Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 27 - Ufuktaki Savaş

Bölüm sonunda iki parçadan oluşan bir flashback var. İlk parçayı okurken kafanız karışabilir, isimleri birbirine karıştırabilirsiniz. DMS'de olsaydı flashback yerine geçmiş yıllara ait sekanslarla karakterleri kurguya dahil edebilirdim ama Ederlezi tek koldan ilerliyor. Flashbacklerle de çok yormak istemediğim için geçmişe dair mevzuları olabildiğince olabildiğince az ve öz biçimde işlemeye çalışıyorum. O nedenle okuyacağınız flashbacki baştan sona senaryo formatında yazmıştım, bu şekilde kısa bir part içinde çok daha fazla konuyu işlemek mümkün oluyor. O haliyle buraya koyamayacağım için de üzerinde oynamalar yaptım, karakter iç seslerini ekledim, mizansen kısımlarını edebi tasvirlere dönüştürüp metni yeniden roman formatına çevirmeye çalıştım. Ama her halükarda okurken sırıtacak, bunu illa ki hissedersiniz. Sonradan eklemeler düzenlemeler yapsam da konunun diyalog yoluyla işlendiği bir metin bu, orijinalinde karakter iç sesleri de diyalog biçimindeydi. Okurken bunu göz önünde bulundurursanız sevinirim. ❤️

Bu detayları bilmeniz kurgu açısından önemli mi, değil elbette ama aramızdaki iletişim açısından önemli bence. Şimdiden keyifli okumalar dilerim. (:

"Fevkalade samimi ve şaşırtıcı biçimde mesafeli bir adamdı Dük Leto Atreides. Bununla birlikte, birçok olgu Dük'e giden yolu açıyor. Bene Gesserit eşine olan ebedi aşkı, oğlu için kurduğu düşler ve ona hizmet eden adamların adanmışlığı. Onu şöyle görüyorsunuz: Kader'in tuzağına düşmüş bir adam, oğlunun zaferinin gölgesinde kalmış yalnız bir şahsiyet. Yine de şunu sormak gerekiyor:

Oğul, babanın bir uzantısından başka nedir ki?"

- Frank Herbert, Dune


ELENA

Bakışlarımız buluştuğunda kendini öne iterek doğrulup bize doğru yürümeye başladı. Öfkesini sakinliğiyle yansıtabilen adamlardan değildi Alp, onun öfkesi ya gözlerinde, ya da namlunun ucunda olurdu. Şimdiyse ikisini birden görüyordum.

"Adar hemen git buradan!" dedim panikle. "Araban nerede?!"

"Ne?"

"Nişanlım geliyor." diyerek bize doğru ilerleyen adamı gösterdim. "Muhtemelen gördüklerini yanlış anlamıştır, o gelmeden önce git burad-"

"Sen Alparslan Ahıskalı'nın manitası mısın bir de?!" dedi Adar dehşetle. "Allah kahretsin ya! Bi mafya tarafından kurşuna dizilmediğim kalmıştı zaten!"

Kaçıp gitmek yerine sızlanmaya devam ettiğini görünce sabırsızlıkla üstüne atıldım. "Git diyorum sana, anlamıyor musun?!" diyerek omuzlarından tutup iteledim koskoca adamı. "Kaç buradan, ben onu oyalarım!"

Bu defa beni dinledi. Arkasını dönüp hızla uzaklaşmaya başladı önce, beş on metre ilerledikten sonra duraksadığını fark ettim. Omzunun üstünden bana kararsız bir bakış attı. Neden tereddüt ettiğini ettiğini anlayınca içim sımsıcak oluverdi.

"Endişelenme, o bana asla zarar vermez!" diye seslendim ona. "Ama senin için aynı şeyi söyleyemem-"

Adar yeniden arabasına doğru seğirtirken Alp'in sesi tam arkamda gürledi. "ELİF!"

Cümlemi tamamlayamadım. Tahminimden çok daha hızlı bir şekilde gelmişti yanıma. Aniden bileğimden tutup beni pat diye kendine çekti. Olduğum yerde dönerek göğsüne toslarken bir kolunu belime sardığını hissettim. Başımı kaldırıp yüzüne baktığımda korumalara işaret vermekle meşguldü. Öteki elinin beline doğru hareketlendiğini fark etmiştim. Söylediklerimi dinleyemeyecek kadar öfkeli olduğunu anlayınca açıklama yapma çabasına girmedim bile. Temasını karnımda hissettiğim silahı alıp uzağa fırlatmak için hiç düşünmeden harekete geçtim.

Keşke önce düşünseydim.

Elimi aşağı uzatıp kavradığımda avcumun içinde insan vücuduna özgü bir canlılık hissettim. Kadavra cesetlerinde hiç rastlamadığım büyükçe, katı ve sıcak bir kas kütlesiydi bu. Alp'in dudaklarından boğulur gibi bir ses çıktığında 'Umarım onu yanlışlıkla vurduğum için inlemiştir.' diye geçirdim içimden. 'Yarasını onarmak, bu utancı onarmaktan daha kolay olurdu.'

"Elena!"

"P-pardon!" diyerek elimi kasıklarından çektim. "Özür dilerim, silah sandım!"

"Farkındayım." dedi öfkeyle. "Az kalsın tetiğe de basacaktın!"

Beni tanıyan herkes kolay kolay utangaçlık emareleri göstermeyeceğimi bilirdi. İki dakika tempolu yürüyüşle bile kıpkırmızı kesilen yanaklarımı iltifatlar renklendiremezdi mesela. Mevzubahis cinsellik olunca kaçacak delik arayan tiplerden de değildim. Fakat aptal konumuna düşmekten çok çok utanırdım ve şimdi, utançtan al al olmuştu yanaklarım.

"Silah sandım derken, elbette silah sanmadım!" diye hışımla ittim onu. "Silahını alayım derken can havliyle elimi nereye koyduğuma dikkat etmemişim, onu demeye çalışıyorum!"

"Kızım sen benim silahımı ne halt etmeye alacaktın?!"

"Öfkeyle birini vurma diye!"

"Sırf öfkelendim diye adam vuracağımı nereden çıkarıyorsun Elif? Mafya mıyım ben?!"

O an, Alparslan Ahıskalı'nın iç dünyasına dair ne kadar az şey bildiğimi ilk fark ettiğim anlardan biriydi. Çünkü sorusu bir mizah unsuru içermiyordu. Öyle olmadığına yürekten inanarak mafya mıyım ben diye sormuştu. Öyleydi, evet, fakat belli ki o bunun ayırdında değildi.

"O zaman niye korumaları yolladın onun peşinden?" dedim kıvranarak. "Alp bak biliyorum, dışarıdan çok farklı görünüyor ama yemin ederim öyle değil!"

"Biliyorum geri zekalı." diye tersledi beni. "İki saattir elin herifini abin olduğuna ikna etmeye çalıştığından haberim var!"

Şaşkınlıkla yüzüne baktım. "Nasıl?"

"Dudakların." diyerek bakışlarını ağzıma çevirdi. "Okuması epey kolay."

Onun dudak okuyabildiğini duyunca taşlar kafamda yerine oturdu. Önce rahat bir nefes aldım. Ardından büsbütün paniğe kapıldım. Söylediklerimin ne kadarını okumuştu? Bugüne dek söylediklerimin ne kadarını okumuştu?

"Madem onun benim abim olduğunu biliyorsun o zaman neden korumaları peşinden gönderdin?"

"O herifin senin abin olduğunu biliyorum demedim. Senin elin herifini abin olduğuna ikna etmeye çalıştığını biliyorum dedim."

"İyi de öyle gerçekten! Yani, inkar ediyor ama tanıyorum ben onu-"

"Elif yeter." dedi diğer iki korumayı yanımıza çağırırken. "Ofise git, beni bekle. Bunları sonra konuşuruz."

Hayır ya... Beni ofise gönderip Adar'ın peşinden gidecekti. Her ne kadar konuştuklarımızı duymuş olsa da ne kadarını duyduğunu bilmiyordum. Mesela onu terk edip yurtdışına kaçmaya teşebbüs ettiğimden haberi var mıydı? Adar'la baş başa kalırlarsa neler olacağını kestiremiyordum.

"Asla olmaz!" diyerek önüne geçtim. "Ya seninle kalırım ya da benimle gelirsin!"

İki elimle birden omuzlarına sarılırken kendimi bilerek ondan uzak tutmuştum bu kez. Fakat bu şekilde benden kurtulması pek zor olmadı, ellerimi tutup tek hamlede çekti. Beni kenara çekeceğini anlayınca başka çarem kalmadı, gözümü karartıp üstüne atıldım.

Kollarımı beline sarmalayıp ona sımsıkı sarıldığımda duraksadı. Bense nefesimi tutmuş onun vazgeçmesi için dua ediyor, bir yandan da karnıma çarpan sertliği görmezden gelmeye çalışıyordum. Fakat öncekinden daha belirgin haldeydi. Bunun benim yüzümden olduğunu anlayınca suratımın alev aldığını hissettim. Bir an sonra Alparslan'ın iç çekişi saçlarıma çarptı.

"Elena çekil önümden."

"Alp lütfen zarar verme ona." dedim başımı göğsüne gömerek. "Ablamı bulmak için tek şansım Adar. Yalvarırım biraz sakin ol."

"Üzerimden çekilmezsen sakinleşebileceğimi pek sanmıyorum."

Neyi ima ettiğini anlayınca geri çekilip uzaklaştım ondan. Yüzüne baktığımda pek de utanmış gibi görünmüyordu, o nedenle onu utandırdığım için vicdan azabı çekmeme gerek kalmadı. Fakat öfkeli olduğu muhakkaktı. Başıyla tekrar korumalara işaret verdiğinde bu kez kaçmayı başaramadım.

Gece kulübüne götürülürken bakışlarım karanlıkta Adar'ı aradı son kez. Arabasının hemen yanında, Alparslan'ın korumaları tarafından kuşatılmış vaziyetteydi. Göz göze geldiğimizde başını diğer tarafa çevirdi.

Korumalarla birlikte içeri geçerken düşünmeden edemedim. Ya günün birinde ablamı bulmayı başarırsam ve o da Adar gibi beni istemezse? O zaman ne yapacaktım?

ALPARSLAN

Bakışlarımı korumalara çevirdiğimde onlar da kayışı koparmak üzere olduğumu anladı sanırım. Avel avel bizi izlemeyi bırakıp Elif'e doğru atıldılar, ikisi kızı kolundan tutup içeri götürürken derin bir nefes alıp gizemli dallamaya döndüm.

"Bak özür dilerim, tamam mı?" dedi benden önce lafa girerek. "O son dediğim laf yanlıştı, zaten sinirle söyledim. Ama Allah aşkına bilader, kendini benim yerime koysana bi! Yerimde olsan sen de çileden çıkmaz mıydın?!"

"Bana bak lan sosyal medya götvereni." dedim tane tane. "Her ne sikimsin, derdin ne, niye Elif'i tanımazdan geldin bilmiyorum ama az evvel kızın karşısında yaptığın şovu benim karşımda yapmayı düşünme bile. Zaten iki saattir kendimi zor tutuyorum, ağzından çıkacak tek yanlış lafta seni şuraya gömerim. Şimdi başını sallayarak onayla beni."

Birkaç saniye sessiz kaldı. Ardından başını salladı.

"Elif'i bir daha asla görmeyeceksin." diye devam ettim konuşmaya. "Sana ulaşmaya çalışırsa kabul etmeyeceksin. Burada olanları da kimseye anlatmayacaksın. Şimdi tekrar başını salla."

Yüzünde korku dolu bir ifadeyle tekrar başını salladı. Baş önde, gözler yerde, omuzlar dik.

Gerçek korku değildi bu. Orduda psikolojik savaşla ilgili eğitim alırken beden dili okumanın büyük oranda safsatadan ibaret olduğunu, yüz veya vücuttaki bir ifadenin varlığından yola çıkarak niyet okuma çabasının çoğunlukla yanıltıcı sonuçlar vereceğini öğrenmiştik. Fakat beden dilindeki bir ifadenin yokluğu genelde yanıltmazdı. Bu adamın duruşunda korku halindeki bir insanın izlerini göremiyordum. Korkmuş kişiler içgüdüsel olarak daha az yer kaplamaya çalışırdı. Omuzlar öne bükülür, kollar bacaklar daha az hareket eder, boyun içe çekilirken sırt kamburlaşırdı. Ateş Alazoğlu'nun yüzü korku doluydu fakat vücudunda hiçbir korku emaresi yoktu.

"Eğer bu dediklerime harfiyen uyarsan sıkıntı yaşayamayız." diyerek devam ettim yine de. "Seni hatırlamam bile. Sosyal medya fenomenliği altında ne çeşit bir dümen çeviriyorsan onu çevirmeye devam edersin. Mutabık mıyız?" Başının altından bana keskin bir bakış attığını görünce ekledim. "Sesli cevap ver."

"Tamam, dediğiniz gibi yaparım ama ben şu an gerçekten bir dümen falan çevirm-"

"Ben senin bir dümen çevirdiğini geçen sene yavşak fenomen tayfasıyla mekanıma geldiğin günden beri biliyorum." demekle yetindim. "Seni İTÜ'den hatırlamadığımı mı sandın yoksa? Makina'da okumuş olabilirim ama Elektrik Elektronik Fakültesine de çok sık gidip gelirdim."

"E-evet, o bölümde okudum!" dedi sahte bir heyecanla. "Ama bu dümen falan değil ki... Sosyal medyada diplomamın sahte olduğunu iddia edenler var ama hepsi iftira. Hem sahte diploma ayarlayacak olsam neden yedi senede mezun olayım ki?"

Konuşmadan önce birkaç saniye kuşkuyla onu süzdüm. Dümen mevzusunda salağa yattığını, numaradan kekelediğini, laf arasında başarısız öğrencilik geçmişini gözüme soktuğunu fark etmiştim. Bunlar benim çok sık karşılaştığım hamleler değildi. Yeraltı dünyasındaki tipler kendilerini olduklarından daha güçlü, daha tehditkar, daha yenilmez göstermeye çalışırdı hep. İstihbarat mensupları ise strateji kabiliyetlerini, ellerinin kollarının her yere uzanabileceğini ve onların aklıyla kimsenin baş edemeyeceğini insanın gözüne sokardı. Uzun zaman sonra ilk kez güçsüz görünmeye çalışan bir tehdit unsuruyla karşı karşıya geliyordum.

"Diplomanın gerçek olduğundan şüphem yok zaten." dedim kelimeleri dikkatle seçerek. "Hava Harp Okulu'ndan İTÜ'ye geçtiğim yıl Feza Dorsey'in veliahtı EEM'den çıkacak söylentilerini duymuştum. Çok yetenekli bir çocuktan bahsediyorlardı, daha ilk senesinde Keskin Deha'nın asistanı olmuş falan... Sekiz sene önce İTÜ'de Feza Dorsey'in tahtına halef gösterilen bir fizik dehasıydın, son bir senedir de mekanlarımda salak taklidi yapıyorsun. Derdin ne bilmiyorum, ilgilenmiyorum ama peşine düşersem illa ki bulurum. Şimdi buna da sesli cevap ver Ateş Alazoğlu, peşine düşmemi ister misin?"

Ve nihayet poz kesmeyi bıraktı. Başını yerden kaldırıp bana baktığında bu kez yüzünde karanlık, küçümseyen bir ifade vardı.

"Peşime düşmek istiyorsan sıraya girmen gerekir."

Ufak bir kahkaha attım. Fakat içten içe huzursuz olmuştum. Herifin sağlam ayakkabı olmadığını en başından beri biliyordum ama gerçekten tehlikeli biri olduğunu şimdi fark ediyordum. Kesinlikle alışık olduğum türden bir tehdit unsuru değildi. Üstelik Elena ile bir bağlantısı olduğu da muhakkaktı. Belki de adamı bir yere götürüp zorla konuşturmalıydım, veya kafasına sıkmalıydım.

Sanki aklımdan geçenleri anlamış gibi derin bir nefes alarak duruşunu gevşetti. Meydan okumayı bırakıp yeniden münazaracı moduna geçmişti.

"Benim seninle bir derdim yok, sana zarar vermek gibi bir niyetim de yok." dedi net bir şekilde. "Nişanlını benden uzak tut, yeter."

"Benim için yetmez." diyerek belimdeki silahı gösterdim. "Elif'i korumam gereken bir tehlike varsa bundan daha açık konuşmak zorundasın. Anlatabiliyor muyum?"

Gösterdiğim silaha bakarken gözlerinden alaycı bir ifade geçti. Neden? Bir insan silahtan korkmuyorsa bunun ancak iki sebebi olabilirdi. Ya blöf yaptığımı sanıyordu, ya da şu an etrafta bizi izleyen birileri vardı ve silahı herifin kafasına dayamaya kalkarsam kurşuna dizilecektim. Sikeyim... Böyle olmayacaktı. Hiç değilse adamın ne tür bir tehdit olduğunu anlamak zorundaydım. Ne yazık ki bunu yapmak için aklıma tek bir yol geliyordu.

Silahı çekip herifin kafasına doğrulttum. Bir santim sola kaydırdım. Sonra tetiğe bastım.

Kurşun şakağının birkaç santim ötesinden geçerken ani bir refleksle başını yana eğdi. Böylelikle korkmamasının sebebinin benim blöf yaptığımı düşünmesi olduğunu anladım. Askeri eğitimden geçmediği de belliydi, askeri eğitim almış biri muhtemelen silaha davrandığım anda beni etkisiz hale getirmeye çalışırdı. Gerçi hayatta kalma içgüdülerini baskılamayı öğrenecek kadar ileri düzey bir eğitim almış da olabilirdi ama bu seçeneği şimdilik bir kenara bıraktım.

"Deli misin lan sen?!" diye bağırdı bir eliyle kulağını tutarken. "Sağır oldum amına koyayım- Hayır korkutacaksan silahı kafama daya olsun bitsin, niye ateş ediyorsun?!"

"Sıraya girmeme gerek var mı diye kontrol ettim." dedim herifi yakasından tutup doğrulturken. "Yokmuş. İstersem şuracıkta kafana sıkıp seni gebertebiliyormuşum."

Öfkeli bir bakış attı bana, fakat bu kez diklenmeye çalışmadı. Uzaklardan yükselen siren seslerini duyunca daha fazla uzatmadım.

"Telefonunu ver bana."

Az evvel arabasına binerken kulağına tuşlu bir telefon götürdüğünü görmüştüm. Fakat elini cebine atıp bana uzattığı şey bir akıllı telefon oldu. Ceplerini arasam muhtemelen öteki telefonu da bulurdum fakat sırası değildi.

"Telefon numaranı kastediyorum geri zekalı." dedim fark ettiğim detayı yüzüne vurmadan. "Birazdan seni ararsam telefonu açıp şimdi söyleyeceğim şeyleri tekrar edeceksin."

Söylemesi gerekenleri dikkatle dinledi, tekrar etmeme gerek olup olmadığını sorduğumda basitçe hayır dedi. Daha fazla uzatmadım. Adamı göndermeden önce silahı elimde çevirip kabzasıyla kafasına vurdum birkaç kez.

"En kısa zamanda seninle karşılıklı oturup bir konuşma yapacağız, anladın mı? Eğer saklanmaya kalkarsan, ortadan kaybolursan, benden habersiz Elif'le buluşursan bir dahaki sefere bu kurşunu beynine yersin. Uza şimdi."

Lafımı ikiletmedi. Herif arabasına doğru koştururken iç çekerek geri döndüm. Elif silah sesini duymuş olmalıydı. Sadece Elif değil, civardaki insanlar da silah sesini duymuş olmalıydılar. Korumalar çoktan mekanı boşaltmıştı, bulunduğumuz yerin dışarıdan görülemeyeceğini de biliyordum ama on beş dakikaya kalmadan polis ekipleri gelmiş olurdu. Bir sosyal medya fenomenine silah çektiğim polisin kulağına giderse Abas'ın da kulağına giderdi. Ve polisin aksine istihbarat dallamanın teki mekanda artistlik yapınca tepem attı, havaya ateş ettim yalanına inanmazdı.

"Polis gelmeden etrafı tekrar kolaçan edin!" dedim adamlara dönüp. "Aykut sen güvenlik kameralarını hallediyorsun. Serhat sen de yerdeki mermi kovanını bul çabuk, şuraya bir yere düşmüş olması lazım. Diğer çocuklara söyleyin, bu gece Ateş Alazoğlu denen herifle konuştuğumu hiçbiri görmedi. Siz de görmediniz. Anlaşıldı mı?"

"Anlaşıldı abi." dedi Kenan peşimden yürürken. "Bu arada çocuklar mesaj atmış, yengeyi ofise kilitlemek zorunda kalmışlar."

"Ne demek kilitlemek zorunda kalmışlar? Elif'in başında durmuyorlar mı?"

"Ofise girer girmez eline ne geçtiyse çocukların kafasına atmaya başlamış abi," diye cevap verdi. "Mecburen yengeyi içeri kapatıp kapıyı kilitlemek zorunda kalmışlar."

"Tahmin edeyim, şu an sesi çıkmıyor değil mi?"

Kenan şaşkınlıkla başını sallayınca okkalı bir küfür savurdum. Elif'in bir işler çevirdiğini korumalara eşya fırlattığını duyar duymaz anlamıştım. Onun yapacağı türden bir şey değildi çünkü. Öfke nöbeti geçirirken etrafa fiziksel zarar vermek gibi huyları yoktu, hele ki sadece benden aldığı emri yerine getiren korumalara asla saldırmazdı. Muhtemelen saldırganlık pozları kesmesinin sebebi korumaları odadan çıkmaya mecbur bırakmaktı. Böylelikle rahat rahat potansiyel kaçış yollarını değerlendirebilecekti.

Arka bahçeden yükselen sesleri duyunca emin oldum. Evet, göçmen kızı yine firardaydı.

ELENA

Alparslan dönene dek bekleyecek değildim, elbette.

Kapı üzerime kilitlenince dudaklarımdan küçümser bir hah sesi çıktı. Bu şekilde beni durduramazlardı. Çocukluğumdan bu yana çiftlikte kilit altında yaşamaya alışmıştım, kapalı mekanlardan firar etme konusunda kimse elime su dökemezdi.

İlk iş pencereye koştum. I-ıh, çok yüksekti. Camın sol alt çaprazında yangın merdiveni vardı ve bir şekilde oraya geçmeyi başarırsam sorun çözülebilirdi fakat bacaklarımı merdivene uzatabilmem için pencerenin kenarına tutunup vücudumun geri kalanını aşağı sallandırmam gerekiyordu. Kendi ağırlığımı taşıyacak kadar güçlü olmadığımı biliyordum.

Aydınlatma direği de bir seçenekti. Pencerenin yarım metre ötesinde duruyordu, ona tutunursam bacaklarımı yangın merdivenine uzatabilirdim. Fakat pek sağlam görünmüyordu direk, ağırlığımla birlikte devrilebilirdi.

Riski göze alamayınca kafamı camdan çekip bu kez içeriyi araştırmaya koyuldum. Burası bir çalışma odasından ziyade ufak bir stüdyo daire gibiydi. Kendi içinde tuvalet ve banyosu vardı mesela. Rafları kurcalarken tıraş losyonu, erkek şampuanı, banyo havluları falan buldum. Görünüşe bakılırsa birileri ara sıra ofiste yatıya kalıyordu.

Dolaplarda işime yarayacak bir şey yoktu ne yazık ki. Etrafta kadın izi olup olmadığına bakmak için banyoyu son kez kolaçan edip dışarı çıktım. Görünüşe bakılırsa birileri ofiste yatıya kaldığı zaman tek başına oluyordu.

"Yenge orada mısın?"

Ses kapının dışından, koridorda nöbet tutan korumalardan geliyordu. Aslında başımda nöbet tutmak üzere emir almışlardı fakat onlar varken kaçış yolu arayamazdım. Mecburen ofise girer girmez öfke nöbeti geçiriyormuş gibi davranıp elime ne geçtiyse adamlara fırlatmaya başlamıştım. Elimden geldiğince ıskalayacak şekilde atıyordum ama gözü dönmüş halim onları kaçırmaya yetmişti.

"DEFOLUN BAŞIMDAN!" diye çığlık attım içeri girmesinler diye. "ALLAH HEPİNİZİN BELASINI VERSİN! İĞRENÇ UCUZ ŞEHİR EŞKİYALARI-"

Dışarıdan bir silah sesi yükseldi.

Bu kez gerçekten çığlık attım. Zira ses çok yakından geliyordu, binanın diğer tarafından... Mümkün müydü bu? Alp sahiden Adar'ı vurmuş olabilir miydi? Belki de Alparslan'dı vurulan, düşmanlarından biri mekanı basmıştı. Her halükarda ofiste oturup hiçbir şey yapmadan bekleyemezdim.

"Açın kapıyı!" diye bağırarak kapıya atıldım panikle. "Allah aşkına izin verin çıkayım!"

Cevap vermediler. Son yarım saattir maruz kaldıkları sahte öfke nöbetim adamların bana karşı bağışıklık kazanmasına sebep olmuştu. Ne söylersem söyleyeyim kayıtsız kalacaklarını anlayınca daha fazla uğraşmadım. Kapıya sırtımı dönüp koşar adımlarla pencereye ulaştım.

Aydınlatma direğine tutunmak düşündüğüm kadar kolay olmadı. Panikten ve korkudan ellerim titriyordu, elbisem bacaklarıma dolanıp durduğu için pencerenin pervazına bile tırmanamıyordum. Birkaç dakikalık çabalamanın ardından geri çekilip çalışma masasına yaslandım. Elbisemin eteklerini yukarı sıyırdıktan sonra yırtmaç kısmını iki yanından tutarak kalçama kadar yırttım. Ardından iki parçaya ayrılan kumaşı bacaklarımın arasından geçirip bir şort formu elde edecek şekilde düğüm attım.

Yeniden cama atıldığımda pencerenin pervazına çıkmak birkaç saniyemi aldı. Direğe tutunmadan önce ayakkabılarımı da çıkarıp camdan aşağı attım, çıplak ayakla direğe tutunmak daha kolay olacaktı. Hiç değilse temennim bu yöndeydi. Fakat kollarımı öne uzatıp direğe sarıldığımda işler beklediğim gibi gitmedi.

Bir anlığına, ağaca sarılmış koala yavrusu misali aydınlatma direğine sarılarak havada asılı kaldım. Sonra ağırlığım direğe fazla geldi, ne yöne devrileceğine karar veremiyormuş gibi rastgele sallanmaya başladı. Son anda bir elimle pencere pervazına tutunmayı başardım. Vücudumun geri kalanı hala aydınlatma direğine sarılı haldeydi fakat hiç değilse artık sallanmıyordum. Eğer bir şekilde yangın merdivenine geçmeyi başarabilirsem-

Bir çift el bacaklarıma sarıldı.

Öyle bir çığlık attım ki, boğazın diğer yakasından bile duyulmuş olabilirdi. Gecenin karanlığında pencereden dışarı sarkmış vaziyetteyken havada asılı duran bacaklarıma birisi sarılıyordu. IMDB top listelerine girecek türden bir korku gerilim anıydı resmen. O anın verdiği panikle bacaklarımı esir alan canavara tekme attım. Epey canı yanmış olacak ki boğulur gibi bir inilti koptu boğazından, tanıdık ses karşısında şaşkınlıktan ağzım açık kaldı.

"ALPARSLAN SEN MİSİN?!"

"Başka kim olacak Elif?!" diye bağırdı. "Bırak şu pervazı da seni aşağı çekeyim!"

Başımı çevirip aşağı baktığımda onu yangın merdiveninin korkuluklarından bana uzanırken gördüm. Kolları bacaklarıma sarılmıştı, yüzünde öfkeden kudurduğunu gösteren bir ifade vardı ve şükürler olsun ki vurulmamıştı. Anlık bir rahatlamayla gevşedim. Ta ki, Adar aklıma gelene dek.

"Adar nerede?!" diye bağırdım panikle. "Vurulmadı değil mi?!"

"Kızım sen kafayı mı yedin?! Şu halde bana elin herifini mi soruyorsun?!"

"Abim o benim geri zekalı-"

Kalçamdan kavrayarak beni kendine çektiğinde bir elim pencereden sökülüverdi. Gövdemin üst kısmı boşlukta kalınca kısa bir an için öne bükülür gibi oldum, öteki elim hala pencerenin pervazına tutunuyordu fakat Alp beni bırakacak olursa tek elimle pencereye tutunarak havada asılı kalmam olanaksızdı. Öte yandan, ben de pencereyi bırakamazdım çünkü o zaman tam anlamıyla onun kucağına düşmüş olacaktım.

"Elif bırak şu pencereyi!"

"Önce ellerini kalçamdan çek!"

"Düşersin kinestetik gerizekalı!"

"Başka yerden tut o zaman!" diye bağırarak ikinci bir tekme atmaya hazırlandım. "Sen ne hakla popomu ellersin ya?!"

"Ulan duyan da ilk kez elliyorum sanar!"

"HAYVAN!"

Böğrüne attığım cılız tekmeye umduğumdan güçlü bir reaksiyon verdi. Acı dolu bir inlemeyle gerilerken dengesini kaybeder gibi olmuştu. Göğsümün etrafına sarılı kollarından biri çözülünce acı gerçekle yüzleştim. Eğer öteki kolu da çözülürse iyice geriye çekildikten sonra serbest bırakılan bir salıncak misali korkulukların diğer tarafına salınıp aşağı düşeceğim muhakkaktı. Boğazımdan korku dolu bir çığlık infilak etti.

"ALPARSLAN!" diye bağırdım. "TE IMPLOR STAI CU MINE!"

Ne söylediğimi bilmiyordu, fakat yine de düşmeme izin vermedi.

Keşke verseydi. Seçme şansım olsa muhtemelen kafa üstü betona çakılmayı yeğlerdim. Zira boşta kalan kolu bu kez karnımın üstünden aşağı uzanıp bacaklarımın arasından kavradı beni. Mahrem dokunuşu karşısında boğulur gibi bir ses koptu dudaklarımdan. Üzerimde iç çamaşırım, onun üstündeyse bacaklarımın iç kısmında düğümlediğim eteklerimin kat kat kumaşı vardı fakat yine de avucunun cüretkar baskısını hissedebiliyordum. Beklenmedikti, hayret vericiydi ve pencereye tutunan parmaklarımı açmaya yetmişti.

Birdenbire pes etmemi o da beklemiyordu anlaşılan. Çünkü pervazdaki elim sökülünce sıkıştırılmış bir yay gibi Alparslan'ın üzerine teptim. Gerisingeri yalpalarken "ELİNİN AYARINI-" diye böğürdü. Eğer dünyanın en absürt pozisyonunda beni kucaklamaya devam ediyor olmasaydı ona asıl ben senin elinin ayarını derdim fakat bu hakikaten patavatsızlık olurdu.

Zaten çok fazla yalpalamadı, dengesini sağlamak için uğraşmak yerine geri geri giderek kendini üst kata çıkan metal basamakların üzerine bıraktı. Hala kucağında olduğum için ben de sırtüstü onun üzerine devrildim. Merdivenin keskin kenarı kaburgalarını ezmiş olacak ki boğuk bir ses koptu boğazından.

"ULAN YETER BE!" dedi acıyla inleyerek. "NE SİKİYORSUN, NE DE ÜSTÜMDEN İNİYORSUN ELENA!"

Ettiği küfürü idrak etmem birkaç saniyemi aldı. Kucağından kalkmadan kafamı ona çevirip şaşkınlıkla yüzüne baktım. Gözlerimi kırpıştırdığımda öfkeden kararan ifadesi sekteye uğradı. Bir kolunu karnıma dolarken bakışlarındaki ifadenin hızla yumuşadığını fark ettim.

"Mecaz bu, tabi." diye ekledi ciddi ciddi. "Yoksa durumdan bir şikayetim yok."

Bu beni kendime getirmek için yeterli oldu. Yaptığı ima içimi biraz rahatlamıştı, az önce abimi vurmuş olsa burada benimle flörtleşmezdi diye düşünüyordum. Fakat Adar'ın gerçekten abim olduğuna inansa onu zaten vurmazdı. Eğer onu vurduysa benim abim olmadığını düşünüyor olmalıydı. Mantık yürüterek vakit kaybettiğimi fark edince Alp'i itip ayağa fırladım yeniden. Amacımın sadece aramıza mesafe koymak olduğunu sanmış olacak ki bir hamle yapmadı. Ta ki, merdivenlere koşturduğumu görene dek...

"ELİF!"

Üçer beşer zıplayarak merdivenlerden aşağı inmeye başladım. Uzaklardan polis sirenleri yükselmeye başlamıştı, üstelik birden fazla siren sesi vardı. Ambulans da geliyor olabilir miydi? Her halükarda silah sesi konusunda haklı çıkmıştım. Büyük ihtimalle binanın ön tarafında biri vurulmuştu. O kişi Alparslan olmadığına göre...

"NEREYE GİDİYORSUN?!"

Peşimden koştuğunu duyunca "Gelme peşimden aptal herif!" diye bağırdım. "Dua et de Adar iyi olsun, yoksa polislerden önce seni ben bulup mahvederim!"

"Kafayı mı yedin sen?! O herif gitti çoktan, kimse yok ön tarafta!"

Elbette dinlemedim. Uçlarını bacak aramda düğümleyerek şorta çevirdiğim eteğim bana büyük avantaj sağlıyordu. Ayağımda ayakkabılar da olmadığı için hayatımın koşusunu yapıyordum resmen. Merdivenlerden inince de durmadım, nereye gittiğime bile bakmaksızın sola dönüp koşmaya devam ettim.

"Yanlış yöne koşuyorsun geri zekalı!" diye bağırdı bu kez. "Binanın ön tarafına oradan geçemezsin!"

Bu sözler beni şüpheye düşürmek için yeterli oldu. Havuzun önüne vardığımda adımlarımı yavaşlatıp şaşkınlıkla etrafıma bakındım. Haklıydı. Koştuğum yönde ön tarafa açılan bir boşluk yoktu, binanın cephesi doğrudan boğaza bakan korkuluklarla bütünleşmişti. Kahretsin!

"Uzak dur benden!" dedim Alparslan'ın yaklaştığını duyunca. Yeniden ona döndüğümde aramızda on metre bile yoktu. "Silah sesini duydum! Ne yaparsan yap gideceğim Adar'ın yanına!"

"Kızım sen kafayı mı yedin?! Elin herifini vurduğumu mu düşünüyorsun gerçekten?!"

"Bilmiyorum!" diye haykırdım çaresizce. "Yanımıza gelirken silahını çıkarmaya yeltenmiştin Alparslan, gözlerimle gördüm! Sonra da sizin bulunduğunuz yerden silah sesi geldi. Yerimde olsan sen ne düşünürdün?!"

"Tamam, sakin ol." dedi ellerini havaya kaldırarak. "Şimdi sana ispatlayacağım-"

Panikten titremeye başlarken cebinden telefonunu çıkardığını gördüm. Endişeli bakışlarım arasında ekranı açıp bir şeylerle uğraştı. Birkaç saniye sonra hoparlörden yükselen arama sesini duydum. "Herifi göndermeden önce numarasını almıştım." diye izah etti bana. O esnada telefon açıldı, karşı taraftan Adar'ın sesi yükseldi.

"Elif Hanım ben iyiyim." dedi ruhsuz bir sesle. "Alparslan Bey'le konuştuk, ortada bir yanlış anlaşılma olduğunu izah ettim. Kaba davranışlarım için sizden de çok özür dilerim. Umarım en kısa zamanda gerçek abinizi bulursunuz. Hoşçakalın."

"Adar neredesin sen-"

Telefon kapandı. Birkaç saniye boyunca şaşkınlıkla duyduklarımı sindirmeye çalıştım. Az evvelki paniğim yerini öfkeye bırakmaya başlamıştı.

"Sen-" dedim yeniden Alparslan'a bakarken. "Bu tiyatroya inanacak kadar aptal mı sanıyorsun beni?"

"Ne tiyatrosu Elif? Adam vurulmuş olsa böyle rahat konuşabilir miydi?"

"Vurmadan önce sesini kaydedersen neden olmasın?"

"Güzel, şimdi detaylara harcadığın o kıvrak zekanı resmin tamamına uygula." dedi telefonunu cebine koyarken. "Bu dallama bir sosyal medya fenomeni, başına bir şey gelse iki güne fark edilir. Öyle dağ başındaki bir tarlada kafasına sıkıp izbe bir yere gömerek ortadan kaldıramazsın yani. Üstelik yeraltı dünyasından değil bu herif, normal vatandaş. Ben de Türk Ceza Kanunu geçirmez değilim!"

Söyledikleri mantıklıydı fakat düşünme biçimindeki bir şeyler ürpermeme sebep oldu. Onu cinayet işlemekten alıkoyan tek şeyin Türk Ceza Kanunu olduğuna inanmak istemiyordum. Dağ başındaki ıssız bir tarlada birinin kafasına sıkıp izbe bir yere gömerek ortadan kaldırabileceğine de...

"Kaldı ki, neden yapayım Elif?" diye devam etti konuşmaya. "Kıskançlık yüzünden suçsuz bir adamı niye vurayım? Mantıklı düşün biraz!"

Şu an mantıklı düşünmek istemiyordum. Alparslan'ın böyle şeyler düşünebileceğini de düşünmek istemiyordum. Gerçeklikten kaçmak her zaman daha kolaydı.

"Alparslan-"

"Ateş Alazoğlu mevzusu kapandı." diyerek kesti sözümü. "Eğer ablanı bulmak istiyorsan birlikte ararız. Ama seni bir daha o herifin yanında görmeyeceğim. Anladın mı beni?"

"Eğer gerçekten beni istemiyorsa peşine düşmem zaten. Ama fikrini değiştirirse, geçmişi inkar etmeyi bırakıp benimle görüşmek isterse ne yapacağıma kendim karar veririm. Adar'la aramdaki bağ seni zerre ilgilendirmiyor Alparslan, bu konuda bana ne yapacağımı söyleyemezsin."

"Bal gibi de söylerim! Nişanlımsın sen benim, öyle kafana göre elin heriflerinin peşine düşemezsin!"

"Ya sen aptal mısın?! Abim o benim diyorum, bunun nesini anlamıyorsun Alparslan?!"

"Bak, tamam." dedi sakinleşmeye çalışarak. "O herifin sana başka bir gözle bakmadığını ben de biliyorum. Eğer yanlış bir hareketini, bakışını görsem zaten ağzını burnunu kırmadan yollamazdım evine. Ama sen de onun evine falan gidemezsin!"

"O zaman sen götür beni Adar'ın evine." dedim farklı bir yol deneyerek. "Alparslan benim gerçekten onunla konuşmam gerek-"

"Elif senin aklın başında mı?!" diyerek çileden çıktı yeniden. "İki saattir söylediklerimi dinlemedin mi hiç? Adam seninle konuşmak istese konuşurdu zaten, bunu da mı düşünemiyorsun?!"

"Fırsat mı verdin konuşmasına? Bıraksaydın ben ona derdimi izah edecektim zaten. İki dakika rahat vermedin ya!"

"Adam seni tanımıyor bile!"

"Çünkü hatırlamıyor!"

"Demek ki hatırlamak istemiyor!" diye bağırdı öfkeyle. Ses tonu alçaldı. "Ya da seni istemiyor, Elena."

Sustum. Mekanın Boğaz'a bakan arka bahçesinin karanlığına gömülmüş haldeydik. Sesler birdenbire kesilmişti. Birkaç metre ötemde sınırları rıhtıma dek uzanan devasa havuzun dalgaları ışıldıyordu. Onun ötesinde rıhtım ve Boğaz'ın içine sinsi bir yılan gibi süzülen upuzun iskele vardı. Daha da ötede, suların, adaların, sınır kapısının ve beni istemeyen tüm insanların ötesinde ait olduğum topraklar vardı.

"Olaya onun açısından bakmaya çalış sadece." diye devam etti. "Eğer gerçekten iddia ettiğin kişiyse adını bile inkar ediyor demektir. Belli ki o kumpanyadaki herkes senin gibi güzel hatıralar biriktirmemiş. Belki de sandığın kadar güzel bir yer değildi orası, yaşın küçük olduğu için-"

Duraksadı.

Bakışlarının yukarıda bir noktaya takıldığını fark ettim. Ardından "ELENA!" diye bağırarak bana doğru atıldı. Ne olduğunu anlamadım bile. Hayal meyal az evvel tutunduğum ağır metalden direğin devrilişini gördüm. Kenara çekilmeye fırsat bulamadan Alp üzerime kapanıp beni arkaya itti. Ufak bir çığlık atarken düşmemek için korkuyla boynuna sardım kollarımı.

Sonra birlikte havuzu boyladık.

Sene 1996

Sıcak bir yaz akşamı Ahıskalı yalısındaki buğulu kasvetin üstünü örtmüştü. Üst kattaki yatak odalarının birinde sessizce ağlayan bir genç kadınla kucağında uyuyan iki üç yaşlarındaki bir oğlan çocuğu vardı. Giriş kattaki büyük salonsa daha kalabalıktı. Genç bir adam tekli koltukta oturup sessizce düşüncelere dalmıştı. Hemen yanıbaşında oturan yirmili yaşlardaki bir kadın, adamın onu dinlemeyişine aldırış etmeden bir şeyler anlatıyordu. Tek yumurta ikizi oldukları anlaşılan iki delikanlı salonun girişinde duran otuzlu yaşlardaki bir adamla hararetli bir tartışmanın ortasındaydı. İkizlerden birkaç yaş küçük başka bir oğlan odada volta atıyor, ara sıra başını çevirip tekli koltuğa öfkeli bir bakış fırlatıyordu. Altı yedi yaşlarındaki bir oğlan çocuğuysa salonun hemen dışındaki duvarın köşesine sinmiş, gizlice içeridekileri dinlemeye çalışıyordu.

Bir ara gürültü haddinden fazla artmış olacak ki, tekli koltuktaki adam "Yeter!" diye bağırarak kalktı yerinden. Yanıbaşında oturan genç kadına dönüp keskin bir buyruk verdi. "Nigar sen yukarı çıkıp Gülendam'la ilgileniyorsun. Hatta Yusuf'u da götür, gerekirse odasına kilitle. İki saattir duvarın köşesinden bizi dinliyor enik!"

"Hemen İzzet Abi."

Genç kadın telaşla çıkışa seğirtirken "Baybars ve Atilla dingilleri," diyerek girişteki adamla tartışan ikizlere döndü. "Ya o sesinize hakim olun, ya da siktir olup öğrenci evi dediğiniz o kümese gidin. Hayır eve çıkacağız diye aylarca kafamı siktiniz, şimdi de buradan çıkmıyorsunuz! Final haftanız falan yok mu sizin oğlum? İlk seneden sınıfta kalmaya mı heves ettiniz?"

"Abi sen ciddi misin ya?" diyerek öfkeyle güldü Atilla. "Böyle bir olayın ortasında gidip ders çalışmamızı mı istiyorsun gerçekten?"

"Bilerek istiyor gitmenizi!" diye lafa karıştı odada volta atan oğlan. On beş on altı yaşlarındaydı. "Gidelim ki kardeşimizi rahat rahat o adama verebilsin-"

"Asaf kes sesini!" dedi oğlana dönerek. "Bu konuda hiçbirinizin söz hakkı yok, anladınız mı? Hepiniz benim himayemdesiniz, kimin nerede yaşayacağına ben karar veririm! Ayrıca bir daha o adam falan dediğini de duymayayım, benim bile baba dediğim adamı inkar etmek sana mı kaldı it?! Çık şimdi odana!"

Asaf bir şey söyleyecek gibi olduysa bile cesaret edemedi. Ellerini yumruk yapıp ayaklarını yere vurarak çıkışa yöneldi öfkeyle. Oğlanın gidişini izlerken sırtındaki otorite postunu çıkarmadan tekrar ikizlere döndü, ölçüp tarttı, ardından daha olgun mizaçlı olanda karar kılıp ufak bir baş hareketiyle kardeşinin peşinden gitmesini söyledi. Baybars başını sallayıp sessizce çıkışa yönelirken bir taşla iki kuş vurduğunu biliyordu.

"Atilla sen de yukarı çıkıp Yusuf'la ilgilen." dedi diğer kardeşine dönerek. "Çocuk çok korktu oğlum. Git sakinleştir kardeşini..."

Oğlan birkaç saniye kararsız kaldı. Ardından başını sallayıp "Gidiyorum ama Yusuf için." diye homurdandı abisine. "Bu bahaneyle beni göndermeye çalıştığını fark etmedim sanma."

İzzet sessiz kalarak kardeşinin meydan okumasına izin verdi. Aptal yerine konmadığı müddetçe isyan reaksiyonu göstermezdi Atilla. Nitekim bu kez de öyle oldu, abisine rest çektikten sonra dönüp salondan çıktı ve üst kata giden merdivenlere yollandı.

Son kardeşi de gittikten sonra Behram'a dönüp ufak bir baş işareti yaptı. Birlikte salondan çıkıp çalışma odasına geçtiler. Kapıyı kapattıktan sonra bir zamanlar babasına ait olan koltuğa geçip oturdu. Lafa girmeden evvel başını ellerinin arasına aldı, birkaç saniye dışarıdan duyulan dalga seslerini dinledi.

Giderek kardeşlerini kontrol etme konusunda daha başarılı hale geliyordu. Örneğin ikiz kardeşler olan Baybars ve Atilla pervasızlığın vücut bulmuş hali gibiydi. Düşünmeden harekete geçtikleri için serseri mayından farkları yoktu ama dikkatleri çabuk dağılıyordu ve genelde belaya giden yolu tamamlayamadan yön değiştiriyorlardı. Ne var ki, belaya giden yollar bazen çok kısa olurdu. Baybars ve Atilla'nın dikkat süresinden bile kısa...

Geçmişte bu bir problem yaratmazdı zira Savaş hayattayken Baybars ve Atilla için bir denge unsuru gibiydi. İkizlerin aksine su içmeye bile plansız gitmezdi, hedefe kilitlenme konusunda ürkütücü bir kararlılığı vardı fakat içe dönük karakterli olduğundan genelde çok güçlü bir sebep oluşmadıkça eyleme geçmezdi.

'Ve babam en çok onu severdi.' diye düşündü İzzet. 'Eğer benim oğlum olsaydı, ben de en çok Savaş'ı severdim.'

Onlar büyürken babalarının hep dışarıda oluşu İzzet'i diğer kardeşlerinin gözünde baba figürü haline getirmişti. Baybars, Atilla, Asaf, Yusuf ve belki de Feride bile babalarından çok onun evladıydı. Ailenin başına geçmeden önce de kardeşlerinin gözünde bir otorite figürü olduğunu biliyordu. Ancak Savaş için böyle olmamıştı. Savaş onun oğlu değil, kardeşiydi. Himayesindeki bir evlat değil, yoldaşıydı. Kendisinin de hala bir babanın evladı olduğunu hatırlamaya ihtiyaç duyduğu anlarda sığındığı limanıydı. Babasıyla arasındaki son köprü Savaş'tı.

Fakat o köprü seneler önce yıkılmıştı.

"Abi iyi misin?"

"Korumalara Baybars ve Asaf için haber yolladın değil mi?" diye sordu onu duymazdan gelerek. "Az sonra babam geldiğinde o ikisi ayak altında olmasın. Hele hele Baybars ve Atilla sakın bir araya gelmesin."

Anneleri vefat ettikten sonra İzzet ikizleri zaptetmekte epey zorlanmıştı. En sonunda onları kontrol etmek istediğinde birbirinden ayırması gerektiğini fark etmişti. Yan yanayken birbirlerini gaza getirip büsbütün kontrolden çıkıyorlardı. Baybars'ı Asaf'ın peşinden yollarken Atilla'yı yanında tutmasının sebebi buydu.

Asaf'ı kontrol etmenin yolu ise bunu doğrudan yapmamaktan geçiyordu. Halihazırda isyankar bir kişiliği vardı, ergenlik bunu yirmiye katlamıştı. İzzet'i abiden ziyade bir baba figürü olarak benimsediği için onun söylediklerine zıt gitmeye daha çok meyilliydi. Genelde Asaf'ı bizzat kontrol etmek yerine bunu ikizlerden birine yaptırıyordu.

Yusuf ise çocuk olduğu için onun üzerinde otorite kurmamaya çalışıyordu. Savaş, Atilla ve Asaf annelerinin sevgisinden yeterince beslenebilmişti fakat üç sene evvel onu kaybettiklerinde Yusuf henüz dört yaşındaydı. Ne var ki o dönemler çocuğu sadece himayesine alabilmişti, onunla özel olarak ilgilenmesi gerektiğini henüz yeni yeni fark ediyordu.

Ve son olarak Alparslan vardı. Anneleri vefat ettikten kısa süre sonra babalarının yanına gidip almıştı onu. Bahri Bey de çok itiraz etmemişti, yeni doğmuş bebeğin bir anneye ihtiyaç duyacağını biliyordu. Fakat bebeği oğluna verirken bunun kalıcı bir şey olmadığını belirtmeyi de unutmamıştı. "Oğlanı almak için geleceğim." demişti üstüne basa basa. "Gülendam'a da söyle bunu."

Şimdi de geliyordu işte. Sözde üç sene evvel çıkardığı isyanla babasını alt etmişti fakat şimdi onu nasıl durduracağına dair hiçbir fikri yoktu.

"Abi yüklenme kendine bu kadar." dediğini duydu Behram'ın. "İstemiyorsan Bahri amcayı içeri almayız, olur biter. Çocuğu almak için kendi oğluna zarar verecek değil ya."

"Çocuk da onun oğlu!" diyerek elini başına götürüp saçlarını sıvazladı. "Hem zaten her halükarda babamla konuşmam gerekiyor. Bu sabah halam haber yolladı, belli ki bir şeyler var."

Behram şaşırmadan edemedi. "Zarife Hanım'ın konuyla ne ilgisi var ki?"

"Bilmiyorum." dedi bıkkınlıkla. "Büyük bir oyun dönüyor Behram. Dua et de bundan sağ çıkalım."

-*-

Bahri Ahıskalı, bir zamanlar ona ait olan çalışma odasında fakat artık masanın diğer tarafındaki koltukta oturuyordu. Duruşu azametliydi, misafirlere ait görece küçük koltuk daha heybetli görünmesini sağlamıştı. Önce masanın diğer tarafında oturan oğlunu süzdü. İzzet patron koltuğundaydı fakat diken üstünde oturduğu aşikardı. Babasının bakışları karşısında başını dikleştirse de omuzlarının aşağı çöküşünü gizleyemedi. Onun bu kendinden emin olmayan tavrı Bahri Ahıskalı'yı keyiflendirmedi, aksine tadı kaçmış gibiydi. Bakışlarını İzzet'in üstünden alıp karşısındaki denk koltukta oturan öteki gence çevirdi, tepeden tırnağa süzdü. Behram yerinde huzursuzca kıpırdandı, en sonunda ayağa kalkıp bir emir kulu gibi duvarın kenarına dikildi.

İzzet başının altından Behram'a ters bir bakış attı. Ardından babasına dönüp meramını dile getirdi.

"Alparslan'ı sana vermeyeceğim."

Bunları son derece kararlı bir tavırla söylemişti fakat sesi kendi kulağına çalındığında bir ültimatom vermekten ziyade, bir ricada bulunur gibi duyulduğunu fark etti. Bahri Ahıskalı'nın görünmez etkilerinden biriydi bu. İkna kabiliyetinin yanı sıra zaman zaman sessizliğiyle karşısında konuşanların sözlerini baskıladığı, psikolojik bir tahakküm kurduğu olurdu.

"Eğer buraya onu almaya geldiysen boşuna." diye tekrar etme ihtiyacı duydu İzzet. "Kardeşlerim artık benim himayem ve vesayetim altında."

Babasının yüzünde ufak bir tebessüm belirir gibi oldu. "Ne vesayeti İzzet? Hani sen çıkmıştın yeraltından? Mekanları benden bu yüzden istemedin mi?"

"Çıktım zaten, dönmeye de niyetim yok." diye cevap verdi. "Mekanlara gelince... Onları senden değil, Dündar Bey'den aldım ben. Mülk sana ait olabilir ama burası İstanbul. Burada büyük babaların izni olmadan mekan işletmezsin."

"Ben işletiyordum."

"Çünkü sen de onlardansın!" diye parladı birden. "Açtırma şimdi benim ağzımı... Balkanlarda köklerin olmasa İstanbul'da kafana göre mekan açabilir miydin sanıyorsun?"

"Ama ben çekilince mekanların icazetini Bayraktar devraldı, öyle mi?" diye sordu Bahri Bey. "Ve sen oğlum, benim himayemde kimseden icazet almadan işletebileceğin mekanları şimdi mafyanın icazetiyle işletiyorsun. Söylesene İzzet, bana karşı çıkardığın isyanın sana en ufak bir faydası oldu mu?"

"O isyan sayesinde bugün kafamı yastığa huzurla koyabiliyorum ben. Kardeşlerimin, evlatlarımın geleceği için endişelenmiyorum. Dündar Bey de düşündüğün gibi mekanları haraca bağlamadı, aksine yeraltıyla ve Balkanlarla bağlarımızı koparmamı destekliyor. Peki ya sen? Niye evlatlarının bu pislikten kurtulmasına sevinmiyorsun? Tutturmuşsun bir isyan da isyan! Eğer sana isyan etmeseydim Savaş'tan sonra sıra diğer kardeşlerime de gelecekti!"

"Gelecek zaten, aptal çocuk!" diye bağırdı Bahri Bey. "Bayraktar elbette sana destek verir, tebaasına katmak istiyor çünkü!"

"Yahu sence ben buna izin verir miyim? Dünkü çocuk yok senin karşında! Canımdan can kopardılar benim, öz babama sırtımı döndüğüm dünyada Bayraktar'a eyvallahım kalır mı sanıyorsun?!"

Evlat acısının ne olduğunu biliyordu artık. On günlük bebeklerinin parçalanmış cesedini hastane odasında bulduğu gün tüm hayatını değiştirmişti. Karısına gerçeği söyleyememişti bile. Gülendam adını bile koymadığı evladının zatürreden öldüğünü sanıyordu. Yaşadıkları kayıptan iki sene sonra tekrar hamile kaldığında İzzet'in neden bebeği aldırması için baskı yaptığını anlayamamıştı. Savaş doğduğunda boşanmanın eşiğindeydiler. Sonra bir şekilde işler yoluna girmişti, ya da girmiş gibi görünmüştü.

"Yaşadığın acıyı biliyorum, İzzet." dedi Bahri Bey. İlk kez sesi titremişti. "Ama hiçbir acı, evlat acısı bile, insanı bir günde değiştirmez. Değiştim sanırsın, sanıyorsun da, fakat acın dindiği zaman olduğun kişiye döneceksin. Dündar da biliyor bunu, o yüzden şimdi sana arka çıkıyor. Ama seni deneyecekler. Bu alemde herkes birbirini dener, en çok da zafiyet gösteren adamı denerler. Seni denedikleri zaman, ailenle tehdit ettikleri zaman o tehdide rest çek, olur mu? Eğer yapamazsan da bana gel. Sakın Bayraktar'ın kapısına gideyim deme."

İzzet dilini ısırdı. Babası tehdide rest çek dediğinde zamanında senin yaptığın gibi mi dememek için kendini zor tutmuştu. Geçmişte olsaydı söylerdi de, Savaş'ın onun kibiri yüzünden öldüğünü babalarına anımsatmaktan imtina etmezdi. Fakat artık o da evlat acısının ne olduğunu biliyordu. Dili varmamıştı söylemeye.

Bakışları buluştuğunda buna gerek olmadığını, Bahri Bey'in onun söylemeye niyetlendiği şeyi anladığını fark etti. Fakat bakışlarında bir mahcubiyet yoktu, verdiği karardan hala pişman değildi. İzzet bunu anlayamıyordu işte. Babası nasıl olur da hatasını göremezdi? Kibri oğlunun canından daha mı değerliydi?

"Benim kimsenin kapısında işim kalmadı." diyerek iç çekti. "Sen de buraya boşuna geldin. Alparslan benimle kalacak, onu vesayetin altına almana izin veremem. Balkan tahtı seninle yıkılacak Bahri Ahıskalı, kabullen bunu."

Eğer Alparslan'ı babasına verirse ileride kontrol edemeyeceğini daha şimdiden biliyordu. Babaları dış dünyayla savaşırken diğer kardeşleri evde, onun koruması altında yetişmişti. Onu babası olarak görmeyen Savaş'a bile yeri geldiğinde ağabey sıfatıyla sözünü dinlettiği olmuştu. Çünkü onları tanıyordu İzzet, bir olay karşısında verebilecekleri tepkileri öngörebilirdi, hatta çoğunlukla akıllarından ne geçtiğini bilebilirdi. Alparslan bu zincirin dışında kalacaktı.

"Kendi oğlumu himayeme alırken diğer oğlumdan icazet alacak değilim." dedi Bahri Bey. "Bebek daha çok küçük dedin, Gülendam onu evladı yerine koydu dedin, ben de üç sene sizinle kalmasına izin verdim. Ama oğlanın aklı ermeye başlamıştır, karın da gebeymiş zaten. Bırak da kızcağız artık kendi evladına analık yapsın!"

İzzet donakaldı. Başta renk vermemeye çalışarak başının altından ufak bir bakış attı Behram'a. Onun da şaşırdığını görünce yanlış duymadığını anlamıştı. Öte yandan, babasının bunu nereden öğrendiğine anlam veremiyordu. Çok küçük bir ihtimal de olsa öylesine konuşmuş olabilirdi elbette. Bunu sınamak için hafifçe öksürerek itiraz etti.

"Bizim zaten bir evladımız var, baba. Sana haber veremedik ama on dört ay önce bir oğlumuz oldu. Adı Savaş."

Bahri Bey duruma pek şaşırmış gibi görünmüyordu. Bıyık altından tebessüm ederek konuştu. "Peki bulabildin mi oğlunu? Gerçek oğlundan bahsediyorum..."

"S-sen..." İzzet sandalyesini itip ayağa fırladı aniden. "Sakın oğlumu senin kaçırdığını söyleme bana!"

"Oğlunu kendi ellerinle başka aileye veren sendin, İzzet." diye sakince konuştu Bahri Bey. Ardından karşısında oturan Behram'a küçümser bir bakış attı. "Hem de Behram'ın verdiği akılla... Nasıl korkunç bir hata yaptığınızın farkında bile değildiniz."

Hata yaptığını biliyordu. Canice katledilen bebeklerinden sonra tekrar aynı acıyı yaşama ihtimalini göze alamamıştı. Nasıl büyük bir günah işlediğini yavaş yavaş idrak ediyordu.

"Sen ne dediğinin farkında mısın?!" diyerek masanın diğer tarafına geçti İzzet. "On üç aydır gözüme uyku girmiyor benim! Ülkede aramadığım yer kalmadı! Bunca zamandır oğlumu benden nasıl saklarsın?!"

"Eğer en başta duruma el koymasaydım sen takası yaptıktan sonra oğlunu Soydanlar alacaktı. Düşmanını fazla küçümsüyorsun."

"Yahu ne demek en başta el koymasaydım?! Biz bebekleri değiştirdikten bir ay sonra ortadan kayboldu Savaş!"

Gülendam doğum yapar yapmaz değiştirmişti bebekleri. Kendi oğlunu güvenilir bir aileye vermiş, Behram'ın bulduğu başka bir bebeği ise kendi çocukları olarak karısının kucağına vermişti. Bir ay sonra yaptığı yanlışı idrak edip oğlunu almaya gittiğinde ise kimseyi bulamamıştı. Bakıcı aile bebekle birlikte sırra kadem basmıştı.

"Çünkü baban olarak sana yaptığın hatayı anlaman için zaman tanımak istedim. Aklın sıra yeni doğmuş çocuğunu başka bir çocukla değiştirecektin, ileride birileri senin oğlun sandığı çocuğu öldürünce de evlat acısı yaşamayacaktın, öyle mi? Sen babalığı kandan ibaret mi sanıyorsun İzzet?! Başkasından alıp da büyüttüğün oğlan da senin oğlun olacak, bir hiç uğruna kendi oğlunu ele vermiş olacaksın! Velev ki dediğin gibi oldu, büyüttüğün çocuğu öldürdüler ve sen çok da acı çekmedin diyelim... Sonra ne olacak? Vaktiyle başkasına verdiğin gerçek oğlunu alıp geri mi getireceksin? Karının kucağına bırakıp bak bu bizim gerçek oğlumuz, ağlama artık mı diyeceksin? Uğruna günahsız bir sabiyi feda ettikten sonra kendi oğluna babalık yapabileceğini mi sanıyorsun? O çocuklardan biri canından olacak, diğeri de her halükarda anasız babasız kalacak!"

"Baba söyle ne olur." diye yalvardı İzzet çaresizce. "Haklısın, Savaş'ı artık kimselere veremem. Öz evladımdan farksız gözümde. Ama izin ver, gerçek oğlumu da, diğer Savaş'ımı da bulup getireyim. İkisi kardeş gibi büyür gider, Allah aşkına evladımın yerini söyle bana!"

"Eğer iki çocuğu kardeş gibi büyütmeye kalkarsan bu da yapacağın ikinci büyük hata olur." diye iç çekti babası. "Birini diğeri için kurban diye seçmişsin, oğlum. Kurban seçtiğinin boynu bükük kalır, eğer ona bir şey olursa gerçek oğlun da bunun vicdan azabını sırtında taşır. Aklın varsa ikisini uzak tut birbirinden. Ki zaten başka da şansın yok."

"O ne demek şimdi?"

Bahri Bey oğlunun sorusunu cevapsız bıraktı. Başını kapıya doğru çevirip duvarın dibinde dikilen diğer gence, Behram'a dikti gözlerini. O da yabancı sayılmazdı, hem uzaktan akrabaları hem de aile dostlarının oğluydu.

"Aileni görmeye en son ne zaman gittin Behram?"

"A-anlamadım Bahri amca."

"Gümülcine'ye diyorum," dedi adam tane tane. "Karını, çocuklarını en son ne zaman gidip gördün? Geçen sene az kalsın canından oluyordu o kızcağız, Zarife olmasaydı tek başına doğum yapacaktı."

İzzet tepeden tırnağa buz kestiğini hissetti. Behram'ın ailesi Gümülcine'deydi hala, İzzet'in halasıyla aynı köyde yaşıyorlardı. Karısını ve çocuklarını görmeye pek sık gitmezdi, İzzet bu duruma anlam veremese de saygı duyuyordu. Görünüşe bakılırsa Behram'ın karısı da bu uzaklıktan şikayetçi değildi.

"Baba sakın..." dedi misafir koltuğunda oturan adama doğru yürürken. "Sakın bana bunu yaptığını söyleme."

"Bunu siz ikiniz birlikte yaptınız İzzet." dedi Bahri Bey. "Günahsız bir çocuğu alıp kendi oğlunun yerine kurban yapmak istedin, ben de sana bu aklı veren akılsızın oğlunu gönderttim. Eğer öz oğlunu görmek istiyorsan yeri belli. Gümülcine'de, Behram'ın karısına anne diyor. O çocuğu annesinin kucağından koparıp getirmeye, yukarıdaki çocuğu da kendi karının kucağından koparıp geri götürmeye yüreğin elveriyorsa ikinci bir değiş tokuş yaparsınız. Orası size kalmış."

Bakışlarını yüzü bembeyaz kesilmiş öteki gence çevirip ekledi. "Sana gelince Behram, bundan sonra aileni daha sık ziyaret edeceksin. Adını Ufuk koyup sonra da görmeye bile gitmediğin o oğlan benim öz torunum, adı da Savaş. Diğer evlatlarına yaptığın gibi ihmal edemezsin onu. Ayağına değecek taşın hesabını senden sorarım."

Bunları söyledikten sonra aniden ayağa kalktı. Enkaza dönmüş gibi görünen iki genç adama bakıp son sözünü söyledi.

"Şimdi gidip bana Alparslan'ı getirin. Hemen!"

Yarım saat sonra yalıdaki manzara tepeden tırnağa değişmişti. İzzet ve Behram hala çalışma odasındaydı, yaşadıkları şokun dehşetini atlatmaya çalışıyorlardı. Asaf öfkeyle çalışma odasının kapısını yumrukluyor, abisinden hesap soruyordu. Atilla ve Baybars yalıdan uzaklaşan aracın peşine düşmüştü, onları durdurmak için harekete geçmiş bir koruma ordusu araçlarını takip ediyordu. Yusuf uykusundan uyanmıştı çoktan, uzaklaşan arabanın arkasından hıçkırarak ağlayan Gülendam'a sarılıyordu.

Bahri Ahıskalı ise giden aracın arka koltuğundaydı. Sokak ışıkları ara sıra camlardan içeri sızıyor, adamın esmer çehresine kederden gölgeler düşürüyordu. Kardeşlerini almak için peşinden gelen iki oğlunun aracının onları takip etmeyi bıraktığında biraz daha büyüdü bu keder. Başını eğip sessizce kucağında uyuyan son oğluna baktı.

O andan itibaren arabada bir babayla oğul değil, iki haymatlos vardı.

Not: Bölümün nasıl olduğuna dair hiçbir fikrim yok. Parça psrça yazıp en son birleştiriyorum ve şu an başım çatlıyor ağrıdan. Okuduklarımı algılamaksızın parçaları birleştirdim ve bu kafayla mantıklı bir akış oluşturamamış olabilirim. Yarın sabah sağlam kafayla bölümü düzenlerim belki, içerik değişmez ama olay akış sırası değişebilir.

Önümüzdeki bölüm pazartesi akşamı gelecek dediğim gibi. Umarım o bölüm daha rahat kafayla tamamladığım bir bölüm olur. Öpüldünüz, sevgilerle. ❤️

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro