Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Bölüm 23 - El Adamı

"Yürüdüğüm yollar yormadı beni,
kendimi öldürmek için
kurduğum planlar işe yaramadı,
hiç eksilmedim, çoğalmadım hiç
unuttum çıplağında öldüğüm geceyi."

-Birhan Keskin


ALPARSLAN

Sağ kaburgamdaki korkunç sızıya rağmen huzurlu bir ruh haliyle uyandım. İçeriden su sesi geliyordu, kafam allak bullaktı ve tavanı izlerken nerede olduğumu anlamaya çalışıyordum. Hatırladığım son görüntülerde Elena'nın güzel yüzü vardı. Elindeki şırıngayı koluma batırırken "Yemin ederim genel anestezi falan yapmıyorum." diyordu bana. "Bu sadece acını dindirecek bir ilaç."

Sonrası giderek bulanıklaşan görüntüler, kesikleşen anılar ve zifiri karanlık...

Kahretsin. Beni oyuna getirmişti. Beni yine oyuna getirmişti ve artık hangi birinin hesabını soracağımı bilmiyordum. İşin kötü yanı, hesap sormanın bir anlamı da yoktu çünkü bu kızın yalanları Şehrazad'ın masalları gibiydi. Biri biterken diğeri başlıyordu. Tam çözdüm derken yeni bir yalan uyduran, oynadığı oyunlardan pişmanlık duymayan, güvenimi yitirmekten bile korkmayan birine öfkelenmek neyi değiştirirdi ki? Üstelik o da herhangi bir açıklama ihtiyacı hissetmiyordu. Daha dün sabah "Aşık mıyız biz?" diye kızmıştı bana. "Bu neyin kıskançlığı?"

Belli ki Elif'in gözünde onu kıskanabilecek, sahiplenebilecek, ondan hesap sorabilecek bir konumda değildim. Dürüst olmak gerekirse haksız da sayılmazdı. Aramızda birbirimize karşı verdiğimiz bir söz yoktu, bir vaat yoktu, bir geleceğimiz yoktu. Evlilik yolundaydık fakat yaptığımız şeye mantık evliliği bile denemezdi. Özgür irademizin dışında bir evliliğe sürüklenmiştik biz. Bu koşullar altında onu ne kıskanabilirdim, ne sahiplenebilirdim, ne de herhangi bir konuda bana hesap vermesini bekleyebilirdim.

Fakat kahretsin ki bunları yapmaya devam edecektim.

Başka ne olacaktı amına koyayım? Ben bu kızı başkasıyla sözlü zannederken bile kıskanıyordum. Saçma sapan sahiplenme triplerine giriyordum, abi ayağına korumaya çalışıyordum. Daha tanışalı üç gün olmamışken, aramızda hiçbir muhabbet yokken, babasının gözünün önünde elindeki kesiğin hesabını sormaya kalkıştığım olmuştu. El kızıyken kayıtsız kalamadığım hatuna karım olduktan sonra nasıl yabancı muamelesi yapacaktım ki?

İç çekerek üzerimdeki örtüyü sıyırıp doğrulmaya yeltendim. Tenimdeki dikişler gerilince ağzımdan acı dolu bir inleme kopmuştu, fakat umurumda değildi. Kaç saattir uyuyordum kimbilir? Ben uyurken dışarıda iç savaş bile çıkmış olabilirdi. Çatışmaya gitmek yerine eve döndüğüm için Abas ve adamlarının deliye döndüğünü tahmin edebiliyordum ama büyük ihtimalle Elif'in oyunu yüzünden onların planından caydığımı sanacaklardı.

Gerçekteyse onların sikik çatışmaya girme planını daha baştan elemiştim, Elif beni yoldan döndürmüş olmasaydı bile istikametim Yurterlerin verdiği buluşma adresi değildi. Benim niyetim direkt Bayraktar'ın kapısına dayanmaktı. Eğer benim dörtlü kafes işini becerebildiyse bu plandan çok sapmış sayılmazdım. Çünkü her iki planın amacı da Bayraktar'a biat etmediğimi duyurmaktı ve bu duyurunun birçok cephede karşılığı olacaktı.

Bayraktar cephesinin direkt saldırıya geçeceğini düşünmüyordum, Dündar Bayraktar ona bağlı olmayan birinin infaz emrini veremeyeceğini biliyor olmalıydı. İstese beni öldürtürdü ama infaz olmazdı bu, suikast olurdu ve böyle bir niyeti varsa bile önce benim neye güvenerek atar gider yaptığımı öğrenmek isteyecekti. Belki de Balkanlardaki ticaret ağını onun ruhu bile duymadan kontrol altına almıştım, belki de beni öldürmek Balkanlardaki güç odaklarını karşısına almak anlamına gelecekti, hatta belki de derin devletin maşasıydım. Nereden bilecekti ki? Dolayısıyla şimdilik o cepheden korkmuyordum.

Abas cephesiyle dalaşacaktık, orası kesin. Derin devlet tayfası ve istihbaratçılar yeraltı dünyasıyla işbirliği yapmaya niyetlendiği zaman iş ortağı aramazlardı. Onların planlarını uygulamaya koyacak bir maşa, bir piyon, bir tetikçi ararlardı. Geçmişte bunun tam tersini yapıp mafya babalarıyla kankalığa soyunan bir sürü emniyet amiri, savcı, istihbaratçı ve bilimum üniformalı olmuştu fakat hepsinin sonu aynıydı, bu pisliğin içinde bu pisliğin birer parçasıymış gibi harcanıp gitmişlerdi. Abas'ın tüm bu ibretlik vakaların ardından benimle işbirliği yapmayacağını biliyordum ama o işbirliği yapıyormuşuz gibi göstermeye çalışacaktı. Sikimde değildi. Meramımı açıkça izah ettikten sonra beni oyuna getirmeye çalışmasına göz yumabilirdim. Aynı şeyi abime de yapıyordum sonuçta.

Abimin cephesindeyse işler karışıktı. Ya çoktan çevirdiğim dümene ayıkmıştı, ya da ayıkmak üzere olmalıydı. Eğer babamın mirasını öğrendiğimi anladıysa onun da sevgili hükümdarı gibi teyakkuza geçeceğini düşünüyordum. Ağzıma sıçmadan önce neyi ne kadar bildiğimi, neyin içine kimlerle girdiğimi çözmeye çalışacaktı. Abimin cephesini de şimdilik beklemeye alabilirdim.

Ve elbette, Balkanlar cephesi vardı. O cepheye dair hiçbir sikim bilmediğim gibi nereden bağlantı kuracağımı da kestiremiyordum. Fakat orası düğüne kadar bekleyemezdi. İçimden bir ses Şevket'in düğüne kadar rahat durmayacağını fısıldıyordu. En kısa zamanda pek sevgili kayınbabamla bağlantı kurup arkamdan ne oyunlar çevirdiğini öğrenmeliydim. Bu konuda kızının yarısı kadar performans gösterebiliyorsa başım büyük belada demekti. Neticede hiçbirinin yapamadığı şeyi yapıp beni yoldan çeviren de, başımda bin tane bela varken evde iki seksen yatıran da Elif'ti.

Fakat onunla olan meselem bunlar değildi.

Onunla asıl meselem tanıştığımız günden itibaren istikrarlı bir şekilde anlatmayı sürdürdüğü sözlülük masallarıydı. Bir değil, iki değil, üç değil, binbir farklı yalan uydurmuştu bu konuda. Çiftlikteyken attığı palavralara duyduğum öfkeyi belki ona yansıtmamayı başarabilirdim ama hepsi bu. İstanbul'a geldikten sonra söylediği yalanların hesabını sike sike verecekti bana.

"Tabi önce seni bulmam gerek..." diye homurdandım. Hangi odada olduğunu bilmiyordum ama gerekirse tüm yalıyı dolaşacaktım. Elif'i bulup öttürdükten sonra da burada kalmaya niyetim yoktu, abimler tepeme çökmeden evden çıkmam gerekiyordu.

Üzerime giyecek bir şeyler bulma umuduyla etrafa bakındığımda komodinde duran tişört çarptı gözüme. Üzerindeki kana bakılırsa yarama tampon yaparken kullanmışlardı fakat şu an temiz kıyafet arayacak lüksüm yoktu. Evden çıktıktan sonra bizim çocukları arayıp temiz bir şeyler getirmelerini isteyebilirdim.

Ne var ki tişörtü giymek düşündüğüm kadar kolay olmadı. Kollarımı havaya kaldırırken kaburgamdaki dikişler, yana açarken de sol omzumun üzerindeki kesikler acıyordu. Güç bela üzerime geçirdikten sonra ayağa kalkıp sendeleyen adımlarla kapıya doğru ilerledim. Elif bana nasıl bir ilaç verdiyse çiftlikte basıldığımız güne dönmüştüm adeta. Kafam kazandan farksızdı, beynimin içinde korkunç bir uğultu vardı, kör kütük sarhoş olmuş gibi hissediyordum.

Kapının önüne vardığımda birkaç saniye kapı kolunu aradım. Bulduktan sonra önce yukarı kıvırdım, açılmadı. Aşağı kıvırdım, yine açılmadı. Sıkışmıştı. Elbette sıkışacaktı çünkü bu kahrolası evdeki kapı kolu ve pencereler insan hayatını zorlaştırmaktan başka bir sike yaramıyordu. Yalı olduğu için kolay kolay tamir tadilat da yaptıramıyorduk. Duvara çivi çakmak için Anıtlar Kurulu'ndan, badana yapmak için Boğaziçi İmar'dan izin alınması gerekiyordu amına koyduğumun yerinde. Abim her angarya iş gibi bunları da bana kitlediği için mevzuat uzmanı olmuştum. Ulan abi...

"Varını yoğunu siktiğimin kapısı..." diye homurdanarak tekrar zorladım kapı kolunu. "Senin gibi tarihi eserin ben ta a—"

Ve kırıldı. Kapı kolu şiddetli bir çatırtıyla yuvasından çıktığında uyguladığım tüm güç boşta kaldı aniden. Ne olduğunu bile anlamadan hızla öne doğru devrilip büyük bir gürültüyle kafamı kapıya geçirdim. Boğazımdan acı dolu bir ses yükselirken dengemi de kaybetmiştim. Yere düşeceğimi anlayınca can havliyle şifoniyere tutunmaya çalıştım fakat kolumu uzattığım anda tüm dikişlerim keman yayı gibi geriliverdi.

"AAHHH!"

Acıdan beynim zonklarken güç bela kapıya tutundum. Bir an sonra odanın içindeki banyodan ufak bir çığlık yükseldi ve kapatılana dek farkına varamadığım su sesi aniden kesildi. Siktir. Su sesi... Biri içeride duş mu alıy—

"Alparslan, stai!"

Duyduğum bağırtıyla birlikte cevabımı almıştım. Evet, biri içeride duş alıyordu ve bu kişi şu an karşılaşmayı en çok istediğim insandı. Denizde öpüştükten sonra İstanbul'a geldiğimde bir ay boyunca gecemi gündüzümü unutmuştum söylediği yalanlar yüzünden. Ben burada kıvranırken onun çiftlikte sözlüsü olacak pezevenkle birlikte olduğunu düşündükçe çıldıracak gibi oluyordum. Düşünmemeye çalışıyordum, bu sefer de kabuslarıma sızıyordu. İşin içine kıskançlık girdiğinde bir erkeğin hayal gücünün ne kadar yaratıcı olabileceğini, zihnimizdeki şeytanların tam kadro bize hayatı zindan edeceğini bilmiyordu Elif. Öğretene kadar belasını sikmek niyetindeydim.

Müritlerin de yok gerçi ama güzel uçuyorsun, Alparslan.

Homurdandım. Harbiden, ben bu kızdan nasıl hesap sorabilirdim ki? Düşmanım olmadığı için çekip vuramazdım, hemcinsim olmadığı için yumruk yumruğa kavga edemezdim, zaten öfkeyi fiziksel zarar vererek dindirebilen bir insan da değildim. İntikam peşine düşecek kadar büyük bir öfkeye kapıldıysam fiziksel zarardan daha kalıcı yollar arardım ben. Hiçbir şey yapamıyorsam da o insanı hayatımdan siktir ederdim fakat Elif için bu da imkansızdı. Mevcut koşullardan ötürü değil, benim bu kızı hayatımdan çıkarmam komple imkansızdı. Görmezden gelmeyi ise, kahretsin ki, karşıma çıktığı günden bu yana bir kez olsun becerememiştim.

Kapıdan destek alarak doğrulmaya çalışırken duşakabinin gürültüyle açıldığını duydum. Banyodan yükselen patırtıların arasında "JESİ Lİ DOBRO?!" diye panikle seslendi bu kez. Kafası gidince yine farkında olmadan yabancı dilde konuşmaya başlamıştı.

Zaten bir şey dememe gerek kalmadan banyonun kapısı açıldı ve "Nu vă mișcați!" diyerek dışarı fırladı. "Stai aici— ALPARSLAN!"

Sesin geldiği yöne ufak bir bakış attım ama karanlıkta Elif'i pek seçemedim. Ona duyduğum tüm öfkeye, hissettiğim fiziksel acıya ve bana verdiği ilaç yüzünden karman çorman olmuş aklıma rağmen yüzünü görememek rahatsız etmişti beni. Sol kolumu uzatıp şifoniyerdeki abajurü açarken "Alp tampon yap hemen!" diye bağırdı. "Bakma bana öyle, dikişlerin patlamış görmüyor musun?!"

Odanın diğer ucunda olduğu için karanlıkta kalan yüzünü hala net olarak göremiyordum. Üzerinde alelacele giyilmiş, dizine kadar uzanan ve yakası yeterince kapalı beyaz bir gecelik vardı. Son derece pejmürde ve seksapeliteden uzak sayılabilecek bir şeydi, üstelik durduğu yer nispeten karanlıkta kaldığı için detayları pek seçemiyordum. Yine de bakışlarımı ondan alıp başka yöne çevirdim, aklımın daha fazla karışmasına tahammülüm yoktu.

"Ödüm patladı senin yüzünden!" diye söylendi Elif. Adımlarının sesi giderek yakına geliyordu. "Gerçekten merak ediyorum, gecenin köründe nereye gitmeye çalışıyordun?"

"Seni aramaya."

Başımı çevirip ona bakmamıştım fakat çıplak ayaklarının zeminde çıkardığı seslerden bana doğru yürüdüğünü anlayabiliyordum. Aramızdaki mesafe giderek azalırken "İçerideydim zaten!" diye söylenmeye devam etti. "Hem sen ne yapacaksın ki beni?"

"Gel göstereyim."

Onu kolundan tutup kendime çektiğimde ufak bir çığlık fırladı dudaklarından. Yalpalayarak bana doğru yaklaşırken gerileyip yolundan çekildim, onu hafifçe iteleyerek kapıyla arama hapsettim. Durmadı elbette, bir elini göğsüme koyup beni itelemeye çalışırken diğer eliyle kapının olmayan kolunu yoklamaya çalışıyordu. Niyetinin kaçmak olduğunu anlayınca öfkem büsbütün tepeme çıktı.

"Boşuna çırpınma." dedim aramızdaki mesafeyi kapatırken. "Abimlerin odası yalının diğer ucunda, ikisi de bizi duymaz. Ailenin geri kalanı çoktan evlerine dağılmıştır. Korumalara belki sesini duyurabilirsin ama onlar da gelip seni benim elimden almaz. Kısacası canını kurtarmak için önüne iki seçenek var. Ya kaçacaksın..." Elimdeki kırık kapı kolunu öfkeyle yere fırlattım. "Ki kaçamazsın, çünkü odada mahsur kaldık."

Birkaç saniyeliğine sessiz kaldı. Kesik nefes alışlarından panik içerisinde olduğu anlaşılıyordu fakat mimiklerini çok net seçemiyordum. Abajurle arasında konumlandığım için kendi gölgemle onu karanlıkta bırakmıştım. Yüzünü göremeyince huzursuzluğum biraz daha arttı. Abajurun ışığının yüzüne vurması için başımı hafifçe sağa çektim fakat omzumun üstünden ona akan ışıkla aydınlanan tek yer saçlarının tepesi olmuştu. Homurdandım.

"Peki ya diğer seçenek?" diye sorduğunu duyunca ışığı boşverip sözlerine odaklandım. "Sakinleşmen için ne yapmam gerekiyor?"

Normal şartlarda bu soru beni uzun düşüncelere gark ederdi. Elif'in bunu şahsına has patavatsızlığıyla, üzerinde çok düşünmeden sorduğunu biliyordum ama o, bu sorunun yegane muhatabı olduğunu bilmiyordu. Çünkü hakikaten de sakinleşmemin bir yolu varsa bunu ancak o başarabilirdi. Fakat ne onu böyle bir gücü olduğundan haberdar etmeye, ne de sakinleşmeye yönelik bir ihtiyacım vardı. Gerçekleri duymak istiyordum ben, ve o gerçeklerin tanıştığımız günden bu yana hayatımı mahveden sözlülük masalını haklı çıkaracak türden bir şey olmasını.

"Konuşacaksın." dedim ona doğru bir adım atarken. "Ama bu sefer masal dinlemek istemiyorum, anlaşıldı mı? Yoksa sabah da bırakmam seni, elimden kurtulamazsın. Eğer Şehrazat gibi davranmaya devam edersen binbir gece bu odada kilitli kalırız."

"Üzgünüm ama sohbet etmenin sırası değil." diye söylendi kolunu çekip elimden kurtarırken. "Şu anda ilaçların da etkisiyle ekstra agresifsin, sağlıklı düşünemiyorsun ve hepsinden önemlisi, acilen yaranı muayene etmem gerekiyor. Eğer bir dakika beklersen—"

Kendinden emin bir tavırla yanımdan geçmeye yeltendi. Yerimden kımıldamadan kolumu bir bariyer gibi önüne uzattım. Bana çarpmamak için panikle kendini geriye attı fakat kaçamadı, bir elimle omzundan tutarak onu olduğu yere sabitledim.

"Elif yeter!" diye çıkıştım kendimi tutamayıp. "Bırak artık şu kaçma çabasını!"

"Ne kaçması ya?!" diyerek elimi tutup hışımla omzundan çekti. "İzin verirsen banyoya gidip pansuman malzemelerini alacağım!"

Parmakları avucuma sarmalanınca zihnimdeki puslu öfke bir anlığına dağılır gibi olmuştu. Fakat uzun sürmedi, Elif gerileyerek aramıza yeniden mesafe koyunca mantığım da yeniden sislerin arasında kayboldu.

"İzin vermiyorum." dedim net bir şekilde. "O güzel ağzını açıp da yalanlarının hesabını vermeden hiçbir yere gidemezsin."

Küstah bir tavırla çenesini dikleştirdi. "Eğer eski sözlümle ilgili söylediklerimi kastediyorsan o konuda sana dürüstlük borcum yok."

Kullandığı iyelik ekini başta yanlış duydum sandım. Çünkü bu kadar aptal olamazdı. Şu haldeyken inadına beni tahrik etmeye çalışacak kadar aptal olmamalıydı!

"Hangi sözlün?" dedim ona doğru bir adım atarken. "Hani şu çiftlikteyken anlatıp durduğun hayali sözlün mü?"

"Alparslan bak—"

"Denizdeyken bahsettiğin sözlün mü yoksa?" diyerek devam ettim. "Evlendikten sonra Alp dağlarının eteğindeki kulübeyi, senin kaybettiğin evini birlikte yapacaktınız değil mi? Güya planlarını bile çizmiştin!"

"Gerçekten saçmalıyorsun şu an!"

"Ya da dağ evindeyken bahsettiğin sözlünü mü kastediyorsun?" dedim ilerlemeye devam ederken. "Hiç değilse onunla zil zurna sarhoş değilken de öpüşebiliyordum demiştin. Çok garip... Dün sabah kapımıza dayanan herif seni tanımıyordu bile!"

Yüzü benim gölgemde kaldığı için ifadesini pek seçemiyordum ama neler hissettiğini anlamam için yüzünü görmeme gerek yoktu. Aramızdaki mesafe kısaldıkça, garip bir şekilde, ruh halini somut bir varlıkmış gibi hissetmeye başlamıştım. Mesela şu anda panik içindeydi, bir şeylerden -muhtemelen yalanlarını yüzüne çarpmamdan- utanıyordu ve ona yakın olmamdan son derece rahatsızdı.

Geri geri ilerlerken "Dağ evindeyken söylediklerimin yalan olduğunu anlamıştın zaten..." diye geveledi. "Anlamamış mıydın?"

"Bu mu mazeretin?!" diyerek büsbütün çileden çıktım. "Sen bana yalan söyleyeceksin, sonra da yalan söylediğini anlamamı bekleyeceksin, öyle mi? Senin yerine düşünemem ben Elif! Söylediğin yalanda mantıksızlık varsa en fazla şüphe duyarım, bunu da o gece yaptığım gibi seninle paylaşırım. Son kertede işin aslını senin bana anlatman gerek, nasılsa yalanımı anlamıştır diyerek vicdan rahatlatamazsın!"

"Alp—"

"Hadi o gece söylediklerinden şüphe ettim diyelim, peki ya dün sabah söylediklerin? Olmayan sözlünle tanışma hikayeni anlattın bana!" Öfkeli bir kahkaha attım. "Neymiş efendim, sözlüsü çiftliğe gelmişmiş! Birlikte vakit geçirmişler de, konuşup kaynaşmışlar da, artık o piç kurusu ne anlattıysa bir haftada evlenme kararı almışlar! Hikayeye bak!"

"Yeter artık—"

"Ama benim anlamam gerekiyordu!" diye devam ettim öfkeyle. "Çünkü bu hikayeyi basbayağı beni kudurtmak için uydurmuşsun, verdiğin detaylardan belli!"

"Ne saçmalıyorsun sen aptal herif?!" diye hışımla çıkıştı bana. "Benim amacım tam tersiydi! Seni tahrik etmek istesem bunları mı anlatırdım?!"

"Ha, bu senin insaflı yalanındı yani? Ulan yalanlarının hesabını vereceğin yerde bir de utanmadan daha iyisini söyleyebilirdim diyorsun!"

"YA YETER!" diye bağırdı öfkeyle. "Uzak dur benden, yeter!"

Ona doğru son adımı da attığımda Elif de panikle bana doğru hareket etti. Kendince bir numara çevirmeye çalışacağını anlamıştım. Yüzündeki ifadeyi kontrol edebilirdi fakat planladığı eyleme hazırlanırcasına konumlanan vücudu onu ele veriyordu. Çarpışmamıza ramak kala aniden başını eğip kolumun altından sıyrılmaya yeltenmesine bu sebepten pek şaşırmadım.

Aptalca bir hamleydi, kendini sokabileceği en savunmasız pozisyona sokacaktı. Öyle ki, engel olmak için yerimden bile kımıldamadım. Altından geçmeye çalıştığı kolumu indirip belini kavrayarak onu durdurdum. Gövdesini gazete gibi kolumun altına kıstırdığımda hareketleri pat diye kesiliverdi. İki büklüm halde olduğundan gövdesinin üst kısmı arkamda kalmıştı. Belden aşağısı ise yerden kesilen bacaklarıyla birlikte önümde uzanıyordu. Kıçına bir şaplak patlatsam beni ancak onu serbest bıraktıktan sonra öldürebilirdi.

Fakat zaten şu an kıçıyla bir derdim yoktu. İçi çarklarla dolu olan, şuursuz ve uslanmaz kafasıylaydı benim derdim. Seni kudurtmak istesem bu masalı mı anlatırdım diyerek Şehrazatlık tasladığını düşündükçe deliye dönüyordum!

"Demek ki yaratıcılığın sadece masal anlatırken devreye giriyormuş!" diyerek öfkeli bir kahkaha attım. "Mevzu fiziksel savaşa gelince halin harap be güzelim!"

"Alparslan seni harap ederim!" diye çırpındı. "Hemen bırak beni!"

Evet, kinestetik zekası kesinlikle düşüktü. Çünkü hala iki büklüm haldeydi, ayaklarıyla duvara tekme atmaya çalışıyordu ve şu anda onu bırakırsam yüzüstü yere çakılacağını öngöremiyordu. Gerçi kafasına bir darbe alması insanlık adına hayırlı olabilirdi ama kıyamazdım ki amına koyayım.

"Çırpınıp durma gerizekalı!" diye bağırdım sırtıma bir yumruk yiyince. "Kaçmaya çalışmak yerine doğrulmayı denersen seni bırakacağım zat—"

Onu bir anda doğrultup kendime çektiğimde göğüs göğüse çarpıştık ve böylelikle neden ısrarla benden uzak durmaya çalıştığını anladım. Daha doğrusu, hissettim. Durulanmadan üzerine geçirdiği gecelik havlu vazifesi görmeye çalışsa da başarılı olamamıştı. İnce kumaş ıslak teni karşısında yok hükmünde olduğu için memelerini neredeyse çırılçıplakmış gibi tenimde hissedebiliyordum. Afallatıcı bir sıcaklığı vardı, ıslak kumaş karşısında vücudu kendi sıcaklığını sabit tutabilmek için büsbütün ısınmıştı. Önce göğüs uçlarının yumuşak, yayvan sıcaklığını hissettim. Ardından tenimin üzerinde sertleşerek sivrildiklerini. Tam şu anda birini parmağımın arasına kıstırıp ufak bir çimdik atsam muhtemelen zevkten inlerdi. Birden, o sesi deliler gibi merak ettim.

Ne düşündüğümü fark edince silkinerek kendime gelmeye çalıştım. "Afedersin." diyerek kollarımı belinden sıyırdığımda panikle birkaç adım geriledi. Boğuşurken farkında olmadan kendi etrafımızda döndüğümüz için gölgem üzerine düşmedi bu kez. Loş ışıkla aydınlanan bedenini görünce bir şey söyleyecektiysem bile unuttum.

Gök Tengri seni kargışlasın, Alparslan. Şanın Orta Asya'ya kadar ulaştı.

"S-senin yüzünden." diye gevelediğini duyunca bakışlarımı vücudundan alıp yüzüne odakladım. Göz göze geldiğimizde öfkeli ifadesinin yerini şaşkınlık aldı. Bense pek şaşırmamıştım, gözlerimde ne gördüğünü biliyordum ama içimde bunu gizlemeye dair bir istek yoktu. Zaten yersiz bir çaba olurdu, bakışlarını vücudumun belden aşağısına çevirse anlayacağı şeyi saklamakla uğraşamazdım.

"Ben normalde böyle çıkmazdım dışarı..." diye devam etti benden bir cevap alamayınca. "Ödümü öyle bir kopardın ki, iç çamaşırlarımı bile giyemedim!"

Başımı hafifçe yana eğdim. "Farkındayım."

"B-benim banyoya gitmem gerek..."

Arkasını dönmeye yeltendiğini görünce aklım başıma geldi. Öne atılıp kolunu tuttum, onu kenara çekip banyoya yürümeye başladığımda şaşkın bakışlarla beni izlemekle yetindi. Neyse ki içeri girince çok aramama gerek kalmadı, kıyafet çantası kapının az ötesinde duruyordu. Dikişlerimin gerilmemesi için dikkatle yere eğilerek çantayı aldım, banyodan çıkıp odaya döndüm.

"Gözümün önünden ayrılamazsın." dedim çantayı önüne atarken. "Burada giyineceksin. Merak etme, ben bakmam sana."

"Saçmalama istersen!" diye söylendi öfkeyle. "Farkında mısın bilmiyorum ama zaten odada kilitli kaldık, istesem de kaçamam senden!"

"Ama banyoya girip kendini içeri kilitleyebilirsin. Bunu yaparsan o kapıyı kırarım ama dikişlerim patlayacağı için beni yine atlatmış olursun. O yüzden..." Başımla çantayı işaret ettim. "Yanımda giyineceksin."

Banyonun kapısı anahtarla kilitlenseydi anahtarı alarak sorunu çözebilirdim ama kapı çevirmeli bir düğmeyle kilitleniyordu. Veya kendim içeri geçip onu burada giyinmesi için yalnız bırakabilirdim ama bu da riskli geliyordu. Bu kızın aklından ne geçeceğini öngöremezdim, pencereden bile kaçmaya çalışabilirdi.

Neler düşündüğümü fark edince iç çektim. Resmen paranoyak etmişti beni. Ulan göçmen kızı...

"Tamam..." dedi en sonunda. "Tamam, burada giyinirim."

İç çektim. Bu gece epey uzun olacak gibi görünüyordu.

"Sevip de söylemediğim şarkılar var.
Bir dizesini asla hatırlayamadığım şiirler
Keşke, keşke o ben olsaydım dediğim hikaye kadınları
Düşlerim var, uyandığımda yalnızca başını hatırladığım
Ve sonuna kadar görmeyi asla beceremediğim

Bir adam var düşümde,
Tam dokunacakken uyandırıldığım
Bir adam, sonumuzun ne olacağını hiç öğrenemediğim
Düşümde bir adam var, benim mi bilemediğim
Bir adam var diyorum,
Düşünüp düşümden ayrı kaldığım..."

Sibel Alaş - Adam

-*-

ELENA

Alp başıyla çantayı işaret edince başka çarem olmadığını anladım. Ellerim hala zangır zangır titriyordu heyecandan, az evvel olanlar yüzünden allak bullak haldeydim. Kendimi bir anda kollarının arasında bulunca aklım durmuştu sanki, fakat asıl darbeyi geri çekilip de gözlerine baktığımda yemiştim.

Bugüne dek aşk romanlarındaki kadınların erkeklerden kolayca etkilenebilmesi bana saçma gelirdi. Alparslan'ın dağ evindeyken söylediği şey doğruydu, çıplaklık ya da kaslı bir vücut tek başına tahrik unsuru değildi bizim için. Onun bu bilgiye haiz olması ayrıca kanıma dokunuyordu ama haklıydı işte.

Fakat geri çekilip de gözlerindeki buğulu karanlığı görünce kalbimin varlığını fiziksel biçimde hissetmiştim. Bir erkeğin kaslarını görmeyi hala etkileyici bulmuyordum ama aşık olduğunuz erkeğin sizi istediğini bilmek etkileyici bir şeydi. İnsana ağzının içinde mevsimi gelmemiş ekşi koruklar varmış gibi hissettiren, hem alabildiğine lezzetli, hem de boğaz yakıcı garip bir duyguydu. Alp başını hafifçe yana eğdiğinde ben o duygunun ağlarına dolanıp hapsolmuştum.

Şimdiyse hala ağlardan kurtulabilmiş değildim. Üzerimde ilk kez deneyimlediğim bu ruh haline yönelik bir hırçınlık vardı. Bakışlarım çantayla onun arasında gidip gelirken ne yapmam gerektiğini algılamaya çalışıyordum. Ve bir de, onun neden hala tepemde dikildiğini... Yanında giyinme kısmını anlamıştım da, gözlerinin önünde mi giyinecektim? Tanrım, canımı al!

"Ne bakıyorsun?" dedim ters ters. "Sen mi giydireceksin beni?"

Güldü. "Şu an seni giydirmek isteyeceğimi pek sanmıyorum."

Sesindeki boğuklaşmış, hafif pürüzlü tınıyla birlikte bir avuç koruk daha attım ağzıma. Ellerimde can sıkıcı bir titreme peydah olmuştu. Ona kızmam gerektiğini de biliyordum, gerçekten nişanlı değildik ki biz. Bana böyle bakıp da avuç avuç ekşi koruklar yedirmeye hakkı yoktu. Başımın altından ters bir bakış attım yüzüne. Gülümsemesi biraz daha genişledi fakat muzip bir sırıtış değildi bu, hadi gel beni tahrik et, hadi benimle kavga et der gibi gülümsüyordu. Yapsa mıydım? Aramızdaki gerginlik elle tutulur bir boyuta ulaşmıştı. Bu durumu geçmişte de iki kez yaşamıştık ve her ikisinin de nasıl sonuçlandığı ortadaydı. Ah, yapsa mıydım?

'Anne, ben ne yapacağım?' dedim içimden. 'Bana kiminle evleneceğimi bile söylemedin ki...'

Gözlerimi kısarak müstakbel kocama tehditkar bir bakış attım. Benden uzak dur, yoksa seni fena ederim der gibi... Garip bir şekilde ne dediğimi anlayacağını biliyordum, teyit etme gereği duymaksızın bakışlarımı aldım ondan. Yere diz çöküp kıyafet çantasını kurcalamaya koyuldum.

Kısa bir araştırmanın ardından banyodayken iç çamaşırlarını neden bulamadığımı anladım. Fermuarlı olan küçük gözdeydi hepsi. Oraya bakmak aklıma gelmemişti çünkü el kadar yere iç çamaşırlarının sığabileceğine ihtimal vermemiştim. Avuç içi kadar siyah dantel külotla yarı transparan sütyeni çekip çıkarırken 'Sığabiliyormuş.' diye düşündüm. 'İç çamaşırları da el kadar olunca sığabiliyormuş.'

Alparslan hafifçe öksürdü. Sonra da, şükürler olsun ki, arkasını döndü.

Kaderime razı gelip yeniden ayağa kalktım. İç çamaşırlarını giyerken Gülendam ablaya sövsem mi bilememiştim. Neticede kadın sadece bunları yollamamıştı, çantada gayet usturuplu çamaşırlar da vardı. Dağ evindeyken hepsini sırayla giyip orada bırakarak seçeneklerini tüketen bendim. Üstelik Gülendam abla bizim çiftlikteyken barıştığımızı ve hakikaten seviştiğimizi sanıyordu. Onunla empati kurduğumda bu çantayı artniyetle hazırlamadığını anlayabiliyordum, ona göre ortada fesatça bir durum yoktu. Evet, hayat insanı Gülendam Ahıskalı'yı bile anlayacak hale getiriyordu.

"Giyindin mi?"

"Bekle." dedim panikle tekrar yere diz çökerken. "Geceliğimi de değiştireceğim. Üzerimdeki gecelik ıslanmış da..."

İç çekti, fakat bir şey söylemedi.

İkinci kez çantayı kurcalamaya başladım. Çok fazla kıyafet yoktu, giysilerimin hepsi çiftlikte kaldığı için bu çantadaki üç beş parça giysiyle idare ediyordum. Param olsa kendime kıyafet alırdım ama cüzdanımda sadece babaannemin Alparslan'la şehre inerken yanımda bulunsun diye verdiği paradan kalan yüz lira vardı. O parayı ölsem harcamazdım. Annemin yüzüğünü bile benden alan çiftlikten kurtarabildiğim yegane şey, babaannemden bana kalan tek hatıra, cüzdanımın gizli gözüne sakladığım yüz liralık banknottu.

Kısa bir arayışın ardından çantada bir gecelik daha bulabildim. Giydiğimden daha kısaydı fakat seçme şansım yoktu. Ayağa kalkıp alelacele üzerimdekini çıkardım, yeni geceliği başımdan aşağı geçirip bacaklarıma salınmasına izin verdim. Bir yandan da ellerimle ıslak saçlarımı tarıyordum. Yılların verdiği alışkanlıkla tutamları bir örgüye dönüştürmem çok uzun sürmedi.

"Giyindim ben."

Yeniden bana döndüğünde gözlerindeki yoğunluk azalır gibi olmuştu. Bakışları saçlarıma takılınca yüzü hepten asıldı, keyfini kaçıran şeyi merak etmiştim fakat soramadım.

"Şimdi dönelim mevzumuza." dedi artan huzursuzluğuyla. "Evet, seni dinliyorum Elif."

Dişlerimi sıktım. "Ne öğrenmek istiyorsun?"

"Bu sözlü saçmalığının aslını."

"Öğrendin işte aslını." diyerek omuz silktim. "Babam evleneceksin dedi, ben de tamam dedim. Sonra da siz geldiniz çiftliğe."

Derin bir nefes çekti içine. Bana inanmadığını bakışlarından anlayabiliyordum. Şüphesiz, kurcalayacaktı bu meseleyi. Kurcalasındı. En fazla olanları öğrenir, sonra da gelip evlenmeyi hiç düşünmediysem çiftlikte neyin hazırlığını yaptığımı sorardı. Güvendiğim çıkış yolunun ne olduğunu merak ederdi. Bunları da bir cevap almak için değil, zaten anladığı gerçeği teyit ettirmek için irdelerdi. Teyit etmezdim ben de. Lafları ağzımdan zorla söküp alacak hali yoktu ya...

"Hepsi bu yani?"

Başımı salladım. "Kabaca böyle."

"Peki ya teferruatlar?"

"Sen benden ne duymak istiyorsun?" diyerek dikenlerimi çıkardım apansız. "Ne öğrenmek istiyorsun hakikaten?!"

"Bana neden yalan söylediğini!" diye yükseldi o da. "Üç değil, beş değil! Bir sürü detay verdin Elif. Son derece basit bir zorla evlendirme mevzusunu dallı budaklı yalanın ardına saklamana anlam veremiyorum!"

Son derece basit bir zorla evlendirme mevzusu deyişi içimde bir yerlere dokundu fakat renk vermedim. Yaşadığım şeyi küçümsediğinden öyle demediğini biliyordum. İncelikli laflar etmeyi unutacak kadar hayvandı, hepsi bu.

"Alparslan." dedim dişlerimi sıkarak. "Ben durduk yere dallı budaklı masallar anlatmadım sana! İlk tanıştığımızda beni istemeye geldiklerini söylemiştim, bu bir yalan değildi. Ondan sonra söylediklerimin hepsini sen sordun, kurcaladın, öğrenmek istedin."

"Ve sen de her seferinde yalan söyledin!"

Çünkü sen beni istemedin. Gerçekse, benim tam aksine dair umutsuz isteğimdi.

"Yeni tanıştığım birine aile içi problemlerimi anlatmamı mı bekliyordun? O zamanlar yabancıydın sen benim için! Elin adamıydın!"

"Dağ evindeyken de mi elin adamıydım ben?!" dedi bana yaklaşırken. "Dün sabah şu yatakta yan yana otururken de mi elin adamıydım?! Hala devam ediyorsun gerçeği saklamaya. Şimdi de mi el adamıyım Elif?!"

Şimdi belki el adamı değilsin, ama bana ait de değilsin. İç çektim zihnimde. Bildiğim tek şey var, sen adama Yıldız Tilbe dinletirsin.

"Öylesin!" diye bağırdım kendimi tutamayıp. "Yok bizim aramızda değişen bir şey, bunun nesini anlamıyorsun?! İstanbul'a geldiğimizden beri gerçekten nişanlınmışım gibi davranıyorsun ama değiliz. Öyleymişiz gibi davranıp da benden hesap soramazsın, üzerime gelemezsin, beni duvar köşelerine sıkıştıramazsın. Gerçekten nişanlım olsaydın da yapamazdın bunları!"

"Elif—"

"Ayrıca benden geçmiş günün hesabını sormadan evvel sen bugünün hesabını ver!" diye devam ettim öfkeyle. "Hani dönmezdin verdiğin sözden? Bal gibi de dönüyordun!"

Tekrar iç çekti, fakat onun da zıvanadan çıkmak üzere olduğunu biliyordum. Kısa bir sessizlik aramızda gezinirken biraz daha gerileyerek aramızdaki mesafeyi metre cinsine çıkardım. Bu durum gözünden kaçmamıştı. Bana ters bir bakış atarken gerilimin biraz daha arttığını hissettim.

"Önce şu konuda bir anlaşalım," dedi yeniden konuşmaya başladığında. "Ben senin bu konu değiştirme numaralarını yemem. Çektiğin yere gideriz, eyvallah. Ama oradaki meseleyi çözdükten sonra başlangıç noktasına geri döneriz. O yüzden bahsettiğin şey gerçekten çözmek istediğin bir sorun değilse bizi boş yere sürükleme."

"Sen gerçekten farkında değilsin!" dedim hayretle. "Dün ne yaptığının ayırdına bile varmamışsın..."

"Ne yapmışım Elif?"

"Öldürtüyordun kendini!" İçimden koşup yakalarına yapışmak geliyordu. "Eli silahlı yirmi tane adamın karşısına çıktın Alparslan! Hadi bir şeyler ters gitseydi? Hadi ölüp gitseydin? Böyle mi tutuyorsun sen verdiğin sözleri?!"

Kaygısız bir tavırla konuştu. "Ben sana hayatta kalmaya dair bir söz vermedim."

Ağzım şaşkınlıkla açıldı, fakat aklıma diyecek bir şey gelmedi. Onun yeni tanıştığım yönlerinden biriydi bu. İstanbul'a geldikten sonra, çiftlikteyken hiç farkına varmadığım, hiç ummadığım bu gerçekle düzenli olarak karşılaşır olmuştum. Alparslan ölüme benden daha yakındı. Ve bu bir problem değildi onun için, bir melodram nesnesi olmaktan çıkıp bir beklenti haline evrilmişti.

Eğer benimle evlenip babasının mirasını elde ederse daha büyük tehlikelerle karşı karşıya geleceğini biliyordum. Ta en başından beri biliyordum bunu. Evlenmeyi kabul etmemin sebebi o miras olmadan da hayatının tehlikede olduğunu bilmemdi. Fakat babamın elinde tuttuğu emanet güç onun eline geçerse kendini koruma şansı da daha yüksek olacaktı. Hiç değilse hayatının Dündar Bayraktar'ın insafında olmadığını bilecektim. Yusuf abisi gibi bir hiç uğruna öldürülme ihtimalinin daha az olduğunu bilecektim.

Ne var ki, Alparslan'ın o gücü kendi güvenliği için kullanmaya pek niyeti yoktu. Tüm derdinin ailesini Bayraktar gölgesinden çekip çıkarabilmek, diğer abilerinin de Yusuf abisiyle aynı kaderi yaşamasını engellemek olduğunu anlamıştım. Kendi hayatını da bu denklemin içine katmasını sağlamalıydım.

"Evlenmiyorum." dedim pat diye. Kelimeler ağzımdan çıktığında ben bile şaşırmıştım. "Vazgeçtim ben seninle evlenmekten."

Güldü. "Şaka mı yapıyorsun sen?"

"Yoo, hiç de bile." diyerek omuz silktim. "Madem sen benimle evlenmekten böyle kolay cayabiliyorsun, o zaman ben seninle hiç evlenmiyorum. İstersen sonsuza dek esir tut beni bu evde, o imzayı attıramazsın."

"Elif saçmalama! Nereden çıkardın benim seninle evlenmekten caydığımı?!"

"Daha resmi nikah kıyılmadan beni dul bırakmaya yeltenmenden olabilir mi?"

"Hayır, alakası bile yok!" diye telaşlandı birden. Bana doğru ilerlediğini görünce tekrar geriledim, yüzümdeki ifade karşısında üstelemedi. "Sen yanlış anlamışsın," dedi olduğu yerde sayarak. "Benim niyetim kendimi öldürtmek değildi, bir planım olduğu için—"

"O plan ters tepebilirdi, Alparslan!"

"Ama ters tepmedi, Elif!"

"Hadi ters tepseydi, Alparslan?!"

Odanın iki ayrı ucunda, saldırmadan evvel toprağı eşeleyen kızgın boğalar gibi birbirimizi süzdük.

"Çok küçük bir olasılıkla ters tepebilirdi." diye itiraf etti en sonunda. "Gerçekten çok küçük bir ihtimalden söz ediyoruz. Sıfıra yakınsayan bir olasılık."

"O yüzden mi vuruldun?"

"Ölme ihtimalimden bahsediyorum!" diye terslendi. "Ayrıca elektrikler kesilmeden önce ateş açsalardı bile ölme ihtimalim çok düşüktü. Reflekslerim hızlıdır benim, bir mevziye girmeden önce en fazla iki üç tane isabet ettirebilirlerdi ve yine hayatta kalırdım."

"Sen ciddi misin ya? Çiftlikteyken hayati organlara bile isabet etmemiş iki kurşun yüzünden az kalsın ölüyordun!"

"Çünkü çiftlikteki adamların silahlarında .45'lik mermiler vardı." diye söylendi. "Dün sabah gelenlerin silahları 9 milimetrelik mermilerle doluydu. Etki menzili 25 metre falan olur bunların, zaten merminin çapı da çok küçük. Ölme ihtimalim her halükarda çok düşüktü yani!"

İnanamıyordum. Gerçekten şu an benimle ölme ihtimalini tartıştığına inanamıyordum.

"Haklısın, o mermilerin etki mesafesi düşük olabilir." dedim sakin kalmaya çalışarak. "Ama sen yakın mesafeden vurulduğun için bunun konumuzla bir ilgisi yok. O mermi neredeyse yarım metreden sıyırmıştı!"

Yüzüne anlık bir hayret dokunup geçti, bunu nereden bildiğimi anlamaya çalışıyor gibiydi.

"Ne?" dedim ters ters. "Anlamayacağımı falan mı sandın? Yakın mesafeden yapılan atışlarda barut tanecikleri deride tatuaj denen izler bırakır, duman isi gibi ıslak bezle silince geçmez bunlar. Senin teninde de tatuaj vardı!"

Yutkundu. "Evet ama dediğim gibi mermiler 9 milim—"

"9 milimetrelik mermi de ölümcüldür." diyerek kestim sözünü. "Hatta 0.22'lik mermiler bile ölümcüldür. Hocalarımdan biri geçmişte 0.22 kalibrelik bir mermiyle karnından vurulan bir hastasından bahsetmişti. Kurşun midesinin sol tarafından girip portal üçlüsünü kesmiş. Dört saatlik ameliyat, ünitelerce kan takviyesi. Yine de kanama durmamış ve en sonunda tüm kan dolaşımını kesmek zorunda kalmışlar. Sonuç? Hasta bu kez de travma sebebiyle masada kalmış. O yüzden kalkıp da bana vurulsaydım bile ölmezdim deme!"

Ve böylelikle sesini kesti. Öte yandan, bunları boşa anlattığımın farkındaydım. Çiftlikteyken geçmişte mühendis olarak çalışırken silah ve mühimmat tasarımı yaptığından, fırsat buldukça hobi olarak yapmaya devam ettiğinden bahsetmişti bana. Kısacası silahların ve mühimmatların öldürücülük oranları konusunda zaten fazlasıyla bilgiliydi. Alenen yalan söylemeyi kolay kolay tercih etmediği için teknik bilgiler vererek beni evlenmeme kararımdan caydırmaya çalıştığını biliyordum. Fakat en sonunda bu şekilde başarılı olamayacağını anladı sanırım, derin bir iç çekerek pes etti.

"Elif, ölme ihtimalimi ortadan kaldıramam." dedi mahcup bir tavırla. "Banka memuru değilim ben, ölme ihtimalim sıradan bir insana nazaran çok daha yüksek. Kiminle nişanlandığının farkında mısın sen?"

"Peki ya sen farkında mısın?" diye üsteledim. "Ben Mehtap değilim Alparslan. Bana evlilik vaadinde bulunduktan sonra kafana göre cayamazsın. Hayatını tehlikeye attığın zaman beni yarı yolda bırakmaya teşebbüs etmiş oluyorsun sen. O yüzden de bu evlilik gerçekleşmeyecek."

"Elena!"

"Ya da beni pervasız biri olmadığına ikna edeceksin." dedim nazikçe. "Örneğin hayatını tehlikeye atmayacağına dair söz verebilirsin."

"Yahu keyfimden mi yaptım?!" diyerek çıkıştı. "Eğer yalan söyleyip beni yoldan çevirmeseydin o heriflerin karşısına bile çıkmadan meseleyi çözecektim zaten! Başımdaki belalar azalsın istiyorsan benden mucize yaratmamı beklemek yerine dürüst olmayı dene!"

Hakikaten de dediğini yapmıştı. Benim sürüklediğim yerden tekrar en başa dönmüştük. Fakat onun canını tehlikeye attığı gerçeğini zannettiği gibi konuyu değiştirme amacıyla öne sürmemiştim ben. Bu hakikaten de büyük bir sorundu ve görünüşe bakılırsa çözümü epey zordu. O sebeple kendini tehlikeye atmayacağına dair söz vermeyi bile kabul etmeyişini şimdilik bir kenara koydum, dönüp dolaşıp geri geldiği yalan mevzusuna odaklandım.

"Dün o sözlülük yalanı ortaya çıkmış olmasaydı neler olacağını anlamıyorsun bile!" diyerek devam etti söylenmeye. "Piç kurusu karşıma geçip Duygu'yu sen zannederek Elifim dedi ya!"

"Ne yani, bu yüzden mi kendini tehlikeye attın?"

"Elif dün yaptığım plan o koşullarda yapılabilecek en mantıklı şeydi! Ama o sözlülük yalanı açığa çıkmamış olsaydı, o an yanımda Duygu değil de sen olsaydın planı falan boşverip vururdum o oğlanı. Bunun nesini anlamıyorsun?!"

"Niye ya niye?" dedim hayretle. "Velev ki gerçekti söylediklerim, ne olmuş? Allah aşkına Alparslan, kıskanıyor musun sen beni?!"

"Kıskanıyorum amına koyayım!" diye bağırdı. "Ben seni köpek gibi kıskanıyorum! Var mı bir diyeceğin?!"

Zemin ayağımın altından çekildi sanki. Midemin altında uyuklayan bir kedi yavrusu varmış da, aniden başını yukarı kaldırmış gibi hissettim. Seviyor muydu beni hakikaten? Zaten dumanı tütüyordu bir yanımın, zayıftım, sığınacak bir liman arayacak kadar ahmaktım. Tüm bu darma duman halimin ortasında beni çok sevdiğini söylerse sağlam kalamazdım. Ağlayarak boynuna sarılır, sabaha kadar başımdan geçen ne varsa anlatırdım.

"Neden?" dedim titreyen sesimle. Omuz silktim. "Sen ne hakla kıskanacakmışsın ki beni?"

"Hakka hududa girersek duyacaklarından hoşlanmazsın." diyerek güldü sinirli bir tavırla. "Orasını boşver... Ama kabullen artık, biz nişanlıyız. Aşka meşke gerek yok dersen, canıma minnet. Eğer beni el adamı gibi göreceksen, o da kabulüm. Ama ben seni el kızı gibi göremem, elin kızına göstereceğim kayıtsızlığı da sana gösteremem. Olmuyor Elena, yapamıyorum!"

Keşke silahını çekip beni onunla öldürseydi. Ben denemiştim, olmuyordu. Fakat Alparslan yapardı. Bu adamın içinde zaman zaman açığa çıkan, muhtemelen onun bile farkında olmadığı, gözünü kırpmadan can alabilecek bir katil vardı. Ben galiba en çok o katile güveniyordum.

"Ben de yapamıyorum Alparslan!" dedim tırnaklarımı avuçlarıma saplayarak. Gözümden bir yaş süzüldü, sözcükler dudaklarımdan firara döküldü. "Babam beni evimden koparıp çiftliğe götürdü, orada yapamadım. Sen beni çiftlikten koparıp evine getirdin, burada da yapamıyorum. Yanına da koymuyorsun ki, hep öteliyorsun! Söyleme adımı diyorum, söylüyorsun! Evlenmekten bahsediyorsun, ertesi gün ölüme yürüyorsun! Ne yapayım ben, nereye kaçayım? Gitmek istiyorum ama Allah kahretsin, kapıları kilitliyorsun!"

Son sözcükler boğazımdan kopan bir hıçkırıkla birlikte dökülüvermişti. Elimin tersiyle yanaklarımı sildim önce. Gözyaşlarım durulmak bilmeyince ellerimi yüzüme kapatarak ona sırtımı döndüm. Olmuyordu, korunup saklanamıyordum ben bu adamdan. Karşıma geçip aşka meşke gerek yok dersen canıma minnet deyivermişti. Hayatta kalma sözü vermedim ben sana demişti. Çok da kolay söylemişti bunları.

Şimdi tutup hesap sormaklara kalkışsam, ben seni çok seviyorum deyiversem mahcup olacaktı. Öyle demek istemediğini izah edecek, tam aksini söyleyemese de itirafını yumuşatmak isteyecekti. Ona nasıl anlatabilirdim ki? Beni acımasızca sapladığı bıçaklardan çok, çektiğim acıyı itiraf ettiğimde o bıçağı geri çekmeye çalışması yaralıyordu. Halbuki daha derine saplasa, halime üzülüp de telafilere yeltenmese, bildiğim tüm bıçaklardan daha yaralayıcı olan merhametle sınamasa beni, belki daha az üzülürdüm. Belki de sınanmadığım her zulüm gibi bunu da kendi derdimden hafif görüyordum.

"Elena." diye mırıldandı ardımda. Ses tonunda, duyamadığım, buruk bir enkaz vardı. "Açacağım kapıyı, ağlama."

Karşıdaki duvarı kaplayan kitaplığı görünce onu dinlemedim. Kapıyı açamazdı, açsa bile neye yarardı? Gülendam abla haklıydı, üstüme kapıları kilitlemiyorlar diye ben özgür kalmış sayılmayacaktım. Bu kapıdan çıksam bile dış kapı vardı, onun ötesinde bahçe kapısı vardı. Hepsinin ötesinde bir yerlerde belki kaybettiğim evim de vardı ama kapılar; açtıkça çoğalırdı. Hangi birini açacaktım?

"Kitap okuyacağım." dedim kaçmanın bir yolunu bulunca. "Dokunma bana."

Dokunuyor muydu? Dudaklarımdan dökülen sözcüklerle birlikte omuzlarımı kavramış ellerini fark ettim. Kriz geliyordu. Gerçeklikten kopuyordum yine, kusmadan evvel beliren mide bulantısı gibi krizin gelişini zihnimin duvarlarında hissetmiştim.

"Güzelim sakin ol. Bak, açıyorum şimdi kapıyı."

"Bırak beni!" diye bağırdım kollarını iterek. "Kitap okuyacağım diyorum, nesini anlamıyorsun?!"

"Hayır, benimle kalacaksın!" diyerek beni göğsüne çekti yeniden. Alp dağlarının yamaçlarındaki kulübeye gittim, kapıları kilitliydi. Açma diyordu zihnimdeki bir ses. Bırak, hatırladığınla kalsın. Bırakmadım, Alp'in kollarından kurtulmak için çırpınmaya başladım. Ya ölürse?

Ya ölürse?

"Elena." diyerek başını saçlarıma gömdü. "Sormayacağım bir şey. Bak, bak gözlerime. Buradayım ben..."

Baktım, ama onu göremedim.

"Elena..." dedi alnını alnıma yaslayıp. "Yalvarırım gitme."

Sonrası hayal meyaldi. Bir ara kollarında çırpınıyordum, yine bırakmıyordu. Bir ara babaannemin on üç günlük ölüsüne ağlıyordum, acı öyle kolay unutulmuyordu. Dobby tekrar çıkagelmişti öldüğü yerden, hayatımı mahveden umudumla onu iyileştirmeye çalışıyordum. Bir ara ağzına kadar sevgisizlikle dolu bir şırınga vardı elimde, onu kalbime saplıyordum. Ve bir de kapılar vardı. Kilitleri açmakla uğraşmıyor, bir göçmen kuş gibi kanatlarımı açıp hepsinin üzerinden evime uçuyordum.

"Ağlama." diyerek başımı göğsüne gömdü Alp. Gidişimi kabullenmişti, artık gözyaşlarımla savaşıyordu. "Ben öleyim, sen ağlama. Allah aşkına ağlama!"

Hıçkırıklarım daha da şiddetlendi. O ölmesin diye ağlıyordum, mutlu olursam ölüp gidecekmiş gibi hissetmiştim birden. Fakat bir yandan da onu öldürüyordum. Bir ara, çok kısa bir an için kendime geldiğimde ellerimde gördüğüm kan sayesinde anladım bunu. Çırpınırken yarasına vurmuş olmalıydım, avuç içlerim ince bir kızıllıkla kaplanmıştı. Geri dönüp onu iyileştirmek istedim ama onu da beceremedim, dönüş yolum çoktan kaybolmuştu.

Zaten çok geçmeden avuçlarımdaki kızıllık da kayboldu, Alp'in acısını çabucak unuttum. Derdin içine boğulmuşken en sevdiğinin derdi bile önemsiz gelebiliyordu insana. Kolaylıkla gözardı edilebiliyordu. Bu sebepten görememiştim babaannemin ölüme yürüdüğünü, bu sebepten Dobby'yi iyileştirememiştim. Alparslan'ın yarasını dikmiştim, ama ne fayda? Onu da tekrar kanatan bendim. Dünyanın tüm tıp fakültelerinden eğitim alsam da elimin dikiş tutmayacaktı, biliyordum artık. Biliyordum, iyileştirebilmek için evvela iyileşmeliydim.

Yoksa ölüm bizi ayırana kadar yeminleri etmemizin bir anlamı olmayacaktı. Ölüm bizi, daha kavuşamadan, ayıracaktı.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro