okusaydım.' diye geçirdim içimden. Okusaydım da gördüklerimin hiçbiri hafızamda kalmasaydı...

Çünkü Ahıskalı aile mezarlığı, hatırlamak istemeyeceğim kadar kalabalıktı.

İlkin, Bahri Ahıskalı'nın mezarını gördüm. 1951—2007... Doğumu ve ölümü niteleyen sayıların hemen altında, minicik yazılarla gıyabi sözcüğü işlenmişti. Temsili bir mezar olduğu anlamına geliyordu bu. Mezar taşına mevtanın adı kazınmıştı fakat toprağın altında kemikleri yoktu. Katledilen binlerce insanın cesedinin bile senelerce bulunamadığı Balkan topraklarında gıyabi mezar taşlarını pek çok kez görmüştüm.

Bahri Ahıskalı'nın mezarının hemen arkasında bir başka gıyabi mezar taşı vardı. Arslan Ahıskalı yazıyordu mermerin üzerinde. Doğum yılı 1925'ti fakat ölüm yılını, önündeki mezar taşı kapatmıştı. Bahri Bey'in mezar taşındaki Arslan oğlu Bahri yazısına bakılırsa Arslan Ahıskalı, Alparslan'ın dedesiydi ve kim bilir gerçek mezarı neredeydi?

Gıyabi mezarların önünde vefat ettiğini bildiğim başka birinin, Alparslan'ın ablası ve Deniz'in annesi Feride Hanım'ın mezarı vardı. 1975—2005... Babasından iki yıl önce vefat etmişti. Alparslan ise babası vefat edene dek ailesinden uzakta, Balkanlarda yaşamıştı. Çiftlikte abileriyle ilgili tonla şey anlatırken ablasını es geçmesinin, onun adını yalnızca Tansu eniştesinden bahsederken anmasının sebebi bu olmalıydı. Ablası hakkında o da pek bir şey bilmiyordu.

Fakat bir sonraki mezar taşı, sağduyu ve mantık yetilerimi yerle yeksan etti. Çiftlikte Alparslan'ın çokça defa bahsettiği, kahkahalarla gülerek dinlediğim ve tanışacağımız günü merakla beklediğim birinin mezarı vardı karşımda. Baybars Ahıskalı... 1978—2012.

Oysa ben Baybars abinin karısı yüzünden aileden uzak durduğunu sanıyordum. Öteki gelinler mutfakta dedikodu yaparken duymuştum, "Handan abla nişana gelmezse Gülendam abla ortalığı ayağa kaldırır." diyordu Gülşen abla. Nurcihan abla ise gülmüştü, "Handan oldum olası uzak kalayım derdindeydi Gülşencim, Baybars abi sizin nişana karısından gizli gelmişti unuttun mu?"

Nasıl da yanlış yorumlamıştım duyduklarımı...

Atilla abinin mezarını gördüğümde bunu daha iyi anladım. Baybars abinin mezarının iki blok ötesinde, büyük servi ağacının dibindeydi onun mezarı. 1978—2014... Nurcihan ablanın yemekte lahana sarması olduğunu duyunca "Atilla bayılır lahana sarmasına." diyişi geldi aklıma.

Bakışlarımı bir parça sola çevirdiğimde yeni bir şokla sarsıldım. Alparslan çiftlikteyken 'Baybars abimle Atilla abim ikiz olduğu için Asaf abim kıskanıyor onları," demişti bana. "Her fırsatta aralarına girmeye çalışıyor.'

Tam da söylediği gibi; Asaf abinin mezarı, Baybars abiyle Atilla abinin mezarlarının arasında uzanıyordu. Doğum tarihinin 1981 olduğunu görebiliyordum ama ölüm yılının 2015 olduğunu görebilmek için birkaç metre ilerlemem gerekti. Zira mermerdeki yazıların bir kısmı toprağa bırakılmış taze çiçek buketlerinin arkasında kalmıştı. Çiçekleri Gülşen ablanın getirdiğini anlayınca bir kez daha sarsıldım. Dün evlilik yıl dönümleriydi...

Fakat bunlarla bitmedi. Başımı sağa çevirdiğimde Yusuf abinin mezarını gördüm. 1988—2018... Onun yanında karısı Esin abla yatıyordu. 1990—2019... Bu yılın başlarında öldüğünü zaten biliyordum ama bu gerçeği gözlerimle görmek afallattı beni. Ahıskalı ailesi içlerinden birini bu mezarlıkta toprağa verdikten birkaç ay sonra çiftliğe kız istemeye mi gelmişti?

Pek fazla düşünemedim. Şok dalgaları ardı ardına geliyordu, bir mezarı idrak edemeden ötekiyle yüzleşiyordum. Esin ablanın ölüm tarihinin yarattığı şaşkınlığı da, kabristanın sol kıyısındaki mezarları görünce bir kenara bıraktım. Zira bu kez hayatta olduğunu sandığım birilerinin vefat haberinden fazlası vardı karşımda; Gülendam ablanın yolunu gözlediği evlatlarının mezarları...

Cihan Ahıskalı. 1996—2016... Gülendam abla onun askerde olduğunu, terhisine iki hafta kaldığını sanıyordu. Halbuki Cihan öleli üç yıl olmuştu.

Murat Ahıskalı. 1996—2013... Yurtdışında okuduğunu söylemişlerdi Murat'ın. Sahi, ondan gelen mektupları nasıl sorgulamamıştım? Gülendam ablanın askerde ve hapiste olan iki oğlundan mektup alması anlaşılabilirdi fakat yurtdışındaki oğlu neden mektup gönderiyordu ki? Bu devirde kim mektup yoluyla haberleşirdi?

Savaş Ahıskalı. 1995—2017... Gülendam ablanın hapiste sandığı evladı, iki yıl evvel vefat etmişti. Önümüzdeki ayın dokuzunda duruşması vardı halbuki, hakim büyük ihtimalle beraat kararı verecekti. Gülendam abla böyle söylemişti bana. Önümüzdeki ayın dokuzu geldiğinde gerçeği ona nasıl izah edecektik?

Bu üç mezarın en ucunda dördüncü bir mezar gördüm. Ufacık bir şeydi, bir bebek mezarıydı belli ki. Elif Ahıskalı. 1992—1992...

"Abimle yengemin ilk çocuklarıydı."

Arkamdan Alparslan'ın sesi yükselince irkildim. Nereye baktığımı fark etmiş olmalıydı.

"On günlüktü öldürüldüğünde." diye devam etti sözlerine. "Yengem yeni doğanlarda görülen bir hastalık yüzünden öldüğünü sanıyor. Bazen abimle yengemin seni görür görmez benimsemesi bu yüzden miydi diye merak ediyorum."

Çok büyük bir tepki veremedim. Hissettiğim ilk şey utanç olmuştu, belki de algılayamayacağım kadar yoğun hislerin arasından sıyrılmayı başarabilen tek duygum buydu. Dalgın bakışlarla son kez mezar taşlarını inceledim, mermere kazınmış sözcükleri teker teker hatmettim. Zihnimde belirip kaybolan yüzlerce soru vardı ama içlerinden sadece birini dile dökebildim.

"Neden hepsinin mezarında baba ismi olarak İzzet yazıyor?"

İzzet kızı Elif. İzzet kızı Feride. İzzet oğlu Baybars. İzzet oğlu Asaf. İzzet oğlu Yusuf... Sadece evlatlarının mezar taşında değil, kardeşlerinin mezar taşlarında da İzzet abinin adı yazıyordu. Bahri Ahıskalı mezarlığın köşesinde yitik bir mermer parçasından ibaretti.

"Abimle babam kavgalıydı." dediğini duydum Alparslan'ın. "Uzun hikaye ama hepsini anlatacağım."

"Peki ya Gülendam abla?" diye geveledim gözlerimi taşlardan ayırmadan. "Oğullarının öldüğünü nasıl bilmiyor?"

"Biliyor." dedi. "Sadece inanmıyor."

"Peki ya mektuplar?"

"Ben yazıyorum."

Dizlerimin bağı çözülür gibi oldu. Sanırım bunu fark etti, çünkü bir an sonra belime sarılan kollarını hissettim. "Şş, tamam." diye fısıldadı başını saçlarıma gömerek. "Hadi evimize dönelim. Orada konuşuruz."

"Neyi konuşacağız ki?" diye sordum titreyen sesimle. "Niye konuşacağız? Herkes ölmüş..."

"Elena—"

"Alparslan herkes ölmüş!" dedim ellerimi başıma götürerek. "Asaf abi ölmüş, Atilla abi ölmüş, Baybars abi ölmüş, Yusuf abi, Gülendam ablanın oğulları, kuzenlerin, yeğenlerin, herkes ölmüş!"

Nefes alış verişlerim hızlanmıştı. Bakışlarımı mezar taşlarında gezdirirken yalıda şahit olduğum konuşmalar geliyordu aklıma. Geçenlerde Gülşen abla bana Asaf abiyle tanışıp evlenme hikayelerini anlatmıştı. Sonra da bunun gerçek bir evlilik olmadığını, evlendikten sonra iki yıl boyunca yalıda yaşadığını ve iki senenin ardından gerçek bir evlilik yaparak kendi evlerine geçtiklerini söylemişti.

O esnada Alparslan'ın harp okulu fotoğraflarını gördüğüm için hikaye yarım kalmıştı ama unutmamıştım elbette. Dün gece Gülşen ablayı mutfakta yakalayıp devamını da anlattırmıştım. Birbirlerine nasıl aşık olmuşlardı mesela? Asaf abi ona ne zaman Gülşen Hanım demeyi bırakıp adıyla hitap etmişti? Nasıl açılmışlardı birbirlerine? Aralarındaki ilişkinin değiştiğini ailenin geri kalanı nasıl öğrenmişti? İlk ne zaman öpüşmüşlerdi?

Okur dürtülerime rağmen soru yağmurunu özel hayata saygı sınırları içinde tutmak zorunda kalmıştım. Zaten Gülşen abla da fazla utangaçtı. Sırf kendini rahat hissetsin diye Alparslan'la ilk kez denizdeyken öpüştüğümüzü anlatmıştım mesela. Beni dinlerken bile utanmıştı, sonra da "İlahi Elif!" nidaları eşliğinde mutfaktan kaçmıştı. Utangaçlığını aşması için ona internette okuduğum kitapları okutmayı falan planlıyordum.

Şimdiyse bomboş geliyordu hepsi. Renkli aşk hikayelerinin yerini birdenbire kopkoyu bir gerçeklik almıştı. Mezar taşlarında yazan tarihlere bakarken dün geceki mutfak konuşmamızı hatırlıyor, utançtan ve pişmanlıktan ezildikçe eziliyordum. Israrım yüzünden sevdiği adamla en mutlu anlarını anlatmıştı ve Allah'ım, kimbilir nasıl canı yanmıştı!

"Gülşen abla nasıl dayanıyor ki?" diye mırıldandım. "Çok aşık kocasına. N-nasıl katlanıyor?"

Bir düğüm vardı boğazımda. Hala mahcubiyet ve utanç dışında bir şey hissedemiyordum fakat ellerimdeki titreme tüm vücuduma yayılmıştı. Alparslan ise gördüğü manzara karşısında epey tedirgin olmuş gibiydi. Halbuki ağlamıyordum bile...

"Çocukları var." dedi beni sakinleştirmeye çalışırcasına. Ellerini sarılmak ister gibi öne uzatmış, yavaş adımlarla bana yaklaşıyordu. "Çocukları var güzelim, onlar için güçlü durması gerekiyor."

"Ama hiç ölmüş gibi davranmıyor..." diyerek iki yana salladım başımı. Gözümden bir damla yaş süzüldü. "Anlamıyorum ki ben... Neden eşleri hayattaymış gibi davranıyorlar?"

"Önce eve gidelim, olur mu?" dedi küçük bir çocuğu ikna etmek ister gibi. "Söz veriyorum sana her şeyi açıklayacağım. Gel hadi Elena."

"Allah aşkına izin ver biraz!" diye yükselttim sesimi. "Anlamıyorum ben, a-anlamam lazım... Çok saçma geliyor hepsi ya! Çok saçma! Ailenin yarısının hayatta olmadığını nasıl fark etmemiş olabilirim? Bir aydır o evde yaşıyorum!"

"Hepsi benim hatam. İstanbul'a geldikten sonra bir sürü mevzu oldu, senin yanında olamadım. Uzun uzun konuşmamız, birlikte vakit geçirmemiz gerekiyordu. Söz veriyorum hepsini telafi edec—"

"Ya sen ne saçmalıyorsun?!" diye bağırdım en sonunda. "Ne vakit geçirmesi, ne telafi etmesi?! Gülendam abla çocuklarının hayatta olduğunu sanıyor Alparslan! Bilip de inkar etmek falan değil yaptığı şey... Kadın dönecekleri günü bekliyor!"

Ellerimi tekrar başıma götürüp saçlarımı çekiştirdim hırsla. Çıldırmak üzereydim. Gülendam abla benim tanıdığım en zeki, en otoriter, en lider ruhlu kadındı. Etrafında olup biten her şeyi kontrol altına alabiliyordu, gözünden hiçbir şey kaçmıyordu, sezgileri zihin okuma derecesine varacak kadar güçlüydü. Böyle bir kadın kendi evlatlarının öldüğünden nasıl habersiz olabilirdi?

"B-bütün aile yalan söylüyor ona..." diye mırıldandım zangır zangır titreyerek. "S-siz nasıl insanlarsınız ya? NASIL BİR AİLE BU?!"

"Bak bunları evde konuşal-"

"Sen nasıl o mektupları yazıp gönderirsin ya?!" diye bağırdım birden. "Nasıl o kadını kandırmaya devam edersin? Kafayı mı yediniz hepiniz?!"

"Elena bağırma." dedi ellerini iki yana kaldırıp. "Mezarlıktayız, bağırma."

Ve gülmeye başladım. Alparslan gerçekten kafayı yemişti. Hem ahirete inanmıyordu, hem de bağırarak ölüleri rahatsız etmemden çekiniyordu. "Duyamazlar bizi..." dedim kahkahalarımın arasında. Bir elimle karnımı tutarken mezar taşlarını gösterdim. "Ölüler bizi duyamaz, biliyorsun değil mi?"

"Ama mezarlık bekçileri duyabilir!" diyerek kapattı aramızdaki mesafeyi. "Gel böyle."

Beni çekip kollarının arasına aldığında çözüldü boğazımdaki düğüm. İçimde biriken Balkan ağıdı ovalara taştı, engebelerden dökülüp dört iklim yamaçlara dağıldı. Tanıştığımız günden beri ilk kez, kime sarıldığımı bilerek sarıldım ona. Toprağa verdiği onca insanın bıraktığı boşluğu, yitip gitmiş hayallerinden artakalan umutsuzluğu, gözlerinin koyusuna sinmiş kaybetme korkusunu dindirmek ister gibi sarıldım.

"Elifim, ağlama..." diye fısıldadı saçlarımı okşarken. İç çektiğini duydum. "Hepsi benim hatam... Ailedekilerle bu kadar çabuk bağ kuracağını düşünemedim. En başında anlatmam gerekirdi."

Hıçkırıklarım daha da çok şiddetlendi. Ailesiyle derinden bağ kurmuştum, gördüğüm mezar taşlarının her biri benim için ayrı bir matemdi, fakat yerle yeksan oluşumun gerçek sebebi bu değildi ki... Çünkü bencildir insan, kendi acısı her daim önce gelir. Ardımızda sıralanan mezar taşları, sadece tanımadan kaybettiğim bir aileyi değil; kollarımın arasındaki adamı da kaybedebileceğimi gösteriyordu.

Halbuki ayan beyan bir gerçekti zaten. İki kez gözlerimin önünde vurulmuştu, çiftlikteyken ben tedavi etmiştim onu. Bedeninde başka kurşun izleri olduğunu da biliyordum. Yine de Alparslan'ın ölümü kronik bir endişeye dönüşmemişti içimde. Ailesinin kalabalık oluşu, abilerinin varlığı ve karanlık işlerin merkezinde olmalarına rağmen aile kurmaları içten içe güven veriyordu. Bu gece o güveni yitirmiştim.

Ben, bu gece, mutlu bir geleceğimiz olmayabileceğini ilk kez idrak etmiştim.

"Özür dilerim." diye fısıldadığını duydum. "Böyle öğrenmemeliydin, özür dilerim..."

"Alparslan." dedim başımı geri çekip. Yüzünü ellerimin arasına alıp gözlerine baktım. "Gidelim buralardan."

"Ne?"

"Arabaya atlayıp gidelim işte." diye yalvardım titreyen parmaklarımı yüzünde gezdirirken. "Hemen şimdi gidelim, bir daha da dönmeyelim."

Son cümleyi fısıldar gibi söylemiştim, bir sır verir gibi... Anlık bir şaşkınlığın ardından korkumu anladı sanırım. Çehresindeki çizgilerin şefkatle yumuşadığını, bakışlarında kederli bir şeylerin ışıldadığını gördüm.

"Elena..."

"Alp ne olur yapma!" diye isyan ettim. "Bakma şöyle olmaz der gibi! Burada kalırsak olacakları anlamıyor musun?"

"Sadece düğüne kadar burada kalacaksın." dedi nazikçe saçlarımı okşarken. "Söz veriyorum, düğünden sonra göndereceğim seni."

"Sana ne olacak Allah'ın cezası?!" diye bağırdım öfkeyle. "Ya delireyim mi istiyorsun? Ne istiyorsun sen benden?!"

Onu hışımla ittiğimde kolları çözüldü belimden. Yalpalayan adımlarla uzaklaşmaya çalıştım, fakat sinmedi içime. Geri dönüp tekrar kapattım aramızdaki mesafeleri. Ellerim, dizlerim, bedenim zangır zangır titriyordu.

Gömleğinin yakalarına yapışıp tehdit eder gibi kendime çektim onu. "Geleceksin benimle!" dedim. "Başlarım senin babana da, babanın mirasına da!"

"Elena sakin ol." dedi ellerimi nazikçe tutup yakasından ayırırken. Öteki eliyle sırtımdan tutup yavaşça kendine çekti beni. "Gel böyle sevgilim..."

Bana sarılacağını anlayınca öfkeyle ittim onu, ardından bir tokat patlattım suratına. Başı yana çevrilirken şaşırmadı bile, bense büsbütün kayışı kopardım.

"Geleceksin diyorsam geleceksin!"

Sonlara doğru sesim giderek tizleşti, çileden çıkmış ruh halim hızla tükenişe evrildi. Alparslan'ın tepkisizliği karşısında öfkemi koruyamadım. Gözyaşlarım yanaklarıma hücum ederken "Allah aşkına gidelim!" diye devam ettim. "Mezar taşlarını görmüyor musun Alparslan? Anlamıyor musun neden korktuğumu? Ya seni de—"

Devamını getiremedim, ama anladı. İnkar etsin diye bekledim beyhude, saçlarımı okşayıp yalanlasın beni... İnsan sevdiğine yalan söylemez miydi hiç? Tüm çaresizliğimle beni asla bırakmayacağını, sonsuza dek birlikte olacağımızı söylemesini bekledim.

Dudakları aralanır gibi oldu, gözlerinde yaşlar ışıldıyordu; fakat söyleyemedi.

Bir hıçkırık daha koptu boğazımdan.

Yürüyüp gidemedik oradan, yürüyecek halim yoktu. Kendimi kollarının arasına bıraktığımda yatıştırma çabasından vazgeçti. Bir mezarı çevreleyen taştan bloğun kenarına oturup kucağına çekti beni. Kollarımı sımsıkı boynuna sarıp başımı göğsüne gömdüm. Boğazımdan peşi sıra hıçkırıklar kopuyor, yüzümü okyanusa çeviren gözyaşlarımla gömleğinin beyaz kumaşı yıkanıyordu.

Orada, mezar taşlarının yanı başında ona sarılıp ne kadar ağladığımı bilmiyorum. Fakat en sonunda bitkinlik baskın geldi gözyaşlarıma.

Kollarının arasında uykuya dalmadan hemen önce "Balkanlara götür beni..." diye fısıldadım ona. "Evimi bulalım... Ben seni orada herkesten saklarım."

Mezarlıktan ayrıldıktan sonraki anlar kesik kesikti. Alparslan beni yatıştırmaya çalışmıştı fakat istesem de ona kulak veremiyordum. Binlerce soru vardı zihnimde. Kabristanda gördüğüm mezarları anımsadıkça artan bir kaybetme korkusu kök salmıştı yüreğime. İtidalli kalamıyordum.

Ne kadar yol gittiğimizi bilmiyorum ama en sonunda yabancı bir muhitte durduk. Alp arabadan inip koşar adımlarla yanıma geldi, kolumdan tutarak dışarı çıkmam için beni teşvik etti. Durmak bilmeyen gözyaşlarımın arasında araçtan inip kolunun altına sığındım. Gecenin karanlığında ilk kez gördüğüm bir eve doğru yürümeye başladık.

Arnavut kaldırımlarıyla bezeli yolda ilerlerken hala ağlıyordum. Bir ara, koruma olduğunu tahmin ettiğim iki adam yanımıza geldi. Sonra ağır, demirden bir kapının kayarak açıldığını işittim. Gözyaşlarım sebebiyle etrafımdaki manzara bir hayli bulanıktı fakat şirin bir villaya geldiğimizi fark etmiştim. Bu bir nebze rahatlattı beni. Şu an yalıya gitmeye de, Gülendam ablayla yüz yüze gelmeye de cesaretim yoktu.

"N-nereye geldik?"

"Asaf abimin evine güzelim." dedi Alp kapıyı çalarken. "Seni nereye götüreceğimi bilemedim... Ben— Ben özür dilerim, Elena."

Bu iki kelime yol boyunca ağzından düşmemişti. Ağladığımı gördükçe boyuna özür diliyor, sanki bir günahı varmış gibi mahcup oluyordu. Belki de krize girmemden korkuyordu yeniden... Normal şartlarda korktuğu şey çoktan gerçek olmuştu. Bu kabusu yaşamaktansa kaçıp bir kitabın sayfalarına saklanmayı yeğlerdim. Fakat şu an paralize olmuş gibiydim. Sağlıklı düşünemiyor, kaybetme korkusuyla baş edemiyor, üzerime çöken dehşetten sıyrılamıyordum.

"Alparslan?"

Gülşen ablanın şaşkın sesini duyunca başımı Alp'in göğsüne daha çok gömdüm. Hıçkırıklarımı bastırmayı başarmıştım bir şekilde. Yüzümü gördüğünde elbette halimi anlayacaktı fakat günlerdir Asaf abiyle aşk hikayelerini anlattırdıktan sonra onun yüzüne nasıl bakacağımı bilemiyordum.

"Kim gelmiş Gülşen?" diye bir ses yükseldi arkadan. Nurcihan Hanım... "Ay ne bu haliniz sizin?!"

"Yenge kusura bakma, habersiz geldik... En iyisi biz sonra şey yapalım—"

Alparslan'ın beni buraya getirdiğine pişman olduğunu anlamıştım. Nurcihan ablayla aramızdaki son kavgayı bilmiyordu ama kadının benden pek hazzetmediğini fark etmiş olmalıydı. Bense şu an Nurcihan Hanım'ın yüzüne bile bakamaz haldeydim. Nurcihan ablanın... Ahıskalı ailesiyle arama koyduğum mesafeler, evlerine girdiğim günden beri kafa yorduğum stratejiler buhar olup uçmuştu zihnimden. Kime ne diyeceğimi, içimdeki fırtınalı hisleri nasıl yeryüzüne dökeceğimi bilemiyordum.

Ben galiba benimsemiştim bu aileyi... Elimde değildi. Çiftlikte on beş yıl boyunca öz ailemin bir parçası olmaya çalıştığım halde dışarıda kalmıştım. Burada ise geldiğim günden beri aileden uzak kalmaya çalışıyordum ama bunu da başaramamıştım. İnsanlarla olan münasebetim asla benim isteklerim doğrultusunda gelişmiyordu. Göçtüğüm her toprakta kervanımı denize döküp dalgaların peşi sıra sürükleniyordum.

"Alparslan ne oluyor gece gece?" dediğini duydum Gülşen ablanın. "Elif neden yüzümüze niye bakmıyor?"

Aklıma birkaç gün önce mutfakta kulak misafiri olduğum muhabbet geldi. Nurcihan abla diğer gelinlere Atilla abiyle dünyanın en korkunç balayı tatilinde neler yaşadıklarını anlatıyordu. Kadınla kavgalı olduğumuz için sohbet ahalisine sırtımı dönüp Defne'yle oyun oynamıştım. Fakat aşk hikayeleri dinlemeye müptela yanım ilgisiz kalamamıştı anlatılan öyküye. Bir ara kendimi öyle çok kaptırmıştım ki, Nurcihan Hanım'ın komik bir lafına dayanamayıp ufak bir kahkaha atmıştım. Ortam birdenbire sessizleşince de kendi kendime öfkelenmiş, Defne'yi kucağıma alıp mutfaktan kaçmıştım.

"Gülşencim sen üstüne alınma." diyerek lafa karıştı Nurcihan abla. "Gelin hanım belli ki ben buradayım diye göstermiyor yüzünü. Evime gideyim de siz rahat rahat konuşun—"

Kadının yanımızdan geçip gideceğini hissedince stratejileri, planları, hayata dair kurallarımı bir kenara bıraktım. Başımı Alparslan'ın göğsünden ayırıp Nurcihan ablaya döndüm ve döndüğüm kişinin neden o olduğunu ben de bilmiyordum. Halbuki Gülşen ablayla daha samimiydik, daha yakındık birbirimize... Fakat o anda sığınabileceğim kişi Nurcihan ablaymış; beni bu keşmekeşin içinden ancak o çekip çıkarırmış gibi gelmişti.

Kendimi öldürdüğüm günden bu yana ilk kez hesapsız kitapsız hareket ettim. İlk kez görebileceğim zararı düşünmeden adım attım bir insana. Alparslan'ın ve iki kadının şaşkın bakışları arasında Nurcihan ablanın yanına ulaştım. Bir şey demesine fırsat vermeden boynuna sarılıp hüngür hüngür ağlamaya başladım.

-*-

Ortam birden sessizliğe büründü. Nurcihan ablanın tereddütlü bir tavırla saçımı okşadığını hissettim. "Elif ne oluyor?" dedi tedirgin bir sesle. "Ablam bak bana. Ağlama Elif, yüzüme bak."

Bir eliyle sırtımı sıvazlarken öteki elini alnıma koyup kaldırdı başımı omzundan. Yüzünün sert çizgileri anaç bir şefkatle yumuşamıştı, bakışlarındaysa yüklü bir endişe saklıydı.

"Ne oldu, anlat bana." dedi yeniden. "Niye bu haldesin sen?"

Konuşmayı denedim ama sözcükler çıkmadı ağzımdan. Ne söyleyecektim ki? Vefat eden onun kocasıydı. Sevdiği adamın ölümüne ağladığımı söyleyip de nasıl teselli bekleyecektim? Muhakkak ki anlardı sadece onun kaybına ağlamadığımı... Derinlerde bir yerde bencilce bir sebepten ötürü ağladığımı, sevdiğim adamı yitirip onlar gibi olmaktan korktuğum için bu kadar sarsıldığımı sezinlerdi.

"Yenge biz mezarlığa gittik." diyerek sözü devraldı Alparslan. "Elif bilmiyordu... Ölenleri hayatta sanıyordu o..."

"Ne demek hayatta sanıyordu?"

"Herkesi değil tabi... Yusuf abimle Esin yengemi çiftlikteyken söylemiştim. Feride ablamı da buraya gelince öğrenmiş ama... Abilerimi, Gülendam yengemin oğullarını, sülaledeki diğer kayıplarımızı bilmiyordu."

Gülşen abla eyvah der gibi bir sesle elini ağzına kapattı. Nurcihan ablanın şaşkınlıktan diyecek laf bulamadığını fark ettim. Alparslan ise büsbütün mahcup olmuş gibi duruyordu.

"Özür dilerim Gülşen abla." dedim boğazımdan kopan bir hıçkırıklara diğer kadına dönüp. "Ben bilsem zorlamazdım anlatman için... Asaf abi İzzet abiyle küs sanıyordum, hani şey demişti ya— Hani İzzet abi Ali'yle Kaan için "bunlar da babaları gibi nankör, yakında bana posta koymaya başlarlar" demişti ya... Ben sandım ki—"

Yeniden ağlamaya başlayınca sözlerim yarıda kesildi. Gülşen ablanın sessizce yanıma geldiğini gördüm. Gözlerinde parlayan yaşlarla kollarını omuzlarıma dolayıp sarıldı bana.

"Sen o yüzden mi dün bir ömür birlikte olun diye dilekte bulundun bize?" dedi burnunu çekerek. "Ah güzelim... Gerçi nereden bileceksin ki? Yas adetleri yoktur bizim ailede, ölenleri hala hayattalarmış gibi anarız."

"O yüzden de yeni geline önce bu adetler anlatılır." diye söylendi Nurcihan abla. Gözlerinden ateş saçarak Alparslan'a bakıyordu. "Öyle kızı getirip ailenin ortasına atayım, ben de dışarıda paldırdı gideyim demekle olmaz. Değil mi Alparslan?"

"Yenge ne desen haklısın. Hepsi benim suçum."

"Hadi bunca zamandır kıza yol yordam göstermedin, bize niye söylemiyorsun? Yeni gelini mezarlığa götürüp de bak böyle bir aileye giriyorsun diye göstermek nedir oğlum?!"

"Mecbur kaldı—" diyerek burnumu çektim. "B-ben inanmadım Alparslan'a... Akıl sağlığını yitirdiğini sandım, o yüzden mezarlığa götürdü—"

"Savunma kız sen de şunu!" diyerek susturdu beni. "Gülşen, Elif'i salona götür sen. Benim bu hergeleye iki çift lafım var."

O kadar öfkeli görünüyordu ki itiraz edemedim. Gülşen ablayla birlikte içeri geçmek zorunda kaldım.

ALPARSLAN

Nurcihan yengem beni önce bir güzel azarladı, sonra da yaka paça evden attı. Çekip gidecek değildim elbette. Fakat şu an Elena'yı sakinleştirmekte onlar kadar başarılı olamadığım kesindi. Üstelik bu hale gelmesinin sebebi de yine bendim.
Derinlerde bir yerde, mezarlığa neden gittiğimi bildiğim için bunu bir sorumsuzluk olarak görmüyordum. Fakat işlerin bu noktaya gelmesi benim sorumsuzluğumdu.

İstanbul'a geldikten sonra onunla doğru düzgün iletişim kuramamıştım. Daha doğrusu, İstanbul'a geldikten sonra Elif'le çiftlikteki iletişimimizi devam ettirmeye çalışmıştım. Derdi neyse anlatsın istiyordum, bana içini döksün, aklından geçenleri söylesin, zihnindeki dünyaya beni ortak etsin istiyordum. Benden gizlediği şeyleri öğrenince öfkeleniyor, onu konuşturmak için kapıları kilitlemeye kalkışıyordum.

Tüm bunlar olurken ona anlatmam gerekenleri göz ardı etmiştim. Fakat artık bir şeylerin değişmesi gerekiyordu. Çiftlikteki tasasız, tek taraflı iletişimimizi devam ettiremezdik. Elif artık hayatımın bir parçasıydı ve onu bir şeylerden uzak tutmak, daha da çok zarar görmesine neden olacaktı. Sadece... Aradaki dengeyi nasıl tutturacağımı bilemiyordum.

"Hayırdır lan, kukumav kuşu gibi ne dineliyorsun burada?"

Turan abinin sesini duyunca şaşkınlıkla başımı kaldırdım. Gülşen yengemin evinin önündeydim hala. Arabanın içinde oturmuş nöbet tutuyordum. Nurcihan yengem belli ki yatılı misafir olarak gelmişti ama sabaha çok bir şey kalmamıştı zaten. O kendi evine gider gitmez operasyon çekip benimkini kaçıracaktım.

"Abi asıl senin ne işin var burada?" dedim hayretle. "Yani- Nereden bildin burada olduğumu?"

"Ben bilirim aslanım." demekle yetindi. Ardından aracın kapısını açıp dışarı buyur etti beni. İç çekerek arabadan indim.

Gecenin sabaha en yakın, sıcak olmaya en uzak zaman dilimindeydik. Gökyüzü henüz aydınlanmamıştı fakat ufukta sıçtın mavisi çiçek açıyordu. Evet, İTÜ makina mavinin belki de en güzel tonuna böyle bir isim koyacak kadar öküz tiplerle doluydu. Fakat geç kalmışlığın sembolüydü bu renk... Sınav haftası kütüphanede kitaplara gömülürken, teslim tarihinden bir gün önce projeyi bitirmeye çalışırken, son ana ertelediğin görevleri yetiştirmek isterken; gecenin karanlığında mavinin bu güzel tonunu gördüğünde artık çok geç olduğunu bilirdin. 

"Alparslan sana basit bir şey soracağım."

"Buyur abi."

"Varşova'nın oğluna neden sıktın lan?"

Hafifçe omuz silktim. "Karıma laf attı."

"He, tek sebep bu yani?" Turan abi kahkaha attı. "Oğlum sen son zamanlarda kimleri kimleri dürttüğünün farkında mısın? Bi' bildiğin, bi' planın varsa söyle de rahat edelim."

"Ben kimseyi dürtmüyorum." dedim net bir şekilde. "Herif benim mekanıma geldi, olay çıkardı, üstüne bir de karıma laf attı. Ali İhsan Varşova oğlunu sağ bıraktığıma şükretsin."

"Merak etme, şu olayda kimse sana tutup da haksızsın diyemez zaten. Ama ben seni biliyorum oğlum. Sen öyle karıma yan gözle baktılar diye kurşun sıkacak biri değilsin. Eğitimli kültürlü adamsın Alparslan-"

"Karşımdakiler öyle değil ama." diyerek kestim sözünü. "Karına laf atan herifi kurşunlamazsan aa ne kadar medenice bir davranış demezler abi. Bu adam bunları sineye çekiyor, daha çok üstüne gidelim derler. Sanki bilmiyorsun bu itleri..."

Gözle görülür bir rahatlama yayıldı yüzüne. Böylelikle onun bunları zaten bildiğini, sadece benim bilip bilmediğimi test ettiğini anladım. Ulan Turan abi...

"Tamam tamam, demedik bir şey..." diye geçiştirdi konuyu. Sonra kısaca etrafına bakındı. "Senin şu koruma nerede bu arada?"

"Ufuk'u mu soruyorsun?"

"Aynen, Behram abinin oğlunu..." dedi. "Dün Varşova'nın oğlunu kurşunlamadan önce o çocuğu uzaklaştırmışsın yanından. Ne iş?"

"Abi Allah aşkına ağzımı arama da açıkça sor."

"Oğlum soruyorum işte. Ne iş? Niye koruyorsun sen bu oğlanı?"

"Yahu asker çünkü o çocuk." diye söylendim. "Anlattık ya arabadayken... Ordudan istifa etti, yani isterse hala geri dönebilir. Sicili bozulmasın diye uzak tutuyorum işlerden."

"Ha bu yüzden yani..." Çenesini sıvazladı dalgın bir tavırla. "Yahu o zaman ne demeye ordu çıkışlı çocuğu yanına aldın?"

"Kafası çalışan adamlar lazımdı bana. Hem zaten sadece Ufuk değil, benim dörtlünün kalanı da ordu çıkışlı."

"Af buyur paşam?"

"Kenan, Aykut, Serhat, Ufuk işte... Dördü de eski asker." Sorgularcasına baktığını görünce iç çekerek açıklama yaptım. "Kenan eski kara havacı, sınır ötesi operasyonlarda falan görev almıştı. Manyağın teki olduğu için iki yıl açığa aldılar, sonra da geri dönmedi."

"Öbürleri?"

"Aykut Kara Harp'teyken atılanlardan... Mezuniyetten sonra atıldığı için Elektrik Elektronik Mühendisliği diplomasını vermişler. Serhat da Kara Harp'te okurken şutlanmış ama muhtemelen biliyorsundur, onun ufak bir MİT geçmişi de var. Kısacası benim dörtlü klasik mafya koruması değil, zaten işleri de mafya korumalığı yapmak değil."

Bunları rahatça anlatıyordum çünkü isterse iki dakikada ulaşabileceği bilgilerdi hepsi. Saklanması imkansız şeyleri saklamaya çalışmak enerji israfından başka bir şey değildi.

"Oğlum işleri ne o zaman?"

"Aykut dijital ve elektronik işlere bakıyor." dedim kısaca. "Serhat bildiğin üzere istihbarat ve takiple alakadar. Kenan saha adamı, özellikle kritik anlarda olayları kontrol altına almak onun görevi. Ufuk da benim sağ kolum. İçlerinde sadece Kenan'ın çatışmaya girme izni var, diğerleri mecbur kalmadıkça silah kullanamaz."

"Alparslan sana bir şey soracağım." dedi sakince. "Acaba biz hepimiz, istihbarat, mafya alemi, silah ticareti diye takılırken sen bir ihtimal -hani olmaz ya- yeni bir Türk devleti kurmayı planlıyor olabilir misin? Turan birliği hayallerin falan mı var oğlum? Bu organizasyon niye lan?!"

Ufak bir kahkaha attım. Benzer şeyi abim de sormuştu bana. Herkesin önünü arkasını düşünmeden işlere kalkıştığı bir ortamda bu kadar planlı programlı hareket etmemi garip buluyorlardı. Ben de onların yeraltı dünyasıyla bir savaş cephesi arasındaki benzerliği fark etmemesini garip buluyordum. Kendi çapında bir anarşi vardı burada. Anarşiyle mücadele etmenin yolu ona ayak uydurmaktan değil, tam zıttı yönde konumlanmaktan geçerdi. Tarihteki büyük komutanlar bu gerçeği binlerce sene önce fark ettiği için savaş denen kargaşaya düzenli ordularla gidiliyordu.

"Bu organizasyon gerekli abi." diye cevap verdim basitçe. "Ayrıca sen niye durmadan bana neyi neden yaptığımı soruyorsun yahu? Ne zaman yaptığımı sor. Kime yaptığımı sor. Ne yapacağımı sor mesela... İstihbaratçı dediğin bunları sorar. Sen bildiğin kafamın çalışma şeklini sorguluyorsun."

Durdu, şöyle tepeden tırnağa süzdü beni. Gözlerinde alaycılıkla gurur arasına sıkışmış tuhaf bir ifade vardı.

"Alparslan sen hala kendi kumaşının farkında değilsin lan... Alemin büyükleri uyanmaya başladı oğlum, kaldır kafanı azıcık."

"Anlamadım. Neden bahsediyorsun sen?"

"Sorun çözme biçimin dikkat çekiyor." dedi sanki bu çok şey anlatıyormuş gibi. "Önce Bayraktar'ın kapısına kafes yollayarak ihtiyar kurdun oyununu bozdun. Şimdi de Ali İhsan Varşova'nın elini kolunu bağladın. Daha alemdekilerin çoğu Bahri Ahıskalı'nın sırlarının sende olduğunu bile bilmiyor. Amacın ne oğlum? Babanın beyliği Balkanlarda. Bayraktar'ın imparatorluğu burada. Varşova'nın da apayrı bir alanda kendi krallığı var zaten... Turan birliği kurmak derken şaka yapıyordum ama bu üç bölgeyi ele geçirip birbirine bağlamayı düşünüyorsan onun da yaptığım şakadan geri kalır yanı yok, haberin olsun."

Birkaç saniye boş boş yüzüne baktım. Sonra kahkahalarla gülmeye başladım. Amına koyduğumun aleminde herkesin kafası fantezi çorbasına dönmüştü. Akıllı kültürlü dediğim Turan abi bile bu öküzlerin içinde kala kala bu hale geldiyse abimin saçma sapan teorilerine kızmam yersizdi. Demek ki mafya alemi hakikaten zeka geriliği yapıyordu.

"He abi, planım bu." dedim gülerek. "Sonra da ejderhama binip Malazgirt'te savaş tertipleyeceğim. Sen de Nizamülmülk sıfatıyla katılırsın artık."

İç çekti. "O sıfat bana mı, yoksa başkasına mı nasip olur göreceğiz."

Tuhaf bir bakış attım suratına. Yok, bu adamın kafası harbiden iyi değildi. Zaten son zamanlarda epey dalgınlaşmıştı. Bir derdin var mı diye sorunca da düşük zekalı mahalle abisi rolüne bürünüp geçiştiriyordu. Ciddi ciddi soracaktım ama buna fırsat kalmadan birinin bana seslendiğini duydum.

"Alparslan sen hala burada mısın?"

Arkama dönünce Gülşen yengemle karşılaştım. Sorduğu soruya rağmen beni burada gördüğüne pek şaşırmamış gibiydi.

"Elif iyi mi yenge?"

"İyi iyi, az önce uyudu." diyerek su serpti içime. "Ah be yengecim! Sen ne demeye kızcağızı mezarlığa götürdün ki? Şoktan şoka girmiş garibim, helak oldu ağlamaktan."

Kıymık kıymık bir şeylere battı göğüs kafesime. Çaresizlik hissinin sinir uçlarımdan tutup bütün bedenimi tel tel gerdiğini hissettim. Elena'nın gözünden akan bir damla yaşa tahammülüm yoktu benim. Gel gör ki, hayatına girdiğim günden bu yana yüzünü bir kez olsun güldürememiştim. Uzak tutmaya çalışsam kalbini kırıyordum, çekip yanıma alsam hırpalıyordum. Çaresizliğin yeni bir tanımı gibiydi.

"Neyse, sıkma canını sen de." dediğini duydum yengemin. "Biz Elif'e üstünkörü bir şeyler anlattık. Gülendam ablanın durumunu da izah ettik. Artık kalanını sen anlatırsın ama Allah aşkına şu kızı yalnız bırakma Alparslan. Çok naif be yengecim, belli etmemeye çalışıyor ama pek kırılgan."

Niyetinin iyi olduğunu bildiğim için ses etmedim ama yanılıyordu. Zannettikleri gibi güçsüz, korunup kollanmaya muhtaç bir kızcağız değildi Elif. Kırılgandı, fakat damarına basıldığı zaman kırmayı da bilirdi. Öte yandan, çiftlikten ayrıldıktan sonra bir buhrana hapsolduğunun da farkındaydım. Baş başa kalıp her şeyi uzun uzadıya konuşmamız gerekiyordu.

"Yenge Elif uyanınca bana haber verir misin?"

"Tabi veririm de, sen o zamana dek burada mı bekleyeceksin? İçeri geç, salonda uyu bari."

"Yok, şimdi Nurcihan yengemle tartışmayayım. Zaten uykum yok benim."

"Nurcihan abla üst kattaki misafir odasında yatıyor Alparslan. Uyumayacaksan da burada soğukta durma yengecim. Hem Elif içsin diye çorba yapmıştım, gel bari karnını doyur."

"Yenge ısrar etme, iyiyim ben burada."

Turan abi lafa karıştı. "Hangi çorba acaba? Öyle bi' merak ettim de..."

"Ay kusura bakmayın, ben sizi fark etmedim!" diye telaşlandı yengem. "Mercimek çorbası yaptım, buyurun ikram edeyim bir tabak."

"Yok ben şimdi rahatsızlık vermeyeyim Gülşen Hanım..."

"Canım hiç olur mu? Akrabamızsın siz bizim. Alparslan sen de bir şey söylesene."

Turan abiyle göz göze geldik. Başıyla çaktırmadan sokağın ucunu işaret etti bana. 'Farkındayım' der gibi milimlik bir hareketle öne eğdim başımı.

"Yengem haklı abi, ailedensin sen. Git karnını doyur işte, davete gerek mi var?"

"E iyi madem, ben gidip bir çorba içeyim. Gülşen Hanım size de zahmet olacak ama..."

Turan abi yengemin zayıf noktasını keşfetmişti. Zahmet olacak lafını duyunca iyice gaza geldi ailemizin safı, Turan abiyi önüne katıp eve sürükledi.

Onların gidişiyle birlikte yan tarafa dönüp 'Buyurun' der gibi kollarımı iki yana açtım. Sokağın girişindeki çitlerin kenarına park etmiş siyah passat işaretimle birlikte harekete geçti.

Tahmin ettiğim gibi, gelenler Abas'ın ekibiydi. Can sıkıcı olan şeyse, bunu tahmin etmek zorunda kalmamdı. Normalde habersiz gelmezlerdi çünkü... Hele ki ailemden birinin kapısında belirmek gibi densizlikleri hiç olmamıştı. Araya bir sınır çizmenin vakti gelmişti de geçiyordu bile.

Siyah araçtan inen herifi görünce keyfim biraz daha kaçtı. Abas'ın kafalarımızın uyuştuğunu söyleyerek bana muhatap atadığı dallamaydı gelen. Cesur denen bu herifte Ufuk'u haklı çıkartacak bir istihbaratçı egosu vardı. Üstelik sivil MİT istihbaratçılarından da değildi, askeri istihbarattandı. Bu da iki kat daha fazla egoist olduğu anlamına geliyordu.

"Hayırdır Cesur Bey, gecenin köründe hangi rüzgar attı seni buraya?"

"Bence neden geldiğimi biliyorsunuz."

"Niye geldin demedim. Seni buraya yollayan rüzgarı sordum." Ne ayak der gibi göz kırptım. "Abas mı, yoksa üstün mü? Kim var şu an karşımda?"

Yüzündeki ifade gerilir gibi oldu. Sivil istihbaratçılarda bunu göremezdiniz mesela, gafil avlansalar bile çaktırmamayı iyi becerirlerdi. İstihbarat subayları ise askeri liseye girdikleri günden itibaren net, kısa ve doğru cevaplar vermeyi düstur edinmiş kişilerden çıkardı. Bu yüzden, özellikle meslekteki ilk yıllarında yalan söyleme ve yüz ifadelerini kontrol etme konusunda sivillerin gerisinde kalırlardı.

"Barbaros Abas benim üstüm zaten Alparslan Bey. Onun üstünde biri varsa da, bunu ben bilemem."

"Barbaros Abas hariciyeli." diye hatırlattım. "Sen askeriyelisin. Diplomat sınıfıyla asker sınıfı arasında emir komuta zinciri kurulduğu nerede görülmüş? Üstün derken seni geçici olarak Barbaros Abas'ın yanına yollayan paşayı kastediyordum."

"Hayal kırıklığına uğramanızı istemezdim ama ben bir ordu personeli değilim." dedi düz bir sesle. "Olsaydım da, bunu size asla itiraf etmezdim. Neden spekülatif yorumlarla zaman kaybetmek yerine asıl konuya geçmiyoruz?"

"Esas konu bu zaten lan." diyerek kestim çenesini. "Siz yeraltı dünyasını kışla mı sanıyorsunuz? Attığım her adımdan sonra dibimde bitip rapor isteyemezsiniz benden. Burada işler öyle yürümüyor."

Bilerek adamın damarına basıyordum, zira asıl muhatabım o değildi. Üzerinde kayıt cihazı olduğuna adım gibi emindim. İstihbaratçılar bazen kayıt dışı takılabilirdi fakat bir ordu personeli her şeyin kaydını tutup üstlerine raporlamak zorundaydı. Komutanı şu an burada olmasa bile söylediklerim illa ki bir rapor olarak ulaşacaktı masasına.

"Alparslan Bey, ben ordu personeli değilim." diye tekrar etti yalanını. "Belli ki siz askerlik yıllarınızı fazla özlemişsiniz. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin şehrin ortasında adam kurşunlayan bir maganda ile işbirliği yapacağına inanmanızın başka açıklaması olamaz. Ordu sizi bünyesinde isteseydi zaten kapı dışarı etmezdi, haksız mıyım?"

Bir adım geri çekildim. Tepeden tırnağa alayla süzdüm adamı. "Fetullahçı mısın sen?"

Çenesi tiksintiyle kasıldı. "Haddini bil."

"Güzel." dedim hafifçe gülerek. "Güzel, güzel... Yalnız ağzımdan çıkan her lafı şahsi algılarsan bu konuşma yürümez. Sen he de geç bilader, her soruma cevap verme."

"Bu ne demek şimdi?"

"Şu an seninle değil, komutanınla konuşuyorum demek." diyerek iç çektim. "Kim olduğuna dair bazı tahminlerim var ama başka biri çıkma ihtimaline karşılık tahminlerimi paylaşmayacağım. Ama her kimse, benim bir asker olmadığımı anlaması lazım. Nedenini sor şimdi."

"Pardon?"

"Neden öyle söylediğimi sor işte. O lafı söylediğim kişi bunu merak ederdi."

Güldü. "Sanırım şu an aklınız başınızda değil—" Duraksadı, ifadesi katılaştı birden. Kulaklıktan bir emir almış olmalıydı. Nitekim inkar tavrını devam ettiremedi, itiraz etmeye üşendiğinden cümlesini yarım bırakmış gibi bıkkın bir tavırla iç çekti. "Ama her neyse, sizinle tartışmayacağım. Belli ki monologunuza aracı olmazsam esas konuya gelemeyeceğiz. Evet... Neden az önce öyle söylediniz? Merak ediyormuşum gibi cevaplamaktan çekinmeyin lütfen."

"Çünkü aramızda çift taraflı bilgi asimetrisi var." diye cevap verdim herifi takmadan. "Ordu içinde bu tek taraflıdır. Komutanın bildiklerini emri yerine getiren asker bilmez ama askerin bildiği her şeyi komutan zaten biliyordur. Bu yüzden de bir komutanın askere emir verirken sebebini izah etmesine gerek yoktur, haksız mıyım?"

Durdum, cevap bekledim. Konuşmadığımı görünce iç çekerek ayak uydurdu.

"Haklısınızdır herhalde, Alparslan Bey."

"Hah. İşte sorun şu ki, bizim aramızda çift taraflı asimetri var. Yani siz ben sizin bildiğiniz her şeyi bilmiyorum ama siz de benim bildiğim her şeyi bilmiyorsunuz. O yüzden attığım her adımdan sonra çat kapı rapor isteyemezsiniz benden. Belki şu an burada başka biriyle buluşacaktım, belki bundan kimsenin haberi yoktu. Belki şu an buluşacağım kişi sizi görüp saklandı, siz gittikten sonra yanıma gelip hiçbir şey görmemiş gibi davranacak. Benden habersiz hareket ettiğiniz için ifşa olmuş olabilirsiniz, bu beceriksizliğin hesabını kim verecek?"

Birkaç saniye boyunca hiçbir şey söylemedi. Ardından derin bir nefes alıp "Bitti mi?" diye sordu. "Çünkü ben gerçekten neden bahsettiğinizi anlamıyorum. Ama emin olun, habersiz gelişimin sorumlusu ben değilim. Görüşme talep etmek için sağ kolunuza ulaşmaya çalıştım, kendisi tenezzül edip telefonu açmadı. Buradaysa çağırıp sorabilirsiniz, arama kayıtlarında numaram duruyordur."

"Sağ kolum derken— Bilader sen kimi aradın?"

"Şu eski subayı." dedi korktuğum gibi. "Uzun boylu, renkli gözlü olan... Sağ kolunuz değil mi o çocuk?"

"Ulan o çocuğun bizim işlerimizle alakası bile yok." diye söylendim. "Uzak akrabam o benim, yakında da orduya geri dönecek zaten."

"Sakin olun, bir yanlış anlaşılma olmuş." dedi geri vitesi takıp.

"Hayır ne bok yemeye kafana göre iş yapıyorsun ki?" diyerek devam ettim. "Belinde silah bile taşımayan oğlanın sicili kirlenecek senin yüzünden!"

"Merak etmeyin, ben yaptığım hatanın da kaydını tutarım." demekle yetindi. "Şimdi dilerseniz artık esas konumuza—"

"Lafım bitmedi!" dedim elimi havaya kaldırıp. "Ortada bir koordinasyon problemi var, bunu çözeceksiniz. Çünkü koordinasyon olmayınca dost ateşi başlıyor. Ben buna tekrar gelemem."

"Dost ateşi derken friendly fire'dan mı bahsediyorsunuz?" diye sordu kafası karışmış gibi. "Ne demek istediğinizi anlamadım."

"Anlaması gereken anlamıştır." demekle yetindim. "Her neyse... Benim söyleyeceklerim bu kadar. Şimdi asıl derdini anlatabilirsin."

Bu kez daha kolay adapte oldu. Bozuntuya vermeden yanıma geliş sebebini anlatmaya başladı. Tam da tahmin ettiğim gibi Ali İhsan Varşova mevzusu yüzünden gelmişti. Herifin oğlunu abimle olan mevzusu yüzünden vurduğumu sanıyorlardı. Ben de detaylı bir açıklama yaparak olayı açıklığa kavuşturdum.

Bilerek yapmıştım bunu. Gerçekleştirdiğim eylemlerin arkasında onların bilmediği sebepler olabileceğini, aramızdaki bilgi asimetrisini görmelerini istiyordum. Amaçlarının ne olduğunu bilmeden attığım her adım gözü kapalı atış yapmaktan farksızdı. Bu olayda olduğu gibi yine onların bilmediği bazı sebeplerden ötürü bir şey yapabilir; ben de onların amacını bilmediğim için kazara çok yanlış bir hedefi vurabilirdim. Eğer Cesur denen herifin komutanı düşündüğüm kişiyse bana hak vereceğinden şüphem yoktu.

Eşref Savtekin dost ateşinin ne demek olduğunu çok iyi bilirdi.

Cesur denen herifi gönderdikten sonra ben de kapının önünde duramadım. Sabahın beş buçuğu demeden Gülşen yengemin kapısına dayandım. Sarışının tekini görmem gereken meseleler vardı.

Neyse ki Nurcihan yengem henüz uyanmamıştı. Gülşen yengemin peşine takılıp sessizce giriş kattaki misafir odasına ulaştım.

Elena çehresinde yüzyılların huzuruyla uyuyordu. Dudaklarının kenarındaki tebessüme bakarken asırlık bir sızı büyüdü içimde. Başucunda durup dalgın bakışlarla yüzünü seyre koyuldum.

"Yengecim söylemeyi unuttum ama senin eve gitmeyin."

Gülşen yengemin varlığını hatırlayınca bakışlarımı kapıya çevirdim. Pervaza yaslanıp kollarını göğsünde kavuşturmuştu, yüzünde sevecen bir tebessümle bize bakıyordu.

"Neden yenge?"

"İzzet abi adam dikmiş oraya." dedi fısıldayarak. "Elif akşam eve gitmeyince senin yine kızı kaçırdığını anlamış. Bu kez canına okuyacak, benden söylemesi."

Bıkkınlıkla iç çekerek yanına yürüdüm. "Yenge bu adam neden böyle yapıyor?"

"Ne yapıyor?"

"Rahat vermiyor bize." diye söylendim. "Yahu nişanlım bu kız benim. Aramızdaki münasebeti de hepiniz biliyorsunuz. Bırakın birlikte yaşayalım işte... Hayır, gören de Elif abimin özbeöz kızı sanacak."

Tamam, aramızda gerçek bir münasebet geçmemişti ama en azından ailedekiler geçtiğini sanıyordu. Neden bunu kendi yararıma kullanmayacaktım ki?

"Olaya çok fazla kendi pencerenden bakıyorsun Alparslan." dedi Gülşen yengem. "İzzet abi vaktiyle Asaf'la bana da aynı muameleyi yapmıştı. Onun amacı size kısıtlama getirmek değil, bize sahip çıkmak."

"Ne alaka?"

"Elif'in ailesi burada olsaydı evlenmeden önce sizin birlikte kalmanıza izin verirler miydi?"

"Hayır ama olay bu zaten, ailesi burada yok. Adam kızını nikahlayıp gönderdi benimle birlikte. Sorun çıkaran sizsiniz."

"Ailesi öz kızlarına sahipsiz muamelesi yapıyor diye biz de öyleymiş gibi mi davranalım?" diye tersledi beni. "Olmaz öyle yengecim. Elif artık bizim ailemizin kızı. İzzet abimin kendi kızı olsaydı nasıl davranacaksa Elif'e de öyle davranıyor işte. Sen de bizden kolaylık bekleyeceğine kendin aş zorlukları. Koskoca adam oldun, kapıdan giremiyorsan bacadan gireceksin eve."

"Yav yenge..."

"Anlamam ben yav mav." diyerek iteledi beni. "Hadi, Nurcihan abla uyanmadan alıp kızı götüreceksen götür. Ben de salonda içim geçmiş, duymamışım falan derim."

Sırıttım. "Sen var ya, en sevdiğim yengemsin yeminle."

Gülerek göz kırptı bana. Gülşen yengem salona giderken ben de tekrar odaya girdim. Elena'yı kucağıma almak için üzerindeki örtüleri kenara çekince duraksadım. Evet... Onu bu halde dışarı çıkaramazdım. Üzerinde dün giydiği seksi mini etekle ipli atlet vardı sadece. Üstelik dışarıda yağmur atıştırmaya başlamıştı.

Etrafa biraz bakınınca buraya gelirken giydiği paltomu koltuğun kenarına asılı halde buldum. Benimkini yataktan kaldırıp önce paltoyu giydirdim üzerine. Düğmeleri iliklerken mızırdanıp durdu ama neyse ki uyanmadı. Topuklu ayakkabılarını da giydirdikten sonra tekrar başucuna gittim.

Elena'yı kucağıma alıp evden çıkarken kimseye yakalanmadık. Sokağı kolaçan edip abimin olmadığına kanaat getirince koşar adımlarla arabaya gittim. Hatunu arabanın arka koltuğuna yatırıp gaza bastım direkt.

Gülşen yengemin uyarısından sonra eve gidemezdik. Abim bu kez feci öfkelenmiş olmalıydı. Asaf abimin dağ evine zaten gidemezdik, Ayşe manyağı oradaydı. Hatta muhtemelen Ufuk iti de oradaydı. Dün siktir çekerken bir süre gözüme görünmemesini tembihlemiştim, telefonlarını da açmadığına göre kesin kızın yanına gitmişti. Yapay zeka da olsa erkekti neticede... Kafası atınca hatunun kapısına dayanmak genetik kodlarında yazılıydı.

"Nereye gitsek?" dedim dikiz aynasından arkada uyuyan kıza bakıp. "Sen de hep uyuyorsun be güzelim..."

Uykusunda söylendi. "Vino lângă mine."
(Yanıma gelsene.)

"Sensin o." diyerek anlamını bilmediğim küfrü iade ettim. "Ağzın da bozuk... Valla eli maşalısın göçmen kızı. Bizim seninle işimiz var."

"Imbratiseaza-ma draga mea."
(Sarıl bana sevgilim.)

Dayanamayıp güldüm. Allah bilir ne söylüyordu şu an? Küfür ettiğine şüphem yoktu ama ne laflar yediğimi feci halde merak ediyordum.

"O zaman tekneye gidiyoruz." dedim kendi kendime. "Abim orada hayatta bulamaz bizi."

Zaten epey yakın sayılırdık. Caddeleri geçip sahile ulaştığımızda gün hala ışımamıştı. Kıyıya park edip araçtan indim. Arka koltukta uyumaya devam eden müstakbel karımı kucağıma alıp tekneye doğru ilerledim. Korumalardan biri önden gidip palamarı çekerek kıyıya yanaştırmıştı.

Yine de teknenin merdivenlerine çıkarken Elena denizin sarsıntısını hissetti sanırım. Göğsünde birleştirdiği ellerinden birini yüzüne götürüp uykulu uykulu burnunu kaşıdı. Kirpiklerinin hafifçe aralandığını, baygın gözlerle çenemdeki sabit bir noktaya baktığını gördüm. Yarı uyur yarı uyanık halde bana doğru uzattı elini. Avucunun içini yanağıma koyup ağır ağır yüzümü okşamaya başladı.

"Alparslan..."

Kendimi tutamayıp güldüm.

"Söyle yavrum."

"Admir aspectul tău de barba miriște." diyerek iç çekti. "Ține-o așa, bine?"
(Kirli sakallı haline bayılıyorum. Böyle kalsın, tamam mı?)

Çaresizce yüzüne bakmaya devam ettim. Ne söylediğini anlayamıyordum, hangi dilde konuştuğundan bile emin değildim. Bir değil, iki değil, üç de değil, dört yabancı dil biliyordu hatun. Bense çocukluğumun büyük bölümünü Yunanistan'da geçirdiğim halde Yunanca'yı bile güç bela öğrenebilmiş bir linguistik faciaydım.

Bir şey sormuş olacak ki cevap alamayınca huysuzlandı. "Bine?"
(Tamam mı?)

"Bine." dedim ne söylediğimi bile bilmeden. Yüzünde tatlı bir tebessüm belirirken tekrar iç çekti. Ardından kirpikleri yavaşça örtülüp onu uykunun derinliklerine çekti.

Tekneye çıktıktan sonra içeride fazla oyalanmadım, denize bakan taraftaki kamaraya geçtim. Perdeler kapalı olduğu için oda zifiri karanlıktı. Dikkatle ilerleyip Elena'yı yatağa bıraktım, ardından kamaranın deniz manzarasıyla dolu camlarından birine yürüyüp perdeyi yarı yarıya açtım. Aydınlanmaya başlayan gökyüzü, kamaranın zifirini bir nebze kırdı.

Boğaz'ın laciverte dönmüş sularını arkama alıp sırtımı cama döndüm. Yatağa giden kısa mesafeyi adımlarken kısık sesli bir iç çekiş duyuldu odada. Elena uykusunda bir şeyler söylenerek yatağın ucuna kaydı, yan dönüp bacaklarını karnına çekerek köşeye kıvrıldı.

İnceden bir sızı saplandı göğsüme.

Sonra bakışlarım yüzüne takıldı ve kendimi birden aylar öncesinde buluverdim. İstanbul'dan dönüp de onu Defne'yle birlikte benim yatağımda uyurken bulduğum zehir zemberek geceye... O gece hayatımda ilk kez bir kadını uykular boyu kollarıma almak istemiştim. Belki de tüm o yorgunluk ve uykusuzlukla gerçekten yapacaktım bunu, Elif tepesinde dikilen eli silahlı adamı hissedip uyanmasaydı gerçekten yatağın diğer ucuna kıvrılacaktım.

Fakat uykusundan uyanıp odanın karanlığına gizlenen adamı fark etmiş; ve hiç düşünmeden Defne'nin üzerine kapanarak beni alt üst etmişti. Birkaç saniye süren, içgüdüsel bir tepkiydi ama sayfalar dolusu betimlemeyle anlatılamayacak kadar çok şey anlatıyordu karakterine dair. O ana dek fiziksel bir çekimden ve önlenemez bir meraktan oluşan hislerim, o gece hayranlıkla katmerlenmişti.

Sonraki gecelerim de gördüğüm manzarayı düşünerek geçmişti. Her uyuduğunda dudakları ve yüzü kızarıyor muydu mesela? Yoksa yaz mevsimi olduğu için sıcaktan mı kızarmıştı? Ne kadar hafifti uykusu? Saçındaki örgüyü çözmeye kalksam hemen uyanır mıydı? Sabah insanı mıydı, yoksa güneş yükselmeden uyanınca huysuz olanlardan mıydı?

O gece tüm bu soruların cevapsız kalacağını bilmenin öfkesiyle dolup taşmıştım. Şimdiyse aradığım cevaplar karşımdaydı.

Sıcak havalarda daha çok olsa da, her uyuduğunda yanakları kızarıyordu. Mesela şu an yüzünde tatlı bir kırmızılık vardı fakat üşüdüğünü biliyordum. Mezarlıkta çiye yakalanmıştık. Yağarken farkına varmak pek mümkün değildi ama ince ince çiseleyen yağış benim gömleğimi, onun da kabanını ıslatmıştı.

Önce kendi gömleğimi çıkarıp kuruması için köşedeki sandalyeye serdim. Yatağın etrafını dolaşıp Elena'nın yanına gittiğimde hafiften titremeye başlamıştı. Karyolanın kenarına oturduktan sonra omuzlarından tutarak yavaşça sırt üstü çevirdim onu.

"Voi dormi..." diye sızlandı kollarını vücuduna sararken.

"Yok bir şey yavrum," dedim kabanın düğmelerini açarken. "Şunu çıkaralım, sonra battaniye örteceğim üstüne... Gel böyle bakalım."

Kol altlarından tutarak yatakta oturur pozisyona gelmesini sağladım. Kabanı omuzlarından sıyırırken gözleri yarı yarıya aralandı, bilinçsiz maviliklerle kısaca etrafı taradı. Beni görünce dağ evinde olduğu gibi korkar sanmıştım ama bu kez yadırgamadı varlığımı. İç çekti hafifçe, dili dolanarak bir şeyler mırıldandı.

"M-ai ars, bărbatul meu frumos."

"Kabanın ıslanmış biraz, o yüzden çıkarıyorum." dedim soru sorduğunu varsayarak. "Böyle uyursan üşürsün."

"Încălzește-mă atunci." gibisinden bir şeyler söylenerek başını salladı. Sonra hafifçe esnedi, yarı aralanmış gözleri arkaya doğru kayarak kapandı ve kollarımın arasında tekrar uykuya daldı. Bu esnada başı yana doğru devrilip kolumun alt kısmına yaslanmıştı.

Yanağının kolumdan taştığını görünce "Tipini yediğim..." diye güldüm kendi kendime. Dayanamayıp dudaklarımı yanağına bastıra bastıra kokulu bir öpücük aldım. Uykunun kokusu olur muydu hiç? Bu hatun uyku kokuyordu işte... Öpmelere doyamıyordum.

Kapının hafifçe tıklatıldığını duyunca Elena'yı tekrar yatağa yatırdım, battaniyeyi üstüne örtüp yataktan kalktım. Kenan'dı gelen, yüzündeki sıkıntılı ifadeye bakılırsa nahoş bir gelişme vardı.

"Ne oldu Kenan?"

"Abi Gülendam yenge telefonda. Seninle bir şey konuşacakmış."

Saat sabahın altısıydı. Kamaranın kapısını kapatıp dışarı çıktım telaşla. Telefonu Kenan'ın elinden alıp kulağıma götürdüm.

"Efendim yenge?"

"Alparslan ben senin bu abinden bıktım artık!" diyerek bodoslama lafa girdi. Burnunu çeke çeke konuşuyordu. "Böyle izansızlık olmaz ki canım!"

"Yenge sen ağlıyor musun?"

"İçim yandı vallahi!" diyerek devam etti söylenmeye. "Biliyorum Elif'in yanındasın ama dayanamadım çocuğum. Valla gözüme uyku girmedi.O oğlanı buraya geri göndersen olmaz mı?"

"Sen neden bahsediyorsun şu an? Cidden anlamıyorum."

"Ay garibim söylemedi mi sana?" diyerek burnunu çekti yeniden. "Abin olacak hadsiz, dün gece senin şu korumayı evden kovdu. Hani Behram'ın oğlu var ya... Sofranın başından kaldırdı çocuğu ya!"

Dişlerimi sıktım. Abimin korumaları eve almama konusundaki tavrını biliyordum ama bu kadarı gerçekten fazlaydı.

"Yenge sakince bana tek tek olanları anlatır mısın?" diye sordum bir elimle burun kemerimi sıkarken. "Ufuk diğer korumalardan daha mesafelidir zaten, çağırsan bile eve girmez ki. Ne oldu da kabul etti sofraya oturmayı?"

"Ben ısrar ettim, ne olacak?" diye söylendi. "Nişanı erteleyip durduğunuz için dün bahçedeki hazırlıkları toplatayım dedim. Diğer korumaların işi vardı, o çocuk taşıdı onca eşyayı. Geçen sefer de apar topar sofradan kalkmıştı biliyorsun. Ben de yemek hazırladım işte, aç göndermeye içim elvermedi ne yapayım."

"Ya yenge koca şehirde kıtlık mı çıktı? Hem bir sürü koruma çalışıyor evin çevresinde, sen niye bu çocuğun karnının doymasına kafayı taktın ki?"

"Ay ne bileyim Alparslan, kıyamıyorum ben o çocuğa." diyerek ağlamaya devam etti. "Annesi ölmüş gitmiş, Behram desen el gibi davranıyor oğluna. Sen de her fırsatta azarlıyorsun zaten. Ne olmuş yani iki kap yemek yaptıysam?" Bu noktada ağlaması daha da şiddetlenip anaçlık moduna geçiş yaptı. "Bir lokma bile yiyemedi zavallım! Abin olacak ahlaksız bir sürü laf sayıp kovdu evden. Bir şey belli etmedi ama giderken gördüm, çocuğun gözünde yaş vardı."

"Yenge tamam, ben konuşurum abimle—"

"Başlatma şimdi abine! Bana ne senin abinden? O çocuğu gönder buraya, yemekleri paket yaptım ben."

"Yahu o yemiştir çoktan bir şeyler! Saat sabahın altısı, yemek için eve mi yollayayım oğlanı?"

"Abin adına özür de dileyeceğim aptal çocuk!" diye azarladı beni. Sonra tekrar sesi yumuşadı. "Alparslan sabaha kadar uyuyamadım vallahi. Benim de o yaşta evlatlarım var. Ana yüreği işte, şu yemekleri vermezsem içim rahat etmez."

"Yenge anlıyorum ama Ufuk burada yok." diye iç çektim. "Gönderemem şu an onu."

"Canım neredeyse oradan kalkıp gelsin işte."

"Nerede olduğunu ben de bilmiyorum ki. Dün akşamüstü bir tatsızlık oldu, fena fırça attım. Birkaç gün gözüme görünme diye yolladım yanımdan."

"İyi halt ettin!" diye çıkıştı bana. "Ben de tutmuş sana abini şikayet ediyorum... Tencere dibi kara, seninki ondan kara!"

"Yahu ne alakası var? Çocuğun iyiliği için öyle yapmam gerekiyordu. Döndüğünde gönlünü alırım merak etme sen."

"Hemen şimdi ulaşamaz mısın yani?"

"Yenge sen ciddi misin?" diye söylendim. "Ayrıca izin ver o çocuk da kafasını toplasın biraz. Senin  vicdan azabın dinsin diye oğlanı kovulduğu eve mi göndereyim? Genç delikanlı yahu, gururu var onun da."

"Canım ben vicdan yaptığımdan demiyorum ki..." diye geveledi.

"Niye gönder diyorsun o zaman?"

"Ay ne bileyim ben!" diyerek üfledi. Ardından çaresiz bir çekiş yükseldi karşıdan. "Neyse tamam, haklısın... Şimdi buraya gönderirsen daha çok gururu kırılır. Hay aksi... Alparslan Allah senin o abini bildiği gibi yapsın ya!"

Bir süre daha abime saydı sövdü, en sonunda ilk fırsatta Ufuk'u kolundan tutup eve götürme sözü verdirterek sakinleşti. Nihayet telefonu kapattığımda kafam kazan gibi olmuştu.

Ağır adımlarla teknenin ucuna yürüyüp kollarımı demirlere yasladım. Güneş, aheste aheste yükseliyordu ufukta. Yengemle konuşurken belli etmemiştim ama abimin yaptığı şeyin normal olmadığını biliyordum. Ufuk'a karşı çözemediğim bir öfkesi, bastıramadığı bir tepkisi vardı. Çevresindeki herkese babalık yaparken gencecik bir oğlanı her fırsatta itip kakmasına, gururunu kırmasına, sofradan kaldırıp evden kovmasına anlam veremiyordum.

Daha doğrusu, verdiğim anlamları yakıştıramıyordum. Zira abimin yengemi aldatmış olması olanaksızdı.

İç çektim çaresizce. Olacaklardan habersizdim lakin içimde giderek büyüyen bir sıkıntı; ufukta giderek yükselen bir savaş vardı.

-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*

Oy vermeyi lütfen unutmayın. Sonraki bölümde görüşmek üzere! *.*

Twitter: profeysinil

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro