Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 28 - Rapunzel'in Rüyası

Bu bölümü Elena'yı Rapunzel'e benzeterek harika bir flood hazırlayan Elif'e (kisacaeluu) ithaf etmek istiyorum.

(ps: Flynn'in Alp'le alakası yok. Alparslan hayatta top sakal bırakmazdı ahsjsjs)

Keyifli okumalar dilerim! ❤️

"Gökyüzünü görünce gecenin devi,
Çıkarıp şapkasından yıldızlar saçar.
Cüceler bilir bunu, gürgenler bilir,
Aşkın uyumadığı her yerde söylenir."

-Ülkü Tamer, Ben Sana Teşekkür Ederim

-*-

🎶 Can Kazaz - Gemi

İstanbul'a dair edindiğim ilk izlenim, insanın bu şehirde kolaylıkla kaybolabileceği oldu.

Sokaklar birbirine benziyordu çünkü. Daha doğrusu Mersin'in düzlüklerine alışmış zihnim gördüğü tüm yokuşları tek bir yol olarak kodlamıştı. O nedenle Alparslan'ın beni yalıya götürmediğini fark edemedim. Zaten öfkeden gözüm etrafı pek görmüyordu, yokuşlardan inip çıkarak ilerlerken bir an evvel eve gidip odama çıkmak ve yanımdaki şahsı düğüne kadar görmemek niyetindeydim. Çok özlersem eve geldiğinde çaktırmadan camdan bakardım.

Alparslan ise, ilginç bir şekilde, o kadar da öfkeli görünmüyordu. Havuza düştükten sonra olan biteni pek idrak edememiştim. Beni suyun altından çekip çıkardıktan sonra kucaklayıp havuzun kenarına taşımış, sudan çıkmadan evvel sırtımı havuzun duvarına yaslayıp etraflıca muayene ederek direğin çarpmadığına emin olmuştu. Sonradan öğrendiğime göre aydınlatma direği devrilmişti, eğer beni kurtarmamış olsa metal blok olduğu gibi kafama inecekti. Ve bir de, benim bu gece onu bırakıp yurtdışına kaçmaya niyetlendiğimden habersizdi. Emin olmamakla birlikte davranışlarından bu sonucu çıkarmıştım.

Zaten yolda gelirken de sadece Adar'ın evine gitmeye çalışmamla, ablamı bulmak için ondan yardım istemek yerine elin heriflerine yalvarmamla ve arada akrabalık bağı yoksa yabancı bir erkeğin benim abim falan olamayacağıyla ilgili söylenip durmuştu. Ben de denize gittiğimiz gün ona abi demeyi bıraktım diye nasıl kızdığını, kendine zorla abi dedirttiğini yüzüne vurmaya çalışmıştım ama yaptığı ikiyüzlülükten pek gocunmuyordu sanırım.

Utanıp susmak yerine "Evet, o gün sana abilik tasladım!" diye cevap vermişti. "Ama hatırlarsan aynı günün gecesinde de seni öptüm! Demek ki neymiş? Senin abi demenle elin adamı abin olmuyormuş!"

Fakat öfkesi bunlarla sınırlıydı. Onu terk etmeye kalkışmamdan veya yurtdışına kaçmak için Adar'dan yardım istememden bahsetmemişti bile. Dudak okuma olayının nasıl gerçekleştiğini ve tüm konuşmaları kulaklarıyla duyar gibi anlayıp anlayamadığını bilmediğim için neyi ne kadar bildiğini de çözemiyordum. Eve gidince odama çıkıp duşta uzun bir beyin fırtınası seansı yapmam gerekecekti.

Fakat farkında olmadan iyelik ekleriyle taçlandırdığım eve gidemedik. Yolculuğun yirminci dakikası sularında Alp arabayı aniden durdurdu. Yolların yabancısı olsam da yalının gece kulübüne bu kadar yakın olmadığını biliyordum, trafik olmadığı halde taksitle gitmem kırk dakika falan sürmüştü. Üstelik etrafta yalı falan da yoktu, bahçeli lüks müstakil evlerin ve villaların hüküm sürdüğü bir semte gelmiştik.

"Ne oluyor?"

"Bir zahmet arabadan iniyorsun." dedi eliyle kapıyı işaret ederek. "Eve geldik."

Şaşkınlıkla etrafa bakındım. "İyi de yalının bulunduğu sokak değil ki burası."

"Çünkü yalıya gelmedik, Elif. Bu gece benim evimde kalacaksın."

"Ne alaka ya?" dedim pat diye ona dönerek. "Ne diye kalacakmışım ben senin evinde?"

Hiçbir şey söylemeden birkaç saniye boyunca yüzüme baktı. Ardından sabır dilenir gibi bir iç çekişle kapıyı açıp dışarı çıktı. Arabanın önünden dolaşıp benim tarafıma ilerlerken bu durumdan nasıl kurtulacağımı bulmaya çalışıyordum.

"Elif in arabadan."

"İnmeyeceğim." dedim kollarımı göğsümde kavuşturarak. "Gelmem ben senin evine."

"Sebep?"

"Senin yüzünden sürekli adım çıkıyor da ondan!" diye patladım. "Zaten herkes öğrendi çiftlikteyken basıldığımızı, yetmedi İstanbul'a gelir gelmez beni dağ evine kaçırdın. Şimdi bir de aynı evde mi kalacağız?"

"Hiç boşuna tantana koparma, gecenin bu saatinde yalıya götüremem seni. Hem elin herifinin evine gitmeyi sorun etmiyordun. Kocanla da aynı evde kalabilirsin."

"Allah'ım delireceğim, hala elin herifi diyor ya!" diyerek elimin tersiyle alnıma vurdum. "Abim diyorum Alparslan, O ADAM BENİM ABİM, ANLADIN MI? Elin herifi falan değil. Ayrıca sen de benim kocam değilsin!"

"Tanrı katında evliyiz, bunun sahtesi olmaz diyen sen değil miydin?" diyerek kayıkhanedeki laflarımı hatırlattı bana. Sonra iç çekerek daha yumuşak bir sesle devam etti. "Elif hadi, inatlaşma benimle. Bu halde yalıya gidersek herkes tepemize toplanır anlamıyor musun? Ayrıca merak etme, seni ablanla ve o fenomen dallamayla ilgili sorguya çekmeyeceğim, sen anlatmak isteyene kadar soru bile sormayacağım. Çık artık şu kahrolası arabadan."

Öfkeli bir şekilde emir vermek yerine görece yumuşak bir üslupla izahat vermesi inadıma sağlam bir darbe indirmişti. Yüzüne kararsız bir bakış attığımda epey bitkin göründüğünü fark ettim. Saçlarından sular damlıyordu hala, sırılsıklam olmuş gömleği üzerine yapışmıştı. Bu haldeyken bir de beni yalıya götürmesi için diretmeye gönlüm razı gelmedi. Başımı sallayıp uysal bir tavırla emniyet kemerimi açtım, ikna olduğumu görünce arkasını dönüp yürümeye başladı. "Hayvan..." diye söylendim kendi kendime. Ardından üzerimdeki kalın paltosuna iyice bürünerek arabadan çıktım. Çakıl taşlarıyla bezeli yola attığım ilk adımda ayakkabılarımın yokluğu kendini hatırlattı.

"Ayyy!"

Alp sesimi duyunca omzunun üstünden şaşkın bir bakış attı bana. Ne olduğunu anlamasına fırsat kalmadan üzerine devrilip koluna sarıldım. Yere basmamak için ağırlığımı ona vermeye çalıştığımı görünce soru sormadı, durumu anlamış olacak ki ikiletmeden eğilip kucağına aldı beni. Zaten ne soracaktı ki? Çiftlikte büyümüş bir kız olarak çıplak ayakla taşa toprağa basmaya kesinlikle alışkın değildim. Çakıl taşlarına basınca yerde kızgın lav varmış gibi tepki vermem son derece normaldi. Yersen.

"Bıraksana ya! Niye kucağına alıyorsun beni?!"

"Ayakkabın yok, aptal Rapunzel."

"Birincisi, ben aptal değilim. İkincisi, ayakkabısını kaybeden Kül Kedisi'ydi!"

Bakışlarını kucağıma yığılmış saçlarıma çevirdi. "Buradan bakınca Rapunzel gibi duruyor."

Haksız sayılmazdı, haddinden fazla uzamıştı saçlarım. Normalde hep örülü tuttuğum için beni rahatsız etmiyordu ama güzel saç kesimi yapan bir kuaföre gitme fırsatım olursa da geri tepmezdim. Dalgın bir tavırla kucağımda duran yarı yarıya bozulmuş örgümü ellerime alıp yeniden örmeye başladım. Tepemde belli belirsiz bir homurdanma sesi yükseldi, belli ki Alparslan da kendi içinde bir şeyler düşünüyordu. Kim bilir neye sıkılmıştı canı?

Sorsam söylemezdi muhtemelen. Hazır aklı başka yerdeyken çaktırmadan biraz hasret gidermeyi düşündüm. Kucağında böyle kaskatı ve araya olabildiğince mesafe açarak durmak yerine başımı boyun boşluğuna koymak istiyordum. O zaman yanağım köprücük kemiklerine yaslanırdı, yüzümü hafifçe çevirirsem iki kemiğin ortasında boşluğa gömülürdü dudaklarım.

Cesaret edemedim. Saçlarımı örmeyi bırakıp huysuz bir tavırla uzaklaşmaya çalıştım ondan. Bir saat önce klorlu suyla dolu havuza düşmüştük ama hala güzel kokuyordu. Yolda gelirken ondan tarafa attığım kaçamak bakışlarda tıraş rutinini aksattığını da fark etmiştim. Eğer loş ışıkta yanlış görmediysem kirli sakal vardı yüzünde. Fakat emin olamıyordum. Yüzüne gözlerimi dikip inceleyememiştim, aramızdaki her şey gibi bakışlarımız da kaçamaktı.

Ne büyük saçmalık, öyle değil mi? Yalıda resmen dizine oturtmuştu beni, gece kulübünde onca şey yaşamıştık ama bir mecburiyet olmadan, sırf canım öyle istiyor diye dokunamıyordum ona. Şimdi de kucağındaydım ama başımı geriye atıp da da şöyle doya doya bakamıyordum yüzüne. Aramızda tamamlamaya çalıştıkça kaçamak kalan bir şeyler vardı.

"Sözlerini söylemeyecek misin?"

"Hmm?" dedim ve birden bahçedeki melodi sekteye uğradı. O ana dek kısık sesle sözsüz bir şeyler mırıldandığımın farkına bile varmamıştım. Sahi, neydi bu şarkı? Sadece karşı karşı dururken yüzüne hasret kaldım kısmını hatırlıyordum. Muhtemelen farkında olmadan mırıldanmaya başlamamın sebebi de aklımdan geçenleri tarif ediyor olmasıydı.

"Bilmiyorum ki sözlerini."

Biliyordum.

Sesi gecenin içinde kadifeden bir fısıltı gibi çarptı saçlarıma. "Öyleyse Göçmen Kızı'nı söyle."

"Anlamadım... Nasıl yani?"

"Türküyü diyorum..." dedi bocalayarak. "Bilmiyor musun yoksa?"

Bu kez de ben bocaladım. "Böyle bir türkü mü var?"

İki aydır sabah akşam dinliyordum.

Hafifçe gülerek iki yana salladı başını. "Ciddi olamazsın, Göçmen Kızı... Sana neden Göçmen Kızı dediğimi bilmiyor musun yani?"

Başımı iki yana salladım hafifçe. Bu yalan değildi, gerçekten o an aklından ne geçtiğini bilmiyordum.

Zihnime tanıştığımız gününün hatıraları üşüşüyordu. O gün Alparslan bir saat içerisinde üç ayrı duyguyu yaşatmıştı bana. Karşılaştığımız ilk anda; aşk romanlarında karakterlerin ilk görüşte hissettiği o tuhaf ve güçlü çekimle sarsılmıştım. Alparslan yakışıklıydı, onu gören kimsenin aksini iddia edemeyeceği kadar objektif bir gerçekti bu. Fakat beni etkisi altına alan şey biçimli burnu, köşeli çenesi, boylu poslu oluşu falan değildi. Etrafa güçlü bir enerji yaydığını hissetmiştim. Gülerken kısılan gözlerinde güneşli bir şeyler vardı, göz göze geldiğimizde içimi görüyordu sanki. Heyecandan elim ayağıma dolaşıyor, saçma sapan şeyler yapıyordum.

Neyse ki çok geçmeden onun beni tiye aldığı için güldüğünü fark etmiştim. Arabaya bindikten sonra aramızdaki güçlü çekim ivedilikle güçlü bir çatışma halini almıştı. Çiftliğe vardıktan sonra ise düpedüz düşmanlığa dönüşmüş, ve uzunca bir süre karşılıklı olarak devam etmişti.

Fakat arabada bir an vardı. Beni kimsenin merak etmediği çocukluk yıllarımla ilgili soru yağmuruna tutarken alaycı tavrının kırıldığı ufacık bir an... Yedi yaşına dek Balkan ülkelerini dolaştığımı öğrendiğinde üzerine garip bir hal çökmüştü sanki. Durgunluk, hüzün, belki de belli belirsiz bir şefkat... Kendini beğenmiş hovarda duruşu sekteye uğramış, ardında yatan adamın sessiz silüeti açığa çıkmıştı. Bakışlarını diğer tarafa çevirirken "Öyleyse sen bir göçmen kızısın." diye mırıldandığını duymuştum. "Kucağında bir kuzu olmasına şaşmamalı."

Bunu benden ziyade kendisiyle konuşur gibi bir tavırla söylediği için neden bahsettiğini soramamıştım. Birkaç gün sonra, Alparslan iş için İstanbul'a gittiği günlerde cevap kendiliğinden karşıma çıkmıştı. İzzet abinin rutin TRT Türkü FM dinletileri sırasında radyodan yükselen "Ben bir göçmen kızı gördüm Tuna Boyu'nda, elinde bir besili kuzu hem kucağında." sözleri dikkatimi çekmişti.

Türküye kulak kabarttığımı görünce İzzet abinin neşelendiğini fark etmiştim. "Alparslan da çok sever bu türküyü." demişti. "Arabada gelirken sana göçmen kızı diyordu ya, kucağında kuzuyla görünce bu türküyü hatırladı herhalde."

Tam o esnada türkünün "Ben bir öksüz, sen bir yetim alayım seni. Alayım da gizli yerde sarayım seni." kısmı başlamıştı. Önce şaşkınlıkla onlara bakmıştım. Sonra ters bir laf edip saygısızlık yapmamak için apar topar çıkmıştım müştemilattan. İzzet Beyleri birkaç gündür tanıyordum henüz. Benim başka biriyle evleneceğimi sanıyorlardı. Ben de onların ablalarımdan birini istemeye geldiğini sanıyordum. Üstelik beni yakıştırdıkları adamla ilk günden bu yana yıldızımız barışmamıştı. Değil onunla evli olmak, kendimi Alparslan Ahıskalı ile basitçe sohbet ederken bile düşünemiyordum. Göz göze geldiğimizde oluşan garip sarsıntı vardı sadece.

"Türküyü dinle." dediğini duydum. "Sonra da söyle bana. Senin sesinden dinlemek istiyorum."

Başımı salladım belli belirsiz. Ardından elimi usulca gömleğinin yakasına uzattım. Düğmesi kopmak üzereydi, havuzda boğuşurken bunu benim yaptığımı biliyordum. Belki tamamen kopar diye gevşemiş düğmeyi iki parmağımın arasına aldım ama kopmadı. Kaşlarımı çattım. Düğmenin belirsizlik içinde salınması hoşuma gitmemişti.

Gevşemiş ipliği işaret parmağımla orta parmağımın arasına kıstırıp çekerek söktüm. Gömleğinin düğmesi sökülen ipliklerin üzerinden kayarak usulca avucuma indi. Öteki gelinlerin beni bir alışveriş maratonuna sokma niyetleri olduğunu duymuştum Sena'dan. Belki gittiğimizde Alp'e de yeni bir gömlek alırdım.

"Niye kopardın düğmemi?"

Bunu bir çocuğun yaramazlığını ayıplar gibi sormuştu. Fakat bir şekilde dudağının kenarında titreşen gülümsemeden haberim vardı. Başımı kaldırıp yüzüne baksam öper miydi beni?

"Canım istedi." dedim omuz silkerek. "Hem biz evine gelmedik mi daha? On beş dakikadır yürüyoruz."

"Geldik bile, hemen şurası."

Eve varınca kucağından inmem gerekecekti, yüzünü yakından göremezdim. O yüzden işaret ettiği yöne bakmadım, başımı kaldırıp ani bir kararla yüzüne baktım. Öylece.

Bir insanın yüzüne baktığımda bunları hissedeceğimi tahmin bile edemezdim. Sıcacık bir şeyler parmak uçlarımdan başlayarak kollarıma aktı, omuzlarımdan aşağı dökülüp göğüs kafesimde yoğunlaştı. Bakışlarımı çehresinde gezdirirken tıraş rutini konusunda haklı çıktığımı fark ettim. Hakikaten değil kirli sakal bırakmıştı ve itiraf etmeliyim ki, çok yakışmıştı. Elimi yüzüne uzatıp dokunmamak için kendimi zor tutuyordum.

Verandaya çıkarken izlendiğini hissetti sanırım. Başını hafifçe eğip bana baktığında bakışlarımız buluştu. Önce hafiften bir şaşırdı, sonra bir şey mi oldu dercesine ufak bir mimik yaptı. Kaşlarımı çatarak sana ne dedim. Gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı. Elimde olmadan bakışlarımı dudaklarına indirdim. Ardından tekrar gözlerine çevirdim.

Kahkaha attı. "Şimdi olmaz, Elena."

"Ne olmaz?" dedim meraklanarak. "Neye gülüyorsun sen?"

"Hiç, aklıma bir şey geldi sadece."

"Ne geldi?"

"Anlatırım bir ara." dedi fakat bakışlarında gezinen kahkaha parıltıları kaybolmamıştı. "Anahtarı çıkarıp kapıyı açar mısın? Cebimdeydi."

Etrafa bakınınca kapının önüne geldiğimizi gördüm. Kucağında olduğum için ellerini cebine uzatamıyordu. Ben de çakıl taşlı yolu geçip verandaya çıktığımız halde neden hala kucağında olduğumu sorgulamıyordum. Yüzüne huysuz bir bakış atıp bir kolumu boynuna doladım. Sonra akrobasi gösterisi yapar gibi gövdemi aşağı eğip pantolonunun cebine uzanmaya çalıştım. Yanlış bir yere temas etmemek için ekstra dikkatli hareket ediyordum.

Hafifçe öksürdü. "Güzelim anahtar paltomun cebinde."

Ve paltosu benim üzerimdeydi. Ah, cidden...

Hiç bozuntuya vermeden kucağında tekrar doğruldum. Paltonun cebindeki anahtarı çıkarıp kapıyı açarken onun evine gelmekle hata yaptığıma emin olmuştum. Normal şartlarda da patavatsız bir insandım ben, yersiz hareketler yapmakta üstüme yoktu. Alp etrafımda olunca heyecanlanıp on kat daha patavatsız birine dönüşüyordum. Kurulanır kurulanmaz onu yalıya dönmeye ikna etmem gerekiyordu.

Kilidi açtıktan sonra anahtarı tekrar paltonun cebine koydum. Alp kapıyı ayağıyla iterek açtı, bir şey dememe fırsat kalmadan kucağında benimle birlikte eşikten içeri adım attı. Bir geleneği daha yerine getirdiğimizi fark etmiştim.

"Evine hoşgeldin, Elena."

Kaşlarımı çattım. "Evine derken?"

"Afedersin, dilim sürçtü." diyerek kucağından indirdi beni. "Evimize diyecektim."

"Öyleyse dilin sürçmeye devam ediyor." dedim ona sırtımı dönerken. "Çünkü burası bizim evimiz falan-"

Evi gördüğümde sesim zayıflayarak kayboldu.

Çocukluğumdan bu yana evlerin bir ruhu olduğuna inanmışımdır. Tavanları yüksek evlerde dile getirilmemiş bir yalnızlık vardır, ne zaman böyle bir eve girsem üşümeye başlarım. Uzun koridorları olan evler korkutur beni, odalara kapansam bile aklım kapının ardındaki bilinmezlikte kalır. İnce uzun salonlar, içi tıkabasa cam ve gümüş eşyalarla dolu vitrinler ve duvarlardaki kolon oyuntuları, major depresyonun mimari dildeki karşılığı gibi gelir. Bazen de bir ev görürüm ve hiçbir sebep yokken mutsuz olurum.

Alp'in evini gördüğümde hiçbir sebep yokken mutlu oldum. Oldukça sade, ispat çabasından arınmış bir mimarisi vardı binanın. Girişteki kısacık ara holü geçince durduğum noktadan evin büyük bölümünü görebiliyordum. Sol tarafımda L harfi şeklinde bir bar tezgahıyla dairenin geri kalanından ayrılan mutfak duruyordu. Birkaç metre sağımda ise ufak bir bölme vardı, daha dikkatli bakınca bölmenin iki ayrı ucunda birbirine bakan kapılar olduğunu gördüm. Bir tanesi lavabo olmalıydı, öteki de muhtemelen yatak odasıydı.

Bu kısımların tamamı evin kabaca yüzde kırkını oluşturuyordu. Geri kalan kısımsa görünürde tek bir odaydı, girişteki bölümlerin iki üç basamak aşağısında kalıyordu. Etrafa bakınmaya devam ederek ilerleyip basamaklardan aşağı indiğimde kendimi görüp görebileceğim en güzel salonun içinde buldum. İçine girince genişleyen bir dizaynı vardı bu kısmın. Çok fazla eşya yoktu, olanlar da gelişigüzel serpiştirilmişti. Girişteki lambaların loş sarı ışığı altında yılbaşı temalı yabancı filmlerde gördüğüm o sıcacık evleri andırıyordu.

Fakat beni asıl büyüleyen şey, tam karşımdaki duvarın boydan boya camdan oluşu oldu. Bir yandan da şaşırmıştım çünkü camların dışında boşluk vardı, ev İstanbul'un semalarında asılı duruyordu sanki. Yerden başlayıp tavana kadar uzanan pencerelere yaklaşınca aslında bir tepenin en ucunda olduğumuzu fark ettim. Karanlığın içinde parıltılı bir zinciri andıran Boğaz Köprüsü, gittikçe alçalarak denize ulaşan evler ve ışıl ışıl İstanbul akşamı altımızda uzanıyordu.

"Sanırım evimizi sevdin."

Kullandığı iyelik ekine pek takılmadım. Hayatımda gördüğüm en güzel evdi burası, fakat güzel oluşu bana ait olduğu anlamına gelmezdi. Benim bir evim vardı zaten. Görüntüsü hafızamda usul usul silikleşen bir anıdan ibaretti, öyle ki adresini bile unutmuştum ama yine de zihnimdeki ev tanımının karşılığını oluşturuyordu. Alp dağlarının yamaçlarındaki o şirin kulübe varken istesem de başka bir yeri evim gibi göremezdim.

"Bu evi görüp de sevmemek mümkün mü?" dedim yeniden ona dönerek. "Şu manzaraya baksana, eminim evine gelen herkes hayran kalmıştır."

"Benim evime pek gelip giden olmaz aslında. Hatta ailedekiler ve benim dörtlü dışında burayı gören ilk kişi sensin."

"Neden, misafir sevmiyor musun yoksa?"

"O yüzden değil." diye iç çekti. "Bizim ailenin nasıl işlerle meşgul olduğunu biliyorsun. İstihbarat sürekli ensemizde olduğu için dışarıda her hareketimize, ağzımızdan çıkan her söze dikkat etmemiz gerekiyor zaten. Evlerimizde de bunu yapmak zorunda kalmamak için aileden olmayan insanların evimize gelmesine izin vermiyoruz."

Peki Duygu da bu aile kontenjanına dahil mi diye sormamak için kendimi zor tuttum. Araya bir sürü olay girmişti ama Duygu meselesini unutmuş değildim. Alparslan'ın yokluğunda ailedeki diğer kadınlarla az da olsa iletişim kurmuştum. Gülşen'le birkaç dakikalık havadan sudan muhabbetlerimiz bile olmuştu. Duygu ise hala kırmızı listedeydi. Varlığını komple yok sayıyordum, evde karşılaştığımız zaman yüzüne attığım tehditkar bakışları saymazsak tabi.

Fakat bu mevzudan Alparslan'a bahsedecek değildim. Evliliğimizin gerçek olmayacağı konusunda bu kadar diretiyorken tutup da hesap soramazdım ondan.

"Anladım." dedim başımı sallayarak. "Ben de dikkatli olurum."

O esnada başka bir şey çekti dikkatimi. Devasa salonun bir duvarı boydan boya raflarla kaplıydı ama sadece ilk rafın yarısında kitaplar yer alıyordu.

"Kitaplığın neden boş?"

Hafifçe omuz silkti. "Kitap biriktirmeyi pek sevmem."

"Okuduğun kitapları çöpe mi atıyorsun?"

"Hayır, kütüphaneye bağışlıyorum."

"Çok düşünceli bir davranış," dedim yeniden ona dönerek. "Ben değil kütüphaneye bağışlamak, kitaplarımı birine ödünç bile veremem. Her daim bir okuma mesafesi uzağımda olmaları gerek." Duraksadım. "Gerekirdi yani."

Çünkü artık kitaplarım yoktu. Hepsinin çiftlikte kaldığını anımsayınca zemin ayağımın altından çekildi sanki. Yüzlerce, çocukluk kitaplarımı da sayarsak binlerce kitap... Babamın ben gider gitmez hepsini yaktığına emindim. Babaannem olmasa ben çiftlikteyken de izin vermezdi onca kitabı eve sığdırmama. Fakat artık babaannem de yoktu. Kitaplarım yoktu. Okulum yoktu. Geleceğe dair bir beklentim olmayınca geçmişimden medet ummuştum ama Adar da beni istemiyordu. Alparslan'dan başka tutunacak hiçbir şeyim kalmamıştı hayatta.

"Elif iyi misin?" dediğini duydum. "Eğer kitapların için üzülüyorsan-"

"Hayır, iyiyim ben." diyerek kestim sözünü. "Kurulanırsam daha da iyi olacağım hatta."

"Tamam, ben giyecek bir şeyler getireyim sana."

Başımı salladım sessizce. Evin içi dışarıya nazaran daha sıcaktı, o yüzden titremem durmuştu ama iç çamaşırlarıma kadar ıslanmış haldeydim hala. Arabaya binince üşümeyeyim diye verdiği siyah uzun paltosu bile bu ıslaklıktan nasibini almıştı.

Saçımdan damlayan suların iç astara sızdığını fark edince iliklediğim düğmeleri açıp paltoyu çıkardım üzerimden. Elbisemin etekleri hala bacaklarımın arasında düğümlenmiş haldeydi. Öne eğilip düğümü açtıktan sonra elbisenin etekleri yeniden dizimin altına uzandı. Tabi, buna artık bir elbise denebilirse... Yırtık pırtık kumaşların bacaklarımın arasına dolandığı garip bir şeye dönüşmüştü. İç çekerek tekrar eğilip bükülmüş kumaşları ellerimle düzeltmeye çalıştım.

Başımı kaldırdığımda Alp hala karşımda durmuş beni izliyordu.

"Neyi bekliyorsun?"

Tepeden tırnağa vücudumu süzdü. "Dürüstçe cevap vermemi istediğine emin misin?"

Yüzüme bakmıyordu. Bakışlarını takip edince elbisenin geniş yakasından görünen iki kabarık et parçası karşıma çıktı. Bu halde bir de az önce öne eğildiğimi düşünürsek, sanırım bir çift memeyle verilebilecek tüm dekolteyi vermiştim.

"Bilerek yapmadığımın farkındasın değil mi?" dedim yakayı yukarı çekip kapatmaya çalışırken. "Böyle kıyafetlere alışık değilim ben, çiftlikte nasıl giyindiğimi gördün. Oturup kalkarken dekolteye yırtmaca dikkat etmek aklıma gelmiyor. Üzerimde kendi giysilerim varmış gibi hareket ediyorum."

"Benim yanımdayken istediğin gibi hareket edebilirsin, dert değil." diye cevap verdi. Sonra sıkıntıyla çenesini sıvazladı. "Ama diğer insanların yanında dikkatli olmanı sağlamanın bir yolunu bulmamız gerek."

Geniş yakalı bluz ve mini etekler giymememi söylemek yerine böyle bir çözüm arayışına girmesi hoşuma gitmişti. Yüzümde ufak bir sırıtış belirirken "Merak etme, alışırım yakında." dedim. "Zaten çok eğilince çenem göğsüme çarpıyor, ister istemez fark ediyorum."

Dilin kopsun Elena.

Alparslan'ın yüzündeki ifadeyi görünce "Hadi giyecek bir şeyler ver bana," diyerek ona doğru ilerledim. Neyse ki bu kez patavatsızlığımı yüzüme vurmadı. Yanına yaklaştığımda arkasını dönüp önümden yürümeye başladı. Basamakları tekrar çıkıp girişte gördüğüm karşılıklı kapılara ilerledik. Tahmin ettiğim gibi içlerinden biri yatak odasıydı. Arkasından gittiğimi görünce kapının önünde durup bana döndü.

"Sen banyoya geç, ben kuru kıyafetler getiririm."

"Duşa girebilir miyim?"

Hafifçe gülerek yanağımdan makas aldı. "Temiz havlular dolapta."

Evinde tek banyo vardı, o yüzden duşu sırayla almamız gerekti. Önce ben girip üzerimdeki klor kokusundan arındım. Duşakabinden çıktığımda kapının yanındaki raflarda kuru giysiler duruyordu. Telaşla başımı çevirip duşakabine baktım tekrar. Buzlu cam vardı, içerideki buhar da eklenince dışarıdan bakıldığında pek bir şey görünmüyordu.

Rahat bir nefes alarak üzerimi giyinmeye koyuldum. Gömleklerinden birini getirmişti bana, bir de paketinden yeni çıktığı belli olan temiz bir boxer vardı. İkisini de giydikten sonra kapıyı açıp başımı dışarı uzattım.

"Alp bir bakar mısın?"

"Efendim Elif?"

"Altıma giyebileceğim bir eşofmanın yok mu?"

"Benim eşofmanlarım sana olmaz ki. Hem belinden düşer, hem de paçaları ayağına dolaşır."

"Katlarım ben de."

İç çekti fakat inatlaşmadı. "Tamam, nasıl istersen."

"Bir de gömleğin üstüne giyebileceğim bir kapüşonlu lazım," diye seslendim arkasından. "Hırka falan da olur."

Homurdandı fakat birkaç dakika sonra istediklerimi getirmişti. Fermuarlı, kapüşonlu eşofman üstünü giydiğimde sütyensizlik problemim ortadan kalktı. Kalın kumaştan meme uçlarım belli olmuyordu. Eşofman altını giydiğimde ise Alp'in haklı olduğunu anladım. Kalçam eşofmanın pat diye düşmesini önlüyordu ama hareket ettikçe aşağı kaymaya devam ediyordu. Ayağıma dolaşan paçaları katlamak da işe yaramadı, eşofman bol paça olduğu için yürüdükçe onlar da tekrar açılıyordu. Yine de elimden geldiğince paçaları katlayıp bel kısmını elimle tutarak banyodan çıktım.

Aynı anda yatak odasının kapısı açıldı, Alp dışarı çıktığında üzerinde yalnızca boxer olduğunu gördüm. Normalde bakışlarımı kaçırmazdım ama şeyini elledikten sonra gözüm oraya kayar diye korkuyordum. Başımı diğer tarafa çevirdiğimde kahkahası kulaklarımda yankılandı.

"Güzelim bu ne hal?"

"Ne varmış halimde?" diye söylendim. "Sen asıl kendine bak. Niye soyundun ki?"

"Duşa girene kadar ıslak kıyafetlerle mi bekleseydim?" diyerek haklı bir soru sordu. Adımlarının giderek yaklaştığını fark ettim, tam yanımdan geçerken bana doğru eğilip sesini alçaltarak ekledi.

"Bir de hazır baş başa kalmışken nişanlıma şov yapayım dedim."

"Geri zekalı!" diyerek ufak bir yumruk geçirdim omzuna. "Kinaye yapmıştım ben orada!"

"Peki ne tür bir kinaye geçiyordu aklından? Şov yapmak çok muğlak bir ifade, yerinde olsam bunu benim hayal gücüme bırakmazdım."

"İstediğin hayali kur, nasılsa ancak rüyanda görürsün."

Kahkaha atarak kapattı kapıyı. Kendi kendime söylenerek salona doğru seğirttim ancak birkaç metre gidemeden eşofmanın paçaları aşağı inip ayağıma çelme taktı. Dengemi koruyamayıp bir güzel yere yapıştım. Geri zekalı herif... Kesin bilerek çuval gibi eşofman vermişti bana.

Üzerimdeki eşofmanı çıkardıktan sonra söylenmeye devam ederek yatak odasının yolunu tuttum. İlla ki bana göre bir şeyler bulurdum dolabında. En kötü ihtimalle yazdan kalma bir şortunu falan giyerdim. Fakat yatak odasına girdiğimde kıyafet dolabına gidemedim. Odanın içi tahta kolilerle doluydu. Hani şu mafya filmlerinde silah sevkiyatı yapılırken kullanılanlardan... Acaba bu yüzden mi kıyafetleri bana kendisi getirmek istemişti?

Odadan çıkmak üzere kapıya döndüm yeniden. Evimiz dediği çatının altında kutulara istiflenmiş silahlar bulmak istemiyordum. Salona geçtiğimde çıkardığım eşofmanı katlayıp sehpanın üstüne koydum. Ardından üçlü koltuğun köşesine geçip bacaklarımı altımda toplayarak karşımdaki duvarı kaplayan İstanbul manzarasını izlemeye başladım.

"Hoş geldin kadınım benim hoş geldin
ayağını bastın odama
kırk yıllık beton, çayır çimen şimdi
güldün,
güller açıldı penceremin demirlerinde
ağladın,
avuçlarıma döküldü inciler
gönlüm gibi zengin
hürriyet gibi aydınlık oldu odam.
Hoş geldin kadınım benim hoş geldin."

-Nazım Hikmet Ran, Piraye'ye Mektuplar

-*-

Alparslan duştan çıktığında uykuya dalmak üzereydim. Hatta belki de çoktan dalmıştım, zira gözlerimi araladığımda oturduğum pozisyonda olmadığımı fark ettim. Mindere uzattığım bacaklarımı karnıma çekip kollarımı vücuduma dolayarak koltuğun ucuna büzüşmüştüm. Başımı kaldırdığımda Alparslan'la göz göze geldik. Üzerinde kısa kollu bir tişörtle rahat bir eşofman vardı, nedense keyifsiz görünüyordu.

"Niye köşeye kıvrıldın?"

"Hı?"

"Niye ayaklarını uzatıp geniş geniş yatmıyorsun diyorum. Kaplumbağa gibi tortop olmuşsun yine."

Hayvana bak. Resmen uyurken kaplumbağaya benziyorsun demişti bana.

"Sana ne ya? Sen de uyurken ahtapota benziyorsun, ben ona bir şey diyor muyum?"

"Diyemezsin çünkü benim yaptığım son derece normal. Uyku rahatlamak için uyunur, herhalde yayıla yayıla yatacağım."

"Sen sadece yayılmıyorsun ki, ahtapot gibi de sarılıyorsun. Çiftlikteki gece buluşmalarımızın birinde elinden zor kurtuldum, az kalsın yengene yakalanacaktık!"

"Uydurma göçmen kızı." diyerek güldü. "O gece buluşmalarında biz hiç aynı yatakta uyumadık. Sen uyuduktan sonra koltuğa geçiyordum."

Pot kırdığımı fark edince uzatmadım, uydurduğumu sanması gerçeği anlamasından daha evlaydı. Çünkü bahsettiğim olayda Alp koltukta uyuyordu zaten. Rahat yatabilmek için koltuğun bölmesini de açıp yatak haline getirmişti. Sabaha karşı uyandığımda yanına gidip uzanan bendim. Niyetim bir iki dakika onu uyurken izleyip saçlarına dokunmaktı, sonra odadan çıkıp salona inecektim. Varlığımı hissetmiş olacak ki bir anda kolunu karnıma atıp beni yanına çekmiş, bacağını üstüme atıp çekyata çivilemişti. Güç bela kurtulmayı başarmıştım ama uyanıp da beni yanında bulsaydı nasıl rezil olacağımı hayal bile edemiyordum.

"Neyse, şimdi uyuma zaten." dedi basamaklara doğru yürürken. "Yiyecek bir şeyler hazırlayacağım, yemek yedikten sonra yatarsın."

"Ne yapacaksın?"

"Hızlıca hazırlanacak bir şeyler. Tost ya da makarna gibi... Hangisini istersin?"

"Fark etmez, ikisi de olur." dedim. "Yardım etmemi ister misin?"

"Gerek yok, hallederim ben." Başını çevirmeden eliyle arkaya doğru bir işaret yaptı. "İstersen sen de yemek hazır olana kadar şu kolileri boşaltabilirsin."

Başımı çevirip gösterdiği yere baktığımda camdan duvarın önüne yığılmış kolileri gördüm. Evet, sahiden de uyuyakalmış olmalıydım. Alp kolileri buraya taşırken ruhum bile duymamıştı. Öte yandan rahatlamıştım. Belli ki ev eşyası falan vardı kolilerde. Zaten neden onun yatak odasına kolilerce silah koyacağını düşünmüştüm ki?

Koltuktan kalkıp ağır adımlarla kolilere doğru yürüdüm. Epey ağır görünüyorlardı. Alparslan bunların hepsini beni uyandırmadan buraya nasıl taşımıştı acaba? Beni kucağında taşırken de zorlandığını hiç görmemiştim. Güçlü olması iyi bir şeydi elbette, sağlıklı olduğunu da gösterirdi ama bazen onun hiç bilmediğim bir yönü varmış gibi geliyordu. Günün sonunda dolabındaki gizli bir bölmeden Batman kostümü bulup da Kara Şövalye'nin imam nikahlı karısı olduğumu öğrenirsem çok şaşırmazdım.

Aklımdan geçen şeylere sırıtarak yere diz çöküp kolilerden birini açmaya çalıştım. İnce tahta kapakların açılmaması için kutunun etrafı plastik şeritlerle sarılmıştı. Ellerimle tutup çekmeye çalıştım ama kopması elbette. Belki de dişleyerek koparmaya çalışsam-

Mutfaktan yükselen bir ses düşüncelerime müdahale etti. "Alt kısma elini uzat, orada bir klips var. Bastırırsan açılır."

Omzumun üstünden geriye baktım. Alparslan tezgahın salona bakan kısmındaydı, üzerinde mutfak önlüğüyle bulaşık yıkıyordu. Onu süzdüğümü anlamasın diye tekrar önüme dönüp elimi kolinin alt kısmına uzattım. Klips falan yoktu. Mecburen dizlerimin üstüne çöküp ellerimi yere dayayarak başımı aşağı eğdim. Sanki bir karaltı vardı ama emin olamıyordum. Daha iyi görebilmek için belimi büküp kafamı kutunun altına uzatmaya çalıştım.

Mutfakta bir şangırtı koptu.

"Alp ne oldu?!"

Ayağa fırladığımda bulaşıklardan birkaçının yere devrildiğini anladım. Onları yakalamaya çalışırken kolunu ocaktaki tencereye çarptı. Fakat hızlı refleksleri bu kez zararına sonuç verdi. Zira tencerenin düşeceğini anladığı anda doğrulup sıcak metali elleriyle tuttu. Acıyla inlediğini duyunca ufak bir çığlık atarak mutfağa fırladım.

Yanına ulaştığımda tencereyi tezgaha koymayı başarmıştı, fakat içi boş olarak. Yere dökülen makarnaların etrafından dolaşıp yanına koşturdum. Ellerini tutup açtığımda avuç içleri kıpkırmızı kesilmişti ama şükürler olsun ki yanmamıştı, suya tutarsak beş on dakikaya geçecek türden bir şeydi.

"Alp ne yaptın ya?!" diye söylendim eline üfleyerek. "Gel, suya tut çabuk."

"İyiyim, bir şey yok."

"Biliyorum," dedim öteki elimi uzatıp musluğu açarken. "O yüzden sadece suya tutacağız zaten."

Ellerini ellerimle birlikte musluğun altına uzattığımda karşı koymadı. Soğuk su avuçlarındaki kırmızı rengi alıp götürürken "Makarnaya yazık oldu." diye iç çektim. "Bu kadar sakar olduğunu bilsem mutfağa girmene izin vermezdim."

"Normalde sakar değilimdir."

"Aynen tabi, etraf benim yüzümden savaş alanına döndü zaten."

Kahkaha attı. "Gel hadi, temizleyelim şunları."

Arkasını döndüğünü görünce itaatkar bir civciv edasıyla peşine takıldım. Fakat basacağım yerler konusunda onun kadar dikkatli değildim. Ayağımdaki terliği kuru zemin yerine makarna deryasının üstüne basmamla dengemi kaybetmem bir oldu.

"Elif dur, yavaş-"

Duramadım. Öne doğru devrilince kafam Alparslan'ın sırtına tosladı. Yere düşmemek için kollarımı can havliyle gövdesine sardım. Tepki vermedi, fakat parmaklarımın altında karnındaki kasların gerildiğini hissetmiştim. Garipti açıkçası. Kas hareketi kadavralar üzerinde gözlemleyebileceğimiz bir şey değildi, ara sıra ders çalışırken kendi kaslarıma dokunarak hareketi algılamaya çalışmıştım ama bendeki kaslar da pek belirgin değildi. Şimdiyse abdominal kasların yay gibi gerilip gevşemesine tanıklık ediyordum. Kesinlikle enteresan bir deneyimdi.

"Profesyonel spor geçmişin var, değil mi?"

Sesli konuştuğumu fark edince kafamı duvarlara vurasım geldi. Patavatsızlığın zirvesi diye bir şey varsa, şu an tam olarak oraya ulaşmıştım. Kesinlikle. Birine durduk yere spor geçmişi olup olmadığını sormak büyük bir patavatsızlık sayılmazdı. Bir erkeğin vücudunu süzmek de büyük bir patavatsızlık değildi. Süzerken yakalanmaksa üst seviye, lakin atlatılabilir bir patavatsızlıktı. Fakat bu üçünü bir ara yapınca ortaya ölümcül düzeyde bir patavatsızlık çıkıyordu.

"Yanlış anlama, tamamen mesleki bir merak." dedim ciddiyetle. "Anatomik açıdan ilgi çekici bir vücudun var, o yüzden soruyorum."

Kahkaha attı. "Flört stiline bayıldığımı söylemiş miydim?"

Suratımı asıp önüme döndüm. Bu sefer hak etmiştim.

"Gözlerimi sana çevirdiğim zaman
bir buğu sarıyor onları
görmüyormuş gibi yapıyorsun ama
İmkânsızlıklar yaratıyor aşkları"

-Lale Müldür, Anemon

-*-

🎶 Güncel Gürsey Artıktay - Hasret

Mutfağı birlikte temizledik. Makarnaya gerçekten üzülmüştüm çünkü enfes kokuyordu, üstelik bu onun elinden yiyeceğim ilk yemek olacaktı. Fakat onca yorgunluğun üstüne tekrar yemek yapmakla uğraşmasını istemiyordum. O da benim yemek yapmakla uğraşmamam konusunda ısrarcıydı.

En sonunda tartışmayı yarıda kesip korumaları aradı, pizza getirmelerini söyleyerek basitçe konuyu kapattı. Sonra da tüm itirazlarıma rağmen beni salona yollayıp yere devirdiği bulaşıkları tekrar yıkamaya koyuldu.

İçeri geçtiğimde bu kez kolinin etrafına da bakındım. Tam da düşündüğüm gibi şeridin klipsli kısmı kayarak yukarı çıkmıştı. Kollarımı kolinin arkasına uzatıp klipse basınca şeritler şak diye çözüldüler. Onları kenara çektikten sonra dizlerimin üstünde doğrulup tahta kapakları açtım.

Kolinin içinde gördüğüm manzara beni duraksattı. Ev eşyası falan yoktu, silah da yoktu. Kitaptı bunlar... Bunların Alparslan'ın yalıdaki kitapları olmadığını biliyordum, daha bir saat önce konuşmuştuk. Aklıma bir şey geliyordu ama onu da düşünmeye korkuyordum. Ya düşündüğüm gibi çıkmazsa?

Kolideki kitaplardan birini çekip çıkardım. 1984. Bu kitabı okumamış insanların kütüphanesinde bile bulunurdu.

Bir tane daha çektim. Başucumda Müzik. Bunu belki bir yerden duyup okumuştur.

Bir tane daha. Rüzgarın Adı. Alparslan fantastik kitaplar okumazdı ki...

Kumral Ada Mavi Tuna. Kırmızı Pazartesi. Toprak Ana. Şeker Portakalı. Doğu Ekspresinde Cinayet. Bir Genç Kızın Gizli Defteri. Mülksüzler. İmkansızın Şarkısı. Böğürtlen Kışı. Küçük Prens. Şahane Bir Kadının Gizli Günlüğü. Uçurtma Avcısı. Korkuyu Beklerken. Sultanı Öldürmek. Sana Gül Bahçesi Vadetmedim. Yüzyıllık Yalnızlık. Milena'ya Mektuplar.

İlk koliyi bitirmeden ötekine geçip kapakları açtım. Onda da kitaplar vardı. Bir başka kolide dergiler vardı. Mecmualar. Bilim Teknik Dergisi'nin 1967'den bu yana tüm sayıları. Blue Jean Dergisi'nin Headbang ekleri. Harry Potter özel sayısı. Yeni Fikirler Dergisi'nin Uzay sayısı. Miço Dergisi ve Ders Sevmez Hamdi karikatürleri. Trendy Dergisi'nin birkaç sayısı bile vardı.

Kolilerden çıkan her kitapla birlikte yanaklarımın daha çok ıslandığını hissediyordum. Bir noktada gözümden akan yaşlar yazıları okunmaz hale getirdi. Benim içindi bu kitaplar. Dergilerin hepsi ona övüne övüne bahsettiğim, odama götürüp bizzat gösteremediğim için kitaplığımın fotoğrafını attığım bölümünde yer alan dergilerdi. Geri kalan kitapların isimlerini nereden öğrendiğini bilmiyordum ama kütüphanemin büyük bölümünü toplamayı başarmıştı.

Kitapları bırakıp ayağa kalktım. Terliklerimi bile giymeden, tek laf etmeden, sessizce geçtim odayı. U şeklindeki mutfak tezgahının açık kısmına ulaştığımda Alparslan bulaşıkları bitirmişti. Ocağın başında sırtı bana dönük halde yemek yapmakla meşguldü. Fakat bir şekilde anladı arkasında olduğumu. Belki varlığımı hissetmişti, belki de kesik kesik iç çekişlerimi işitmişti, bilemiyorum...

O biliyordu. Bana dair her şeyi değil, intiharlarımı ve ona olan aşkımı hiç değil; lakin sevdiğim kitapları biliyordu. Çocukluk yıllarımı, kendimi bildim bileli Alp Dağları'nın yamaçlarındaki evimi aradığımı, tüm sessizliğimle geldiğim halde buradaki varlığımı, hatta birkaç saniye sonra ne yapacağımı bile biliyordu. Duraksayışından, sonra hiçbir şey söylemeden ocağı kapatışından anladım.

Bana dönmesini beklemedim. Aramızda uğuldayan mesafeleri sessiz adımlarla aşarak sırtı bana dönük halde duran adama sarıldım. Kollarımı gövdesine dolayıp ellerimi karnında kenetlerken kendimi bir yapbozun kayıp parçası gibi hissetmiştim. Başımı kürek kemiklerinin arasındaki boşluğa gömdüğümde biri beni yitip gittiğim yerden aldı, yapbozdaki eksik yerime tamamladı.

Birkaç yüzyıl boyunca çıt çıkmadı aramızda. Zaman bir göç kervanı gibi ağır ağır ilerlerken "Ağlama." dediğini duydum Alp'in. Gözyaşlarım sırtını ıslattıkça bedeni kollarımın arasında kasılıyordu. En sonunda dayanamadı, "Şş, tamam güzelim." diyerek olduğu yerde bana doğru döndü. Kollarımı çözüp beni sakinleştirmeye çalışacağını sanmıştım ama öyle olmadı. Yüzümü göğsüne gömüp ağlarken onun da kollarını bana sardığını hissettim. Teselli eder gibi sarılmıyordu; yüz yıllık bir hasreti tüketir gibi sarıyordu beni. Birine sarılmakla birini sarmanın bambaşka şeyler olduğunu anlatır gibi sarıyordu.

Türküdeki haymatlosun göçmen kızını sardığı gibi sarıyordu.

"Nasıl da almış aklımı,
Sürmüş, filiz vermiş içimde sevdan."

-Ahmed Arif, Hasretinden Prangalar Eskittim

-

*-

🎶 Cihan Mürtezaoğlu - Zulmün Buysa

Salona el ele tutuşarak gittik.

Mutfakta ağlamam durana kadar birbirimize sarılmıştık. Sonra beni lavabonun önüne götürüp elleriyle yüzümü yıkamış, örgümden çıkıp yüzüme düşen bebek saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırmıştı. Koliler dolusu kitapları görünce burnumun direğinin yeniden sızladığını hissettim. Sanki o da ağlayacağımı hissetmişti, elimi bırakmadan beni boş rafların önüne sürüklemeye başladı.

"Şimdi ben kolileri buraya taşıyacağım, sonra da kitapları yerleştireceğiz. Oldu mu?"

Hiçbir şey söylemeden başımı salladım. Yüzüme bakarken ufak bir kahkaha attı.

"Halini görmen lazım."

Başımı raflara çevirerek yüzümü saklamaya çalıştım. "Dalga geçmesene... Ağlayınca herkesin yüzü kötü görünür."

"Kötü demedim ki." diyerek gülmeye devam etti. "Dön de bir daha bakayım yüzüne."

"Olmaz..."

"Yavrum valla kötü anlamında demedim." diyerek omuzlarımdan tutup çevirmeye çalıştı beni. "Çok tatlı görünüyorsun, yaz domatesi gibi."

"Ne domatesi? Ben ağlayınca kızarmam bir kere!"

"Yüzünü göster de inanayım."

Kafamı rafların arasına saklamaya çalıştım. "Alp uğraşma benimle ya!"

Belimden tutup kendine çevirdi beni. Sırtım boş raflara çarparken ellerimi yüzüme kapattım. "Göster yüzünü." dedi kahkaha atarak. "Bak yoksa çok fena yapacağım."

Kitaplıkla onun arasına sıkışıp kalmıştım. Vücudunun sıcaklığı etrafımı çevrelerken ağlama isteğim kaybolup gitmişti fakat yüzümün hala berbat göründüğünden şüphem yoktu. Bileklerimden tutunca ellerimi çözeceğini anladım. Kollarımı havaya kaldırıp kavuşturarak başımı gömdüm arasına. Böylelikle bileklerimden tutarak çözmesi daha zor olacaktı. Tabi, niyeti bu olsaydı.

Beni bir anda gıdıklamaya başladı.

Bunu kesinlikle beklemiyordum. O kadar hazırlıksız yakalanmıştım ki, dudaklarımdan ufak bir çığlık koptu. Kollarımı yüzümden çekip can havliyle aşağı indirdim. Karnımdaki ellerini tutup çekmeye çalıştığımda tınmadı bile. Daha fazla dayanamadım, başımı arkaya atıp kahkahalarla gülmeye başladım.

"ALP DUR- GIDIKLANIRIM BEN!"

"Amaç da o zaten." dedi kahkaha atarak. "Göster yüzünü, yoksa sabaha kadar gıdıklarım seni!"

Can havliyle geri çektim başımı. Yüzümü görünce karnımdaki elleri duraksadı fakat ben gülmeyi durduramıyordum. Kahkahalarım kıkırdamalara dönüşürken başımı geriye atıp nefes almaya çalıştım. Ağlayınca yüzüm kızarmış mıydı bilmiyorum ama şu an hakiki bir yaz domatesine benzediğimden şüphem yoktu. Alev almış yanıyordum.

"Bir daha sakın-" dedim nefes nefese. Kıkırdamaya devam ederek elimi gülmekten sancıyan karnıma koydum. "Sakın- gıdıklama beni."

Cevap vermedi. Yüzümü gördüğünden beri sessizleştiğini fark edince başımı kaldırdım. Gözlerimi yüzüne çevirdiğimde dalgın bakışlarla beni izliyordu. Dudaklarının kenarında en sevdiğim tebessümü, gözlerinde anlatılmamış bir öykü vardı. Dizine yatıp gecelerce dek dinlemek istedim.

Aramızda giderek yoğunlaşan atmosfer kapının sesiyle bozuldu. Pizzaların geldiğini anlayınca heyecana kapılmadan edemedim. Çiftlikteyken dışarıdan yemek sipariş vermemiz pek söz konusu değildi, her şeyi evde kendimiz yapardık. Pizzayı da YouTube videoları izleyerek birkaç kez denemiştim ama hamuru asla filmlerdeki gibi ince olmuyordu. Dışarıda yapılan pizzaların filmlerdeki kadar ince olup olmadığını epeydir merak ediyordum.

Alparslan geri çekilince kapıya bakmaya gideceğini anlamıştım. Ondan önce davranıp öne atıldım hevesle. Bir metre bile gidemeden kolunu karnıma sarıp beni geri çekti.

"Hayırdır güzelim, nereye?"

"Pizzaları alacağım." dedim. "Merak etme, delikten kimin geldiğine bakıp öyle açarım kapıyı."

"Üzerinde benim gömleğim var Elif." diyerek iç çekti. Ardından kapının menzili dışında kalan koltuğu işaret etti başıyla. "Geç otur şöyle, hadi."

Alp kapıya doğru ilerlerken başımı eğip kendime göz attım. Haksız sayılmazdı pek. Gömleğin üstündeki kapüşonlu sadece göğüslerimi kamufle ediyordu. Onunla boğuşurken gömlekle birlikte yukarı sıyrılarak bacaklarımı ortaya sermişti. Gömleği uçlarından tutup aşağı çekiştirdikten sonra gösterdiği koltuğa doğru ilerledim. Ben kapının menzilinden çıkana kadar bekledi. Koltuğa oturduktan birkaç saniye sonra antreden öfkeli bir bağırtı yükseldi.

"ULAN BUNLAR NE?!"

Karşıdan anlaşılmaz sesler yükseldi.

"OĞLUM SİZ BENİMLE TAŞAK MI GEÇİYORSUNUZ?!" diye devam etti Alp. "NEREDE O İT?!"

Panikle kalktım koltuktan. "Alp ne oluyor-"

"ELİF OTUR YERİNE!" diye bağırdı ayaklandığımı hissetmiş gibi. Somurtarak yerime oturdum.

Gelen koruma her kimse onun dörtlüden biri olmadığı kesindi. Onlar Alp bir şeye kızdığı zaman onu daha çok çileden çıkarıyorlardı. Kapıdaki koruma ise alttan aldı sanırım, bir süre sonra Alparslan'ın sesi giderek alçaldı. En sonunda konuşmalar tamamen kesildi.

Evin kapısı kapanır kapanmaz merakla yerimden fırladım. Başımı giriş kısmına uzatırken ne görmeyi beklediğimi bilmiyorum ama kesinlikle bu değildi. Bu manzara değil. Alparslan'ın yüzünde cinayet işlemeye hazır bir ifade vardı. Mutfağa doğru yürürken bir yandan ana avrat küfür ediyor, bir yandan da yaklaşık yirmi tane pizza kutusunu dengede tutmaya çalışıyordu.

Kahkahalarla gülmeye başladım.

"Çok mu komik?!" diye çıkıştı bana. Öfkesi yatışır gibi olmuştu. "Orada durup güleceğine gel de yardım et!"

Gülmeye devam ederek basamakları çıkıp mutfağa doğru ilerledim. Aklıma denizdeyken Alparslan'ın korumalardan içecek bir şeyler getirmelerini istediği zaman gelmişti. Sonuç olarak içilebilecek her şeyi ayağımıza getirmişlerdi.

"Ufuk muydu gelen?"

"Değil ama onun bok yemesi!" diye söylendi. "Ben pizza isteyince onu aramışlar neli pizza sevdiğimi sormak için. Pezevenk herif de Alparslan abi spesifik bir şey söylemediyse her çeşitten alıp götüreceksiniz demiş. Yemin ederim bu çocuk benim elimde kalacak bir gün!"

Tekrar kahkaha attım. "Gerçekten ne istediğini anlamadığı için mi böyle yapıyor?"

"Ufuk iti mi bir şeyi anlamayacak?" dedi öfkeli bir gülüşle. "Onun yapay zeka gibi davrandığına aldanma sen, mizah anlayışı dışında hiçbir mental eksiği yok!"

"Nasıl yani, bilerek mi kızdırıyor seni? Korumalarla aranda öyle bir samimiyet olduğunu hiç fark etmemiştim."

"Ufuk sıradan bir koruma değil." dedi pizza kutularını tezgaha bırakırken. "Behram abinin oğlu."

"O da abinin koruması, değil mi?"

"Behram abiler bizim uzaktan akrabamız, Elif. Üstelik Zarife halamın köylüsü olurlar. Zaten ailesi hala Gümülcine'de yaşıyor. Bir tek Ufuk burada, o da geçen sene geldi Belçika'dan."

"Belçika ne alaka?"

"NATO üssü var orada." demekle yetindi. Boş bakışlarla yüzüne baktığımı görünce yeterli bir açıklama yapmadığını fark etti sanırım. "Ufuk askerdi. Harp Okulu'nu bitirince staj için Belçika'daki NATO üssüne gönderilmişti. Orada stajını tamamlayıp kurmaylık sınavına girdi, kurmay subay olduktan sonra da istifa edip buraya geldi işte."

"Nasıl ya? Neden istifa etmiş ki?"

"Bilmiyorum. Sanırım babasıyla yaşadığı bir problem yüzünden ama hiç sormadım."

"Merak etmedin mi hiç?"

"Niye edeyim Elif? Ailevi mesele sonuçta, bizi ilgilendirmez."

Bir şey demedim ama garip gelmişti. Alp bence gayet meraklı biriydi çünkü. Daha tanıştığımız gün çocukluğumla ilgili bir sürü şey sormuştu bana. Gerçi ben seviyordum onun sorularını, bugüne dek hep anlatmak istediğim şeyler hakkında sorular soruyordu. Ufuk rahatsız olduysa bu yüzden sormak istememiş olabilirdi.

"Hangi pizzadan yemek istersin?"

"Fark etmez," dedim. "Sen en çok hangisini seviyorsan."

Anlamış mıydı bilmiyorum ama üstelemedi. Kutulardan ikisini kucağıma tutuşturdu, ikisini de öteki eline aldı. Kolunu omzuma atıp beni salona yönlendirirken içimde bir şeyler kıpır kıpır etti. Heyecanımı bastırmak için yürürken bir yandan da gevezelik etmeye başladım.

"Ama zaten ben anlamıştım biliyor musun? Ufuk'un ordu mensubu olduğu çok belliydi, tavırları davranışları falan... Sadece yaşı küçük olduğu için aklıma gelmemişti."

"25 yaşında, Elif. 24 yaşında kurmaylık sınavına girmeye hak kazanmış. Zaten görev yerine bile gidemeden istifa edip geldi. Çok da küçük değil yaşı, istifa etmeseydi 30 yaşında yüzbaşı rütbesine terfi imkanı kazanacaktı."

"Nasıl yani en erken 30 yaşında mı yüzbaşı olunuyor?"

"30-31." diye cevap verdi. "Kenan öyle mesela, 30'unda yüzbaşı olmuş."

Şaşkınlıktan ağzım bir karış açık kaldı. "Kenan da mı asker?"

"Benim dörtlünün hepsi ordu çıkışlı." diye kestirip attı. "Ama bu konuda onları sorguya çekme lütfen. Zaten sivil hayata alışmakta zorlanıyorlar. Hatta Ufuk'un geri dönme ihtimali de var, sicili bozulmasın diye silah kullandırmıyorum ona."

'İyi de sivil değiller ki' diyecektim ama son anda dilimi ısırdım. Kendini mafya olarak görmediği gibi adamlarını da mafya koruması olarak görmüyordu. Sebebini anlayana kadar bu konuyu deşmek istemiyordum.

"Tamam tamam, söylemem bir şey." diyerek koltuğa oturup bacaklarımı altımda topladım. Kollarımı hevesle ona uzattığımda pizza kutularını gülerek kucağıma bıraktı.

"Sen başla, ben şu diğer pizzaları dışarıdakilere verip geliyorum."

Alp giderken yüzümdeki tebessüm zayıflayarak kayboldu. Yan yanayken anın akışına kapılıp gidiyordum ama normal miydi bu halimiz? Bir haftalığına ortadan kaybolmuştu, döndüğünde tavırları tamamen değişmiş haldeydi. Şimdi de iki gerçek nişanlı gibi vakit geçiriyorduk. Konuşmamız gereken şeyler yok muydu?

Aklımda tonla şey vardı, daha bu sabah okul hayatım ellerimin arasından kayıp gitmişti. Birkaç saat önce bulmayı en çok istediğim insanlardan biri çıkmıştı karşıma, çok geçmeden onu da yitirmiştim. Alparslan şimdilik yanımda kalmaya hevesliydi, lakin tüm bu hiçliğin ortasında kendimi bütünüyle ona bırakırsam benden iyice uzaklaşmaz mıydı?

İnsan ilişkileri genelde böyle olurdu çünkü, çoğu kişi sevdiği bir insan tarafından çok sevilince ona olan ilgisini yitirirdi. Alparslan denize gittiğimizde sahildeki o şiddetli kavgadan sonra bile gidemeyip peşimden gelmiş; lakin benimle öpüştükten sonra arkasına bile bakmadan gidebilmişti. Karşısına geçip tüm hislerimi itiraf etsem, bugüne dek kaç kez ona kırıldığımı, canımı ne çok yaktığını söylesem yine çekip gider miydi?

"Hayatımın üstünde
imkânsız kuşlar uçuyor."

-Didem Madak, Grapon Kağıtları

-*-

🎶 Hande Mehan - Beni Böyle Sevme

Yemek yerken birbirimize sataşmayı bırakamadık. Alp ıslak saçları örmenin sağlığa zararlı olduğu konusuna kafayı takmıştı. Saçımı açmazsam hasta olacağımı falan söyleyip duruyordu.

"Zaten neden sürekli saçını ördüğünü de anlamıyorum." diye söylendi en sonunda. "İlkokul çocuğu musun sen?"

"Alışkanlık işte." diyerek saç örgümle oynamaya başladım. "Babam istemezdi saçımızı savura savura dolaşmamızı. Ya Sümeyra gibi edebinizle örtünün, ya da o saçları toplu tutun derdi."

"Güzelim senin baban Konya'da gizli bir uzay üssü olduğuna inanıyordu." dedi saç örgümü elimden alarak. "Bence o yobazın fikirlerini dinlemeyi bırakmanın zamanı geldi."

Bir elini omzuma koyup oturduğum yerde dönmem için yönlendirdi beni. Ufak bir kahkaha atarak sırtımı ona döndüm. Uzun saç örgümü yavaş yavaş açmaya koyuldu. Bir ara duraksadığını hissettim. Omzumun üstünden baktığımda kaşlarını hafifçe çatmış, bir saçmalığa anlam vermeye çalışır gibi saçlarıma bakıyordu.

"Ne oldu?"

"Saçının rengi..." diye mırıldandı kaşları daha da çatılırken. "Sence de bir garip değil mi?"

"Nasıl yani bir garip?"

"Mesela şurası bildiğin sapsarı." diyerek bir tutam aldı eline. "Şurası bal rengine benziyor." Bir tutam daha aldı. "Şurası da kumral." Bu kez daha diplerden bir tutama uzandı eli. Parmakları ense kökümdeki saçlara dolanınca garip bir ürpertiyle başımı eline doğru eğdim. "Baksana, şu tutam da açık kahve. Resmen saçının her teli farklı renkte."

Ensemdeki karıncalanma hissiyle baş edebilmek için saçımı çekip kurtardım elinden. "Hayatında gördüğün ilk doğal sarışın ben miyim?"

"Bilmem ki." diye mırıldandı. "Senden öncesini hatırlamıyorum."

Tanrım... Şükürler olsun sırtım dönüktü ona. Tam şu anda yüzümün aldığı hali hayal bile edemiyordum, hissedebildiğim tek şey yanaklarımdaki cayır cayır yanma hissiydi. Başımı öne eğip sakinleşmeye çalışırken Alp'in elini omzumun üstünden uzattığını hissettim. Bağrıma gömdüğüm saçlarımı kavrayıp hiçbir şey söylemeden geri çekti. Nemli tutamları yeniden sırtıma dağıttıktan sonra parmaklarıyla taramaya başladı. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyordu.

"Alp?"

"Efendim Elena?"

"Üç şey soracağım sana." dedim aramızdaki sessizliği bitirmek için. "Ama dürüst olacaksın."

Saçlarımı taramaya devam ederken mırıldandı. "Ne zaman olmadım ki?"

Haklıydı. Bu konuda ona güvenebilirdim.

"Öyleyse ilk soru geliyor." dedim oturduğum yerde ona doğru dönerek. Saçlarım elinden dökülüp omuzlarıma dağıldı. "Dudak okumak nasıl bir şey?"

Hafifçe güldü. "Bunu merak edeceğini tahmin etmiştim."

"İlginç bir şey çünkü! Kulağınla duymuş gibi her söyleneni anlayabiliyor musun?"

"Bu dediğini kimse yapamaz Elena," diye güldü yeniden. "Konuşurken çıkardığın seslerin tamamı dudak hareketlerinle oluşmuyor ki. Bazı harfleri ve heceleri direkt gırtlaktan veya damaktan çıkarıyorsun. Konuşurken loş bir ortamda olup olmaman, aradaki mesafe, yüzünü gördüğüm açı ve konuşma hızın da birer etken."

Alp bunları söylerken bakışlarımı dudaklarına dikmiş, haklı olup olmadığını test ediyordum. Haklıydı. Bazı heceleri söylerken dudaklarının hiç oynamadığını fark etmiştim. Ama boğazından çıkan baskın sesleri de ayırt etmek mümkündü. Bazı seslerde çenesinin kasılıp gevşediğini görebiliyordum. Bazen de boğazındaki heceyi adem elmasının hareketleri ele veriyordu. Birden, ona dokunmak istedim.

"Peki okuduğun kişiye göre değişiyor mu?" diye sordum bakışlarımı tekrar çenesine çevirirken. "Benim dudaklarımı okumanın kolay olduğunu söylemiştin mesela."

"Okuduğum kişinin dudaklarının biçimi ve benim onun dudaklarını ne kadar tanıdığım da önemli." diyerek başını salladı hafifçe. Elini yüzüme uzattığını görünce ne yaptığını sorarcasına gözlerine baktım ama bakışları dudaklarımdaydı. İşaret parmağının ucuyla alt dudağıma dokunurken "Dolgun dudakları okumak daha kolaydır." diye mırıldandı. Elinin baskısını arttırınca parmağının dudağıma gömüldüğünü hissettim. İçgüdüsel bir tepkiyle ağzımı araladığımda parmağı dudağımın iç kısmına kayarak dişlerime çarptı. Az kalsın dudaklarımı etrafına saracaktım.

Göz göze geldik.

Panikle başımı geri çekip "Anladım." dedim. "Her konuşulanı okuyamıyorsun yani."

Bakışlarını dudaklarımdan ayırmadan mırıldandı. "Hıhı..."

"Öyleyse ikinci soru geliyor." diyerek dikkatini dağıtmaya çalıştım. "Bir hafta boyunca neredeydin?"

İşe yaradı. Bakışları dudaklarımdan ayrılırken yüzünde sıkıntılı bir ifade belirmişti. Önünde sonunda geleceğini bildiği bir anı yaşıyordu sanki. İç çekerek oturduğu yerde geriye yaslandı.

"Balkanlardaydım."

"Nasıl yani?"

Hem şaşırmıştım, hem de bir garip hissetmiştim. Beni burada bırakıp evime mi gitmişti gerçekten? Neden beni de götürmemişti? Aklımdan geçenleri okumuş gibi "Seni yanımda götüremezdim." dedi. "Oradaki büyük mafya babalarıyla görüşmeye gittim güzelim. Hoş karşılanıp karşılanmayacağım belirsizdi."

"Nasıl geçti peki?" diye sordum. Yüzümde buruk bir tebessüm vardı fakat içimde büyük bir öfke uyanmıştı. "Canını tehlikeye attığına değdi mi?"

Hoş karşılanmama ihtimalini bile bile gitmişti. Geri dönememe ihtimalini bile bile...

"Umduğumdan daha iyi karşıladılar." diyerek iç çekti. Sanki iyi karşılanmış olmak hoşuna gitmemiş gibiydi. "Babanın pek seveni yokmuş oralarda. Gerçi böyle adamlara güven olmaz ama başka seçenekleri olmadığının farkındalar. Eğer beni kabul etmezlerse Dündar Bayraktar çökecek tepelerine. Bayraktar'ın himayesi altına girmek yerine bir haymatlosun liderliğini tercih ederler."

"Anlamadım... Neden kendine haymatlos diyorsun ki?"

"Uzun hikaye." demekle yetindi. "Başka bir zamanda anlatırım ama şimdi senin geleceğini konuşmamız gerekiyor."

"Benim geleceğim mi?"

"Balkanlardan döndüğümde istihbaratla da görüştüm." dedi. "İşlerin başına geçtiğimde ortalık epey karışacak Elif. Senin o esnada burada olmaman gerek."

"Nereye gideceğim ki?" diye güldüm. "Sen işlerin başına düğünden sonra geçmeyecek misin?"

Ağır ağır başını salladı. "Evet."

"Peki ben ne olacağım?"

"Düğünden sonra yurtdışına gideceksin." dedi basitçe. "Temelli değil elbette, okulun olduğunu biliyorum. Bir yıllığına dondurursun belki... İlla ki bir yolunu buluruz."

Hiçbir şey diyemedim. Şaşkındım, bir yandan da rahatlamıştım. Tavırlarının bir anda değişmesi, bana yakınlık göstermesi, sarıp sarmalaması... Boş yere olamazdı bunlar. Daha düne kadar benimle evlenmemek için ölmeyi göze almışken bir anda ortak gelecek hayalleri kurmaya başlaması saçmalıktı. Hiç değilse artık sebebini biliyordum.

"Anladım." dedim düz bir sesle. "İyi düşünmüşsün."

Ayağa kalkacağımı anlayınca elini bacağıma koyup durdurdu beni. Yüzüne baktığımda mahcubiyetle çaresizlik arasında bir yerlere sıkışmış gibiydi.

"Güzelim gitme. Bana kırıldığını biliyorum ama anlamak zorundasın-"

"Kırılmadım, sadece şaşırdım." dedim elini bacağımdan çekerek. "Ama gerçekten iyi düşünmüşsün Alp. Evlenip aile kuracak halimiz yoktu sonuçta. Hiç değilse ben de kendi yoluma gitmiş olurum."

"Nasıl yani?"

"Buraya ait değilim zaten." diye mırıldandım. "Yurtdışına gidersem kumpanyadaki eski tanıdıklara ulaşırım, ablamı arama şansım olur. Hatta belki evimi bile bulurum. Bir daha da dönmem geriye."

Bir şey söylemedi ama bunu beklemediğini anlamıştım. İsyan yüklü bir ifade belirdi gözlerinde, bağırıp çağırmamak için kendini zor tutuyor gibiydi. En sonunda "Ne demek dönmem geriye?" dedi dişlerini sıkarak. "Okulun ne olacak Elif?"

Başımı çevirip sessizce yüzüne baktım. Gözlerimde ne gördüğünü bilmiyorum ama hafifçe iç çekti. Ve ben evimizin altında uzanan şehrin tüm tepelerinden daha büyük, daha güçlü bir şeyin kaburga kemiklerimin ardında sarsıldığını hissettim.

"Benim artık bir okulum yok." dedim olağanca sakinliğimle. "Bugün öğrenci işleriyle görüştüm. Tıp fakültesinden atılmışım."

"Ne?" dedi hayretle. "Saçmalama Elif, imkansız bu dediğin."

"İmkansız değil Alparslan, yengenin de haberi var hatta." Bıkkın bir tavırla iç çektim. "Neyse... Bunları sonra konuşalım, olur mu? Benim gerçekten çok uykum var."

Bir şey demesini beklemeden kalktım yanından. Onu ardımda bırakıp basamaklara doğru yürürken peşimden gelmedi, seslenmedi. Bakışlarım boş raflara takılınca yutkundum. Yemekten sonra kitapları yerleştirecektik, fırsat bulamamamız iyi olmuştu. Sabah kitapları geri göndermesini ya da kütüphaneye bağışlamasını söyleyecektim ona. Çekip giderken birini bile yanıma alamazdım.

Ağır adımlarla basamakları çıkıp yatak odasına yöneldim. İçeri girip kapıyı kapatırken gözlerimden yaşlar süzülmeye başlamıştı. Halbuki bu akşam Adar'ın peşine düşerken benim niyetim de buydu. Yurtdışına gidip terk edecektim onu, bir daha asla geri dönmeyecektim. Bu imkanı bana sağladığı için sevinip mutlu olmam gerekmez miydi?

'Aptal.' diye söylendim kendi kendime. Üzerimdeki kalın kapüşonluyu çıkarıp yatağa geçtim, örtülerin arasına sığınıp ağlamaya devam ettim. Alparslan tanıştığımız günden bu yana beni hayatında istemediğini belli etmişti. Davranışlarıyla göstermişti bunu, bazen anlayışlı bazen kırıcı sözlerle birçok defa dile getirmişti. Bana olan ilgisinin tensel bir çekimle ve belki, dostça bir sevgiyle, sınırlı olduğunu biliyordum. Tek bir akşamda tüm bunları unutup onunla yuva kurma hayallerine kapılmam aptallık başka bir şey değildi.

Yine de, kendimi zor tutuyordum. Salona dönüp bağıra çağıra kavga etmek, aldığı tüm kitapları kafasına fırlatmak, üstelik bu kez ıskalamamak geliyordu içimden. Yakalarına yapışıp Gözlerime bak diye haykırmak istiyordum. Beni gör, beni anla, giderek kısılan sesimi bir yerlerden dinlemeye başla. Veya bunların hiçbirini yapma, onun yerine sadece sev beni. Hoşuna giden fakat sana pahalıya mal olmasından korkarak geri çevirdiğin bir hediye gibi değil; neye mal olursa olsun vazgeçemeyeceğin bir zorunluluk gibi, bütün bencilliğinle sev beni!

Mecalim yoktu. Yataktan kalkabilirdim fakat bunları yüzüne söylemeye mecalim yoktu. Bocalayışını, beni kırmadan geri çevirmek için çırpınışını, onu sevdiğim için çaresiz kalışını görmeye mecalim yoktu. Gözyaşlarım kurumaya yüz tutarken başımı yastığına gömdüm. Kokusunu içine çektiğimde içimdeki umutsuzluk da yatıştı sanki. Camların ötesinde uzanan ışıltılı şehri izleyerek kendimi yavaşça uykunun kollarına bıraktım.

"Bir gölge eğildi diğer gölge üstüne
gecenin gizlisine saklandı
bir soluk kaydı bir yüze
iki dudak ortasında öpüş yalazlandı."

-Füruğ Ferruhzad, Yeryüzü Ayetleri

-*-

Uykudan her uyandığımda kokusu bedenimi sarmalıyordu. Dokunuşları dışarıda sağanağa dönüşen yağmur gibi yıkıyordu tenimi. Serin hava yarı çıplak vücuduma çarpınca omurgamdan aşağı bir titreme döküldü. Bacaklarımı karnıma çekip adını fısıldayarak yatakta onu bulmaya çalıştım.

Buradaydı zaten. Rüzgarın uğultusu geceyi doldururken yatakta birbirimize sokulmuş uyuyorduk. Hayır uyumuyorduk, öpüşüyorduk. Bedeni üzerimdeydi, elleri hoyrat bir telaşla tenimde gezinirken adımı fısıldıyordu durmadan. Ağırlığının altında ezilirken nefesim kesikli bir forma bürünmüştü fakat onu daha çok kendime çekmek istiyordum. Bacaklarımı beline dolarken "Alp..." diye inledim kısık bir sesle. "Aginte-ma-"

Omzuma dokunan eli hissedince birden uyandım.

İlk gördüğüm şey odanın karanlık tavanı oldu. Bedenim hala yarıda kesilen rüyanın etkisindeydi, tüylerimin diken diken olduğunu, göğüs uçlarımın gömleğin altında sertleştiğini hissediyordum. Bacaklarımın arasında garip bir zonklama vardı, sıyrılan örtülerin arasında dizlerimi sımsıkı birbirine bastırmıştım. Uyku mahmurluğunun üstüne öylesine afallamış haldeydim ki başımı çevirip Alparslan'ı gördüğümde rüya zihnimden silinip gitti.

Başucumda duruyordu. Elinde katlı halde duran kalın bir pike vardı, belli ki üzerimi örtmek için gelmişti buraya. Yüzünü göremeyince yattığım yerden kalkmadan elimi komodine uzattım. Abajuru yaktığımda şömineden yayılan loş huzmelerini andıran sıcak bir ışık etrafa yayıldı. Yeniden yüzüne baktığımda bir şeylere şaşırmış gibi göründüğünü fark ettim. Fakat şaşkınlığı çok uzun sürmedi, göz göze geldiğimizde bakışlarında anlayışlı bir ifade belirdi.

"Ne oldu?" diye sordum çatallanmış bir sesle. "Neden uyandırdın beni?"

Katlanmış pikeyi açarken yüzüme bakmadan konuştu. "Sayıklıyordun uykunda."

"Ne sayıklıyordum?"

"Bilmem... Yabancı dildeydi sanırım."

Hatırlamaya çalıştım ama Alparslan'ın mesafeli tavrı kafamı karıştırıyordu. Neden yüzüme bakmıyordu ki? Elinde pikeyle üzerime eğildiğini görünce "Örtme, istemiyorum." diye söylendim huysuz bir tavırla. Bir yandan da üzerimdeki yorganı kenara çekiyordum. "Sıcak bastı zaten."

Başının altından ufak, manidar bir bakış attı.

Ve böylelikle anımsadım. Abajurun loş sarı ışığında onu görünce manzaradaki tanıdık detaylar zihnimde su yüzüne çıktı. Gördüğüm rüyanın unutulmuş parçaları gözlerimin önünde canlanıyordu yeniden. İkimizi birlikte görmüştüm. Öpüşürken... Sarmaş dolaş halde... Ve galiba çıplakken. Vücudumdaki gerginliğin ve aramızdaki bu garip atmosferin sebebini birden anlamıştım.

Aklımı başıma getiren şey bu oldu. Ya da aklımı başımdan götüren... Telaşla yattığım yerde doğrulmaya çalışırken "Güzelim dur-" dediğini duydum. Onu dinlemeden dirseklerimle yastıktan destek alıp kendimi yukarı ittim ama mesafeyi ayarlayamadım. Önce yüzümü onun yüzünün birkaç santim ötesinde buluverdim. Bunun paniğiyle eş zamanlı olarak harekete geçip başlarımızı yana çevirdik ve bir ara, bir anlığına dudaklarının benimkilere sürtündüğünü hissettim. Zannedersem fitili ateşleyen şey de bu oldu. Alp'in gözlerime bakıp umutsuzca iç çektiğini gördüm.

"Ah, Elena." diye mırıldandı. "Ben sana dur demiştim..."

Bir eliyle çenemden tutup dudaklarıma eğildi. Ufak, zararsız bir buse... Yavaşça geri çekilirken dudaklarımızın birbirine yapıştırılmış iki kağıt parçası gibi sünerek ayrıldığını hissettim. Sonra bakışlarımız buluştu. Karanlığın ortasında o kadar bana aitmiş gibi görünüyordu ki, ne yaptığımı bile düşünmeden dudaklarına uzandım. Ufak, zararsız bir buse daha... Geri çekilecekken minik tebessümünü dudaklarımın üstünde hissettim. Sonra yakıcı bir istekle dudaklarıma gömülüp beni öpmeye başladı.

Üzerimden çektiğim yorganın yere düştüğünü duydum. Dirseklerimle yastıktan destek alarak yarı oturur pozisyondaydım hala, yastığın kenarları avuç içlerimde eziliyordu. Bana doğru eğilirken bir dizinin yatağa gömüldüğünü, altımdaki karyolanın onun ağırlığıyla sarsıldığını hissettim. Hala yeterince yakın değildi. Düşme pahasına dirseklerimi yastıktan ayırdım, kollarımı boynuna dolayıp onu birden kendime çektim.

Yarı yarıya doğrulduğum yatağa bu kez birlikte düştük.

-*-

Not: Bölümü yazarken fark ettiğim şeylerden biri, Elif karakteriyle kitap zevklerimizin çok benzemediği oldu. Kolideki kitapları bulduğu kısımda kitap isimlerini sayarken başta kendi favori kitaplarımı yazmaya koyulmuştum ama yedinci kitaba geldiğimde listenin tamamını kurgu dışı kitaplarla doldurduğumu gördüm. Halbuki Elif görüp görebileceğiniz en sağlam roman okurlarından biridir. Kitap okumak onun için farklı evrenlere açılan kapıları temsil ediyor, okur motivasyonu bunun üzerine kurulu. Benimse okumam gereken yığınla güzel kitap var, klasikler var, yerli ve yabancı kült eserler var, modern edebiyat külliyatları var, fantastik kitaplar, bilim kurgu kitapları var. Elif o kitapların çoğunu okuyup çoktan kütüphanesine kaldırmıştır.

Dolayısıyla listeyi kendi kütüphanemi baz alarak değil, bu kitapları okuyan insanlardan aldığım duyumlara dayanarak oluşturdum. İçlerinden sadece birkaç tanesi benim okuduklarım ama hepsinin güzel kitaplar olduğuna eminim, okursanız pişman olacağınızı hiç sanmam. Yine de bizzat okumadığım kitapları önermek içime sinmezdi. O nedenle kitapların benim değil; karakterin önerileri olduğunu bilmenizi isterim.

Sevgilerle, Nilf Trismegistus. 💫

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro